Haberden habersiz habercilere en yakın örnek denizde dehşet! Olayı
duyurmak gazeteci işi değil mi? Gazeteciliğe bakalım... Haberi verenler GEMİ diye
başladılar. Hemen bütün TV’ lerin hızlı ve kendinden emin habercileri! Gemi
diye bitirdiler... NE GEMİSİ! Bahsedilen gezi teknesi idi... Tahmin
ederim 7-9 metre arası bir gezi teknesi... Motor sıkışması ile tekne yanmaz... Motor
ısınması pistonları eritebilir ve motor çalışmaz... Alev alev yanan teknenin
başka bir gerekçeye ihtiyacı var... O alevlerin oluşması için! Yanmak için! Amatör
bir kaptan bile yangın kıçta çıkmış ise rüzgâra baş verir... Hareketsiz kalmış
ise baştan bir halat atıp yardıma gelenlerden tekneyi rüzgâra çevirmesini ister.
Tekneyi yedeğe alır... Ve başüstünü alevlere kapatmış emin bir alan açmış olur!
Alevler başa doğru gitmez... Yolculara değil, rüzgârla arkaya doğru, uzağa
gider... Tekne rüzgâra borda vermiş. Yani sallanmayı en üst noktaya taşıyan bir
konuma gelmiş... Bu durumda yardım edecek teknenin de yanaşması en zor konuma gelmiş...
Daha fazla yazmayayım... Yazdıkça canım sıkılıyor... Neden gazetecilik bu
noktada? Bugün üstünkörü veya kulaktan dolma bilgilerle hemen herşey
geçiştiriliyor! Bari deniz vasıtalarını, 5 dakikanı ayır, internetten öğren... Geniş
ayrıntı kalsın... Sandal-Bot-Yelkenli-Kayık-Balıkçı teknesi-Yolcu Gemisi-Şilep
-Tanker kelimelerini gör. Her denizin üstünde yüzen şeye gemi deme... Ve gezi
teknesinde karar kıl! Haberi yok sayan siyasi düşünce çemberinde kalanlar artık
asla gerçeği aramayı düşünmüyor! Geride kalan olayların da içindeki tehlike
bilgisizlik değil mi? Bugün okura sunulanlar olması gereken çizgiden çok uzak...
Bilgisizliğin ve dedikodunun esiri... Şu sıra daha sempatik olmam gerekiyor ama ara verirken üslup değiştiremiyorum.
Sık sık “o dönem geçti ağabey” deyip küçümseyenlere ara
verirken hatırlatayım! O dönem gerçekten geçti... Geçti de ne oldu?
Gazetecilik ilerledi mi? Saygısızların artmasından başka... Teknoloji iletişimi
inanılmaz kolay kıldı... Ve değişen ne ise o şey gerçeği bulma ve ifade etmeyi
o ölçüde zora soktu!
Bilmediğini bilmeyenlerin mutlu cenneti yaratılmadı mı? Kendi alanında
bilgili muhabirin kıymeti bilinirdi. Özellikleri ile aranır, değerlendirilirdi!..
Deniz muhabirleri-Beyoğlu muhabirleri yok edildi... Polis adliye muhabirlerinin
bir bölümü de haber yazma yerine bavul dolusu belge ile şöhret olmuyorlar mı?
Meslek örgütü (TGC) bile yıllanmış üyelere saygıyı arşive kaldırdı! Bütün
bu sıkıntılar beni daha az okur, daha az haber dinler yaptı... Pek çok eski
arkadaşımın zaman zaman çaresizlikleri, tek başına kalışları içimi kararttı... Tutuklu
olmaları, değersiz kılınmaları yüreğimi de soğuttu... Çaresizliğimi yenemiyorum!
Çaresiz kalmaktan ise şimdilik terk ediyorum... Ara veriyorum...
.......................................
Evvelki gün, gece yarısı ter içinde uyandım... Elinde Votka şisesi Roslan
kapıya yaslanmış sesleniyordu...“Çok derin uyuyorsun... Roslan’ı hatırla...”
Roslan... Nefretin, ırkçılığın kol gezmeğe başladığı şu dönemde daha sık
rüyama giriyor. O gece de beni sarstı! Hikâyesini ancak yarıya kadar
yazabildiğim ve ondan sonra da yan çizdiğim ROSLAN...
Her zaman gülen yüzünü görür gibi olduğum, onu düşündükçe karmakarışık
duygulara kapıldığım Roslan... Bu kez haklı... Büyükannesi koyu
hristiyan, çocukluğunu yanında dolu dolu ve mutlu yaşadığı dedesi Yahudi
kökenli, annesi Letonya’ da tanınmış bir ressam protestan ve babası Kafkas
asıllı beş vakit namazında biri, Ahmet Beyin oğlu Roslan... Canbek Havjoko...
*Roslan “Ne zaman çocuk, ne zaman savaşın erken pişirdiği,
yüreği nasırlı acımasız bir asker, ne zaman üç kağıtçı, ayyaşlık çizgisine
yakın sarhoş, ne zaman söz verince asla dönmeyen bir delikanlı, gözü kara bir
aşık, sadık bir baba olduğu anlaşılmazdı. Oysa bir kaç sohbetten sonra hâlâ ana
kokusuna hasret koca bir bebek, hayatın her döneminde sevgi arayan bir çaresiz
olduğunu hissederdiniz.”
*“Adın
ne senin?”
“Roslan Canbek Havjoko... Nüfus cüzdanımda adım
Rüstem diye yazılmış olabilir.”
“Ne
demek olabilir! Hangisi senin adın oğlum. Rüstem mi değil mi?”
Kızıyordu.
Daha önemli bir işi vardı herhalde. Bela gibi mutlaka ben çıkagelmiştim! Her
işte ne terslik varsa beni bulur ya..
“Rüstem
Canbek efendim.”
“Roslan
dedin... O ne oluyor? Kazık kadarsın, adını da mı bilmiyorsun?” “Kaçlısın?”
“1928 doğumluyum.”
“Ohoooo... Tarih
öncesi gibi... Oğlum nerede idin? Dur bakalım bir dosyana. Hilmi çavuş... 28'lilerin
dosyasını çıkar bakalım. Kayıtları kontrol edelim! Kumandan benim dosyam ile
meşguldü. Sararmış dosya kapağını çevirir çevirmez yüzünün şekli değişti rengi
kıpkırmızı oldu. Masadan kalkışı gerçek bir patlama idi... Öyle bir tokat geldi
ki sol yanağıma bir an hiç bir şey duymaz oldum... Her yanım çınlıyordu. Yakın
siperden atılan el bombası refleksi idi benimki
fırladım... Kapıdan merdivenleri atlayarak ikişer üçer inerken
binbaşının sesi tüm katı inletiyordu!
“Ulan hergele. Sensin o deyyus demek ki. Yıllardır
kaçıyorsun haaa!.. Sır olmuş tüymüşsün... Yıllardır kim bu deyip bizi peşinden
koşturan deyyuz sensin haaa...”
*Aahen 1941
Binlercesini işittiğim halde, her seferinde
şaşkınlığımı yenemiyordum. Dalgalı siren. Tehlike... Düşman uçaklarının en geç
yirmi dakika sonra tepemizde olacağının işareti. Kimin ölüp kimin kalacağının
meçhul olduğu bir gösterinin bedava açılışı ve bitmeyen anonsu. Sirenler... Sirenler...
17 yaşına basan Alman üniformalı çocuk
askerin yüreğine kazınmış ilk sesler...
*POLONYA 1938-39-Masa yeniden kalabalık
hal almıştı... Uykuya dalarken Kafkaslılar ve dost Polonyalılar mücadele kararı
almıştı... O gün babam beni biraz daha erken uyandırdı... “Oğlum.. Bak dedi... Buradaki Polonyalılarla birlikte mücadele etmek
zorundayız... Şimdi senden büyük biri gibi davranmanı istemek zorundayım... Şu
andan itibaren çocuk değilsin. Savaş bazen insanları olduğundan çabuk
olgunlaştırır.
*En
yakın kümeye sokuldum. Bıçağım yoktu. İri yarı bir adam iki ayağını açmış,
etrafındakileri eli ile iterek atın arka ayağından koca bir et kesiyordu. Atın
boynundan akan kan, koyu kızıl yapmıştı hafif kumlu zemini. Atın başını gördüm.
Alnının ortasında beyaz leke çamura bulanmıştı. Gözleri kapanmış. Onu
tanıdım...Bindiğim çalıştığım attı!
Roslan’ı son olarak Haydarpaşa Hastanesinde
gördüm... 17 yaşında savaşla tanışan ve ömür boyu hayatın tokatını yiyen genç
adam ülkesine döndüğü ay “asker kaçağı” olarak da şube komutanından da tokatı
yemişti! Son tokat ve son durak... Boynu bükülmüştü... Hayatta olduğu gibi! Onu
yatağında ilk kez çok sakin gördüm. O beni görebildi mi emin değilim... Baygındı...
Elini tuttum... Parmaklarımı sıktı... Eğildim... Gözleri sabitleşmişti... Dudakları
kıpırdar gibi oldu... “SEVGİ yiii
aaaaraaaa!”
Şimdi yazmak istemediğim bir dönem! Bir süre
ara verip, onun yarım kalmış hikâyesini tamamlamak istiyorum... Biliyorum...
Yoksa her gece rüyamda başucuma yerleşir... Nöbet tutar! Yeniden buluşma umudu
ile...Sevgiyle kalın!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder