30 Ocak 2007

Bir blog dostumuza yapılan “haksızlık”

Bir hüzün var bloglarda. Mutfaktazen’e yapılan haksızlıkla başlayan, yorumlarla devam eden bir hüzün, kırgınlık belki içe atılan öfke. Kayıtsız kalamazdım bu haksızlığa. Bir medya emektarı olarak meslektaşlarımın değil, yüzünü görmediğim, elini sıkmadığım ama yazılarından dost olduğum Tijen Hanım'ın yanındayım bu kez. Sobeleme oyununda kendimi tanıtırken bir cümle yazmıştım. Haksızsa en yakınlarımın bile karşısında olurum. Şimdi olduğum gibi.
Mutfaktazen blogundaki düzelti yazısını okumuşsunuzdur. Gazetecilik dürtüsüyle “o” yazıyı buldum ve okudum. İtiraf edeyim gazeteci olduğuma utandım. Bir haber bu kadar mı vurdum duymaz yazılır?. Bir haber okunmadan, haber unsurlarını koymadan bu kadar mı sorumsuzca yayınlanır?.
Bir medya emektarı olarak üzülüyorum. Biz bir bayrağı aldık, bir yerlere kadar getirip bıraktık. Bizden sonra gelenler bu bayrağı ileri taşıyacaklarına geri götürüyorlar. Böyle erozyona uğrayan bir meslek gördünüz mü hiç?
Tijen Hanımın başına gelenler, hepinizin başına gelebilir. Belki gelmiştir de. Hepiniz kendi çapınızda bir eser yayınlıyorsunuz zira.

Biraz çimdikleyelim medyayı

İzin verirseniz ben bu işin medya tarafını biraz çimdiklemek istiyorum.
Sıkılmazsanız size bir haber nasıl oluşur onu anlatmakla başlıyorum:
Muhabirlik, basın ordusunda erlik gibidir. Muhabir olaya giden ve olayı aktaran, haberi ilk yazan kişidir. Yazılan bu haberi önce o muhabirin şefi okur. Şef muhabirden daha tecrübelidir, haberi okur, düzeltir, eksik unsurları tamamlattırır ve haber merkezine verir. Haber merkezindeki arkadaşlar, şeften daha tecrübelidirler. Onlar da haberi okur, düzeltir, eksik yanlarını tamamlattırır, yazı işlerine verir. Yazı işlerindeki arkadaşlar yani editörler haber merkezindeki arkadaşlardan daha tecrübelidirler, onlar da haberi okurlar, düzeltirler, eksik yanlarını tamamlatırlar ve başlık atıp gazeteye girmesine karar verirler. Yani muhabirlerin her yazdığı haber gazeteye girmez. Haber değeri yoksa çoğu kullanılmaz. Zaman zaman muhabirler birbirleriyle şakalaşırlar: “Ne o senin haber çöpe manşet mi oldu” diye.
Görüyorsunuz bir haberin yol haritasını. Sahi bir de düzeltme servisinden geçer bu haber. Onlar da haberin Türkçe’ye uygunluğunu kontrol ederler, imla yanlışlarını düzeltirler. Ayrıca haberin -tek tek yazmıyorum- basın ilkelerine uygun yazılması gerekir.
Yani bir sistem vardır, bir denetleme mekanizması vardır. Bu sisteme uyarsanız, abuk subuk haberlerin yayınlanmasını önlersiniz.
Siz bu sistemi bozar, düzeltme servisini kaldırırsanız. Her ilaveye editör koyup kontrol etmezseniz, muhabirin yazdığını aynen yayınlarsanız, yanlışın yanlışını yaparsınız.

Tijen Hanım titiz bir yazar
Gelelim Tijen Hanım'ın durumuna.
Tijen Hanım'ın bir kitabı var bizim evde. Kayınvalidem yemek tarifleri meraklısıdır. Kitabı bir gazeteci gözüyle inceledim. Şunu gördüm, Tijen Hanım “alıntı” konusunda haddinden fazla titiz. Kaynakçasında "alıntı" yaptığı yemek tariflerinin matbaalarını bile yazmış.
Şimdi siz bir gazetenin ilavesinden sorumlu editörsünüz. Bir yemek yazarının diğeri hakkında bir alıntı iddiası var. Ne düşünürsünüz? Bu alıntı gerçekten yapılmış mı? Tijen hanım alıntı konusunda titiz mi? Kendisine bu iddia karşısında ne dediği sorulmuş mu? Benim fikrim değil deyip herkesin kendine göre iddialarını tek taraflı yayınlarsanız bu gazetecilik olmaz, bilmeden tetikçilik yapmış olursunuz. Alıntı nedir? Nasıl yapılır? Tüm bunları sorarsınız ve haberi ona göre şekillendirirsiniz.
Tijen Hanım'a ne yapılmış? Hiçbir şey sorulmamış. İddiada bulunan kişinin dedikleri aynen alınmış, üstelik elmalarla armutları karıştıran bir de başlık atılmış.

"Çalıntı" ile "alıntı"karıştırılınca

Bakın “çalma” fiili Türk Ceza Yasası’nda vardır. Ortada elle tutulur bir nesnenin habersiz alınması fiili söz konusudur. Fikir ve Sanat Eserleri Yasası’na göre ise başkasının eserinden bir şeyin alınması “alıntı” dır. Alıntının da şartları vardır. Yayınlanmış bir eserden, kitaptan alıntı yapabilirsiniz. Nasıl yaparsınız. Kaynak göstererek.
Alıntı yapılmasını istemeyen “her hakkı mahfuzdur” kaydını koyar. Alıntı yapılmasını önler. Eğer editörseniz “alıntı” ile “çalıntı”nın farkını bileceksiniz.
Gazetelerin dış haberler servislerine her gün onlarca yabancı yayın gelir. Tek tek okunur bu gazeteler, dergiler ve kaynak göstermeden beğenilen haberler tercüme edilir, gazeteye konur. Tijen Hanımı “çalma” fiili ile suçlayanlar kim bilir kaç kişinin haberini kaynak göstermeden "çalmış"lardır.
Biz de yaptık ama çalmadık. Aldık. Özellikle yabancı dergilerdeki sağlık haberlerini kaçırmazdık. Bu işin ustası da rahmetli Çetin Emeç’ti. Hele dergiler havaalanından birkaç saat geç alınsın. Kıyamet kopardı.
Zaman zaman televizyonlarda görmüyor musunuz? Birbirlerinden görüntü alıyorlar, üzerini yazılarla kapatıyorlar.
Kendisi her gün başkasının haberini kaynak göstermeden alan bir medyanın oturup “yemek kitabında tarif çalındı” diye haber yapmaya hakkının olmadığını düşünüyorum bunu saygısızlık olarak niteliyorum. Bu saygısızlığın hem Tijen Hanım'a hem de okuyucuya karşı yapıldığına inanıyorum.
Medyadaki arkadaşlar: Şapkanızı önünüze koyun. Gazeteciliğin zor bir meslek olduğunu unutmayın. Çok yönlü düşünmeniz gerektiğini bilin. Biraz hukuk öğrenin. Yasalara dikkat edin. Bilmeden insanların kişilik haklarına saldırmayın. Her şeyden önce kendi kapınızın önünü temizleyin.

29 Ocak 2007

Suphiye Ablanın “Gülcü”sü

Bu blogda zaman zaman misafirlerim oluyor. Kelaynak, Yılmaz Özdil gibi. Bu misafirlere biri daha eklendi. Suphiye Abla. Suphiye Abla beş yıl birlikte çalıştığım çok sevdiğim bir meslektaşım. O da emekli oldu ama benim gibi kabuğuna çekilmedi, ticarete atıldı. Abla dediğime bakmayın tabii ki benden küçük.
İlk yazısını sizlerle paylaşıyorum:

“Salı sabahı yine yağmur vardı. Olsun diyordu pazarcılar, “Allahın işi, vardır bir hikmeti”, bir yandan da çadırların halatlarını geriyorlardı. Necip Usta’nın “demirlere ip bağlamayın” yazılarına aldıran yoktu. Onlar kendi ekmeklerinin peşindeydiler. Gerdikçe geriyorlardı halatları ki, çadır çukur olup, yağmur mallarına zarar vermesin.
Suphiye Abla o gün erken gelmişti. Musa Ağabey ve Özcan eşofman sezonunu kapattıkları için, tezgah açmayacaklardı bir, bir buçuk ay. Onların yerine de Suphiye Abla açacaktı...Bir buçuk metrelik tezgaha her hafta 40 milyon lira veriyordu. Musa Ağabeylerin 1.5 metrelik tezgahını da alınca 80 milyon ödeyecekti. Dükkanının önünü kiralamak herhalde bir tek Türkiye’de olur diye düşünüyordu. Bir yandan da babasının, dükkanının önünü zamanında satın alsa, ayda sadece sokaktan 800 milyon kazanacağını hesaplıyordu.
Suphiye Abla don satıyordu. Ama bildiğimiz donlardan değil, “Arap Kadri donları dedelerimizin kıçında kaldı, artık babalarımız bile bunlardan giyiyor” diyordu. Son teknoloji ürünü, dikişsiz, nefes alan, antialerjik...Emekli olunca, babasının küçük tamirci dükkanını boşaltmış, kardeşiyle birlikte dikişsiz don işine girmişti. Pazarcılar, önceleri “Abla, bunlar dikişsiz, alan kendi mi dikiyor” diye sorup, eğleniyorlardı. Suphiye Abla tezgahının demirlerini kurarken, esmer, çekingen orta yaşlarında bir adam çıkageldi. - Abla boş yer var mı?Vardı aslında ama kendi açıp, tezgahını büyütecekti. “Ne satacaksınız” diye sormadan edemedi, adamın yalvaran gözlerini görünce. “Gül” dedi karşısındaki adam. “Gül fidanı satıyoruz.” “Gül fidanının mevsimi 1-1.5 aydır. Şimdi tam ekim zamanı, Sattık sattık. Satamazsak döneceğiz, fidanlarla geri. Manisa Turgutlu’dan geliyoruz”
“Gelin, açın” deyiverdi. “Abla bizim kimseye zararımız olmaz” dedi gülcü. Pazarın bir raconu vardı. Tezgah açılacaksa, yakın komşularda o malları satan tezgah olmamalıydı. Gülcü yoktu. Burası çamaşırcılar, eşofmancılar, tişörtçüler sokağıydı. Bebe giysisi satan karşı komşusu seslendi: “Abla olur mu ya, şu yaptığına bak...Benim sattığım ürünün aynısı. Bunlar bizi bitirir” diye şaka yaptı. Suphiye Abla “Öyle ya, senin ürünlerinde gül gibi” diye dalgasını geçti. Gülcü espriyi anlamadı, tedirgin oldu.
Cebinden bir 100 milyon çıkardı “Benim sözüm söz abla, geliyorum şimdi. Al şu parayı sende kalsın” dedi. Suphiye Abla, “Tamam” dedi, gelince verirsin 40 milyonu.”

Gül fidanlarıyla çıkageldi gülcü, yanında iki yaşlı adam daha. Birinin yüzünde derin çizgiler. Tarlada çalışmış belliydi, elleri nasırlı. Suphiye Abla’nın kanı ısındı hemen. Diğeri onları taşıyan kamyonun şoförü. Yaşlılarla oldum olası iyi anlaşırdı. Onların çok yaşamış, çok acılar çekmiş olduğunu düşünürdü. Hayatlarının kışını yaşadıklarını yürekten hissederdi. Gül fidanları yere dizildi...Hepsinin üzerinde rengi yazıyordu: “Siyah gül”, “kırmızı gül”, “pembe gül”, “kar beyaz”, “limon sarısı” “ebruli açar”..Gülcü dayı da Suphiye Abla gibi Egeliydi. Egelileri severdi Suphiye Abla. Gelen geçen sordu:

- Kaç lira güller.

- Fidanı 5 milyon.

Bizde öyle kandırmaca yok. Üzerindeki yazı neyse o renk açar. - Ama tutar mı bunlar, pek tutmaz gibi görünüyor.

- Tutmazsa geri getir, bire beş vereyim. Yedi veren gül bunlar, 11 ay açar.

- Pek pahalı ama, hem nasıl götüreyim ben bunları...Sonra diğerleri geldi, herkesin bir bahanesi vardı. Gülcü saat 12’ye kadar sadece 3 fidan satabilmişti. Suphiye Abla’nın içi içine yedi. Ya satamazlarsa, ya çıkaramazlarsa yer parasını. İyilik mi yapmıştı, onlara yer vermekle. Kendi satıp komşusu satamadıkça utandı...Arabasıyla belediye otobüslerinin yanından geçerken yaşadığı eziklik gibi ezildi içi, dişlerini sıktı. Kendisi tek başına bir arabadayken, 50-60 kişinin bir arabada sıkış tepiş olmasını kaldıramazdı yüreği. Gözlerini kapardı, otobüsün yanından geçerken. Sonra güllerin üçünü 10’milyona düşürdü, gülcü dayı. Sonra satamadıkça, can havliyle 4’ünü 10’a. Suphiye Abla’nın tezgahından iki kadın don seçiyordu.

- A bak, şunlar çok güzel.

- Düşük bellisi var mı? Arzu için istiyorum. O böyle seviyor.

- Böyle düşük belli giyiyor, ama çocuğu olmayacak.

- Şunu da anneme alalım.

- Abla, Gül’ü gördün mü?

- Şimdi burdaydı.

- Gül, gül..Pembe, çizgili giysili..Üç yaşlarında gören oldu mu?

Suphiye Abla ile gülcü dayı da bağırmaya başladı. Gül, güüül, güüül...Gül’ün annesi ve teyzesi sağa sola koşturuyor, ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu.

- “Polis var mı, polisi arayın.”

- Hanım, don seçeceğine, çocuğuna sahip çıksaydın. Oncacık bebeğin eli bırakılır mı?- Güüül...Güüül..Herkes bağırırken, Gülcü dayı kucağında “pembe gül” gibi bir bebeyle soluk soluğa yanımızda bitti.

-Bu mu hanım..?.

- Ahhh Güül..diye sarıldı annesi yavrusuna, gözyaşları içinde. Pazardaki esnaftan büyük bir alkış koptu.
Gülcü dayı, en güzel “Gül”ü getirmişti, bunun değeri parayla ölçülemezdi.
Suphiye Abla o zaman Gülcü dayıya kendi tezgah yerini verdiği için şükretti Tanrıya. Ve dükkanının bahçesine üç gül dikti, gülcü dayı, Gül ve annesini her zaman hatırlamak için...

27 Ocak 2007

Sevgili Pınar, Punto Amca'yı da sobeleyince…..

Önce bu sobeleme işi nedir diye bir baktım bloglara. Sanırım kim düşündüyse tebrik etmek gerekiyor.
Birbirini tanımayan bir aile düşünebiliyor musunuz? Üstelik galiba ailenin en büyüğü de benim. Bir kere daha Berceste’ye yani Sevgili Dilek’e teşekkür ederim, beni bu aile ile tanıştırdığı için. Pınar’a teşekkür ediyorum beni de sobelediği için, beni de bu oyunun içine kabul ettiği için. Laleleri çok sevdiğini, balkonunda lale yetiştirdiğini okudum. Ben de teşekkür etmek için zamanı olmasa da geçen yıl çektiğim lale resimlerinden birini onunla ve sizlerle paylaşıyorum.
Dilek gibi benim de kendimden çok bahsetmeyen bir yapım var.
Anılarımdan, yorumlarımdan nasıl biri olduğum zaten belli. Bazı özelliklerimi sizlerle paylaşayım. Atatürk’ün öğretmenlerinden birinin oğluyum. Ülke sevgisiyle büyüdük hep.
Ailem her şeyden önce gelir. Dost canlısı ve yardımlaşmayı seven biriyim. Yardım etmekten mutluluk duyarım. Arkadaşlarım arasında "Doğrucu Davut" diye bilinirim. Dürüstlük konusunda çok hassasım. Haksızsa en yakınıma bile karşı çıkarım. 12 yıldır oturduğum sitedeki binamızda yöneticilik yapıyor olmam size bir fikir verir sanırım.
Hukuk Fakültesi’ni bitirdiğim zaman önümde iki seçenek vardı, ya gazetecilik yapacaktım-öğrenciyken gazeteciliğe başlamıştım- ya da avukatlık.
Şöyle düşündüm. Gazeteciliği gençken yaparım, avukatlığı yaşlanınca. 35 yıl gazetecilik yapınca planlarım tutmadı. Avukatlık yapacak ne hevesimiz ne de gücümüz kalmıştı. Bende ne yaptım, en kolayını seçtim, emekli oldum.

Kusura bakmayın, yazıyı yazdım işim bitti sandım. kimseyi sobelemediğimi fark ettim. Oyuna devam etmek için;

Eğer kabul ederlerse bu oyuna katılırsa Mutfaktazen 'i (mutfaktazen.blogspot.com);
Aynı havayı soluduğumuz Misscilek 'i (misscilek.blogspot.com);
Değişik blog anlayışıyla b5 i ( istanbulvenice.blogspot.com);
sobelemek istiyorum.

26 Ocak 2007

Cin aralığından geçtiniz mi hiç?

Birkaç günlüğüne kaçamak yaparken yolumuz Bursa çevresine düşmüştü. Hadi dedik, Osmanlının dolaştığı yerlerde biz de bir dolaşalım. Vurduk arabayı Cumalıkızık yoluna. Köyü gezerken birden şaşırdık eşimle birlikte. Kim yaptı bunu böyle dedik. İki evin sahibi birbirleriyle kanlı bıçaklı mıydılar da evlerinin arasına aralıkla sınır koymuşlar?.
Dar ve suların akması için ortaya doğru eğimli döşenmiş taşlardan yapılmış sokaklar da çarpıcı gelmişti bize. Sorduk soruşturduk, o aralığa cin aralığı dendiğini öğrendik. Cin aralığı, tek bir insanın geçebileceği darlıkta kestirme bir yol olarak düşünülmüş.
Zaten Cumalıkızık çok ufak bir köy; ama yine de alt sokağa çıkmak için böyle bir de ufak aralık yapılması "cin fikirli" geldi bize.
Eşim hemen adını koydu. Dünyanın en dar sokağı.
Görenlere sözümüz yok, görmeyenler için bir sır: “O aralıktan geçerseniz tüm dilekleriniz olurmuş”. Bizden haber vermesi.

24 Ocak 2007

26 Ocak günü bir şey hatırlatıyor mu size?

Günümüzün en önemli eğlence aracı nedir diye sorsam ne dersiniz? Televizyon değil mi? her akşam karşısında tüm vaktimizi geçirdiğimiz beyaz ekran. Şöyle gözünüzü kapatın ve aklınızdan geçirin:“yahu. Bu aleti kim düşündü? Nasıl düşündü ve bizi esir alan bu aleti kim buldu?"
Kim mi? Televizyonu bulan John Baird adında biri. Duymuş muydunuz? Duymamışsanız işte bu inanılmaz buluşun mucidinin hikayesi.
1888 yılında İskoçya’nın Helensburgh kentinde sessiz sakin, bir çocuk doğar. Çok büyük bir evde yaşar. John icat peşindedir. Yaptığı icatları boşa harcamaz ve bazılarını yeni icatlarında kullanır. Örneğin telefon santralinde kullandığı kabloları, daha sonra eve elektrik döşemek için değerlendirir. Arka bahçeye kurulmuş olan ve petrolle çalışan jeneratörden sağlanan elektrikle, Baird ailesinin evi, şehrin elektrikle aydınlatılan ilk evi olur.
Süper bir zekası olmasına rağmen okuldaki durumu son derece kötüdür. Öğretmenleri tarafından her zaman dalgın ve yavaş öğrenen bir öğrenci olarak hatırlanır, ama Glasgow and West Scotland Technical College’dan Elektrik Mühendisi olarak mezun olur. John daha sonra Glasgow Üniversitesi’nde Bilim üzerine mastır yapmaya başlar. Ama Birinci Dünya Savaşı nedeniyle eğitimini tamamlayamaz. Sağlık durumu nedeniyle askere alınmayınca, savaş dönemindeki tüm vaktini icatlarına ayırır, hatta televizyona doğru giden ilk hamleleri de bu yıllarda yapar.

1920’lerde John Baird’in aklına görüntü ve sesi elektronik olarak bir yerden bir yere aktarma fikri gelir. İlk yaptığı model, şimdiki televizyonlara pek benzemez. Birkaç dikiş iğnesi, birkaç şapka kutusu, büyükçe bir bisküvi tenekesi, bir bisiklet lambası ve biraz mühür mumu. Ortaya çıkan alet Baird’in tam olarak istediği şey değildir, ama bir sonraki aşama için önemli bir deneyim olur. Durumdan fena halde heyecanlanan Baird teknolojik imkanların daha elverişli olduğu Soho’ya yerleşir ve içi garip hurda ve ıvır zıvırla dolu olan ilk ciddi laboratuvarını kurar.

Baird laboratuvarındaki dev ışıkların ısısına dayanması için ilk TV çekimlerinde özel kuklalar kullanır. Bir süre sonra bazı deneyleri için gerçek insan gerekince, parayla genç bir ofis boy tutmak zorunda kalır ve 1924’te tarihin ilk televizyon patenti alınır, “Televisor”. Oldukça ilkel koşullarda üretilen ve eski bir çay kutusunun üzerine monte edilen Televisor’ün motoru, ev yapımı bir Nipkow diskten oluşmaktadır. Disk tekeri olarak şapka kutusundan kesilen yuvarlak karton, lambayı yerleştirmek için bir bisküvi kutusu, mil yerine bir dikiş iğnesi bu motor için ideal malzemelerdir. Baird’ın bulduğu ilk anten bir iletken olan bir Malta haçıydı. Baird icadını Kraliyet Enstitüsü’ne resmi olarak ilk kez 26 Ocak 1926’da tanıtır, 1928’de ise ilk görüntüler Atlas Okyanusu’nun öbür yakasına, yani Londra’dan New York’a ulaşır.

Böylece Baird ilk televizyon istasyonunu kurar ve BBC için ilk televizyon yayınlarını yapmaya başlar. 1930’ların ortasında ise televizyon yayınları hem İngiltere’de, hem Amerika’da az sayıdaki zengin kişilerin evlerinde izlenmeye başlanır. İşte televizyonun hikâyesi böyle.

Ne yazık ki günümüz televizyonlarının o zamanki televizyonla uzaktan yakından ilgisi yok. Ama televizyonun babası ünvanını hakkıyla alan Baird, keşfinin bugün ulaştığı boyutları görse herhalde gözlerine inanamazdı, ama eminiz çok gurur duyardı. Yaptığı icatlardan hiçbir zaman büyük paralar kazanmamış olan Baird, televizyonun patentini 100.000 pound’a almak isteyen bir şirketi de hiç düşünmeden geri çevirmişti:“Bu kadar para benim huzurumu da satın alır, hiç değilse geceleri rahat uyumak istiyorum.Kaynak: İşte Genç sitesi
..............................................................................

Bunları biliyor musunuz?

İlk kapalı devre televizyon yayını 1954’te

İlk kapalı devre televizyon yayını 1954 yılında İstanbul Üniversitesi’nin girişimi ile İTÜ Elektrik Fakültesi’nin yüksek frekans laboratuarından yararlanılarak başlatıldı. 1 Mayıs 1965 tarihinde Türkiye Radyo Televizyon Kurumu kuruluş kanunu çıkarıldı ve radyo televizyon yayıncılığı TRT’ye verildi. 1980 sonrası renkli televizyon, çağrı cihazları, fakslar ve benzeri pek çok yenilik günlük yaşantıya girdi.

.................................................................................

23 Ocak 2007

Hürriyet ve "cani" yakıştırması

Hürriyet manşet atıyor: Vatan haini. Aynı Hürriyet’in Genel Yayın Müdürü “çok ciddi bir varoş psikopatlığı hepimizi tehdit ediyor” diyor ve ekliyor: "Bu işi çözmek istiyorsak, hepimiz empati duygularımızı geliştirmeliyiz. Mahalledeki o çocuğu da anlamaya çalışmalıyız. İkinci Cumhuriyetçi fikirlere sahip birisi, kendisi için ’Vatan haini’ ifadesinin kullanılmasından rahatsız oluyorsa, başkalarının da başka ifadelerden rahatsız olabileceğini düşünmelidir. Mesela, milliyetçiliğin çok kötü bir şey olduğunun sürekli vurgulanmasından. Artık hepimiz kendimize çekidüzen vermeliyiz.”
Gerçekten medyanın artık kendine bir çeki düzen vermesi gerektiğine ben de inanıyorum. İstanbul’dan Anadolu’ya bakmak yerine Anadolu’dan İstanbul’a bakmayı da öğrenme vakti çoktan geçmiş durumda.
Evet. Vatan haini denmesinden rahatsız olan ve bunu samimi bir şekilde dile getiren Genel Yayın Müdürü'nün yönettiği gazetenin o günkü manşeti ise “Caninin kod adı…” şeklinde. Kesinleşmiş yargı kararı olmadan, katil değil katil zanlısı denmesi gereken bir hukuk sisteminde, Genel Yayın Müdürü'nün bu yakınması ışığında büyük gazetenin “cani” yakıştırmasını takdirlerinize bırakıyorum.

22 Ocak 2007

Timsahların göz yaşları gibi!

Bir büyük gazetenin Ankara Matbaası’ndan dönüyordum....Esenboğa Hava Limanı’nın eski lokantasında Uğur Mumcu, Cüneyt Arcayürek yemeğin ortasındaydılar...Ben uçağa geç kalmıştım. Uçağa alınana kadar gazetecilerin ayak üstü sohbeti 20 dakika kadar sürmüştü...Yeni bir yazı dizisi için Uğur Mumcu belli belgeler bekliyordu...Gazetecilerin belli kıskançlığı olur..Konuyu açıklamazlar..Diğerleri de nedir diye sormaz...Sormadık....Sonra Mumcu’nun bazı cümleleri beni düşündürmüştü...Mumcu , ok yaydan çıkıyor ve geri dönme şansınız kalmıyor...Önlem alma konusunda da çaresiz kalındığını kesin bir önlemin olamayacağını söylüyordu....
Acı ama doğru...Hedef gösterme ve kışkırtma..Karalama ve kavga...Ogün bugün sürmüyor mu?
İstanbul'dan dönüşünde de suikaste uğradı Uğur Mumcu..Bir gün önce konuştuğun bir meslektaşınızın ertesi gün ölüm haberini almak ne derece yıkıcı oluyor bilemezsiniz....
............................
Gene bir büyük gazete adına bir yerel gazeteyi hayata geçirmek üzere Trabzon’da yaklaşık 1 yıl kadar kalmıştım....12 Eylül öncesi ihtilali ve ihtilale giden gelişmeyi Trabzon’da da bir gazeteci olarak yaşadım.....Üstelik o yörenin insanı olarak!
Ders çıkarılması gereken bir iki geçmiş sahneyi hatırlatmak ve Trabzon’u anlatmak bu günkü anlamsız ve haksız hatta tehlikeli yayınları görünce bir borç oluyor....Hemen söylemem gerek...Trabzon üzerine düşen kara bulutu ve şüphesi asla hak etmiyor....
...........................
Hemen her gece kan akıyordu...Her gece bir baskın oluyor, öğrencisi polisi iş adamı avukatı arka arkaya katlediliyordu...Solcusu sağcısı bildiri üstüne bildiri yayınlıyor, yürüyüş üstüne yürüyüş oluyor ve her seferinde bir kan gölüne gidiyordu sonuçlar...
Tehdit aldığımı yazmama gerek var mı bilmiyorum...Zihnimde kalan manzarayı sizlerle paylaşabilirim..Asker parkası giymiş, ufak tefek bir kız çocuğu yanında iki arkadaşı ile gazetenin kapısında beni bekliyordu...Öylesine öfkeliydiler ki....Kızı odaya alıncaya kadar yüksek sesle slogan attı...
--Neden bizim bildirilerimizi kullanmıyorsunuz? Niçin böyle yapıyorsunuz?
Onlar ülkeyi yangın yerine çevirdi..Seyir mi edelim...Daha dün bizden bir avukat öldürüldü...
--Evet..Çok acı bir kayıp.Yüreğimizi yakan bir haber oldu..
--İyi ama siz bizim bildirimizi koymadınız...?
--Hesap mı soruyorsunuz? Nedenini mi öğrenmek istiyorsunuz?
--Nedeni de öğrenmek istiyoruz...
--Sizin bildiriniz tahrik ediciydi...Önceki olaylara baktım..Ateşlenmeğe çok uygun bir ortam var..Her bildiriden sonra biri ölmüş...Bazıları kolay kışkırtılıyor...
Uzun uzun ortamı tartıştık..Öfkesi yatışmış gibiydi....Adil olmak konusundaki kararlı sözlerimi kavramış ama henüz inanamamıştı..Beni de sağcılıkla suçlayıp çıktı...Ondan 3 gün beklemesini istemiştim..Ardından sağcılar görüşmek istedi...Onların da bildirisini koymamıştım...Onlar için ortam daha sakindi...Sağcı olduğum ve onlardan yana olduğum yanlış bilgisi vardı...Bildirileri aynı gerekçelerle koymayacağımı anlattım....
Ölümleri tırmandırdıklarını söyledim...Solculara ne dedi isem size de onu söylüyorum dedim..Ve 3 gün süre istedim..Bu süre içinde bildirileri yayınlamadım..
..........................
İki üç hafta sonra 12 Eylül gerçekleşti...Ama onun öncesinde bize dönük güven yükselmişti... Bildirileri kısaltıp kışkırtıcı sözleri attığım için artık eskisi gibi aşırı tepki almıyordum....Bu güven ortamı içinde Karadeniz Üniversitesi de anneler babalar elele kampanyası ile dövüşsüz açıldı...Solcunun da sağcının da annesi bu kampanyaya katılmıştı..Trabzonlu aileler iyi bir sınav vermiş, sağduyulu davranmayı bilmişlerdi.
....................
Trabzon halkı sağ duyuludur..Bunu ispat ettikleri yıllar o kadar gerilerde de kalmamıştır...Trabzon şehri bir zamanlar Türkiye’nin Paris’i olarak anılan bir kenttir. Kültürde, sporda, tiyatroda eskiye dönük gelişmişliği ne yazık ki son yıllarda kayba uğramıştır...Garden Parti’lerin yapıldığı, yabancı ülke elçiliklerinin bulunduğu, sokaklarında orkestraların çaldığı bir kentin bu hale gelmesi neyin nesidir.? Bilemem..
Özetle medyanın şapkasını önüne koyup şu soruyu sorması gerekmiyor mu?
Gereği kadar sorumlu bir yayıncılık yapıldı mı? Kışkırtmada TV’lerin gazetelerin yanlış anlaşılan cümleleri kavgayı ve kavgacıyı seven alışkanlığı ile öne çıkarmak ölümü bilemiyor mu? ...Kışkırtıcı ve yanlış cümleleri öne çıkarmayı bırakın, geri zekalı olduğumuz kanısı ile olacak, ayni kırıcı kışkırtıcı sayneyi 10 kere 15 kere üst üste yayınlamak neyin gereğidir? Biraz sonra deyip yarım saat tekrar etmek!
Bu gençleri kullandığı söylenen karanlık güçler o kadar da karanlıkta değil ki?
Dikkatli bakın gözleriniz alışacak ve mutlaka siz de göreceksiniz..
Biraz da Timsahların gözyaşları değil mi?
Kelaynak-Dallas

20 Ocak 2007

Bir cinayet ve "sınırlayıcı hayat dersi"

Bir cinayet daha işlendi. Üstelik bu kez öldürülen bir gazeteci, Hırant Dink. Bizim meslekten. Cinayet akşamı tartışmaların çoğunu izlemeye çalıştım. Bir şey dikkatimi çekti. Konuşmacılar kendi yarattıkları dünyalarının penceresinden bakıyorlardı. Cinayetle ilgili ortada hiçbir veri olmamasına rağmen bakış açılarından cinayeti değerlendiriyorlardı. Bazı gazeteciler de savcı gibiydi. Akla gelecek her türlü senaryo üretildi. katil zanlısı da yakalandı. 17 yaşında bir genç. Birden hatırladım maillerden gelen bir yazıyı. Bloğu açtıktan sonra e-maille gelen yazılara farklı bir gözle bakıyor ve saklıyordum. "Pirelerin cam sendromu" mailini buldum.
Belki size de gelmiştir bu mail. Bu kez cinayetle ilişkinlendirerek okuyun maili. Bakın ne kadar doğru bir tespit yapılmış. İşte o mail:
"Bir şeyin imkânsız olduğuna inanırsanız, aklınız bunun neden imkânsız olduğunu size ispatlamak üzere çalışmaya başlar. Ama bir şeyi yapabileceğinize inandığınızda gerçekten inandığınızda aklınız yapmak üzere çözümler bulma konusunda size yardım etmek için çalışmaya başlar.
Bilim adamları pirelerin farklı yükseklikte zıplayabildiklerini görürler. Birkaçını toplayıp 30 cm yüksekliğindeki bir cam fanusun içine koyarlar. Metal zemin ısıtılır. Sıcaktan rahatsız olan pireler zıplayarak kaçmaya çalışırlar ama başlarını tavandaki cama çarparak düşerler. Zemin de sıcak olduğu için tekrar zıplarlar, tekrar başlarını cama vururlar. Pireler camın ne olduğunu bilmediklerinden, kendilerini neyin engellediğini anlamakta zorluk çekerler. Defalarca kafalarını cama vuran pireler sonunda o zeminde 30 santimden fazla zıplamamayı öğrenirler. Artık hepsinin 30 cm zıpladığı görülünce deneyin ikinci aşamasına geçilir ve tavandaki cam kaldırılır. Zemin tekrar ısıtılır. Tüm pireler eşit yükseklikte, 30 cm zıplarlar! Üzerlerinde cam engeli yoktur, daha yükseğe zıplama imkânları vardır ama buna hiç cesaret edemezler. Kafalarını cama vura vura öğrendikleri bu sınırlayıcı 'hayat dersi' ne sadık halde yaşarlar. Pirelerin isterlerse kaçma imkânları vardır. Ama kaçamazlar. Zira engel artık zihinlerindedir. Onları sınırlayan dış engel (cam) kalkmıştır ama kafalarındaki iç engel (burada 30cm'den fazla zıplanamaz inancı) varlığını sürdürmektedir.

Bu deney canlıların neyi başaramayacaklarını nasıl öğrendiklerini göstermektedir. Bu pirelerin yaşadıklarına 'cam tavan sendromu' denir. Bir insanın gelebileceğine inandığı en üst nokta, onun cam tavanıdır. Cam tavanınız hayallerinizin tavan yüksekliğini gösterir. İnsan inandığına denktir. Yapabileceğini düşündüğü kadardır".
Gerçekten İnsan inanırsa, inandırılırsa gözü bir şey görmüyor. Sanırım önemli olan insanın neye inandığı, ya da neye inandırıldığıdır. Yorumu size bırakıyorum.

19 Ocak 2007

2007 yılının yenileri ve BOAT SHOW

Dallas
Hafta sonunda 2007 yılının ilk Boat Show Fuarı Fort Worth’de gerçekleşti...Katılımcı firmalar sadece göl ve nehir için değil, zaman zaman da açık deniz araç ve gereçlerini
de sergiliyorlar..Ama her zaman ağırlık göl ve nehirlere veriliyor..
Fuar da Amerikalılar için çok doğal olan görüntüler farklı gelebiliyor.Girer girmez kocaman havuzlarda balık avlayan çocuklar ve onlara oltalarını nasıl kullanacaklarını anlatan aileler benim için dikkat çekici oldu..

Bir başka yerde hemen her şeyi kendi ülkenizle ve kendi alışkanlığınızla kontrol ediyorsunuz..Hafızam beni babamla balığa çıktığımız günlere taşıdı...

........................

Buradaki farklı alışkanlık hemen her şeyin kontrol altında olması..Avlanacağınız göller belli...Balık tutabilmenizi sağlayacak belgelere çok ucuza sahip olabiliyorsunuz..Bunlar haftalık aylık veya yıllık oluyor. Zannederim yıllık belge 20 dolar...Ehliyetinizi gösterip hemen alıyorsunuz..Tuttuğunuz balığı almak isterseniz ufak bir ek ücret daha ödüyorsunuz.-çok kere balıkçılar tuttukları balıkları geri bırakıyorlar...Onlara balık tutma keyfi yetiyor..Ayrıca balık yeme ihtiyacı hissetmeyebiliyorlar-Bu nedenle balık avı malzemeleri de Fuar da geniş bir alan kaplıyordu.Göllerde kullanılan sal tipi tekneler de hemen her türlü konfor düşünülmüş...Buz dolabından koltuklara kadar..Bazılarında kullanışlı ocaklar yemek pişirilecek bölümler var....Nehirler için tekneler daha hafif ama mutlaka çok güçlü motorlara sahipler

...............

Bu doğa ve spor merakına yer görme, farklı yerlerde bulunma merakı da eklenmiş..Ve Karavanlar gelişmiş....6 metrelik karavanlarda garaj dahil her konfor var...Bir ara “İstanbul’da manzaralı bir tepeye, Beykoz tepelerinden birine bunlardan birini çektin mi milyarlık villara rakip olabilirsin, ayrıca yıkılma korkusu da yaşamazsın” dedim kendi kendime....
Türkiye’de de görebileceğiniz boyuttakiler 16 bin dolar civarında..Diğerleri Villa gibi.100 bin dolara kadar çıkıyor fiyatlar. Çok kere onları evsizler alıp kullanıyorlar. Bir yere sabitliyorlar...Çok rüzgar alan yerlerde üstlerine ayrıca bir de çatı yapıyorlar...Bir önemli fark daha...Bunları evsizler alabiliyor! Ekonominin gücü satın alma imkanı böylesine farklı...

Işığa kavuşmadan önceki karanlık mı?

Kelaynak

AKP nin seçim havasına girdiği şu dönemde önümüzdeki resimi bütünü ile görebilmeliyiz….İlk hamlede Cumhurbaşkanlığı var…Önce orası ele geçirilmeli…
Zira bu makam YÖK’ten RTÜK’e, SPK’dan Merkez Bankası’na genel müdürden müsteşara, tüm üst düzey bürokrasi atamasına onay veriyor..AKP iktidarında bürokrasi dünden bugüne gelen uygulama dışına çıkılarak ve kademe atlamaları da yapılarak liyakat yerine bu bizdendir ayrımı ile dolduruldu…Cumhurbaşkanı Sezer'e bugüne kadar en üst makam bürokrasiye yapılan çok önemli 20 atamayı geri çevirdi…
Bunun 17 tanesi AKP döneminde…Yani % 85'i….Ama iktidar dediğim dedik planını yapmak istediği atamalar veto edilince üçlü kararname ve Bakanlar Kurulu kararı ile, "vekil bürokrat" yaratarak uyguladı….DYP 2002 ile 2006 tarihleri arasında "kamuda toplam 671 vekaleten atama yapıldı" diyor…Erdoğan ın Çankaya’ya çıkar çıkmaz yapacağı ilk iş ne olacak dersiniz?Liyakat öldü, yaşasın bizimkiler!
……………..
Başbakan “Kürt sorunu” vardır dedikten sonra epeyce yol aldı…Meseleyi dile getirişi akıl karıştırmağa başladı!.Bu kargaşadan akılda kalanları şöyle hatırlatmak mümkün….

Norveç: 2005-Kürt de benim Türkiye Cumhuriyetimin vatandaşıdır..Türkiye’de ’Kürt azınlığı’ diye bir kavram yoktur.
Diyarbakır:2005- İlla ’ad koyalım’ diyorsanız, Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur. Benim de sorunumdur. Geçmişte hatalar yapıldı, bunlarla yüzleşmeye hazırız.
İstanbul: 2005 - Kürt vatandaşı benim vatandaşımdır. Bunlar birer alt kimliktir. Ülkemizde sadece Kürt yok. 30’a yakın etnik kimlik var. Bununla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını birbirine karıştırmayalım.
3 Ocak 2007 Lübnan dönüşü- Kürt sorunu değil, bir terör sorunu var. Kürt sorunu ifadesini kullandığım zaman elimizde bölgedeki sosyo-ekonomik yapıyı gösteren bir çalışma vardı. Bu çalışmadan hareketle bölgeye yatırımları hızlandırdık. Altyapı, üst yapı yatırımları olarak sadece o dönemde attığımız adımların ekonomik karşılığı 4.5 katrilyon. Bunlar devam ediyor. Bu ne anlama geliyor? Oradaki Kürt veya farklı etnik gruptaki vatandaşlarımızın sorunları azalmaya başladı.
………………..
Başbakan'ın kafa karışıklığı veya karışık ifadeler yüzünden karışan kafalar olduğu açık değil mi? Kendi kendilerine aydın sıfatı verip konuyu iyice karartanları da işaret etmemiz gerek…Ankara da bir konferans…Türkiye Barışını Arıyor…Ve tartışılan bir Sonuç Bildirgesi..Neresinden tutacaksın ki? Ayrımcılıkla başlamış..İstedikleri hemen herşey Kürtler için..Ötekiler Kürt olmayanlar mı?…Çok acı ..Çok vahim..Nasıl bir zihin bu?
Onlarında mı zihinleri karıştı acaba? İşte temel yanlışlardan bir kaçı…
"Silahlı çatışmalar karşılıklı olarak acilen durdurulmalı, sivil çözümler üretilmelidir" diyorlar. Bu nasıl bir cümle?
"Türkiye devleti" ile ona silahla karşı koymağa çalışanları nasıl eşitlersin? Devletin meşru gücüne, "Yasaları çiğneyen, eline silahı alıp dağa çıkan güvenlik kuvvetlerine pusu kuran, yollara mayın döşeyen,çoluk çocuk demeden katleden masum insanların araçlarına bomba koyanlara, bak biz barışı arıyoruz gel sen de ses çıkarma uslu uslu dur mu denecektir? Böyle bir mantık Ankara'da mı aklınıza geliyor?"Kürtlerin siyasal alanının önündeki engeller kaldırılmalı" deniliyor.
Siyasi hayatımızdaki engeller sadece onlar için mi var?
Terörist Abdullah Öcalan, terör örgütü PKK'nın ilan ettiği ateşkese yanıt verilmesi amacıyla 160 dan fazla milletvekillerine bir mektup gönderebiliyor! Umarım haber yalandır!.
Öcalan, "Kürt sorunu şiddetle değil, barışla çözülür. Ateşkesi, kalıcı barışa dönüştürelim. Hakikatleri Araştırma ve Adalet Komisyonu kuralım" diyor…. Yoksa karışmam haaa diyebiliyor…Bakın hele…Eniştem beni neden öpüyor ki….Hemen herkesin ağzında bir barış lafı var!……………
Ve bu arada ölen benim askerim oluyor..Bu çarpık zihniyetin altında bir başka tuzak yok mu? Kim istemez kardeşliği..Barışı…Ama bunun ayrımcılığı yapılmamalı!
İki de bir ortaya aydın diye atılıp yüreğimizi karartanlardan Sözde Barış isteyenlerden isteyebileceğimiz ne kaldı dersiniz?
Yeter...Gölge etmeyin artık bugün yüreğimizi karartıyorsunuz..Ama aldanmayacağız. Kapılmayacağız bu KÜRT ayrımcılığınıza..Acı da umut ta hepimizin…Unutmayacağız bir olduğumuzu….Siz sözde aydınlar;
Yarınımızı karartamayacaksınız!
..........................................................................................
*** KAMA

Uyku mahmuru….!

Çevresini Irak Kürdistan Demokratik Partisi (IKDP) lideri Mesut Barzani'ye bağlı peşmergelerin kontrol ettiği ve yaklaşık 10 bin kişinin kaldığı Mahmur Kampı nihayet arandı.! Ve ne herhangi bir suç unsuru ne de terör örgütüne ait bir iz ortaya çıktı…
Ortaya çıkan tek şey hala uyku mahmuru olduğumuz oldu !

.........................................................................................

18 Ocak 2007

60 yıl sonra ortaya çıkan güzeller

Anılarımız daha doğrusu hatırladığımız anılarımız yavaş yavaş tükenmek üzere. Geçen gün eski defterleri bir karıştırayım dedim. Öyle ya. Açtık bir sayfa yazı istiyor bu sayfalar. Önce fotoğrafları döktüm ortalığa. bir şeyler çıkarabilir miyim diye. Sonra sağ olsun eşim benden daha çok eski belgeleri saklamak konusunda titizdir. Onun küçük bir kızken sakladığı, benim ilk kez gördüğüm kartpostallarla tanıştım.



Eski İstanbul fotoğrafları- sizlerle onları da paylaşacağım- ve genç bayan fotoğrafları. Artist olup olmadıklarını bilmiyorum ama tipleri, kıyafetleri dikkatimi çekti. Kartpostal olarak insanlar bunları birbirlerine göndermişler. Taradım ve bilgisayar ortamına aktardım. Bu fotoğraflar hakkında ne yılı, ne kim oldukları konusunda hiçbir bilgi yok. Bildiğim tek şey bu hanımların 50-60 yıl sonra sanal alemde tekrar boy göstermeleri.
..........................................................................................

Bunları biliyor musunuz?

Medya iç savaşlardan sonra doğdu
Medya Amerika, Fransa gibi ülkelerde meydana gelen iç savaşlar, isyanlar sonrası doğmuş. Bu gelişmeler sonucu ortaya çıkan parlamenter rejimin getirdiği “demokrasi”, “insan hakları” ve “hukuk devleti” kavramlarıyla birlikte, topluluklar kendilerini yönetenlerle karşılıklı etkileşime girme şansını bulmuşlar. Böylece basın yönetilenlerle yönetenler arasında iletişim işlevini üstlenmiş.

16 Ocak 2007

Gazete kavgaları ve 4 sayfalık ilave!

Bugünlerde iki büyük gazete Hürriyet ve Sabah, yazarları kanalıyla yeni bir kavganın içine girdiler. Kavganın nedeni çok önemli değil. Bu kavgalar okuyucular için hiç te yabancı değil. Hepimiz yıllardır bu çekişmeleri çok gördük. Kavga henüz sayfalarda değil, yazarlar arasında. Yakında sayfalara da taşınır. Zaten iki gazete de birbirleriyle ilgili soruşturmaları hemen sayfalarına taşıyorlar ama iç sayfalarda henüz. Yakında manşetleri de süsler kavga haberleri. Benim derdim bu kavgalar değil. Patronlarının ticari işleri ile soruşturmaları savunan yazarlar hiç değil.
Kavgalarla ilgili bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum: Milliyet ile Sabah gazetesinin manşetlerden kavga ettiği günlerde Milliyet yazı işlerinde çalışıyordum. Yine kavga sayfalarının yapılacağı bir günün sabahında yazı işleri toplantısındayız. Bize göre bizim patronumuz yüzde yüz haklı. Sabah’ın patronu yüzde yüz haksız. Tabii Sabah çalışanlarına göre de tersi. Neyse.

Ben bir ara genel yayın müdürünü kenara çekip, karadenizliyim ya fıkra gibi bir fikir attım ortaya. “Müdürüm “dedim ( Kimseye böyle hitap etmedim hayatımda. İsmini veremediğim için böyle yazdım). “Tamam patronu savunuyoruz ama biz bir ürün çıkarıyoruz. Belirli sayfası olan bir ürün. Bu sayfaların içinde haberler olacak, bilgiler olacak. Yani bu üründe para veren ve satın alan kişinin istediği şeyler olmalı. Bana göre bu gazete parayı verenin gazetesi. Biz bu gazeteye patronumuzun kavgalarını koyarsak okuyucumuza haksızlık etmiş olmaz mıyız?” Beni hayretler içinde dinledi.
Ben devam ettim: “Şöyle bir önerim var. 4 sayfalık bir ilave yapalım normal gazetenin dışında. Bu 4 sayfaya kavga haberlerini koyalım. Gazete ile birlikte bedava verelim. Okuyucu normal gazetesini alsın. İstiyorsa, merak ediyorsa kavga ilavesini de okusun. İlgilenmiyorsa atıversin kenara”. Genel Yayın müdürü yüzüme baktı, baktı: “Üşüttün mü sen”dedi.
Gerçekten üşütmüşüm ki onlar hala patronlarını savunuyorlar okuyucuya ait sütunlardan. Biz de emekli olmuş anılarımızı yazıyoruz buralardan.

İstanbul'da plaka kısıtlaması ve bir yorum

Başbakanımız İstanbul’daki trafik çilesine çareyi buldu. Plaka kısıtlaması. Bu konuda tartışmalar sürüyor. İşte size Sabah’ta yazan sevgili kardeşim Yılmaz Özdil’in yazısı. yorumsuz sunuyorum;

Vize...

Sevgili babacığım... Duydum ki, İzmir'deki İstanbul Büyükelçiliği'nden vize alamamışsın... Gelemiyorsun.Dert etme. Demokrasilerde çare tükenmez. Senden ricam... Buca Konsolosluğu'na git. Orası, iktidarın belediyesi. İktidar belediyeleri arasında Schengen benzeri bir anlaşma var... O belediye konsolosluğundan vize alırsan, memleketteki bütün iktidar belediyelerine gidebiliyorsun.Dene lütfen.
Oğlun Yılmaz

Değerli babacığım... Anlaşılıyor ki, Gebze'deki pasaport kontrolünde yakayı ele vermişsin.Benim hatam. Sana söylemeyi unuttum... İktidar konsolosluğundan aldığı vizeyle, benim oturduğum Kadıköy'e, ya da benim çalıştığım Beşiktaş'a gelemezsin. Malum, buralar muhalefetin... Schengen'e dahil değil.Senden ricam, Buca konsolosluğundan tekrar vize al, Ümraniye'ye gel.Ben seni oradan alırım.
Oğlun Yılmaz

Canım babacığım...
Ümraniye'den sınırdışı edildiğini öğrendim, kahroldum...Ama inan, bu sefer benim hatam değil. Gelmeye çalıştım... Trafik ekiplerine yakalandım. Biliyorsun, ben İstanbul'da oturmama rağmen, İzmir plakalı otomobille geziyordum hâlâ... Ne bileyim böyle olacağını... 34 plakalı otomobil satışı durduruldu. Ben 35 plakada kaldım... E 34'lü plakasını satan da yok. Mecburen 35'li korsan plakayla geziyordum...Ümraniye'ye girerken, enselendim. Otomobile el koydular. Nezaretteyim. Daha fazla yazmama izin vermiyorlar, kusura bakma, anneme söyle, dua etsin.
Oğlun Yılmaz

Babacığım...
Başka çare kalmadı. Çeşme'ye git, Kör Ahmet'i bul. Tekin adam değildir, tehlikelidir. Ama işinin ehlidir. Bin dolar vereceksin ona. Seni, cumartesi gecesi saat 24.00'te Urla İskele'den alacak. "İmbat" isimli balıkçı motoruyla, Gökçeada'ya getirecek. Pazarı orada geçireceksin. Hava karardıktan sonra, "hamsi" isimli takaya bindirip, seni Silivri sahillerinde karaya çıkaracaklar. Korkma. Seni orada Topal İsmet diye bir arkadaş karşılayacak. Bizim gazetenin şoförü... Seni Sabah'ın dağıtım kamyonuna bindirip, iade gazetelerin arasına saklayacak. Ve Samandıra'ya matbaaya getirecek. İşletme Müdürü bizden, İzmirli... Battaniye falan ayarlayacak. 34 gün onun odasında saklanacaksın. Bir aksilik olmazsa, ben Cuma günü bisikletle geleceğim. Allah yardımcın olsun.
Oğlun Yılmaz

Eh be baba...
Sana Topal İsmet'in kamyonuna bin dedik, sen devriye gezen zabıtayı görünce, gidip Hürriyet'in dağıtım kamyonuna binmişsin...Nasıl getireceğiz şimdi seni Elazığ'dan? Neyse... İyi dinle bak... Ben Mehmet Ağar'dan rica ettim, DYP Konsolosluğu'na gidiyorsun...

Tehlikeli güzellik!

Bazen ne kadar ileri bir tekniğiniz olursa olsun tabiat olaylarına yenik düştüğünüz oluyor....
Buz yağmuru Amerika’nın belli bölgelerini esir alacak güçte....Yetkililer eldeki malzemelerle kum tuz ve kamyonların yakıtı bitene kadar mücadele edileceğini söylüyorlar...


Manzaraya bakmak bazen güzel kareleri görmeyi sağlıyor ama yollara bakmak istemiyor insan..Büyüğünden küçüğüne polis otosundan TIR’larına kadar çarpışmayan yok gibi...Bizde olsa diye düşünüyorum.. Onlarca kişi hayatını kaybedebilir! Burada daha çok hasar var...İkazları ciddiye alıyorlar ve çok yavaş gidiyorlar.. Kazalarda çok az can kaybı, çokça hasar oluyor.!


Kelaynak-Dallas

15 Ocak 2007

Dallas'ta eski evler -2

Yazarken dikkat etmeğe çalıştığım şey anlamak oluyor.... Ve insanları, Devlet, din, ırk, siyaset kalıplarından çıkararak, sadece insan olarak görmeğe çalışıyorum... Bu gözle bakılabilirse eski evlerden yeni şeyler çıkarmak daha kolay olacak....
..........
Amerikan filmlerinde sık sık işlenen konulardan biri de Kızılderili mücadelesidir... Pek çoğu anlatıla anlatıla değişmiş farklı hikayeler haline gelmiştir. Beyaz kadınların Kızılderililer tararafından kaçırılmasına dair en az 8 hikaye anlatılır... Bunların farklı yanları birleştirilmiş ve benzer filmler de çekilmiştir. Kimi beyaz kadınların köle gibi yaşadığını yazmış, kimi isteği ile kızılderili hayatı seçtiğini.. Parker evi ve hikayesi en gerçeğe yakın olanıdır. Cynthia Ann de kaçırılan kadınlardan biridir. Ve Kızılderili hayatını seçmiştir. Oğlu Quanah Parker da son Komançi şefidir. Yıllar sonra torunları Fort Worth’e gelip atalarının yaşadığı evi ziyaret etmişler...

Bugüne ulaşabilen evlerin pek çoğu ya daha zengin ailelerin evleri veya özellikli evler.... 1860’lı yılların izleri öne çıkıyor..... Çürüyen ağaçlar onarılmış.... Evdeki eşyalar sadece tek aileye ait değil. O dönemi anlatanlar toplanıp biraraya getirilmiş... Ama orijinalliği korunmuş...

Cynthia Ann kucağında oğlu Quanah Parker ile... Zor bir
hayatı seçen Cynthia Ann’in hikayesi değişik şekillerde de
anlatılıyor... Oğlu Quanah Parker ise son Komançi reisi
olarak biliniyor...
Eski Amerikan evinin içinden bir kesit... Ailenin çocukları için genelde çatı arası yatacakları yer olarak ayrılmış. Ve ortalama her aile en az 6 çocuklu! Yatağın ortasına konulmuş uzunca demir ise o dönemde konfor işareti de sayılabilir. Yatak ısıtıcı... Isınan demir yatmadan önce yorganla yatak arasına bırakılıyor...

Çamaşır Makinelerinin atası da denebilir... Hanımların pek çoğu
böyle bir kolaylığa hasret... Önce zengin evlerinde var olmuş..
Sonra hem gelişmiş hem de yaygınlaşmış.. Portatif oluşu daha
kullanılır kılmış onu... Temiz bir dere kenarına götür
çamaşırlarını sürerek temizle.... Kayalardan taşlardan kurtul!

Fort Worth-Kelaynak

Dallas'ta buz yağmuru ile tanışma

Haftalar sonra buz yağmuru ile tanıştık..Size aktarmak istediğim tek resim var..İyi bakınca ne demek istediğimi tam olarak anlamanız mümkün olmayacak..Bir iki satırla da anlatmam gerek...Hava Durumu Fort Worth’ de de diğer kentlerdeki gibi yakından izlendi ve saat başı değil hemen her dakika havayı takip edebileceğiniz yayınlar sürdü..
Öyle ki yer adres verilerek..Mesafeler bir kilometre ile sınırlı belirlemeler yapılarak... Son buz yağmuru cuma gecesi için tahmin edildi ve gerçekleşti....İkazlar şöyleydi..Programınızı gece 12 ye kadar değiştirmenize gerek yok..
Hava gece yarısından sonra buz yağmuru yapacak...Yollarda panik de olmadı...Ama hemen hemen herkes gece yarısından önce evine dönmeyi tercih etti.Sabah neymiş bu buz yağmuru derken ağaçları fark ettim...
Böyle durumda havada yağmur nerede ise sulu kar kıvamına geliyordu..Bu arada soğuma çok hızlı olduğu için de yere veya dala düşer deşmez de anında donup kalıyor..Kar yok...Kar yağışı da yok...Soğuk ve bir anda gerçekleşen buz var..
Dallas-Kelaynak
........................................................................................

Bunları biliyor musunuz?

Baskı tekniği 1800’lerden sonra gelişti

Yazının kullanımı ve baskı teknikleri konularında yapılan araştırmalar 1450 yılında matbaanın keşfinden sonra kitlelere yönelik bir iletişimin temelleri atılabilmiş. Matbaa makinesi bulunduktan uzun bir süre kilisenin ve hükümetlerin belgelerinin çoğaltılmasından başka amaçla kullanılmamış. Rönesans dönemi ile birlikte okuma gereksinimi de ortaya çıkınca araştırmacılar yeni arayışlara yönelmişler. 1800’lerin başlarında ise makinelere rotatifin atası sayılan kağıt bobinlerinin bağlanması sonucu baskı tekniği gelişme aşamasına girmiş.
..........................................................................................

13 Ocak 2007

Eski evler....Yeni düşünceler! (1)

Çok uzunca yazmaktan kaçıyorum.....Bazı önemsiz gibi gelen küçük farklılıklar cümle aralarında kayboluyor...Veya ben öyle hissediyorum.. Parça parça yazıp sırayla anlatabilirsem benim baktığım açıdan sizler de farklı şeyleri görebilirsiniz...
Ve ESKİ EVLER SİZLERDE DE YENİ DÜŞÜNCELER DOĞURABİLİR!
....................
İstanbul un hangi eski evini koruyabildik: Türk evi denince sizin gözünüzde hangi ev canlanabiliyor? Veya Gökdelenlere gelen yolda başlangıç noktamız neresi? Cevaplarını düşünün lütfen.. Ve Texas eski evlerini benimle gezmeğe hazırlanın..Burada biraraya getirilen evler tüm ABD’nin eski evlerini ve yaşamını yansıtıyor. Farklı yerlerden aynen orijinal ağacı tahtası ile toparlanıp Dallas’ta bir araya getirilmiş...Tarihleri sahipleri araştırılmış ve bir eski yaşam bugüne yansımış...

Genelde bu eski evleri okullar, aileler mutlaka gençlerin görmesini bilgi almasını sağlıyorlar. Çok kere girişte hatıra malzeme satan bölüm o döneme ait kullanılan eşyaları da aynen yeniden üretip satıyor..Fotoğtaki genç kızlar 1870’li yılların modasına uygun giyinmiş..Başlarında ve önlerinde o yıllarda Amerikan kadınlarının kullandığı giysiler var...

Sergilenen evlerden en büyüğü Okul Binası...Kullanım yılı 1860’lardan sonraya ait...Kapının hemen yanındaki zil dikkat çekiyor..Marine School levhası diğerlerinden ayırıyor..Merdivenleri çıkar çıkmaz sola doğru binanın hemen yarısına kadar uzanan ve arka çıkışa varan trabzanlı alçak balkon çıkış yolunu işaret ediyor..Ön kapıdan giriliyor arka kapıdan çıkılıyor..

Dikkatli bakınca da benzer bir sınıf ve benzer bir kara tahta diyebilirsiniz...Hatta soba bile size tanık gelebilir...Oysa okulun tümü için kullanılan malzeme tahta..Ağaç..Ve kara tahta aslında sınıfın devam eden duvarı...Duvarda ayrı bir tahta yok..Duvarın üzeri boyanarak karatahta olmuş...Okul öğrencilerinin temizliği de önemli..Girişlerde ve okul bitimlerinde yıkananlar için kullanılan gereçler var...

KUŞ EVLERİ VE TABİAT SEVGİSİ : Daha önce de kuş evlerinden ve kuşlara sürekli yem verenlerden bahsetmiştim...Benim gözümde canlanan tablo kuşun gelmesini bekleyen ve elindeki lastik sabanla nişan alan bir sürü çocuk oldu! Bizde olsaydı dediğim an tabii.1860’lı yıllarda da buralarda kuşlar için yerler yapılıyor, mısırlar koçanları ile asılıyordu...Bununla da yetinilmemiş..Bir de hoşgeldin cümlesi eklenmiş..Sadece kuşlar diye bakmayın..İşte size eskiye ait bir de kedi evi....
DEVAMI İKİNCİ YAZIDA....Dua edin TV modasına uyup az sonra demedim.
Dallas-Kelaynak

...........................................................................................
***KAMA

Haber şöleni!

Hemen her kanalda TV spikerlerinin hataları sık sık dile gelir....Ama M.Ali Birant’ın kiler hariç...O üstaddır!
İngiliz Futbolcu Beckham’ın ABD ye trasferi haberini verirken şölen oldu! Önce futbolcu ile yaptığı röportaj görüntülendi. Ardından tek konuşmaya sığdırdığı abuk cümleleri ile bir başka şaşkınlık yaşattı..."Ağzım" diye başladı ağzına gelen ilgisiz her kelimeyi sıraladı! Haber "ağzım havaya kalktı" diye bitti..Ne mi oldu? Türkçe yeni bir deyim kazandı. Birant bitirirken de "sizleri yeni bir haber şöleninde bekliyorum" demeyi de ihmal etmedi...Gerçekten Şölen’di..Haber değil ama yanlışlar şöleni!
..........................................................................

12 Ocak 2007

Meraklısına Kapalıçarşı planı

Arşivlerimde blog için malzeme ararken elime bir Kapalıçarşı planı geçti. Planı rahmetli Rıfat Dedeoğlu hazırlamış. İşe yarar mı, yayınlanınca yollar anlaşılır mı bilemiyorum. Ben yine de bir dostun işine yarar ümidiyle sizlere sunuyorum. İşinize yararsa ne ala. Yaramazsa yaramaz zaten.

Hem Balık var hem balıkçı, hem av var hem avcı

Bu bizim dünden bugüne gelen çevre alışkanlığımıza bakınca ne iştir dedirtecek bir durum….Oysa geniş olduğu halde yeşil ve vahşi olan bu alanları korumasını bilen bir toplulukta balıkta bol, balıkçı da bol olabiliyor…Sürdürebilir olma özelliği iyice kendini gösteriyor..
Vahşi hayatı özenle koruyor Amerikalılar..Texas’da sıradan bir yabancı gözü ile bakınca görünen şu:
Hemen her evin bahçesi var.. Evler tek katlı ve çevreye doğru yayılıyor…Hemen her bahçede bir de kuş evi var..Kuşlara yuva ve yemlikler hazırlanıyor…Aynı Texas’da av merakı da büyük…Hem balık için hem de av için hafta sonları yola çıkanlar çok…
Av ve balık malzemeleri satan mağazanın büyüklüğü Atatürk Hava Meydanı kadar..Belki de biraz daha büyük...Zira içinde bir de suni göl yapılmış..Burada botlar suda deneme turu yapabiliyor..Ağırlık balık işinde tatlı su göl ve nehirlerinde...Sadece marka armalarına bakmak bile bir fikir verir diye düşünüyorum..İlgi çekerse fazlası da var.
Dallas-Kelaynak

11 Ocak 2007

Bu şehrin suyu nereden geliyor?

Evde musluğu açtınız, şarıl şarıl su akıyor. Hiç şöyle hayale dalıp bu değirmenin suyu nereden geliyor diye düşündünüz mü? Tabii bugünü sormuyorum. Bugün İSKİ, barajlardan toplanan suları büyük borularla şehre ulaştırıyor.
Peki yıllar önce su nasıl ulaşıyordu İstanbullulara hiç hayal ettiniz mi? Etmediniz mi? O zaman aşağıdaki satırları okumayın. Boşverin gitsin.
Merak ettiyseniz, lütfen okuyun ve teknolojinin gelişmediği dönemlerde bile şehre suyun nasıl getirildiğini görün.

Çevreden gelen su
İstanbul tarihi boyunca su bakımından çevresinden beslenmek zorunda kalmış bir kent.
Konstantin zamanında Halkalı bölgesindeki su kaynaklarını şehre taşıyabilmek için su kemerleri yapılmış. Tabii bu kemerler şehrin başına zaman zaman bela da açmış. Zira şehri kuşatanlar ilk iş olarak bu su kemerlerini tahrip etmişler, şehri teslim olmaya zorlamışlar.
Şehrin ileri gelenleri bakmışlar olmuyor bu kez de suyu biriktirmek ihtiyacını hissetmişler, şehrin belirli yerlerine sarnıçlar yaparak suyu toplama yoluna gitmişler. Böylece bugünkü barajların ilk temeli atılmış.
Aetius (Vefa Stadı), Aspar (Çukurbostan) ve Hagios Mokios (Altınmermer) üstü açık sarnıçlardan bazıları... Üstü kapalı haznelerinin en meşhurları da; 336 sütunlu Basilika Sarnıcı (Yerebatan Sarayı), 224 sütunlu Pileksenus Sarnıcı (Binbirdirek) ve Acımusluk Sarnıcı.

Vakıflar iş başında
Osmanlı düzeninde yol, köprü gibi imar faaliyetleri daha çok askerin geçebilmesi ve dolayısıyla devlet düzeninin devamı için yapılmış. Bu bakımdan Osmanlı döneminde şehrin yeniden inşa süreci, İslam'daki vakıf ve imaret kurumlarına dayanıyor. Bunun için bir çok hayır müessesesinin inşası tüccar, zanaatkarlar ve Padişahlar tarafından yürütülmüş.
Su sistemi de hayır müesseselerinin bir parçası olarak kabul edilmiş ve padişah tarafından yaptırılmış. İstanbul şehir nüfusunun 250.000'e ulaşması ile birlikte, şehrin su sistemi yeni kemerler eklenerek geliştirilmiş ve şehir içinde dağıtım sistemi kurularak, “su yolcu” diye tabir edilen görevliler tarafından yönetilmeye başlanmış.

Uzun Kemer: Mimar Sinanın yaptığı kemerlerden biri. Kemerburgaz’ın 1500 m kadar kuzeybatısındadır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaptırılmış.
Kanuni Sultan Süleyman devri sonuna kadar rahatlıkla karşılanabilen su ihtiyacı sıkıntılı hale girmiş. Zira kaybedilen savaşlar para değerini düşürmüş, böyle olunca vakıflar da para sıkıntısı çeker olmuş. Vakıf gelirlerinin azalması, su yollarının gerekli olan bakım ve onarımları yapılamamış, zamanla bir çoğu kurumuş, adları bile unutulmuş. Su işinde de karşımıza kim çıkıyor biliyor musunuz? Fransa. Hani AB yolunda bize taş koyan, sözde ermeni soykırımı iddiasına karşı savunmayı yasaklayan Fransa. Osmanlı döneminde Bizans’tan kalan su yollarına ilaveler yapılmış. Zamanla artan su ihtiyacını karşılamak, yeni yapılan binalara basınçlı su verebilmek için Sultan Abdülaziz tarafından 1868 yılında bir Fransız şirketine imtiyaz verilmiş, böylece Terkos şirketi kurulmuş.

1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra su işlerine el atan II. Abdülhamid yönetimi, 1894 İstanbul depreminde büyük hasar gören su yollarını 2 milyon kuruş masrafla onarmış, kurmuş olduğu İstanbul Su Şirketi vasıtasıyla Terkos Gölü'nden getirilen su; Beyoğlu, Galata ve Tophane'den Beşiktaş'a kadar olan alanda akıtılmaya başlanmış. Sıkılmadınızsa tarihi bilgiye birkaç satır daha ekleyelim:İmtiyazlı şirketler, haklarının çoğunu alıp, vecibelerini yerine getirmekten kaçınınca –başka ne beklenebilirdi ki- su meselesinin bu şirketler eliyle çözüme kavuşmayacağı anlaşılmış, Terkos Şirketi 1932 yılında, Üsküdar-Kadıköy Su Şirketi ise 1937 yılında satın alınıp, İstanbul Sular İdaresi'ne (İ.S.İ.) devredilmiş.

Bahçeköy Kemeri: Sultan Mahmut Kemeri olarak bilinen kemer Bahçeköy’den Büyükdere'ye doğru 1 km mesafededir.
Diğer taraftan, Anadolu yakasının su ihtiyacını karşılamak üzere 1888 yılında Üsküdar-Kadıköy Su Şirketi 1893'te Elmalı Deresi üzerinde I. Elmalı Barajı'nı inşa etmiş, Anadoluhisarı'ndan Bostancı'ya kadar olan sahada şu şebekesi döşenmiş. Daha sonra Elmalı Barajı'ndaki suyu arıtacak bir tasfiye tesisi, terfi merkezi, Bağlarbaşı'na kadar izale hattı ve Bağlarbaşı Su Deposu da şirket tarafından inşa edilmiş.İ.S.İ.'nin gücü artan nüfusun su ve kanalizasyon ihtiyacını karşılamaya yetmemiş. Daha geniş yetki ve imkanlarla yeni bir idare kurulmuş. 1981 yılında kurulan bu yeni idarenin ismi 'İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) olmuş.
Umarım İstanbul’da su sıkıntısı çekmeyiz. Şu aralar havalar çok güzel gidiyor, bu güzel günlerin sonunda kuraklık, dolayısıyla susuzluk kapımızda da.

10 Ocak 2007

Çalıştırılmayan gazeteciler dönemi!

Bu sütunlarda gelişen fikirleri takip etmeğe çalışıyorum...İçinden geldiğim ve içine dönemiyeceğim babıali hakkında söylenenler ise beni Saddam’ın idam sahnesi kadar ilgilendiriyor..Zira oradaki idam mahkeme kurulmadan gerçekleşti.Cep telefonları icat edilmemişti ...Ne internete girebildi ne de görüntü verdi!
PUNTO izah etmiş...Benim mesleğe başladığım yıl 1958....Yarı amatör ve spor yazarı olarak.. Yani 1961’i yaşamış biriyim....Uzunca bir zaman gazete, gazeteci tartışmasına katılmak istemedim...
Gazeteciler Cemiyeti dini bayramlarda bir miktar maddi desteğe kavuşabilmek için bana göre uygun bir iş yapıyordu...Değişik gazetelerde çalışanlar toplanır ve Bayram gazetesini çıkarmayı üstlenirlerdi...O ekipte uzun yıllar ben de bulundum.Bu imkan gazetecilerin yılda bir kere veya iki kere de olsa halka sıkıntısını doğrudan aktarma imkanı veriyordu..Diğer gazeteler çıkmadığı için gazeteci ile halk karşı karşıya gelebiliyordu...
Gazetelerde çalışan yazı kademesindeki arkadaşları biraraya getirelim...Bunu düzgün bir planlama ile yapalım..Asla belli bir gündemi olmasın..Sadece bir arada yemek yesinler kendi havalarında tanışıp konuşsunlar.......Hala sebebini anlamadığım bir şeydir ama olmadı! Beraber olma ve birlikte hareket edebilme şansı çok gerilerde kaldı!
..............................
Kenan Evren’in daveti ile gazete patronları ve genel yayın müdürleri Kalender’de bir araya geldi. O toplantıda Evren “Anayasa’ya ben kefilim” dedi ama görünmeyen bölümde belli gazete yazarlarından da başka bir görev istedi....
Biz yaparsak asker gazetecilere de emir veriyor olacak ama siz bir konsey kurarsanız ve belli kuralları kendiniz getirseniz daha iyi olur....dendi.
Ben “Cemiyet’in içinde Etik Kurulu var.Gerekiyorsa görev kapsamı genişletilir.Cemiyet’e üye alırken dahi titiz davranılıyor....Yeni dernek kim ne derse desin Cemiyet etrafında sergilenen bütünlüğü bozacaktır” düşüncesinde olanlardandım.Ne oldu...Basın Konseyi doğdu. Daha mı bütünleştik?.
.................................
Gazetecilik etiğini koruyabilecek, sadece doğruyu arayacak kişilerin yaşatılması gerektiğini anlatamadık...Hemen herkes bana sıra gelmez yanılgısını sürdürdü. Dün gazete kökenli insanların sahip olduğu gazeteler vardı.Bunlar iyiydi kötüydü hesabı yapmadan resmi tam olarak ortaya koymak için söylemek gerek...Bazı hakları onlar da gerek görebiliyordu...Meslekten geldikleri için..Kısaca bugün sanayici gazete sahibi patrondan meslek kurallarını gazetecinin hakkını korumasını bekleyemeyiz...Artık.gazeteci değil sanayiicidirler...İşletmenin gelirine kendi hesaplarının tutmasına bakarlar.En üstte irtibatı sağlayacak biri bir de tetikçi varsa diğerlerine o denli ihtiyaç da kalmaz!
Gazeteci mesleğinin etiğini kendisi korur...Korumasını sağlayacak şartları da mensup olduğu derneklerle sağlar...Biz değer ve itibar kaybından başka ne sağladık dersiniz?
............................
Benim mesleğimde yüz kızartıcı suçtan hüküm giymişler hiç bir sarsıntıya uğramadan bugün de en önde bu işi yapabiliyorsa, sadece tetikçilikler patronlar arası tercih listesinin ilk sırasını dolduruyorsa onlardan bir şey beklemenin mantığı var mı?
Gazetecilerin yapması gereken şeyler var...Başkasından beklemek şikayet etme lüksünden ileri gitmiyor!Bu mesleğin tamamı göz önündekiler değil...Bu mesleğin kahramanları geriye düştü...Öne çıkmak uğruna yalancı olmayı meslek etiğine ihanet
etmeyi yürekleri kaldırmaz.. Ve bu ülkede sadece gerçeğe boyun eğerim diyenler sessizce idam edildi...Farkına varan oldu mu?
Bu yüzden çalışamayan ve çalıştırılmayan gazeteciler hanesine yazılır adları...Silinirler...Unutulurlar...Giderler mi dersiniz?
Kelaynak-Dallas
...................................................................................................
Bunları biliyor musunuz?

İlk yazılı kanıtlar Sümerler’e ait
Tüm canlılar doğaları gereği, varlıklarını güvence altına alabilmek için yaşadıkları ortam hakkında bilgi edinme ihtiyacı duyarlar. Yazının bulunması sonrasında insanlığın kültürel gelişimi giderek büyük uygarlıkların doğmasına neden olmuş. Yazılı kanıtlar bırakan en eski uygarlık olan Sümerlere ait 2800 yıl öncesinden kalma buluntular, yazılı iletişim başladığı tarihi ortaya çıkarıyor. Yine bu dönemlere ait tahta, tuğla ve metal baskı kalıpları matbaanın en ilkel türünün de Sümerler tarafından bulunduğunu gösteriyor.
.................................................................................................

9 Ocak 2007

Etin ateşle dansı!

Dallas- Kelaynak-
Mutfak ve yemeğe meraklı olanlar için bir kaç satırla anlatmağa çalışacağım et lokantası TEXAS de BRAZİL adını taşıyor.... Tıpa tıp aynı lokantadan ABD sınırları içinde 12 tesis var ve hepsi büyük ilgi görüyor.... Lokantanın belirgin özelliği dana etinden kaynaklanıyor....Izgara olarak akla gelen hemen her et ikram ediliyor....Bu 12 lokantanın görünüşü de benzer oluyor...
İlk göze çarpan lokantanın bulunduğu semte geldiğinizde cadde üzerinde tüm pencereleri ve çepe çevre kapıları alev alev yanan bir bina oluyor......İşte burası Texas de Brazil..Kapının siyah rengi pencere çerçevelerini de kaplamış ve genel de siyah kırmızı bir uyum yaratmış....
Girişte tanıtım malzemelerinden küçük bir bölüm kapının hemen iç boşluğunda sizi karşılıyor. Bilgisayarla randevunuz kontrol ediliyor ve masanıza buyur ediliyorsunuz..Hemen yanı başınızda biten garson uzunca ve dikkatli şekilde Lokantayı tanıtıyor ve özelliklere geçiyor.. Size bir yanı kırmızı diğer yanı yeşil bir kart veriyor...Bu kart masanıza gelecek et trafiğinin kırmızı ve yeşil ışıkları...Kırmızıyı çevirir tabağın yanına koyarsanız o anda size yeni et servisi yapılmıyor..-Yeşil varken her an tabağa yeni et geliyor.. Masada iken birinci perdeyi açmanız bekleniyor...Mevsimine göre yaklaşık 50 çeşit salatanın yer aldığı salata bölümünden tabaklarınızı doldurmanızla yemek başlıyor... Lokantanın ilk prensibi istediğinizden istediğiniz kadar alabilmeniz... İçeceğinizi de seçtiniz ise salatanın bitmesi ile et servisi başlıyor..
Buna servis demek ne derece doğru bilemem. Farklı bir et hücumuna uğradığınızı söylersem daha doğru olur... Her cins etin pişiricisi, ellerinde etin piştiği ızgara ile alevin önünden kaptıkları eti masanıza getiriyorlar. Zaman kazanmak için kartınıza bakmaları kafi..Yeşil de ise ellerindeki ızgarayı size uzatıyorlar...Hemen her kesin çatalları yanında özel bir de pens var..Bu size ait bir pens..Verilen eti ucundan tutuyorsunuz ve servisi yapan garson eti kesiyor...

Sımsıcak bir servis... Tam birini bitirmek üzere iken bir başkası görünüyor baş ucunuzda..İlki dana rosto demiş ise diğeri kuzu kızartma diyor.. Biz domuz hariç kuzudan danaya tavuktan diğerlerine ne geldi ise birer parça farklı etten aldık doğrusu..Kısa bir süre sonrada kırmızıyı yaktık! Damak tadımıza yakın gelen dana ve sığır etleri oldu..Uzak gelen ise tabaktaki kan.. Kızartma tekniği ile etin sertleşmesine izin vermediklerini söyleyebilirim..Daha doğrusu söylenenleri aktarabilirim: Hiç bilmediğim ve ne yazık ki ilgilenmediğim bir konuda yazı yazmak tehlikeli oluyor.. Ayrıca size tanıtmağa çalıştığım sığırların da beslenmesi önemli imiş..Açık havada kalan ve genelde mısırla beslenen sığır etinin kendine has bir tadı da var bu bifteklerde... Diğer yandan etlerin bütün olarak ızgaralara konması sertleşmelerini önlermiş...
Gelen serviste de dikkat çeken şey bu oluyor. Kocaman bir kızartma
şişi..Altında onu tutan taban elle tutulacak kısım ve kesmeğe yarayan
keskin bıçak...Bir anda ellerinde şişler bıçaklar masaların arasına dalan 5 veya 6 garson oluyor...Et parçaları gerçekten iri...Kuzu but olduğu gibi kızarıp geliyor.Üzerinden bir parça kesiliyor yeniden ateşe konup yeniden belli bir süre kızarıyor... Üzerine kırmızı şarabı da içerseniz sıkıntılar azalıyor...Etin ateşle dansı midenizde bıraktığı buruk, çok farklı lezzet ve kim bilir bir daha ne zaman buraya gelirim düşüncesi ile bitiyor.

..............................................................................................
***KAMA

Lokma ve Lokmacı!

Tarih her zaman Yunanlılar ve Rumların savaşmadan belli toprakları lokma lokma yuttuklarını yazar .. Biz bunu göremeyiz...Bugün de Lokmacı barikatını AB barış isteğimizi görsün diye yıkıverdik... Engel kalktı ama gözlerimizdeki perde kalkmadı...
Yutulmak istenen lokma KKTC..... Lokmacı da Rum....
...........................................................................................................

Çinli doktorla gelen sağlık

Maillerde dolaşan bir sağlık hikayesini sizlerle paylaşmak istiyorum. Belki size de gelmiştir bu mail. Ne kadar doğru bilemiyorum ama elmanın önemli bir meyve olduğunu biliyorum. Yaşananlar hiçte abartılı gibi görünmüyor. İşte anlatılanlar:

"2-3 yıl önce, gözlerimin etrafı siyahlaşmış, vücudumda halsizlik ve şiddetli ağrılar başlamıştı. bir hastanede bir çok incelemeler yapıldı, ancak hiç bir şey bulunamadı. Daha sonra gittiğim Çinli bir uzmanı doktor, ayaklarımın tabanlarını yokladıktan sonra, hiç su içmediğimi ve başta karaciğerim olmak üzere vücudumun bütünüyle kirlenmiş olduğunu söyledi. Eğer su içmeye başlamazsam takriben üç yıl içerisinde öleceğimi de ilave etti. (Ben gerçekten o tarihe kadar genellikle su içmiyor, günde 20-30 bardak çay ve kahve içiyordum.)
Sonuçta Çinli doktor bana her sabah uyandığımda; aç karnına bir büyük bardak ılık suyun içine bir tatlı kaşığı elma sirkesi koyarak içmemi önerdi. Elma sirkesi vücuttaki birikintileri eritiyor, su ise atıyormuş, elma sirkesinin asit değeri vücudun ph değeri ile aynı olduğundan birikintileri eritirken, vücudun hücrelerine zarar vermiyormuş, ayrıca günde en az 1.5 litre su içmek çok önemliymiş, vücudun zehirlerinin ve ihtiyaç duymadığı birikmiş maddelerinin atılmasını sağlıyormuş. Elma, ayrıca vitamin-mineral deposuymuş.
Çinli doktorun dediğini uyguladıktan 4 gün sonra gözlerimin etrafındaki siyahlıklar kayboldu, 10 gün sonra ağrılarım geçti ve kendimi çok iyi hissetmeye başladım. Size de tavsiye ederim, 1 hafta sonra kendinizi gerçekten çok sağlıklı hissetmeye başlayacaksınız. “

Elçiye zeval olmaz. Bir deneyin. Belki size de iyi gelir.

8 Ocak 2007

10 Ocak'ta neden Gazeteciler bayram kutlar?

Biz gazeteciler her yıl iki etkinlik kutlarız. Kutlarız diyorum Gazeteciler Cemiyeti etkinlikleri düzenler, emekli gazeteciler işleri olmadığı için katılır, genç gazetecilerin o gün mutlaka bir işleri olduğu için pek katılamazlar.
Evet..İki etkinliğimiz var demiştim, biri 24 Temmuz’daki Gazeteciler Bayramı’dır. Neden 24 Temmuz. Zira 24 Temmuz sansürün kaldırılışının yıldönümüdür de ondan. Peki nereden çıktı bu bayram diye aklınızdan geçirdiğinizi hissediyorum.

Onu da anlatayım:
Her mesleğin kendine özgü bir günü var. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 1946 yılında kurulduğu zaman "gazeteciler için de bir gün belirleyelim" düşüncesi ortaya atılmış. "İlk gazetenin çıktığı günü belirleyelim" demişler. Ama iki ayrı görüş ortaya çıkmış. İlk gazetenin çıkışı kimilerine göre 1831, yani Takvim-i Vakayi'nin yayınlanışı. İlk Türkçe gazete ama onu, resmi gazete olduğu için ilk gazete saymayan görüştekiler de 1861, yani Tercüman-ı Hakikat'ın çıkışını ileri sürmüşler. Bu anlaşmazlık nedeniyle o konuda her zaman olduğu gibi bir görüş birliği olmamış. Bunun üzerine Falih Rıfkı Atay, Akşam gazetesinde 24 Temmuz'u ortaya atmış. 24 Temmuz, II. Meşrutiyet'te Anayasa'nın yeniden yürürlüğe girmesinin ertesinde 24 Temmuz'da çıkan gazetelerin gazeteciler tarafından sansür memurlarına verilmeden, onlara göstermeden çıkarılmış olduğu bir gün. Bu nedenle Falih Rıfkı Atay’ın önerisi yani 24 Temmuz Basın Bayramı olarak belirlenmiş.

Gazetecinin özellikle yazı işlerine bağlı birimlerde çalışan arkadaşların gecesi gündüzü yoktur. Kar yağdı, işe gitmeyeyim gibi lüksleri de yoktur. Gazete hazırlanacaktır ne olursa olsun. Yukarıdaki fotoğraf İstanbul'u esir alan bir karlı günde çekildi. Çoğu arkadaşların gazetede sabahladığı bir gecenin ardından gazetenin giriş kapısında bu hatıra fotoğrafı çektirildi.

10 Ocak günü etkinliklerle kutlanır gazeteciler arasında. Ama bayram adıyla değil, Çalışan Gazeteciler Günü olarak. Diyebilirsiniz ki çalışmayan gazeteci olur mu? Nereden çıktı bu isim.

Onu da paylaşayım sizlerle:
1961 yılında gazetecilerin çalışma haklarında önemli iyileştirmeler getiren 212 sayılı Yasa yürürlüğe girer. Yasadaki hükümleri beğenmeyen 9 gazete patronu, yasayı protesto etmek için 3 gün boyunca gazeteleri yayımlamama kararı alırlar. Bu gelişme karşısında, gazeteciler 10 Ocak 1961 günü haklarına ve basın özgürlüğüne sahip çıkmak amacıyla Sendika binası önünde toplanarak Vilayet'e kadar bir yürüyüş yaparlar. Gazeteciler, patronların boykot kararı karşısında Sendika'nın öncülüğünde, BASIN adıyla kendi gazetelerini 11–12–13 Ocak 1961 tarihlerinde yayımlarlar. O tarihten sonra 10 Ocak, "Çalışan Gazeteciler Bayramı" olarak kutlanır.

1971 yılındaki 12 Mart müdahalesinden sonra ise çalışanların hakları ve basın özgürlüğüne büyük kısıtlamalar getirilir. Bu kısıtlamalara tepki olarak 10 Ocak "Bayram" olmaktan çıkarılır ve "Çalışan Gazeteciler Günü" olarak anılır. Görüyorsunuz. Basın düz yollardan gelmedi bu günlere. Ne badirelerden geçti büyüklerimiz. O devirlerde gazeteci denildiğinde saygın bir yeri vardı mesleğimizin. Sorulduğunda gururla “gazeteciyim” diyebiliyorduk. Şimdi mi? Yorumu sizlere bırakıyorum.
..................................................................................................

***KAMA

İŞİN KOKUSU!

Biyolojik Mücadelede DİŞİ kokusu tuzaklara sıkılıyor, kokuyu alan erkek böcekler bu kapanlara dalıyormuş..Milyonlara varan zararlı böcek bu sistemle bertaraf edilmiş.. Dişi kokusuna koşma metodu Kadın Avcılarının bol olduğu her sosyete de başarılı olmuş...Sadece Türkiye'de sonuca ulaşamamış. Türkiye de dişiler erkeklerden önce kapana dalmışlar! Para kokusu daha ağır basmış!

..................................................................................................

7 Ocak 2007

Görerek öğrenen şanslı çocuklar

Meteciğim;
Dedenin yaşına gelince daha iyi anlayacaksın....Güçlü olmak ve sağlığını koruyabilmek çok önemli...Baba demene de çok sevindim..Hele dede dersen işlerin iyice düze çıkar!
Sen de muhtemelen dedenin tepesine çıkma şansını yakalarsın..Benim kadar konuşkan olmadığına aldanma onun sevgisi daha koyudur...Ninelerinki gibi...
Benim dedem olmadı! Dedenin de olmadı...Hem annem hem babam babalarını görmediler...Diyeceğim o ki dedenin keyfini çıkar!

Önceki mektubumda resimleri bol yazıyı sınırlı tuttum....Biliyorum ki genç anneler çocukları ile bugün daha imkanlar içinde ileri bir teknoloji yardımı ile ilgililer...

Çocuklar daha rahat öğrenme daha kolay görme tanıma şansına sahipler...Burada öğrenmeğe çok daha fazla önem veriliyor...
Doğa ile ilgileri kesilmiyor..Çocuklar çevreyi daha kolay tanıyor..Biliyorlar...
Kuşları tanımak için resimleri bulup bakmakla yetinmiyor, ayni anda ötüşlerini de duyuyorlar..
Daha da ileri var...Gözlerini dürbüne dayayınca da çevrelerindeki ağaçlarda onları görme şansını da yakalıyorlar..
Tabiatla bu denli içiçe gelme şansları kaybolmamış...Kentin orta bir yerinde kuşları ve ağaçları bulabiliyorlar..
Saatlerce gitmeden...5 dakika içinde ormana ulaşıyorlar...

Çevre çocuk parkı sınırı içinde kalacak kadar yapı ile dolmamış...Yeşil korunmuş.....
Hemen her evin bahçesinde kuşlar için yapılmış ve her zaman yemleri doldurulan kuş evleri var...Sincapların kapı diplerine kadar gelebildiğini söylememe gerek yok....

Aytek amcana takılırsan iyi edersin...Seni benimde bilmediğim yerlere götürür...Kim bilir belki de ilk filmini seninle çeker!
Yakında dönüyorum....Çok lezzetli ve çok farklı yemek tariflerini yazmadım...Annene anlatacağım..İkimiz yeriz olur mu?

Kelaynak deden

4 Ocak 2007

“Unutkanlık” için bunları unutmayın!

Sanal alemde yeni bir pencere açılmış. “Yaşam Koçluğu”. Bu koçluğa soyunan sevdiğim bir dostum, e-maille bazı önemli bilgileri yaşam koçluğunu yaptığı “çekirge” sine öneriyor ve bizlerle de paylaşıyor. Ben de bu bilgileri, zaman zaman sizlerle paylaşmak istiyorum.

“Evet çekirge...Bugünkü konu unutkanlık ...Alışveriş sırasında şu besinlerden bazılarını almaya ve düzenli kullanmaya dikkat et lütfen...

*Yabanmersini,
*Ispanak ve diğer yeşil yapraklı sebzeler,
*Kırmızı şarap,
*Sıcak kakao,
*Ceviz,badem ,fındık,
*Zeytinyağı,
*Somon,sardalye,
*Tahıl ve esmer pirinç.”

Listede sizin de dikkatinizi çeken bir meyve var. Yabanmersini. Küçük bir araştırmadan sonra bulduğum bilgileri sunuyorum sizlere.
Yabanmersini , 30-35 cm yükseklikte, kışın yapraklarını döken küçük bir bitki. Türkiye’de Kuzey Karadeniz dağlarının fundalık ve ormanlık bölgelerinde yetişiyor.

Faydaları ve Kullanım Alanları:

Göz yorgunluğu, miyopluk, katarakt, karasu (Glokom: Göz tansiyonu), şeker hastalığından kaynaklanan görme bozuklukları (Diyabetik retinopati), gece körlüğü, gece görüşünü artırıcı, kamaşma, retinayı güçlendirici, kılcal damar çatlamalarını önleyici ve tavuk karası (retinitis pigmentosa) hastalığının ilerlemesini yavaşlatıcı ·
Kabızlık, bulantı, mide krampları, ülser önleyici ·
Kan şekerini düşürücü, iltihaplanma, kolajenin (collagen) stabilize edilmesi ·
Pıhtılaşmanın azaltılması, damar sertliği oluşumunun engellenmesi ve antioksidan etki

Yabanmersini meyvelerine karşı modern ilgi ise 2. Dünya Savaşından sonra meydana gelmiş. Çünkü "yabanmersini"nin gözlere iyi geldiği artık bir sır değildi. 2. Dünya savaşı sırasında İngiliz Hava Kuvvetleri pilotlarının doktorların önerisiyle bol miktarda yabanmersini reçeli yiyerek gece uçuşlarına çıktıklarını ve yorgun gözlerini dinlendirdiklerini kayıtlardan biliniyor. Pilotlar, yabanmersini reçeli yedikten sonra gece uçuşlarına çıktıklarında gece görüşlerinde bir düzelme ve iyileşme hissettiklerini sık sık rapor ediyorlar. 1960’ ların ortalarında yukarıdaki gözlem ve duyumlar, önce bir laboratuvarda daha sonraları da klinik çalışmalarda yabanmersini meyve ekstrelerinin gözler ve damar sistemi üzerine etkileri üzerine yapılan çalışmalara yol gösteriyor.
............................................................................................
***KAMA

ALLAH ALLAHHHH!
İzmir de Allah diye kükreyen aslan sıfatı ile ünlenen Golyad'ın bayramda ziyaretçi sayısı 25 bini aşmış...Gösterilen ilgi yaşlandığı için sesi bozulan hayvanı mutlu etmemiş...Bayramda uyumuş kükrememiş!
Veteriner Prof Dr. Tamer Dodurga aslanda "Takıntı bozukluğu var" diyor...Ya ondan "Allah" demesini bekleyenlerde bozulmamış bir takıntı yok mu?
.............................................................................................

3 Ocak 2007

Kelaynak Amca'dan Mete'ye mektup

Sevgili Mete;

Burada botanik bahçesini gezerken keşke elini tutup seninle olsaydım diye hayıflandım. Çevreyi tanıtmak için yılbaşı tatilini fırsat bilenler bu bahçeye akın ediyor.. Yıllanmış ağaç kovuğundan çıkmayan çocuk sensin diye düşündüm....Böcekleri anlatan levhayı seyrederken de çevreyi ne kadar çabuk öğrenme fırsatı var herkes görsün istedim… Böceklere ağaç kakan yuvalarına bakmak ve öğrenmek öyle kolay ki...



Çiçekleri annene sor...Adlarını babaannen de bilebilir..Ninene de sorsan mutlu olur...Kuşların çıkardıkları sesleri mutlaka birlikte dinlememiz gerek..Burada son baharın kızıla boyanmış halini büyüklerde görmeli.

Resimlerle baş başa kalınca beni hatırla...Henüz konuşmaman o kadar önemli mi? Bakışından anlayan biri var...Öpüyorum Mete...

Dallas - YK

1 Ocak 2007

Bir araya geldiler!

2007 yılının ve de Kelaynak’ın ilk anısını anlatayım…Dini bayramla yılbaşı kutlamaları çok sık bir araya gelmiyor..Bu hikaye deki Peygamber isimleri gibi!

Hemen hemen çalıştığımız her gazetede en önce gelen ve en son çıkan olmak zorunda kalıyordum…Bu hem işlerin hızından ve her an değişen haber akışından hem de etik kurallar içinde bir işi gereği gibi yapmanın ve de benim karakterimden kaynaklanan bir sonuç kimine göre de benim işgüzarlığımdı! Ve ya huysuzluğum…
Hemen her gece ilk baskılar tamamlandıktan sonra gece yarısına doğru gelişen haberlerden veya düşen haberlerden birini veya bir kaçını düzeltmek yenilemek değiştirmek gibi işler olurdu.. Bu değişiklikleri de yazı işlerinde nöbetçi kalan gece sekreteri arkadaşlarla yapardık…Özellikleri haber kısaltmasını değiştirmesini bilen ve yetkisi olan kişiler olmaları idi.
Böyle bir Haber değişikliği için gazetenin santralına sormuştum…
--Bu gece yazı işlerinde nöbetçi kim?
--Musa efendim .
--İyi öyleyse Musa’yı bağlar mısınız?
Uzunca bir kargaşa ve bekleyişten sonra telefona çıkan biraz mahcup bir sesle şöyle dedi:
--Musa’yı şu anda bulamadım…
--Yazı İşlerinde kimse yok mu?
--İsa var efendim…
--İsa’yı bağla öyleyse…
Olacak ya ..Gene bir bekleyiş ve telaşın ardından telefon bağlantısı gerçekleşmişti…
--Alo İsa!
--Özür dilerim..İsa biraz önce buradaydı…
-- Peki sen kimsen?
--Ben Muhammed efendim…
--Bir haber değişecek…Not alabilir misin?
--Efendim ben…Yazı işlerinden değil tashih servisinden Muhammed!
--Anlaşıldı…Muhammed'de de fayda yok mu diyorsun?
Ne İsa ile ne Musa ile ne de Muhammed ile olmadığına göre …
Bu iş Allahlık olmuş!