28 Nisan 2013

Dondurma deyince akla “Neron” gelmeli!

Sıcaklar bastırınca çocukların elinde dondurma külahları da belirmeye başladı. Merak ettim çocukların sevgilisi dondurma nerelerden geliyor?
Dondurmanın geçmişi M.Ö. 4. Yüzyıla kadar uzanıyor. Bilmiyorum ne kadarı doğru ama dondurmanın hikayesi www.cicicee.com internet sitesinde şöyle anlatılıyor:
Boğazına düşkünlüğü ile tanınan Roma imparatoru Neron, gladyatör dövüşlerini seyrederken, kendisine lezzetli yiyecekler sunan çeşni başlarını ödüllendirirmiş. Çeşni başlarından biri, bir gün dağın zirvesinden topladığı karları bir kaba doldurmuş, üzerine bal ve çeşitli meyve parçaları dökerek, imparatora sunmuş. Neron, o güne kadar hiç tatmadığı bu yiyeceği çok sevmiş. Ertesi gün de köle ordusunu kar toplamaya göndermiş. Karın üzerine bal ve ezilmiş meyve döktürerek, tarihin ilk dondurmasını hazırlatmış”.
Dondurmanın tarih içinde tüm dünyaya yayılması da şöyle:
13. yüzyılda Marco Polo Çinlilerin buz ve süt karışımını öğrenerek bu metodu Avrupa’ya götürmüş. Zaman içinde buzlu tarifler ortaya çıkmış Fransız ve İtalyan restoranlarında çok ünlenmiş.
1851’de Jacob Fussel, ABD’de dondurma yapıp satmaya başlamış.
Değişik maddelerle hazırlanan dondurmanın İtalyanlara özel ‘Semi-Freddo’ adında bir çeşidi de var.
1900’dan sonra soğutucu makinelerin geliştirilmesiyle dondurma daha da yaygınlaşmış. Dondurmaya lezzet katan külah da ilk kez 1904’te Missouri Louis’de düzenlenen Dünya Fuarı’nda ortaya çıkmış.
Uzmanlara göre dondurma süte oranla 3-4 kat fazla yağlı ve yüzde 12-16 oranında fazla protein içerdiği için kontrollü tüketilmeli.

24 Nisan 2013

Deniz tutmasına karşı "demir yalama" şakası!

Muharrem Kaptan yazıyor:

Balıkçılık yaptığım 60 ‘ lı yıllarda bizimle çalışmaya gelen bir tayfa vardı. Denize yeni çıktığı için alışık olmadığından az dalgada bile deniz tutuyordu. Çare arayıp duruyordu. Ona deniz tutmasına demir yalamanın iyi geldiğini söyledim. Önce inanmıyor gibi görünüyordu. Bizim güvertede olmadığımız bir anda motorun kıç tarafına gidip demiri yaladığını gördüm.
Biraz sonra “Ali nasıl demir iyi geldi mi?” diye sordum, önce bozuldu ama gördüğümü anlayınca “şimdi daha iyiyim” dedi.
Demek ki psikolojik olarak etkilenmişti. Yoksa demir yalamanın deniz tutmasıyla bir ilgisi olmayacağını hepimiz biliyorduk.

21 Nisan 2013

Atatürk ne demişti? her zaman hatırlamakta fayda var!


"Sayın öğretmenler, hiç bir zaman düşüncelerinizden çıkmasın ki cumhuriyet sizden "fikri hür, vicdani hür, irfanı hür" nesiller ister."
"Bir memleketin, bir memleket halkının düşmandan zarar görmesi acıdır. Fakat kendi ırkından büyük tanıdığı insanlardan vefasızlık, felaket görmesi daha acıdır."

16 Nisan 2013

Köy enstitüleri eğitim sistemi üzerine!..

17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluş yıldönümü. 15 Nisan 2009’da bu blogda aşağıdaki yazıyı yayımlamıştım. Tekrar etmekte fayda olduğuna inanıyorum:

Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılmış okullardı. Tamamen Türkiye'ye özgün olan bir eğitim projesi uygulanmıştı. Genç Türkiye Cumhuriyeti için önemli bir eğitim seferberliği idi. Ne yazık ki çağdaşlığa açılan pencereler tek tek kapatıldı, kapatılıyor.
Prof. Filiz Kamacıoğlu köy Enstitüleri eğitim projesi ile ilgili şunları yazıyor:
“Eğitim, bireye doğduğu andan itibaren hayatı boyunca etkisinden kurtulamadığı bilgi, görgü, inanış ve davranışları kazandırdığımız süreçtir. Amacı da algılaması gelişmiş, çağımızı anlayabilen, kendi ayakları üzerine basabilen, problem çözme yeteneği olan, demokratik davranmayı öğrenmiş, doğruyu eğriyi görebilen, işini kendi duygu ve menfaatine göre değil işin doğrusu ne ise ona göre yapabilen bireyler yetiştirme olmalıdır.
Yıllardır yaptığım gözlemlerden edindiğim izlenim, birçok öğrencinin ve öğretim üyesinin kafalarının karışık olduğudur. Çoğu insan, birçok bilgiyi ediniyor, çok konuşuyor ama iş yapabilme güçleri çok az. Öğrenciler okul bitirmek için not peşinde koşuyor. Öğretim elemanı da yalnız işini yapıyor. Öğrencinin eğitim süreci ne yönde gelişiyor belli değil. Verilen formasyon bilgilendiriyor ama geliştiriyor mu?
Eğitim sistemini örnek olarak aldığımız Fransız düşünür Bergson, kendi eğitim sistemlerini eleştirmiş; lafazan insan yetiştiren ezberci eğitime çatarak okullarda elle çalışmanın yani iş eğitiminin daha önemli bir yer tutmasını istemiş ve şöyle demiştir; “Elle çalışma bir eğlence sayılıyor, yalnız unutuluyor ki zeka, madde ile oynama gücüdür; hiç değilse öyle başlamıştır. Doğa da onu bu iş için yaratmıştır. Böyle olunca zeka nasıl olur da eğitiminden yararlanmaz? Daha ileri gidelim. Çocuğun eli kendiliğinden bir şeyler kurmaya yeltenir. Ona bu kuruculuğunda yardım etmekle, hiç değilse ona kurma fırsatları vermekle çok daha verimli bir insan olması sağlanabilir. Çocuğun bu kurucu yanını beslemekle insanlığın yaratma, bulma gücü şaşırtıcı ölçüde artabilir dünyada. Başlangıçta yalnız kitapla sınırlı kalan bilgi, insanın serpilmeye hazır nice yapıcı ve yaratıcı çabasını ortaya çıkmadan köreltip yok eder. Çocuğu işe alıştıralım ve bu iş eğitimini de herhangi bir işçiye bırakmayarak gerçek bir ustaya verdirelim ki çocuğun maddeye dokunuşu hoyratça değil ustaca olsun. Zekâ, o zaman elden kafaya doğru çıkacaktır. Fen bilimlerinde olsun, edebiyatta olsun, bizim öğrettiklerimiz sözel kalıyor. Oysa bugün artık zaman, güzel konuşmalarla, eyleme geçmeyen bilgilerle yetinilecek, zaman değildir. Okullarda bilim alanında yapılan nedir? Bilimin vardığı hazır sonuçları öğretmek! Oysa gençleri metotlara alıştırmak daha iyi olmaz mı? Gençleri gözleme, denemeye, yeniden bulmaya çağırırsanız bakın nasıl can kulağıyla dinlerler sizi o zaman, nasıl anlarlar ne istediğinizi. Çünkü çocuk, arayıcı ve bulucudur, hep yeniliğin peşindedir. Kurallar sıkar onu. Kısacası çocuk yetişkin insandan daha yakındır doğaya. Yetişkin insansa doğadan çok toplumdan yanadır, öğretme işi de onun elindedir. İster istemez topluma miras bırakacağı ve haklı olarak övündüğü bilgi kazançlarına, varılmış bütün sonuçlarına en büyük önemi verecektir. Oysa öğretim programlarını istediğiniz kadar geniş tutun, öğrencinin benimseyebileceği hazırlop bilim, pek sınırlı kalacak hiç de seve seve öğrenilmeyecek ve hep çabuk unutulacaktır.”
Berkson’un iş eğitimi dediği sistemi, TONGUÇ ve arkadaşları İş Okulları olarak Köy Enstitüleri ile uygulamışlardır.
İsmail Hakkı TONGUÇ, Atatürk tarafından köylerdeki koşulları incelemekle görevlendirilmiş bir komisyonda görev almış ve bir gözlemini şöyle dile getirmiştir. “ Bazı köylerde çocuklar, okulda öğrenmiş olduklarını hemen hemen bütünüyle unutmuşlardı ve yaşantılarında hiçbir şey değişmiş değildi; okuma yazmayı bile bilmiyorlardı artık.”
Bu gözlem, İ.H.Tonguç ekibine farklı bir eğitim sistemi olması gerektiğini düşündürmüş, Köy Enstitüleri kurularak “ İş eğitimi” denemesi yapılmış ve destan yazılmaya değer sonuçlar elde edilmiştir.

KÖY ENSTİTÜLERİ ÖĞRETİM PROGRAMLARI
Dersler, kültür dersleri, ziraat dersleri ve çalışmaları, teknik dersler ve çalışmalar olarak planlanmıştır.
Resim, müzik, spor gibi dersler kültür dersleri içine alınmış ayrıca yetenekli öğrencilerle sanatsal çalışmalar yapılmıştır. Derslere her sabah yarım saat halk oyunları, yarım saat müzik yapılarak başlanırdı. Teknik derslerin içinde ise ayrıca biçki dikiş dersleri ilave olarak konmuştur.
Derslerin planlamasına gelirsek Köy Enstitülerinin haftalık, aylık veya mevsimlik çalışma planları, her enstitünün özelliğine, işlerinin durumuna, talebesinin seviye ve sayısına, öğretmenlerin özelliklerine, iş alanlarının genişliğine göre yapılır, tespit olunan hafta sayısında ziraat, teknik ve kültür dersleri olarak uygulanırdı.

Örnek olarak:
1. Yarım gün esasına göre:
a) Bütün sınıfların yarısı öğleden önce veya sonra kültür derslerine,
b) Geri kalan sınıfların yarısı ziraat, yarısı da teknik çalışmalara devam eder.
2. Bütün gün esasına göre:
a) Bütün sınıfların yarısı bütün gün kültür derslerine,
b) Geri kalan sınıfların yarısı bütün gün ziraat, öteki yarısı bütün gün teknik çalışmalara devam eder.
3. Hafta esasına göre:
a) Bütün sınıfların yarısı bir hafta kültür derslerine,
b) Geri kalan sınıfların yarısı ziraat, öteki yarısı da teknik çalışmalara devam ederler.
Enstitülerde çok önemli olan bir konu da demokrasi eğitimidir. Her işin öğrenciler tarafından yapıldığı bu okullarda öğrencilerin kendi kendilerini yönetmesi ve kontrol etmesi ile demokrasi eğitimi de almaları sağlanıyordu. Hafta sonları eğlenceler tertiplendiği gibi ay sonlarında da okul işlerinin tartışıldığı toplantılar yapılırdı. Bu toplantıları toplantı başkanı yürütür, müdür dahil her toplantıda bulunan, toplantı başkanından söz alır, cevap, istek veya eleştirilerini dile getirirdi.

SONUÇ OLARAK
Bugün Köy Enstitülerinin unutulmamasının, özlemle anılmasının en önemli sebeplerinden biri de bu okulların eğitim sisteminin farklılığıdır.Son yıllarda çok revaçta olan çoklu zeka kuramı, yaratıcı öğretiler gibi projelere dayalı eğitimin daha sağlıklı uygulanabilmesi için okul programlarını gözden geçirmek gerekmektedir. Köy enstitüsü programları bu tip çalışmalara örnek olabilir.
İnsanların iş yaparak eğitilmesi, algılarını genişletecek, kendi ayakları üzerine basmalarını sağlayacak, öz güvenlerini geliştirecektir. Kendi kendilerini idare etmeyi öğrenmek tüm hayatları boyunca onlar için çok önemlidir. Demokratik toplumlar, demokrasi eğitimi alan bireylerden oluşabilir.
İNSAN eğitimi için doğru bir program örneği önümüzde bulunuyor. Dışarıdan adapte programlara gerek yok. İş ki İNSAN yetiştirmeyi isteyelim.
fkamacioglu@gmail.com

15 Nisan 2013

Denizciler arasında “denizci” şakaları!

Muharrem Kaptan yazıyor:

BİR KOVA ELEKTRİK
Askerlik yaptığım gemi kömürle çalışan buharlı makinesi olan bir gemiydi. Gemiye yeni kura askerler gelmişti. Aralarında Mersinli bir silah bölümü askeri vardı. O arkadaş biraz safçaydı.
Bir gün usta askerlerden biri eline bir kova verdi, kazan dairesine inerek oradan cereyan almasını söyledi.
Acemi asker kovayı alıp kazan dairesine indi, oradaki nöbetçiye cereyan istediğini söyledi. Kazan nöbetçisi, kovayı musluğun altına tutmasını istedi.
buhar devresinin dreyn musluğunu açtı, kovanın içi buharla doldu. “Hadi tamam” diyerek acemi askeri gönderdi.
Kazan dairesinden çıkana kadar buhar soğuyarak su halini geldiği için kovada bir şey kalmamıştı.
Bu işi birkaç kez tekrarlattılar. Zavallının elleri de buhardan yanmıştı.  Kendisine şaka yaptıklarını söylediler ve özür dilediler. Bu da denizcilerin bitmeyen şakalarından biriydi..

DENİZ TUTMASI
Yeni denizci olan bir genç gemiyle ilk seferine çıkıyor. Şansına fırtınaya yakalanıyorlar. Tabii ki genç gemiciyi deniz tutuyor. Perişan bir halde çare ararken arkadaşlarından birisi onun tek ilacı var diyor.
Genç denizci “nedir” diye soruyor. “Bunun ilacı dümen suyudur alır içersen bir şeyin kalmaz” diyor.
Bin bir zorlukla geminin kıç tarafından ipe bağladığı kovayla denizden su alıp içiyor. Tabii deniz suyu onu iyice bozuyor. Midesinde ne varsa çıkarıyor.
Denizcilikte yeni gelenlere bunun gibi şakaların çok yapıldığını her denizci bilir.

13 Nisan 2013

Mutluluk “her şeyin en iyi şekilde tadını çıkarmaktır”!

Elektronik posta yolu ile sanal âlemde dolaşan anlamlı bir hikâyeyi daha sizlerle paylaşıyorum:
Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler.
Sohbet, sonunda işin ve hayatın stresinden şikâyetleşmeye döner.
Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve ve porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir. Herkes bir bardak seçince, profesör şöyle söyler:
Fark ettiyseniz, tüm pahalı görünen bardaklar alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı. Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı aslında. Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiçbir şey katmaz. Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar. Hepinizin aslında istediği kahveydi, bardak değil, ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız.
Şunu bir düşünün: Hayat kahvedir. İş, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar. Onlar hayatı tutmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz bardak yaşadığımız hayatın kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de.
Bazen sadece bardağa odaklanarak sunulan kahvenin tadını çıkarmayı  unuturuz. Kahvenizin tadına varın!
En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler. Sadece her
şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar".

9 Nisan 2013

Denizlerimizde yok olan sadece hatıralarda kalan balık avcılığı!

Muharrem Kaptan yazıyor:

ZIPKINLA KILIÇ AVCILIĞI
 Benim çocukluğumda Fener’ den ve Poyraz’ dan Marmara’ ya zıpkınla Kılıç avlamaya giderlerdi. Motorların baş tarafından ileriye bir kalas uzatırlardı. Kalasın ucunda ters u şeklinde bir demir vardı. Nişancı zıpkını vururken denize düşmemek için ona yaslanırdı. Kılıç mevsimi haziran, temmuz aylarıydı. O aylar Kılıç balığının havyar dökme zamanıydı. Kılıç o dönemde aynı diğer balıklar gibi yarı baygın ve uyuşuk bir durumda olurdu. Bu da avlanmasını kolaylaştırıyordu.
Çok sakin havada Kılıcın sırt yüzgecini gören avcılar motorla peşine takılır, kalasın ucundaki zıpkıncı zıpkını sırt ve yan yüzgecin arasına gelecek şekilde saplardı.
Kılıcın en sert yeri orasıydı, başka bir yerine vurulsa yırtılıp kaçma olasılığı çok fazlaydı. Kılıçta da aynı Orkinos gibi zıpkını vurduktan sonra zıpkının ucuna bağlı olan ip kaloma edilir, eğer ip biterse ucundaki şamandıra denize atılırdı.
Bir süre sonra Kılıç yorulunca ip çekilmeye başlanır, balık motorun bordasına geldiğinde kılıcına hemen çuval sarılır ve ondan sonra güverteye alınırdı.
Çuval yaralanmaları önlemek için kullanılırdı. Balık çabaladıkça kılıcı çok tehlikeli olabiliyordu. Şimdilerde ise ne yazık ki denizlerimizde kılıç balığı kalmadı.
Akdeniz’ in açık sularında bazen tek tük Kılıç balığına rastlanabiliyor. Antalya Körfezi, Kıbrıs Adası , Rodos Adası, Meis Adası üçgeninde çok açık sularda Yunan ve Türk balıkçılar Kılıç paraketesi kuruyorlar. Ama yakalıyorlar mı onu bilemiyorum. Sözün kısası diğer balıklar gibi Kılıç balığını da hep birlikte bitirdik.

OLTA İLE ORKİNOZ AVCILIĞI
1980’ li yıllara kadar Orkinos balığı Marmara ve Karadeniz’ de de olurdu. Bahar’da Fenerbahçe ve Beykoz dalyanlarında çok miktarda Orkinos yakalanırdı.
Bir de bu işi oltayla yapanlar vardı. Sandalla gittikleri Sivri Ada civarında büyük Orkinos oltasına Palamut veya Torik takıp kendilerine göre bir derinliğe indirip beklerlerdi.
Orkinos yemi yutunca dibe doğru gider, sandaldaki balıkçı da elinde tuttuğu ipi yavaş yavaş kaloma eder, 200 metre civarında olan ipin sonları yaklaşınca sandalın başına bağlardı.
Orkinos yorulup bayılana kadar sandalı sürüklerdi. Bu şekilde balığın sandalı saatlerce çektiğ,i çok açıklara götürdüğü olurdu. Sonra balıkçı yavaş yavaş ipi çeker, balığı su seviyesine alır, ağzından ve kuyruğundan sandalın bordasına bağlar, o şekilde balıkhaneye getirirdi. Balıkhanede sadece bu iş için bir matafora vardı, balık onunla dışarı çekilir tartılırdı.  Orkinoslar 200 ile 500 Kg. arasında olurdu. Mezatla satılır ve balıkçıda emeğinin karşılığını alırdı.
1980’ li yıllardan sonra Orkinosu gırgırla tutmaya başladılar ve Marmara’ da ne yazık ki oltacıların tutacağı Orkinos kalmadı.

4 Nisan 2013

Sularımızdaki kalkan balığını bitirince...

Muharrem Kaptan yazıyor:

Denizlerimizde kalkan balığının çok olduğu yıllarda ağ sezonu başlamadan önce kalkan balığını paraketeyle tutuyorduk. O zamanlar uskumru bol olduğu için yem olarak uskumru kullanıyorduk. Daha sonra uskumru denizlerimizi terk edince Doğu Karadeniz’den gelen zarganayı yem olarak kullanmaya başladık.
Teknelerde yaklaşık 10 000 olta parakete oluyordu. Bir atışta 6 500 olta atıyorduk. İlk gün atıp çektiğimiz paraketelerden bir kısmını açıyor, yemliyor, ikinci güne de 6 000 olta hazırlıyorduk.
Oltaların arası 2 kulaçtı yani bir atışta yaklaşık 20 km. uzunluğunda paraketeyi denize döküyor ve ilk başladığımız yere dönüp aynı gün çekiyorduk.
Paraketeleri koyduğumuz kaplara tabla diyorduk, bir tablada 250 olta oluyordu. İki tablada bir şamandıra atıyorduk. O zamanki tekneler 12 metre ile 14 metre arasındaydı. Bütün işleri güverte de yapıyorduk.
Şubat, mart aylarının soğuğu bizi resmen kesiyordu. Bir de kış mevsiminin fırtınalı havaları da bizi bir hayli zorluyordu. Ama yakalanan balıklar bu zorlukları unutturuyordu.
Daha sonra kalkan balığı trolle yakalanmaya başlandı, ayrıca kalkan ağlarının çoğalması deniz kirliliği vs. balık miktarının azalmasına etki etti.  Bizim sahillerimizde ekonomik meranın yakın olması balığın tükenmesine sebep oldu.
Daha sonraki yıllarda kalkan ağıyla avcılık yapanlar Ukrayna, Romanya, Bulgaristan sularında avlanmaya başladılar. Bu da bir çok üzücü olaylara sebebiyet verdi. Ölenler oldu, batırılan tekneler oldu. Bütün bunlar balıkçılarımızı engelleyemedi. Hala oralara avlanmaya gidip yakalananlar oluyor ne yazık ki.