11 Ekim 2008

Korkutan ama vazgeçilmez ziyaretçiler!...

Mevsim gelmiş, kış uykusundan uyanmıştık. İki çift saydam zar kanadımla yiyecek bulmak için bir oraya bir buraya uçuyordum. Petek şeklindeki bir çift bileşik ve üç adet basit gözümle ortalığı tarıyorum. Bileşik göz ana arımızda üç bin, bizlerde yani işçi olanlarda dört bin, erkeklerimizde ise sekiz bin basit gözün birleşmesinden meydana geliyor. Onun için hiç şeyi kaçırmayız gezdiğimiz zaman.
Başımızda bir çift duyarga vardır. Bunlarla koku, tat ve dokunma, hissetme duyularımızı sağlarız. Duyargalarımızın içerisindeki sinir uçları ile rüzgar hızını ve hava sıcaklığını da algılarız. Dilimiz 6-7 mm arasındadır ve türlerimize göre değişir. Göğüslerimiz çok önemlidir. Bizim hareket merkezimizdir. Orta bacaklarımızın üzerinde polen fırçası denilen sert tüyler vardır. Bunlarla çiçeklerdeki polenin göğüsten ve ön bacaklardan arka bacaklara aktarılmasını sağlarız. Toplanan polenleri arka bacaklarımızdaki sepette toplarız.. Bizi biraz tanıdınız sanırım.
Gelelim hikayemize:
Sıcakların bastırmasıyla “bizimkiler” de yine yazlık evlerine gelmişlerdi.
Biraz geç kalmışlardı ama gelmişlerdi işte. Gelmelerine çok sevindik. Ekmek kapımız açılmıştı zira.
Her sabah uğrarım bizimkilere. Arka balkonda kahvaltı yaparlar. Gözüm hep tatlılardadır. Özellikle reçellerde. Ama bizimkiler reçelleri bir kap içinde saklarlar. O kabın etrafında dolaşmak, kapağının açılmasını beklemek “sabır işidir” benim için.
Günler böyle sakin sakin geçerken bir hafta sonu telaş başladı “bizimkilerde”. Birileri gelecekti, bu bizim de işimize gelirdi. Zira misafirlere çıkarılacak yiyeceklerden biz de nasibimizi alabilirdik.
Gele gele bir çocuk geldi misafir olarak. Saçları dibinden kesilmiş, gözleri fıldır fıldır bir çocuk. Yerinde duramıyor, her tarafı keşfetmek için bir o tarafa koşuyor bir bu tarafa. Peşinde de büyük hala.
Çocuğun bize göre en iyi huyu eti çok sevmesi. Sürekli et pişiyordu onun için. Ben ve arkadaşlarım etten bol bol koparıyoruz, arka ayaklarımızdaki sepeti dolduruyoruz. Keyfimize diyecek yok. Ufaklığın şerefine bol bol et pişiyor, biz de etin başına üşüşüyoruz. Bir gün biz ete yapışmışken ufaklık gördü beni. Öyle bakakaldı. Dedesine döndü nedir bu dercesine. Dede anladı hemen. Anlattı “Bu bir arı. Etten, reçellerden, çiçeklerden malzeme topluyorlar. Sonra bize bal yapıyorlar” dedi. Ufaklıkla tanışmamız böyle oldu.
Hafta sonu ufaklığın annesi ve babası geldi bizimkilere. Anne tedirgin bakışlarla bizleri şöyle bir süzdü. Tehlike çanları çalıyordu. Hemen hissettim. Anne bizden korkmuştu, sadece savunma için kullandığımız zehir kesesine bağlı iğnemizi ufaklığa batıracağımızdan çekiniyordu. Halbuki iğnelerimiz geriye çentiklidir; bu yüzden birisini sokunca iğneyi geri çekemeyiz. Bunun için hayatımızı tehlikede görmediğimiz sürece kimseyi sokmayız. Korkusunu anlıyorduk.
Evin büyüğü ile bir şeyler konuştu. Masaya kap getirdiler. Kabın içine kahverengi bir toz döktüler. Ve yaktılar. Ortalık bir anda duman oldu.
Biz dumandan nefret ederiz. Hele kahve dumanından. Aman aman!. Hemen uzaklaştık masadan.
Arkamızdan ufaklığın bizi aradığını hissettim ama duramazdık oralarda artık. Yuvamıza çekildik, kahve dumanı salmayan başka bir balkon aramaya başladık.

Hiç yorum yok: