30 Aralık 2009

"YENİ YIL DİLEKLERİM" ve AMA'lar!

Yeni yılın;

SAĞLIKLI ( domuz gribine yakalanmadan, eczaneler kapanmadan, marketlerden ilaç almak zorunda kalmadan);
HUZURLU ( sorun var sorun var diye tutturanların akıllarını başlarına aldığı ve huzursuzluk çıkarmanın akılcı bir yol olmadığını anladıkları, kötümser haberlerin azaldığı);
MUTLU ( gelecek endişesinin, işten ne zaman atılacağım ya da ne zaman iş bulacağım korkularının yaşanmadığı);
BİR YIL
OLMASINI DİLERİM.


18 Aralık 2009

Gündemdeki son kamyon yazıları!...

Teknoloji geliştikçe bazı alışkanlıklarımızdan vazgeçtiğimiz bir gerçek. Kamyon yazıları da öyle. Çok fazla yaratıcılığı olmasa da birileri kamyon yazılarını toparlamış ve elektronik posta ile yaymış. Ben de bu yazıları son günlerdeki karamsar gündemlerden biraz sıyrılmak ve gülümsemek için sizlerle paylaşmak istiyorum:

·Paran varsa âleme çık, âlem adam görsün; paran yoksa eve git, çoluk çocuk baba görsün.
·Yüzük lordun, yol Ford’un.
·Paran varsa Range Rover, paran yoksa game over.
·Dikkat: Araçta yalnız var.
·Bir sana bir de sabah uykusuna doyamadım.
·Sağlam şoför kalmaz rampada, Müslüm baba sığmaz ipod’a.
·Senin araban namaz kılıyo mu, benimki Clio.
·Sarı kızın nazı, Ford’un ara gazı.
·Güzeli sevdikçe nazlanır, Ford’a bastıkça şahlanır.
·Beni çekemiyorsan anten tak.
·Hatalıysam çaldır kapat, ben seni ararım.
·Parayı buldum, şimdi kıro olacağım.
·Menfaat yolunda edinilen dostluk, çile yokuşunda son bulurmuş.
·Kızın gülüşüne, kışın güneşine aldanma.
·Evlenip gideceğime balayına, evlenmem giderim alayına.
·Dünyayla nişanlı, ölümle sözlüyüm.
·Önünü görmeden sollama, evine acı haber yollama.
·Fakiri fakir yapan kuru inat, zengini fakir yapan hayırsız evlat, memuru fakir yapan süslü avrat.
·Dünyada MAN ahrette iman.
·Karayollarında değil, senin kollarında öleyim.
·Vur kalbime hançeri, yüreğim parçalansın; fazla derine inme, çünkü orda sen varsın.
·Ankara İstanbul 6 saat, sana sevgim 24 saat.

13 Aralık 2009

Kuşlardaki acımazsızlık ve insanlar!...

Daha önce yazmış olduğum bir yazıda kuşların barış içinde yaşadıklarını gözlemlediğimden bahsetmiştim. Bu tespitime daha sonra da devam ettim.
Kuluçka döneminde barış içinde yaşayan kuşların, yavrular yumurtadan çıkıp biraz palazlandıklarında ortada barışın kalmadığını gördüm.
Bu tespitimi nereden mi yapıyorum?
Oturduğum daireye bakan binanın bacalarında yuva yapan martı ailesinin iki tane yavrusu dünyaya geldi. Bu yavrular yürüyüp çatıda dolaşmaya başladıklarında artık martı, güvercin barışının bittiğini, martıların güvercinlerin yavrulara zarar veremeyeceğini anladıklarında tekrar eski vahşi hallerine döndüklerini gözlemledim.
Bir sabah baktığımda kiremitlerin üzerinde öldürülmüş bir güvercinin yendikten sonra arta kalan kanat ve tüylerinin durduğunu gördüm. Demek ki ne çöplükten beslenmeleri, ne de şehirde yaşamaları doğalarında olan o vahşiliği engelleyemiyor.
Aslında bu tüm canlılar için geçerli değil mi?
Yüzyıllarca bir arada yaşayan en gelişmiş canlı insan bile ufacık bir kıvılcımda nasıl da vahşileşiyor. En yakınını, komşusunu bile gözünü kırpmadan yok edebiliyor.
Son zamanlarda bu vahşileşmenin örneklerini çokça görür olduk.
Hayvanlar yaşamak için vahşileşiyor. Ya insanlar?

6 Aralık 2009

Leyleklerin şaşmayan rotaları!...

Ağustosun ortalarıydı. Gemiyle seyir halinde giderken geçit yapan kuş sürülerine rastlamıştık. Görebildiğim kadarıyla sürünün bir ucu Sivri Ada’nın Doğusundan Kınalıadayı aşmış, diğer tarafı Yeşilköy’e doğru uzanıyordu. Sürü deniz seviyesinin bir iki metre kadar üstünden uçuyordu. Biraz daha yaklaşınca bunların leylek sürüleri olduğunu anladım.
Bu yaşıma kadar böyle kalabalık sürü görmemiştim. Gözümün görebildiği bölgede binlerce leylek vardı ve hepsi aynı rotada, aynı yükseklikte yollarına devam ediyorlardı. Gemiyle aralarından geçmek zorundaydık, o zaman gemi yüksekliği kadar yükselip tekrar su seviyesine indiler.
Birkaç gün sonra yine aynı bölgeden geçiyorduk ve yine aynı yöne giden sürülere rastladık.
Sanki bir rota çizilmiş ve onlara verilmiş gibi hiç şaşmadan aynı hattı takip ediyorlardı.
Yaradan’ın onlara vermiş olduğu yeteneğe şaşmamak elde değil. O nasıl bir makinedir ki binlerce kilometre yolu her yıl şaşmadan aynı rota üzerinde gidiyorlar. Yeryüzündeki bir yıllık tüm değişimlere karşın yine de yollarını kaybetmiyorlar.
Bu konuyla ilgili konuştuğum insanlar bilim adamlarının bu konuyu incelediklerini ve göç eden kuşların kafataslarında madeni parçacıklar olduğunu tespit ettiklerini söylediler. Bu toz halindeki parçacıklar bir nevi pusulalarda bulunan mıknatıs gibi yönlerini tayin etmelerini sağlıyorlarmış.

2 Aralık 2009

Kefir deyip geçmeyin!

Kabus gibi üstümüze çöken domuz gribi salgını nedeniyle ne yapacağımızı şaşırmış durumdayız. Bazı doktorlar aşı olun derken, bazıları da aman ha diyorlar.
Anladığım kadarı ile bu tip salgınlarla baş edebilmek için önce bağışıklık sisteminin güçlü olması gerekiyor. Bağışıklık sistemini güçlendiren bir çok yol var. İlaçlar ve bitkisel çözümler. Kefirin de bu çözümlerden biri olduğunu söylüyor doktorlar.
Eşim yıllardan beri evde kefir çoğaltır ve bize de içirir. Zaman zaman da isteyen dostlara dağıtır.
Kefir tekrar ön plana çıkınca şöyle bir araştırma yaptım. Bu araştırmayı sizlerle paylaşmak isterim:
Kefiri Kafkas Türkleri keşfetmiş. Kafkasya’dan tüm dünyaya dağılmış.Yüz yıllardır içiliyor.
Kefiri her yerde bulmak zor. Bildiğim kadarı ile Ege Ziraat fakültesi gibi bazı fakülteler kefiri üretiyor. Aktarlarda da kuru kefir bulunabilir. En kestirmesi evinde kefir üreten tanıdıklardan temin etmek.
Marketlerde satılanların ne kadar sağlıklı olduğunu bilemiyorum. Kefir taneleri karnabahar görünümünde ve lastik kıvamında. Eşim kefiri ılık sütte üremektedir. Mayalanan süt 20 derece civarında bir sıcaklıkta ışık almayan karanlık bir yerde 24-48 saat bekletilir. Mayalanmış süt -dikkat edin- madeni olmayan bir süzgeçten ya da tülbentten süzülür. Süzülen kısım içilecek kısımdır. Süzgeç üzerinde kalan kefirler yıkanarak tekrar maya olarak kullanılır. Kefir taneleri hemen kullanılmayacaksa ağzı kapalı bir cam kavanozda kefir tanelerini örtecek kadar suyun içinde buzdolabında saklanır.
Kefirin faydaları sayılamayacak kadar çok. Bunlardan en önemlileri;
Kabızlık,ishal ve bağırsak tahrişlerine iyi gelmesi,
Bağışıklık sisteminin güçlenmesine yardımcı olmak,
Kansere iyi gelmek,
Sindirime yardımcı olması,
Bozulan bağırsak dengesini düzeltmek,
Kolestrolü kontrol altında tutmak,
Kan basıncının düşmesine yardımcı olmak.
Kefirin en uygun tüketim zamanı ise genellikle sabahları aç karnına ya da akşamları yatmadan önceymiş.

26 Kasım 2009

Mehmetçik Vakfı'nı neden seçtik?

Biz aile olarak;
Bu vatan için canını seve seve veren şehitlerimiz için;
Sakat kalan gazilerimiz için;
Atatürk'ü sevdiğimiz ve ilkelerini benimsediğimiz için;
Vatanın bölünmezliğini, kardeşliği savunduğumuz için;
Dinimizi şeklen değil kalbimizle sevdiğimiz için;
Kurban konusunda Mehmetçik Vakfı’nı tercih ettik.
KURBAN BAYRAMINIZI KUTLAR, SAĞLIKLI , KARDEŞÇE YAŞANACAK GÜZEL GÜNLER DİLERİM.

23 Kasım 2009

Karadenizlinin inadı işte böyle bir şey!

Fotoğraf Pınar hobi sitesinden alınmıştır.
Büyüklerimden dinlediğim yaşanmış bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Maksut dedem aslında babamın amcası olur. Dedem çok genç yaşta vefat edince, amcaları babamlara sahip çıkmış ve onları kendi çocuklarından ayırmamış. Biz de küçüklüğümüzden itibaren onu dede bildik.
O, hayatını iyilik yapmaya adamış, etrafındaki insanları kalkındırmış ama kendi çıkarını hiç düşünmemiş benim çok değerli dedemdi.
Maksut dedem veciz sözleri ve de inadıyla da meşhurdu.
Maksut dedemin gençlik yıllarında takalarla Rize’den Rusya’ya gidilir orada balıkçılık yapılırmış.
Dedem aynı zamanda tekne ustasıydı.
Bir balık sezonu öncesi Rize’den arkadaşı Kalkavanlardan biriyle balıkçılık sezonundan sonra takalarıyla Çayeli açığından Rize’ye kadar yelken yarışı yapmak için iddialaşmışlar ve ortaya da değerli bir ödül koymuşlar. Maksut dedem, Liman köydeki denize sıfır evin altındaki kayıkhanede yeni bir takanın yapımına başlamış.
O zaman takaların modelleri mavna biçiminde imiş, dedem yeni bir model yaratmış. Denizde giderken sürtünmeyi en aza indirecek ve o nispette sürat yapacak bir modeli yapıyormuş.
Takanın kafesi bitmiş, artık tahta sarma işlemine gelince balık sezonu için Rusya’ya gitmek zorunda kalmış.
Giderken yine kendisi gibi tekne ustası olan babasına “baba ben gelene kadar bu tekneyi bitir” demiş.
Rusya’ ya gitmişler, balık sezonunu tamamlayıp dönmüşler.
Limanköy’deki denize sıfır evin önünde kıyıya bitişik bir büyük taş varmış. ( Bugün kıyı yolu o taşı yok etmiş).
İskele olarakta kullanılan taşa yanaşmış ‘hoş geldin’ lerden sonra babasına “baba tekne bitti mi” diye sormuş, "bitiremedim oğlum"cevabını alınca eve çıkmadan doğru kayıkhaneye girmiş ve çalışmaya başlamış.
Rusya’dan aylar sonra gelmiş olmasına rağmen üst kattaki eşinin ve çocuklarının yanına tüm ısrarlara rağmen çıkmamış.
Günlerce yemeğini kayıkhanede yemiş, tekneyi bitirip denize indirmiş ve kararlaştırılan günde yarış mevkiinde olmuş.
Tabiî ki yeni model takasıyla yarışı açık ara kazanmış, eşinin ve çocuklarının yanına ancak o zaman çıkmış.
Maksut dedemin bazı veciz sözleri:
Hamsi yeduk birbirini anladuk. (Birini anlamak, tanımak istiyorsan onunla mutlaka iş yapmalısın.)
Dukuz manda’nun çeviremeduğu adami bir kadun çevirur.
Kırk gun tavuk gibi yaşiyacağuna bi gun horoz gibi yaşa.

19 Kasım 2009

Bunun adı spor mu, yoksa kan davası mı?

Hürriyet internet sitesinde haber başlıklarından biri aynen şöyle: Fenerbahçeli çocuk salondan atıldı.

Abdi İpekçi salonunda bir maç oynandı. Galatasaray- Fenerbahçe basketbol maçı. Sıradan bir karşılaşma. Ligin başlangıcı henüz. Ne kupa var ortada ne de bir şey.
Maç sırasında olaylar çıkıyor. Bildiğimiz ve gördüğümüz acı tablolarla dolu olaylar.
O onu suçluyor, bu bunu. Sanki iki düşman kulüp. Aralarında kan davası var gibi.
Spor yapılıyor aslında. Spor bir eğlence.Ama taraftarlar her yerde diş biliyorlar birbirlerine.
Kimse biz bu hale nasıl geldik diye sorgulamıyor durumları.
Olaylar sırasında bir başka görüntü dikkatimi çekiyor. Üzerinde Fenerbahçe forması bulunan küçük bir çocuğun forması çıkarılıyor, yetmiyor salondan atılıyor.
O çocukta yaratılan travmayı düşünebiliyor musunuz? Gönül Galatasaraylı yöneticilerin o çocuğa sahip çıkmasını ve yanlarına almasını hayal ediyor. Sadece hayal edebiliyor.
Medyada ise bu konuda tık yok.
Beşiktaş Ihlamurdere Caddesi üzerinde oturduğumuz yıllarda, Beşiktaş üst üste şampiyon olmuştu. 80’li yıllardı sanırım. Cadde siyah beyaz bayraklarla donatılmış, şampiyonluk kutlamaları devam ediyordu.
Bizim ikizler 11-12 yaşlarındaydı. Kafalarına esiyor, giyiyorlar Fenerbahçe formasını, caddeye çıkıyorlar. Benim haberim yok. Başlıyorlar çarşıya doğru yürümeye.
Düşünebiliyor musunuz durumu. Beşiktaş’ın göbeğinde Fenerbahçe formalı iki çocuk.
Çarşıya kadar yürüyorlar. Ne bir laf atan var. Ne de yan bakan.
Sadece bir dükkandan çağırıyorlar, “Aferin size. Biz de Fenerbahçeliyiz” diyorlar ve küçük bir hediye veriyorlar.
Çocuklar hiçbir şey olmadan eve dönüyorlar.
Hani anlatırız, bizim zamanımızda tribünlerde hep bir arada oturur, maç seyrederdik diye. Bunları anlatırken şaşkın şaşkın bakar yeni nesil bizlere.
Hadi o devirleri geçtik. Ama iş tribünden çocuk kovmaya, forma çıkarmaya kadar varmışsa bütün kulüp yöneticilerinin oturup düşünmesi ve ne oluyor bizlere demesi gerekir.
Bahanelerin altına sığındıkça olaylar daha da artacak, spor sporluktan çıkacaktır.

15 Kasım 2009

Son yılların en güzel yemek tarifi!

Onu tanıdığımda daha doğrusu Milliyet'in yazıişlerinde birlikte çalıştığımızda yazı yazmıyordu, ama çarpıcı, kimsenin aklına gelmeyecek zeka dolu başlıkları ve haber spotları ile dikkat çekiyordu. İzmir'den gelmişti, İstanbul basınında kendini yalnız hissediyordu. Dürüstlüğü, samimiyeti ilgimi çekmişti. Dost olduk. Ailece görüştük. Milliyet'ten ayrılıyorum dediği gün çok üzülmüştüm. Gittiği her yerde başarılı olacağına emindim. Öyle de oldu.
Aklına geldiğimde beni arar, hal hatır sorar.
Bugün Türkiye'nin bana göre en etkili yazarlarından biri.
Her yazısında onun kıvrak zekasını görmek mümkün. İyi ki yazıyor, hem de geldiğimiz bu ortamda.
Sevgili kardeşim Yılmaz Özdil'den bahsediyorum. Onu zaman zaman bu blogda misafir ediyorum.
İşte yine çok güzel bir pazar yazısı ve son yılların en güzel yemek tarifi:


Patlıcan

Türkiye bayılır patlıcana...
Çeşit çeşit yemeği olur.
Yazarken bile insanın ağzı sulanıyor.
Parmaklarını yersin.
Ama, parmaklarını yediğinle kalırsın.
Vücuduna zerre faydası olmaz.
Besin değeri fakirdir.
Vitamini sıfıra yakındır.
Doyuyorum sanırsın...
Zayıflatır!
Çocuklara tavsiye edilmez.
Çünkü, nikotin içerir.
Uyuşturur.
.......
Patlıcan’dır, açılım...
Çiğne çiğne, hikâye.
........
Hükümet mesela...
İmambayıldı.
.......
Muhalefet desen...
Musakka’cı.
İmambayıldı’da kıyma yokmuş...
Bu iş zeytinyağlı olmazmış, filan.
......
DTP, oturtma...
Fırsat bu fırsat, Habur’da da oturtuyorlar, Meclis’te de.
......
İmralı aşçısı ise, Roj TV’den tarif veriyor, açacan, açmazsan, döşücem mayını, pat’lıcan.
......
Meclis lokantasından dövüle dövüle atılan şehit aileleri de soruyor haliyle, “Onunki can da, benimki patlıcan mı?”
......
Sezen Aksu konuşur, şak şak şak, alkışlarlar, Kevin Kostnır konuşur, şak şak şak, alkışlarlar... Nedir bu?

Şakşuka.
.......
Küreseldir, topan...
O yüzden, yalaka basın ahaliyi iştaha getirmek için yazar durur,

“Belki yarın, belki yarın da yakın, Brüksel lahanasının yerini alacak, topan patlıcanım...”
......
Çankaya?
Hünkârbeğendi.
........

Türkiye’de hıyardan sonra en bol sebzedir patlıcan...
Tek sorunu vardır:
İnsan yer, hayvana ver, yemez.

8 Kasım 2009

Atatürk'ün orduya son mesajı!...

Anıtkabir'i ziyaret edenler, Atamızın 29 Ekim 1938 tarihli ordumuza gönderdiği son mesajı okumuşlardır.
2009 Türkiye'sinde Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı yürütülen "sindirme" çabalarını gördükçe bu mesajdaki cümlelerin önemi bir kez daha anlaşılmaktadır.
Mesajı tekrar tekrar okuyun ve o Deha'nın o günlerden bu günleri nasıl gördüğüne şahit olun.
Sevgili Atam; seni unutturmak isteyenler unutmasınlar ki bu sevgi kalplerimize işlenmiştir, sökülüp atılamaz ve nesilden nesile devam eder.
Nur içinde yat.

4 Kasım 2009

Portakal doğanın dengeleme meyvesi!..

Sonbaharı pek sevmem. Güneş gider, ağaç yaprakları yavaş yavaş sararır, bulutlar koyulaşır, yağmur hayatı zaman zaman çekilmez hale getirir.
Doğanın dengelerine ise bayılıyorum. Nezle, soğuk algınlığı sonbaharın bize hediyesi ama mandalina ve portakal da C vitamini açısından nezle ve soğuk algınlığının düşmanı.
Portakal deyip geçmeyin. Bugünlerde bol bol tüketin. Tabii GDO'suz olanlarını. Bunu nasıl mı anlayacaksınız? Onu bilemiyorum. Medyadaki bilgi kargaşasından da öğrenmenin zor olacağı belli oluyor.
ANA YURDU HİNDİSTAN
Portakalın bizim ülkemize Portekiz’den geldiğini biliyor musunuz? Türkçeye Portekiz’den gelen anlamıyla portakal olarak girmiş.
Bize Portekiz’den gelmiş; ama ana yurdu Hindistan.
Portakal, C vitaminin yanı sıra olmak üzere P, B ve E vitaminleri ile fosfor, magnezyum ve potasyum minerali açısından da zengin.
Portakalın ayrıca çiçeklerinden ve kabuklarından da yararlanılır. Suyu cildi besler, portakal çiçeklerinin kaynatılmasıyla hazırlanan çay, spazmlara faydalı. Kabuklarından esans elde edilmesinin yanında mide hastalıkları için de kullanıldığı biliniyor.

27 Ekim 2009

Cumhuriyet’i "sessiz güç" koruyacak!

Çok büyük bir iş başarmışsınız "Sevgili ATAM".
Bugünleri gördükçe “O GÜNLERİ” daha iyi anlıyoruz.
Rahat uyu ATAM.
İlelebet seni seven “SESSİZ GÜÇ” Cumhuriyet’i koruyacaktır.

25 Ekim 2009

İkinci kez meyve veren ERİK AĞACI!

Yukarıdaki fotoğrafın çekiliş tarihi 24 Ekim 2009. Sonbaharın ayak seslerinin yavaş yavaş duyulduğu, bazı ağaçların yapraklarını sarartıp, yere süzüle süzüle gönderdiği tarih.
Yer bizim site. Dallar sıradan bir erik ağacının dalları. Öyle bir ağaç ki etrafı betonlarla kaplanmış, kökler su bulabilmek için toprağın derinliklerine doğru yol almış.
Erik baharda çiçek açmış, meyvelerini vermiş. İşini bitirmiş artık. Kışın gelmesini, yapraklarını döküp yeniden filizlenmeyi, çiçek açmayı ve meyve vermeyi bekliyor.
Beklenmedik bir durum var şimdi. Bu ağaç yazın ortalarında yeniden çiçek açtı ve fotoğrafta gördüğünüz meyveleri verdi. Öyle çok meyve yok ancak 6-7 tane var.
Bu meyveler ne kadar daha büyür, eriklerin ikinci meyve zamanları normal midir bilemiyorum.
Bildiğim bir şey var; gerçekten doğada bazı şeylerin değiştiği!

18 Ekim 2009

İkiz torunlarım mesleklerini seçti !

İkiz torunlarımız Emre ve Can’ın geçen günlerde yapılan diş buğdayında aile bir araya geldik.
Artık genç anne-babaların pek de itibar etmediği belki de inanmadığı bir geleneği de o gün şakalar ve kahkahalar içinde uyguladık. “Meslek seçimi testi !”
Çocukların önüne kalem, top, hesap makinesi, kitap, maus ve makas konarak ileride hangi mesleği seçeceklerini anlamaya çalıştık. Kalem işadamlığını, top sporculuğu, hesap makinesi mühendisliği, kitap yazarlık veya eğitimle ilgili meslekleri, maus teknolojiyi ve makas da tekstili temsil ediyordu. Emre hesap makinesini, Can da kalemi seçti.
Torunlarımızın meslek seçecek çağa geldiklerinde Türkiye’de eğitim sisteminin çarpıklığı düzelir mi bilemiyorum tabii. O günleri görür müyüz o da bir başka soru.
Umarım bu blog yaşar. Bu satırlar da o günlere kadar kalır.

11 Ekim 2009

Eczacılarla halk karşı karşıya getirildi!...

“ Masal bitti.
Sağlık ocağına 2 lira.
Devlet hastanesine 8 lira.
Özel hastaneye 15 lira.
Bu rakamlar da ŞİMDİLİK.”

Günlerdir eczane vitrinlerinde bu afişler asılı. Eczacılar haklı olarak dertli. Sağlık Bakanlığı muayene ücretsiz dedi, çaktırmadan vatandaştan parayı eczaneler eliyle almaya başladı. Halkla eczacıları karşı karşıya getirdi. Kendi aradan sıyrılıverdi. Eczacılar dert anlatmaktan dert küpü olmuşlar bile.
Ne dersiniz cinliğin böylesine pes doğrusu değil mi?

3 Ekim 2009

Facialar her zaman "GELİYORUM" der!

Ülkemizde felaketler nasıl gelir, hepimiz az çok biliyoruz. Bağıra bağıra.
Tedbir alınmaz, facia yaşanır, sonra da yol gösteren çok olur.
Fotoğrafa dikkatle bakın. Üzerinden yüzlerce aracın geçtiği yol enine kesilmiş. Bir trafodan karşıdaki reklam panosuna elektrik çekilmiş. Kablo sözüm ona bir boru ile korunmuş, yolu ikiye bölen yarığın üstü kapatılmamış. Çok küçük bir detay gibi görünüyor insana.
Şimdilik tehlike de yok gibi. Borunun ne zaman kırılacağı ve kablonun ne zaman kontak yapacağı belli değil. Tehlike var mı? var.
Vatandaş ilgili yerlere uyarısını yapmış. Ne yazık ki bir kürek asfalt dökülememiş.
O kablo birinin canını yakarsa sorumluyu bulursunuz. Ceza da verirsiniz ama önemli olan canların yanmaması değil mi?

29 Eylül 2009

Selimpaşa'da doğa ile dans!...

İki fotoğraf sunuyorum sizlere. İlk fotoğraf Selimpaşa'daki yazlıkların sahili. Alabildiğine kum ve sakin bir deniz. O kıyıların en uzun ve en geniş kumuna sahip bir bölge.
İkinci fotoğraf selden sonra sahilin görüntüsü. Azgın sular denizle buluşma noktasında kumları kazımış. Eşyalarla otomobillerle birlikte.
Şu aralar oralarda yaralar sarılmaya çalışılıyor. Evler yine eskisi gibi çiçekler içinde dinlenme yerleri olacak. Sahil yine kumlarla dolacak. Çocuklar cıvıl cıvl koşturacaklar kumlarda, kıyılarda.
Sahiller, evler yine eski haline dönecek ama arkasında gözyaşı, acı ve en önemlisi korku bırakarak.
Gerçekten doğa ile dans edilmiyor.

23 Eylül 2009

Denizin hırçınlığını durduranlar!

Limanlar hep bana sakinliğin simgesi gibi gelir. Denizin hırçınlığı sakinleştiren alanlardır limanlar. Gezdiğim bölgelerde mutlaka bir liman fotoğrafı çekmişimdir. Ne demiştik sığınma yeridir limanlar. Tıp ki zor günlerimizde sığındığımız dostlarımız gibi.
Santorini Adası

Rodos
Patmos
Sinop Limanı
Rumelifeneri Limanı
Marmaris Limanı
Marmara Ereğlisi Limanı
Kuşadası Limanı
İstanbul Limanı
Göçek
Amasra
Nazım Hikmet bakın ne diyor Mavi Liman şiirinde:

Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın...
Mustafa Emirler Sakin de Liman şiirinde şöyle diyor;

Sevdam ürküttü seni
Sen de korktun benden
Nasıl da yorulmuştum
Aşk peşinde koşmaktan
Hırçın dalgalı denizlerde
Dolaştım hiç bıkmadan
Aradım sakin liman
Buldum sandım
Yanaşacaktım tam
Baktım benden fırtınalı
Denizlerdesin sen
Sakin limanın olsam
Yanaşır mısın bana
Yoksa yine boğuşacak mısın
Hırçın dalgalarla
Bilinmez azgın sularla.

19 Eylül 2009

Sevginin arttığı bir bayram dileğiyle....

Çocuklarının, torunlarının, yakınlarının yolunu gözleyen büyüklerin ellerinin öpüldüğü, onlarla sevgilerinin paylaşıldığı,
Mesajla, telefonla bayramlaşma salgının azaldığı,
Aile kavramının pekiştiği,
Dargınların barıştığı,
Bir bayram dileğiyle
dostlarımın bayramını kutlarım.

10 Eylül 2009

Doğayla barışık yaşayabilmek!...

“Askaros deresi taştı. Hadi çocuklar derelerin getirdiği ağaç dallarını toplayalım”. Son sel haberlerini üzüntü içinde seyrederken Rize sahillerine, çocukluğuma gittim bir an.
Derelerin taşması çocukluğumuzun önemli olaylarından biriydi. Derenin sürüklediği kütükler, ağaç dalları kışlık odun demekti.
Doğa, yağan yağmuru kendi kuralları, kendi doğal mecrası içinde hallederdi. Doğa yasası böyle işlerdi o zamanlar. Askaros taşardı ama ne ev yıkılırdı ne de arabalar sürüklenirdi.
Ne oldu da sel felaketleri hem can alıyor hem de mal.
Doğaya meydan okuduk.
Toprak bırakmadık sulara. Derelerin önlerini kestik. Betonlaştırdık her tarafı. Dere islâhlarını yağış ortalamalarına göre değil, sakin sakin akan sulara göre yaptık.
Sanırım 12 yaşındaydım. Rahmetli babam Ağaçlı Yetiştirme Yurdu’nda öğretmendi. Biliyorsunuz Ağaçlı’nın sahili alabildiğine kumdur. Kilyos gibi. O zamanlar kömür madenleri de henüz açılmamıştı. Sandaldan daha büyük üç çifte bir kayığımız vardı. Babam, ağabeyim ve ben o tekne ile balığa çıkar, balıktan döndükten sonra tekneyi sahilden otuz-kırk metre içeriye çekerdik. Tabii yurdun çocukları çekme işinde bizlere yardım ederdi.
Babamın tayini Kadıköy ‘deki yurda çıkınca tekneyi kullansınlar diye Ağaçlı’da bıraktık. Bir süre kullanmışlar. Denizden dönünce hemen sahilin dibine bırakmışlar tekneyi. Öğretmenlerden biri itiraz etmiş “Hoca tekneyi otuz-kırk metre içeriye çekerdi. Biz de içeri çeksek” demiş. Diğer hocalar burun kıvırmışlar. Hemen kıyıya bırakmak işlerine gelmiş tabii.
Tekneyi deniz kenarına çektikleri bir günün gecesi fırtına çıkmış. 20- 25 metre içerilere kadar uzanan Karadeniz’in azgın dalgaları tekneyi yutmuş. Ertesi sabah yurdun yöneticileri boşu boşuna sahilde tekne aramışlar.
İtiraz eden hoca taşı gediğine koymuş. “Ben sizi ikaz ettim. Hoca boşuna mı otuz - kırk metre içeriye çekiyordu tekneyi . O doğayı biliyordu ve onunla barışık yaşıyordu.”
Doğa yasalarına uymayanları cezalandırıyor hemen.
Yıllardır iktidarda bulunan ve bir dönemde İstanbul’da belediye başkanlığı yapan başbakan ne diyor: “Dere intikamını alır”.
Başbakan da Askaros Deresini bilir . Doğanın kurallarını da. Derenin önüne engel çıkarırsan sel olur, önüne geleni siler süpürür.
Uygulamaya gelince… Herkes çil yavrusu gibi dağılır.
Zira rant yasa masa dinlemez.
Olan halkımıza olur. Sele ya canını verir ya da malını.
Doğayla barışık yaşamayı öğrenmeliyiz artık.

7 Eylül 2009

9 Eylül 1923 tarihi size ne hatırlatıyor?

9 Eylül 1923 size bir şey ifade etmeyebilir ama Cumhuriyet tarihimizde önemli bir kaldırım taşının doğduğu gün olması bakımından önemli bir tarih.
Biliyorsunuz ülkemizin en eski partisi, Cumhuriyet Halk Partisi. Geçenlerde bir arkadaş topluluğunda tartışırken bir şeyi fark ettim. CHP’nin "kuruluş adımlarını" belki okumuşuz ama çoktan unutmuşuz.
Onun için bilenlerden özür dileyerek CHP’nin yol haritasından bazı önemli kavşakları sizlerle paylaşmak istedim;
LOZAN'LA BAŞLAYAN YOLCULUK
Lozan Antlaşması kabul edilir. Mustafa Kemal 9 Eylül 1923’te dokuz Umde (ilke) diye adlandırılan siyasi programını açıklar. Bu dönemde mecliste yoğun tartışmalar yaşanmaktadır. Siyasi programın açıklanmasından iki gün sonra İçişleri Bakanlığı’na bir dilekçe verilir ve Halk Fırkası kurulmuş olur.
Genel sekreterliğini Recep Peker’in üstlendiği Halk Fırka'sının kurucuları arasında Refik saydam, Celâl Bayar, Münir Hüsrev Göle, Sabit Sağıroğlu, Cemil Uybadin, Saffet Arıkan, kazım Hüsnü ve Zülfü bey gibi isimler vardır.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilince Halk Fırkası’nın 158 milletvekili, Mustafa Kemal’i Cumhurbaşkanı seçer.
"Halk Fırkası" adı, 10 Kasım 1924’te "Cumhuriyet Halk Fırkası" olarak değiştirilir. 1935’te yapılan 4. Kurultay’da da partinin adı bugünkü adını yani Cumhuriyet Halk Partisi adını alır.
Bir bilgi daha; 1937 Şubat’ında yapılan bir anayasa değişikliğiyle, CHP'nin "altı oku" Türkiye Cumhuriyeti anayasasına resmen dahil edilir.
Atatürk’ün Halk Fırkası’nı kurarken açıkladığı dokuz umdeyi (ilkeyi) merak edenler için işte o dokuz ilke:

1- Hâkimiyet milletindir!
2- Milli hayata ve mukadderata ( geleceğe)Türkiye Büyük Millet Meclisi egemendir.
3- Kanunlarda, Teşkilâtta( kurumlarda ), idarede, eğitimde, iktisatta, milli hâkimiyet (ulusal egemenlik) esastır!
4- Saltanat (padişahlık) diriltilemez.
5- Mahkemeler, muhakeme şekli (yargılama şekli) ve kanunlar düzeltilecektir.
6- Misakı-ı sa'y ( Çalışmaya başlama) için teşebbüse köylüler yararına başlanacaktır. Aşar ( vergi) kaldırılacak, millî bankalar güçlendirilecek, demiryolları arttırılacaktır.
7- Tevhid-i tedrisat ( eğitim birliği) sağlanacaktır.
8- Askerlik süresi kısaltılacaktır.
9- Şerefli bir barışın temeli; mali, iktisadi ve idari istiklâl-i tamdır! (şerefli bir barışın temeli, maliyede, ekonomide ve idaredeki özgürlüklerle olur)
Kaynak: Atatürkçülük nedir ? web sitesi

3 Eylül 2009

İç ve dış politikada “satranç” hamleleri!...

AİLENİN TARİHİ SATRANÇ TAKIMI: Fotoğraftaki satranç takımını rahmetli babamın bir öğrencisi yapmış ve hediye etmişti. Babamla satrancı bu takımla oynardık. Şimdilerde üçüncü nesil torun Mete, tavla oynamak için dizdiriyor taşları. Şimdiden şahları, vezirleri, kaleleri, filleri ve piyonları tanıyor. En çok atları seviyor. Filleri file benzetemediği için şaşırıyor. Bakalım bu tarihi takım da Mete satranç oynayacak mı?
Satranç oynamayı rahmetli babamdan öğrenmiştim. Zaman zaman oynardık babamla. Hiç kazandığımı hatırlamıyorum .
Babamın yaşlandığı dönemlerdi.
Bir gün oturduk satrancın başına. Başladık oynamaya.
Kritik bir hamle yaptım. Babam benim gibi aceminin karşısında çok düşünmezdi ama o hamlemden sonra şöyle bir yüzüme baktı. Hamleme cevap vermek için düşünmeye başladı.
İki dakika, beş dakika, on dakika. Babamın yüzüne de bakamıyorum “bak seni nasıl sıkıştırdım” havası olmasın diye.
Düşünme zamanı çok uzayınca doğrusu ben de sıkılmaya başladım.
“Baba” dedim, kafamı kaldırdım. Babam başını yana kaydırmış uyuyordu.
Uyandırdım. “Hâlâ bekliyorum” dedim.
Şöyle bir baktı, "sahi" dedi, biraz bekledi, hamlesini yaptı ve birkaç hamleden sonra beni mat etti.
Bu anımı neden hatırladım?
Hükümetler arası ilişkiler bir nevi satranç oyunu gibidir. Her ihtimalin düşünülüp ondan sonra hamlenin yapılması gerekir.
Bu aralar hükümet iç ve dış politikada yaptığı hamlelerde kaç hamle sonrasını düşünüyor; bilmiyoruz.
Bildiğimiz bir şey varsa halkın şimdilik uyuduğudur. Ya da uyutulduğu.
Hamlelerden sonra kim mat olur, biz mi, rakiplerimiz mi?
Halk uykudan uyanır mı?
Uyanırsa ne tepki verir?
Bunları bekleyip göreceğiz.
Umarım hükümet, "babamı bu kez yendim" derken mat oluşum gibi benim düştüğüm yanılgıya ve sonuca düşmez.

31 Ağustos 2009

Yaratıcı sobe

Bloglarda zaman zaman dolaşan sobe oyunundan oldum olası kaçmak istemişimdir. Özellikle blog yazarını daha çok tanımaya dönük sobelere çok sıcak bakmıyorum.
Ama sobeleyenler çok sevdiğim blog yazarı olunca oyun bozanlık yapmadan oyunu kuralına göre oynamaya çalışacağım.
Neyse.
Gelelim sobe işine.
Birinci soru ödülün logosunu yayımlamak. O tamam.
Sevdiğim ve okuduğum, zaman zaman da baktığım bloglara zaten link verdim. Berceste’nin yeri ayrı tabii.
Hakkımızdaki 7 ilginç bilgi.
Aklıma hiçbir şey gelmiyor. En iyisi ben bu soruyu değiştireyim. İlginç olaylara çevireyim ve size blogumun ilk yazılarına bir göz atmanızı, oradaki gerçek ilginç olayları okumanızı tavsiye edeyim.
Benim ilginçliğim size bir şey ifade etmeyebilir ama yaşadığım ilginç olaylar belki kulağınıza küpe olabilir. İşte o olayların adresleri:
Bir fotoğrafın hikayesi (Ekim 2006 ),
Üçü de yaşamıyor bugün (Ekim 2006 ),
Meslek aşkı bir başka oluyor (Kasım 2006 ),
Her belgeye hemen inanmayın (Kasım 2006 ),
İlk soruşturma ve Hülya Avşar (Kasım 2006 ),
Sahir Hoca’nın hukuk dersi (Kasım 2006 ),
Hüsnü Özyeğin nasıl oldu Hüsnü Meselâ (Kasım 2006 ),
Bazen kumar merakı da işe yarar (Kasım 2006 ),
Konya usulü pazarlama tekniği (Aralık 2006 ).

27 Ağustos 2009

Bir başka Zafer Bayramı!

Ben onu bunu bilmem. Bildiğim tek şey:
“ Ne Mutlu
Türküm Diyene”.

24 Ağustos 2009

Yedi yıl sonra meyve veren kayısı!...

Her zamanki gibi bardaktaki çayı bırakıp gitmedi. “Akın bey” dedi. “Malatya’dan kayısı fidanı ister misin? Şekerpare dedikleri kayısı fidanından”.
“İsterim” dedim. 15- 20 gün sonra çaycımız kayısı fidanı ile yazı işlerine geldi. “İşte ağabey istediğin fidan”.
Teşekkür ettim. O gün fidanı Silivri’deki yazlığın küçük bahçesine diktim.
Aylar, yıllar geçti. Fidan serpildi gelişti ama kayısılardan bir haber yok.
Sanırım bu yıl yedinci yaş günüydü bizim kısır fidanın..
Geçen yıl kendi kendime söz verdim. Gelecek sene bu kayısıdan meyve alamazsak kesecektim onu.
Kış sonu üstü çiçek doluydu. Hoş her sene çiçek açıyordu ama meyve vermiyordu.
Komşularım çok bilgili ya. Kimi “güneş almıyor da ondandır” dedi, bir diğeri "aşı ister bu aşı. Aşı yaptırmalısın” şeklinde akıl verdi. Her kafadan bir ses çıktı, etrafımdaki uzmanlar! farklı teşhisler koydu.
Yaz geldi, ağacın üzerinde küçük meyveler oluştu. Tahminen 25-30 meyve.
Sonunda kayısı meyve vermiş, kesilmekten kurtulmuştu.
Siz siz olun, etrafınızdaki sözde uzmanlara pek kulak asmayın.
Şunu anladım artık. Her konuda her şeyi bildiğini sanan, ama bir şey bilmediği halde ahkam kesmeyi beceren bir toplum olduk gitti.

21 Ağustos 2009

Gezinme rekoru kıran Özdil yazısı!...

Dostlarım bilir; meslek arkadaşım, dostum, kardeşim Sevgili Yılmaz Özdil'in yazılarından bazılarını bu blogda sizlerle paylaşıyorum. Özdil tatilden döndü, ilk yazısı bir anda internet ortamında gezinme rekoru kırdı.
Yazı benim mailime de geldi.
İşte o yazı:

Al sana açılım

27 senedir gazetecilik yapıyorum... Ve, çalışma hayatımın en enteresan "sansür" olaylarından biri geldi başıma... "Açılım"ı destekleyen arkadaşların, iyi okumasını öneririm.
*Tatilden döndüm...

"Kürtçe" başlıklı bir yazı yazdım.
Bugün çıkacaktı.
*Şöyle başlıyordu:
"Kimimiz Türk, kimimiz Kürt, kimimiz Laz, kimimiz Çerkez... Yahudimiz, Rumumuz, Ermenimiz, Rus gelinlerimiz, Alman damatlarımız; uzatmayayım, ’mozaik’ derler, değiliz aslında, ’ebru’yuz, koskoca bir aileyiz... Ve, ortak bir vatanımız, ortak bir resmi dilimiz var bizim; Türkçe... Bizi, biz yapan."
*Şöyle devam ediyordu:
"Dünyaya entegreyiz; İngilizce de öğreniriz, Japonca da... Elbette, anadilini de, mesela Kürtçeyi de öğrenmek en doğal hakkıdır yurttaşların... Ama, bu doğal hakkı, ’açılım’ adı altında, ’resmi dil’ haline dönüştürmeye çalışmak, bizi biz olmaktan çıkarmaz mı? ’Bizi bize yabancı’ hale getirmez mi? İki lisanlı toplum olursak eğer... Birlikte yaşamak isteyen, sorunlarını konuşa konuşa çözme iddiasında olan, ancak, birbirinin dilinden anlamayan bir toplumu, hangi tutkal bir arada tutabilir?"
*Ve, şöyle bitiyordu:
"Silahla beceremeyen bölücülerin tuzağına düşmemeli Türkiye... Kanın durması için teröriste bile şefkat gösterilebilir; bakarsın, tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır... Fakat, farklı dil, kardeşi kardeşe yabancı haline getirir, ki, terörden tehlikelidir."
*Yazı buydu.
Peki "sansür" nerede?
Şurada...
*Yazıyı Kürtçe yazmak istedim!
*Hayır..
.Amacım, Türkiye’nin en etkin gazetesinde ilk Kürtçe makaleyi yazan kişi olmak değildi...
Yukarıdaki satırları okuyacaktınız ve anlamayacaktınız.
Amacım işte buydu.
*Araya "ikinci resmi lisan" girdiğinde...
Farklı etnik gruplara mensup olan, ancak, Türkçe konuşarak, Türkçe yazarak, Türkçe okuyarak "anlaşan" bir toplumun, nasıl aniden birbirine yabancılaşacağını görecektik...
Kanıtı da, bu yazı olacaktı.
*E hani sansür?
Buyrun...
*Kürtçe bilmediğim için, Türkiye Çevirmenler Derneği’ne başvurdum, "Bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istiyorum" dedim. "Hay hay" dediler, İstanbul’daki "yeminli tercüme bürosu"nun telefonlarını verdiler. Aradım...
"Hay hay" dediler, Kürtçe tercüman bulmak için iki gün izin istediler ve çevirme ücretinin de 180 lira artı KDV olduğunu belirttiler...
"Hay hay" dedim, fatura bilgilerimi gönderdim, yazımın Kürtçe tercümesini beklemeye başladım.
*İki gün sonra...
Türkiye Çevirmenler Derneği’nden aradılar...
"Kürtçe tercüman bulduklarını, hatta 8 tane Kürtçe tercümana başvurduklarını, ancak 8 tercümanın da bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istemediğini" söylediler...
*Allah Allah!
Niye birader?
"Yazının içeriğini uygun bulmamışlar!"
*(Bu arkadaşlar "yeminli" tercüman ama, yeminleri bi acayip...
İçeriğini beğenirlerse, tercüme ediyorlar, beğenmiyorlarsa, etmiyorlar... Sanırsın, tercüman değil, sansür kurulu!)
*İşte böyle...
Terör, bizi bölemez.Lisan, böler.Cart diye.
*Bizi bize yabancı eder.Kanıtı da bu yazı.

17 Ağustos 2009

Uçtu uçtu, torun Mete uçtu!...

Deniz kıyısında çektiğim fotoğrafı facebook’a koymuştum. Torunum Mete’nin havada uçtuğu anı.
Dostlarım ve yakınlarım bu kareyi blogda da yayımlamamı istediler.
Umumi istek üzerine uçan Mete huzurunuzda!...

9 Ağustos 2009

Kabuklu cevizde kazıklanma zamanı!...

Taze ama henüz olmamış cevizlerin içleri!....
Bizim yazlığın bulunduğu semtte cumartesi günleri pazar kuruluyor. Yazlıkçıların ucuz diye akın akın gittiği bir pazar bu.
Geçen cumartesi eşimi pazarın bir ucunda bıraktım, ben de diğer ucundaki otoparka arabamı park ettikten sonra geriye doğru yürümeye başladım.
Pazarın ortasında buluştuk.
Çok sevdiğimi bildiği için eşim "kabuklu ceviz aldım sana" dedi. Malum doktorlar henüz ilaçlanmadığı için kabuklu cevizi tavsiye ediyorlar. "İyi yapmışsın" dedim. Eve geldik.
İlk cevizi kırdım. İçi henüz olmamıştı. Bir kenara koydum. İkinci cevizi kırdım. Yine olmamış. İşkillenmeye başladım. Üçüncü cevizi kırdım. İçi yine aynı...
Ben "bu iyidir" ümidiyle kırıyorum cevizleri, içi olmamış çıkıyor. Öfkeyle tüm cevizleri kırdım. Çıka çıka bize bir avuç ceviz çıktı. O da minik parçalar halinde. Eşime "kilosu kaçtandı" diye sordum. "12 lira" dedi. "On iki kere haram olsun bu malı satanlara" diyebildim ancak. Pahalı satabilmek için cevizleri olmamışken dalından koparanlara, çuvala koyup pazarda göz boyayanlara......
Üstelik satıcı, eşime "abla kırayım bir tane" demiş ve önünde ayırdığı iyi cevizlerden birini kırıp göstermiş.
12 liraya 30 gram ceviz.
Siz siz olun, kabuklu ceviz alacaksanız cevizi mutlaka siz seçin. Hatta kıyıdan köşeden birkaç ceviz seçip satıcıya kırdırın. İkna olduktan sonra kabuklu ceviz alın.
Yoksa bizim gibi "kazığı yemeniz" işten bile değildir.

4 Ağustos 2009

Dede toprakları TİKVEŞ’teki heyecan !...

Kavadar'da bizleri heyecanlandıran çınar...
Nihayet dede topraklarındaTikveş’teyiz! Özel bir amaçla çıkılan bu gezinin en heyecanlı kısmına gelmiştik. Yaşı sekseni geçmiş büyüklerimiz buralardan çocuk yaşta ayrıldıkları için hatırladıkları kadarıyla doğup büyüdükleri evi, büyük çiftliği, eskiden sahip olunan köyleri bulmaya çalıştılar. Biz de babalarımızdan annelerimizden kulağımızda kalan bilgilerle ve tespit edebildiğimiz yer isimleriyle yardımcı olmaya uğraştık. Kavadar’daki ev kalmamıştı; buna rağmen “evin yanında büyük bir çınar ve yakınında köprü vardı” anısıyla hiç olmazsa mevkiini bulduk. Köprü tabii yenilenmiş, çınar ise birkaç yüz yıllık olduğu için hâlâ dimdik ayaktaydı.
Şarap fabrikasından bir görünüş...
Tikveş bölgesi şaraplarıyla meşhur. Bugün buradan bütün Avrupa’ya şarap yollanıyor. Büyük bir şarap fabrikasında tadım yaptırdılar. Çeşitli şarapları füme et ve peynir eşliğinde sundular. Yüzlerce dev fıçı, keskin bir şarap kokusu ve tatma ölçüsünde olsa da içtiğimiz şaraplar başımızı döndürdü.
Şimdi Popova Kula adıyla restoran olan dede çiftliğinin yeni hali ve kuleden çevrenin görünüşü (üstte).
Kavadar küçük bir şehir. Hatta şehir bile denemez, bizim kasabalara benziyor. Ama bizim için özelliği olan bir yer. Zaten eskiden dede evinin bulunduğu yerden başka bir yeri de gözümüz görmedi. Kavadar’da biraz gezdikten sonra Demir Kapia’ya yani Demir Kapı’ya gittik. Burada Ribar ailesini kim bilir kaç yüz yıl beslemiş olan kuleli çiftlik vardı. Çanakkale şehidi dedemin hayatta kalan tek erkek kardeşi, artık Makedonya’da yaşamaktan ümit kestiği zamanda Kral Aleksandr’ın çoktandır istediği bu çiftliği ona satarak ailesiyle Türkiye’ye gelmiş. Eskiden “Bey Kulesi” denilen bu bina, artık “Popova Kula” adıyla şarap lokantası olarak kullanılıyor. Popova Kula restoranı, orijinaline sadık kalınarak restore edilmiş. Kule, eskisinden on metre daha yükseltilmiş, içine asansör konmuş, üst kattan harika bir manzara görünümü sağlanmış. Restoranın müdürü, bizim kim olduğumuzu anlayınca oldukça heyecanlandı. “Topluca resminizi çekelim, restorana asalım; buranın eski sahiplerini herkes görsün” dedi. Arazi göz alabildiğine üzüm bağlarıyla kaplı. Eskiden Kavadar’daki evde de çiftlikte de meyve saklama odaları gibi özel şarap saklama odaları varmış. Dindar büyük anneler, şaraplara tuz atarak akıllarınca evdeki gençleri bu yasak içkinin günahından korurlarmış.
Türk köylerindeki çocuklar bizleri ilgi ile izlediler.
Çiftlik yakınındaki Türk köyünde yaşayan yaşlılara dedelerimizin izlerini soruyoruz.
Çiftliğin yakınında, adını yine eski tapulardan ve kayıtlardan öğrendiğimiz kadarıyla eskiden bizim aileye ait olan köylerden birine de gittik. Bir Türk köyü. Yaşlı bir nine, köy sakinlerinin yüzyıllar önce Konya’nın Karaman bölgesinden geldiklerini söyledi, tıpkı bizim aile gibi.
Kuzenler hep beraber, yerel rehberimizle birlikte anı fotoğrafı çektiriyoruz.
Başka gezilere benzemeyen bir geziydi. Çok değişik duygularla memlekete döndük. Mutluluk, ölmüş büyüklerimize özlem, daha önce gelmediğimiz için pişmanlık…
Biz kuzenler, kimimiz İstanbul’da, kimimiz İzmir’de kimimiz Ankara’da yaşıyorduk ve bazılarıyla çok seyrek görüşüyorduk; ama bu gezi ile geçmişimizle yüzleşmiş, aynı büyük babanın torunları olduğumuzu hatırlayıp daha sık görüşmemiz, birbirimizden kopmamamız gerektiğini anlamıştık. Köklerimizi aramıştık ve bir ölçüde de bulmuştuk.
Eşimin kuzenleriyle yaptığı "dede topraklarına yolculuk" burada bitiyor.
Eşime bu geziyi yazıları ve fotoğraflarıyla birlikte bizimle paylaştığı için teşekkür ediyorum.
Punto

28 Temmuz 2009

Resne ve Manastır'dayız!...

Resneli Niyazi Bey'in Louvre Sarayı'ndan esinlenerek yaptırdığı sarayı.
İttihat ve Terakki’nin üç kişisinden biri olan Resneli Niyazi Bey olmasa Resne şehrini belki de hiç bilmeyecek veya önemsemeyecektik. Yakın tarihimizden bildiğimiz Niyazi Bey, 31 Mart Vakası üzerine Selanik’ten İstanbula yürüyen ve II. Abdülhamid’e karşı ayaklanan, Meşrutiyet’in ilanını sağlayan Hareket Ordusu’nun önde gelenlerindendi. O zamanlar Hürriyet kahramanı sayılmıştı. Resne’de evinin yakınında küçük bir kasabaya göre çok görkemli bir saray yaptırmış.Maceralı bir hayat sürmüş, dağa çıkmış, kelle koltukta yaşamış; ama ölümü hiç yoluna olmuş. Tren beklerken koruması tarafından vurulmuş. Hatta “Ne şehittir, ne gazi/ Hiç yoluna gitti Niyazi” sözünün onun ölümüyle halkın dilinde kaldığı söylenir. Manastır'ın tipik evlerinden bir görüntü.
Resne’den yarım saat uzaklıktaki Manastır şehrine geliyoruz. Manastır’ın adı artık Bitola. Hem Osmanlı hem Balkan izlerini taşıyor. Güzel evleri olan, yirmiye yakın konsolosluğun bulunduğu, temiz bir şehir.
Televizyon dizisi Elveda Rumeli'de kullanılan karakol. Karakol artık turistik olmuş.Atatürk'ün okuduğu askeri idadinin (lise) girişi.
Bizi en çok ilgilendiren yapı, Atatürk’ün okuduğu ve ikinci olarak mezun olduğu Manastır Askeri İdadisi (Lise) oldu. Bina şimdi Manastır kültür müzesi olarak kullanılıyor. İkinci katı Atatürk Anı Odası olarak tanzim edilmiş. Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı zamanında iki devletin girişimiyle bu kat düzenlenerek son halini almış. Güzel bir salon olmuş. Müze görevlisinin söylediğine göre de her yıl yenileniyormuş. Orgeneral İlker Başbuğ da Manastır kökenli olduğu için burasını da ziyaret etmiş. Onu da belirtiyorlar.
Askeri İdadi'nin genel görünüşü.Atatürk'e ayrılan anı odasının giriş tabelası.
Anı odasından bir bölüm.
Bu müzede anlatılan bir de aşk öyküsü var. Lise talebesi Mustafa Kemal ile Makedon kızı güzel Eleni Karinte’nin aşkı! İki gencin aşkı o yıllarda olay olmuş, Eleni’nin babası kızını eve kapatmış, sonra söylentilere dayanamayarak şehirden göç etmişler. O yılları yaşayanların sonraki kuşaklara, onların da bize aktardığına göre Eleni dünyaya küsmüş, hiç evlenmemiş. Müze görevlisinin elinde Eleni’nin yıllar sonra Atatürk’e yazdığını tahmin ettikleri bir mektup da var. Gelen her Türk kafilesine okuyorlar galiba.
Çok seneler geçti, ben hâlen her gün senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan beni hatırla ve kağıttaki göz yaşlarımı görebileceksin…Fakat balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum…Babam beni hiçbir zaman affetmedi ve ben de kendisini affetmedim… O zamanlardaki gibi artık genç ve güzel değilim… ” gibi bozuk bir tercümeyle çevirdikleri cümlelerle dolu bir aşk mektubu.
Türkülere konu olan havuzla cami.
“Manastırın ortasında var bir havuz, canım havuz/ Bu yurdun kızları hepsi de yavuz, biz çalar oynarız/ Manastırın ortasında var bir çeşme,canım çeşme/ Bu yurdun kızları hepsi de seçme, biz çalar oynarız/Manastırın ortasında var bir cami, canım cami/ Bu yurdun kızları hepsi acemi…”
Bu türkünün havuzu da çeşmesi de camisi de aynı meydanda. Hepsini bir arada görebiliyoruz. Türkünün belgesel özelliği de ortaya çıkıyor.