28 Şubat 2009

Balıkları yok eden de biz, ağlayan da biz!...

BALIKÇILIK ANILARIM (3)
Yılbaşında havaların ve deniz suyunun iyice soğuması nedeniyle balıklar Akdeniz’den gelip Karadeniz e giden sıcak suların olduğu Boğaz’ın kanal dediğimiz derinliklerine iner orada yatardı. ( Kanal yani ters akıntı Kuzeyli rüzgarların şiddetine göre satha doğru yükselir veya dibe yaklaşır. Uzun süren Güneyli havalarda ise Akdeniz den gelen akıntı hızlanır Güney’den Kuzey’e doğru artarak akar ve tüm boğaza yayılır. Bu akıntıya Orkoz denir. Orkoz kanalı bozar, dip suları da Karadeniz’den gelen soğuk suyla karışınca balıklar kırgın yer. Halk deyimiyle Balığın kulağına kar suyu kaçtının açıklaması budur).
Uskumru dip ağcılığına Boğaz’ın Karadeniz tarafından başlardık. Dip ağcılığı günlerin ilerlemesiyle Boğaz içinde devam ederdi. Ocak ayının sonlarına doğru Arnavutköy’e gider, oradan dip ağcılığına devam ederdik. Her balığın dip ağı başkaydı. Akıntı burnuyla Ortaköy arasında Uskumruya dip ağı kurardık. Torik daha çok Ortaköy’le Sarayburnu arasında yatak yapardı.
Lüfer Sarayburnu, Adaların Kuzeyi ve Kumkapı civarında olurdu. Palamut ise Adaların Güney’i Yalova Çınarcık arasında yatardı. Bizde balıkların durumuna göre ağ kurardık. Dip ağcılığı şubatın sonlarına kadar sürerdi.
Dip ağcılığından sonra Kalkan paraketesi başlardı. Ağaçlı açıklarından Romanya açıklarına kadar paraketecilik yapardık. O mevsimde kalkan balığı Boğazdan gelip Bulgaristan’ın Burgaz Körfezi açıklarına kadar gidip orada biten kanalın açık tarafında olurdu. ( Boğazdan çıkan kanal Fener’ lerin açığında ikiye ayrılır bir kolu doğru açığa gider ve derin sularda biter. Diğer kol ise batıya döner, Podima -Yalıköy açığında çatallaşır ikiye ayrılır ve Bulgaristan’ın Burgaz Körfezi açıklarında biter. Bulgaristan açıklarında kurduğumuz kalkan ağlarına Boğaz’dan dip sularıyla gelen gazeteler Yoğurt kaseleri vs. takılırdı).
Kalkan paraketesine yem olarak bolluğuna göre uskumru, sargana, veya istavrit takardık. Bir günde 6500 olta parakete atıyor ve çekiyorduk. Ertesi günde yine 6500 olta parakete atıp çekiyor ve Fener’ e dönüyorduk.
Bu böyle nisan başına kadar sürüyordu. Nisan başında Kalkan ağcılığına başlıyor ve mayıs sonunda bitiriyorduk.
Haziranda tekneleri karaya çekip ağustos ortalarına kadar tekne ve ağların bakımını yapıp yeni sezona hazırlanıyorduk.
Şimdi ise bir yılda ancak dört ay balık oluyor ama her yıl değil. Sorunlar büyümüş, balıkçı borçlu. Borcunu ödeyemiyor.
Tabii bu duruma gelmede herkesin rolü ve kusuru var. Hesapsız avlanma, avlanma araç gereçlerinin bitirmeye yönelik olması bu durumu yarattı. Bunda hepimiz suçluyuz.

25 Şubat 2009

Ah o eski "balıklı günler" Ah!...

BALIKÇILIK ANILARI (2)
Çocukluğumda denizlerimizde balık çoktu. Palamut sezonu eylül ayının başında başlar, kasımın ilk on günü içinde biterdi. Ağustosun sonlarına doğru tayfalar gelirdi. Tayfalar daha çok Perşembe, Bulancak, Akçaabat tan gelirlerdi.
O zamanlar daha vinlex yoktu, çalışırken iş kıyafetleri kalın amerikan bezinden dikilirdi.
Sonra düdüğün (Rumelifeneri’ndeki düdük) altındaki duvarın üzerinde kat kat bezir yağı sürülerek su geçirmez hale getirilirdi. Bunlara balıkçı muşambası denirdi.
Bu iki buçuk aylık Palamut (Alamana) sezonunda hem iç piyasa doyar, hem de buzhaneler, tuzlayıcı depoları dolardı.
Ayrıca gemilerle Yunanistan’ a bile gönderilirdi. En hoşuma giden şeyse balık yüklü yedek motorlar kalenin başından görününce buda mı yalan falanca reisin motoru yüklü geçiyor diye bağırarak çarşıdan aşağıya doğru koşardık. Eğer balık yüklü motorda bayrak asılıysa o motorun torik yüklü olduğu anlaşılırdı. O zamanlar Lüfer balığına ağ sarılmazdı. Lüfer dişli balık olduğu için ağları kesiyordu. Lüfer daha çok oltayla tutuluyor, lokantalara ve meyhanelere gidiyordu.
Sezon sonu palamutçuluk paydos edilir hesap görülüp pay yapılır ve tayfalar memleketlerine dönerlerdi.
Palamut sezonunun sonundan (Alamanacılık) uskumru sezonu başlayana kadar ki 10 – 15 gün uskumru çapariciliği olurdu.
Gece Rumeli feneri’den hareket eder, gün açımında balık suyunda olurduk.
Işımayla birlikte çaparileri suya indirir, balığın bulunduğu derinliği tespit edip o suda avlanmaya başlardık.
Bizim motordan üç çapari atabiliyorduk. Kısa köstekli cürüm çaparisi 40 oltalı olurdu. Biz beş kişiydik, babam, Ali abim ve Hayrullah abi avlayıcı, amcam ve ben ayıklayıcıydık.
İki buçuk saatte 6500 – 7000 tane uskumru tutar, o balıkları Sarıyer’ de satardık.
O işin en zevkli tarafı Sarıyer’ e giderken bütün motorlarda mangallar yakılır, uskumrular ızgara edilirdi.
Fener’e dönünce biraz istirahat eder, gecede Basri ağabeyin kahvesinde yeni çapariler bağlardık.
Uskumru çaparisinde kahve rengi hindi tüyü kullanıyorduk. Bunun sebebi tüy beyaz olursa çapariye istavrit geliyordu ve çapariyi bozuyordu.
Kasımın 15 inden sonra yeni tayfalar geliyor ve uskumruculuk başlıyordu. ( Bu arada Lüfer, Palamut, ve Torik Marmara’ ya geçtikten sonra uskumru boğaz ağzına yaklaşıyordu.)
Uskumru da palamut gibi halkın çok sevdiği bir balıktı, şimdiki istavrit gibi fakirin kuru fasulyesiydi.
Uskumru da bol olduğunda buzhane ve tuzlayıcı depolarına götürülür orada değerlendirilirdi.
Bazen de çok tutulunca satılmaz palamut gibi oda Sarayburnu’ ndan denize dökülürdü.
Şimdiki bu kıtlıklara birazda o hesapsız yakalama sebep olmadı mı acaba?
Yılbaşından sonra uskumru da boğazdan içeri girer ve havalar soğuduğu için balık sıcak olan derin sulara indiğinden artık gırgırlar tarafından tutulamaz ve sezon biterdi.
Artık İstanbul boğazında dip ağcılığı başlardı.
İnsana hikaye gibi geliyor şimdi bu anlattıklarım değil mi?

20 Şubat 2009

Kızılırmak çamurundan kırlangıç yuvası!....

Karadeniz gezisinin dönüş yolundaydık. Sinop’a doğru gidiyorduk. Kızılırmak kenarında bir lokantanın önünde mola verdik. Merakla Kızılırmak kenarına koşuştuk. O dönemde sayın Gökçek Kızılırmak suyuna göz dikmemişti. Nehir başına geleceklerden habersiz sakin sakin akıyordu.
Lokantanın duvarında bir çıkıntı dikkatimi çekti. Eşim bu konularda daha bilgilidir. “Kırlangıç yuvası” dedi.
Ben de hani içinde kırlangıç vardır, kafasını da çıkarır, etrafa bir bakar nedir bu gürültü diye beklemeye başladım. Epeyi bir süre bekledim. Otobüs neredeyse kalkmak üzereydi. Sabrın sonu selamet derler ya. Doğruymuş. O meraklı bakışı yakaladım ve deklanşöre bastım.
Bizim kırlangıç gerçekten evini çok güzel yapmıştı.
Biliyorsunuz kırlangıçların boyu 15-20 cm civarındadır. Karınları beyaz; baş, kuyruk ve kanatları siyah; alın ve gerdanları kahverengi parlak tüylüdür. Ağızlarını açarak uçarken sinek, sivrisinek gibi küçük böcekleri avlayıverirler.
Yaz sonunda böcekler azalınca Afrika’ya göç ederler. İlkbaharda geri dönerler. Dünya’nın her yerinde yaşayabilen bu kuşlar binaların çatı altlarına, saçaklarına ve pencere oyuklarına çamur ve kilden çanak şeklinde sağlam yuvalar yaparlar.
Bizim dişi kırlangıç da erkeğinin gagasıyla getirdiği Kızılırmak çamurundan yapmış bu yuvayı. Dişi kırlangıç, erkeğinin tükürüğüyle harç edip gagasıyla getirdiği çamurları toplamış, saman ve otlarla karıştırarak bir hafta içinde yuvasını tamamlamış. “Yuvayı yapan dişi kuştur” atasözünün en güzel örneği galiba…
Dişi kırlangıçlar geniş ve yassı gagalarını çamurları sıvamak için mala gibi kullanır, yuvanın girişine ancak bir kırlangıcın girebileceği kadar açıklık bırakırlarmış. Yuvanın eni yaklaşık 20 cm, derinliği 10 cm kadar olabiliyor. İçini de toplayabildikleri tüy ve kıllarla döşerlermiş.
Bir bilgi daha; diş kırlangıç, yazın tarçın renginde benekli 4-5 yumurta yumurtluyor. Eşler sırayla kuluçkaya yatıyorlar. Yavrular anne babaların ağızlarında getirdikleri böceklerle besleniyor. İki hafta içinde de gelişip yuvayı terk edip kendi başlarına kalıyorlar.

18 Şubat 2009

Gemi kazaları ve eğitimin önemi

Pazartesi gecesi saat 23. 00’de çalan telefonla irkildim. Arayan beraber çalıştığımız 2. Kaptanım Bülent kaptandı. "Olaylardan haberiniz var mı ?diye sordu. Gecenin bu saatinde aradığına göre mutlaka önemli bir şey vardı, hiç bir şeyden haberim olmadığını söyledim.
Birinci haber bizim gemide yangın çıkmış, Kefken açıklarında yanıyor” dedi. O haberi bende izlemiştim ama gemiyi geçen hafta satın alanlar ismini değiştirmişler ve hemen sefer göndermişlerdi.
“Deniz haber com’ da haberi geçmişler, geminin de resmi var” diye ekledi. “İkinci haber çalıştığımız şirketin Aslı- S isimli gemisi de Balıkçı adasına çarpmış, deniz kirliliği olmamış ama gemiyi yüzdüremiyorlarmış” dedi. Her iki gemide benim daha önce çalıştığım gemilerdi.
Çok üzülmüştüm. İyi kötü hatıralarımın olduğu gemilerin başına gelenler beni bir hayli üzmüştü.
Bülent kaptanın dediği gibi biz o yanan gemiyi teslim edene kadar üzerine titremiştik.
Aslında Gemilerle kaptanları arasında duygusal bir yakınlaşma olur o gemiler bizim evlatlarımız gibidirler. Zira her bir köşelerinde emeğimiz, alın terimiz vardır. Ayrıca oradaki emeğimizin karşılığında kazandıklarımızla da çocuklarımızı büyütüp okuttuk ve ailemizi geçindirdik.
Kazaların nedenlerini bilmiyorum ama daha önce yazdığım bir yazımda da eğitimin önemini vurgulamıştım. Yanan gemiyi alanlar bir haftada sefere gönderdiler. Eski personelden kimse yeni firmaya gitmemişti.
Yeni personelle donatılan gemide doğru dürüst role talimi yapılacak zamanları da yoktu. Yine de gemiyi terk edebilmeleri bile bence başarı.
Çok şükür can kaybı olmamış.
Aslı- S gemisini de salı günü saat 17 00’ da yüzdürmüşler. Herhangi bir deniz kirliliği olmamış. Bu olaylar eğitimin önemini daha da gerekli hale getiriyor.
Eğitim, Eğitim, Eğitim diyorum.

16 Şubat 2009

İstanbul’a sonunda kar yağınca!...

Eşim salondan seslendi; “gel bak her taraf bembeyaz oldu”. Şubatın ortasına gelmiş, lodos İstanbul’da karlı günleri unutturmuştu. Pencerenin kenarına oturdum. Eskiden okuduğum bir şiirin sözcükleri zihnimde kar taneleri gibi uçuşmaya başladı. Sonunda buldum. Nazım Hikmet’in kar şiiri. Deklanşöre bastım ve bu görüntüyü güzel şiirle sizlerle paylaşmak istedim:

Lambayı yakma,
bırak, sarı bir insan başı
düşmesin pencereden kara.
Kar yağıyor karanlıklara.
Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum.
Kar...
Üflenen bir mum gibi söndü koskocaman ışıklar...
Ve şehir kör bir insan gibi kaldı
altında yağan karın.

Lambayı yakma, bırak!
Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların
dilsiz olduklarını anlıyorum.
Kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum.

15 Şubat 2009

Güvercinlerin fendi, mühendisi yendi!...

Hayat bir yaşama tutunma savaşı değil mi? Tüm canlılar nesillerinin devamı ve yaşamları için büyük mücadele veriyor.
Bugünlerde gündem yaratma üstadı başbakan, şimdi de "köpek savaşlarını" başlattı. Bu polemikleri okurken aklıma bizim sitede yaşanan "güvercin savaşları" geldi. Nasıl mı?
Karşımızdaki binanın en üst katında bir mühendis ağabeyimiz oturuyor. Zaman zaman sohbetlerimiz olur. Sitenin sorunlarını tartışırız.
Site sakinlerinin özellikle dükkanların bulunduğu çarşı etrafında oturanların büyük sorunlarından biridir güvercin pislikleri.
Pencerelerdeki mermerler, onların gözetleme kuleleridir.
Oradan çarşıyı gözlerler ve ortalık tenhalaşınca yere inip kendilerine atılan yemleri kapışırlar. Bu bir kısır döngüdür.
Esnaf sevap yapmak için dükkanının önünü Yeni Cami önüne çevirir; binalarda oturanlar da mermerlere yapışan, kazı kazı çıkmayan güvercin pislikleri ile uğraşırlar.
Bazı komşular, pencerelerine kuşları kaçırmak için türlü türlü şeyler asarlar. Ama nafile. Güvercin boşluğu buldu mu konuverir gözetleme kulesine.
Güneşli bir gün, bizim odalarda dolaşan ışık yansıması dikkatimi çekti, nedir acaba derken gözüm karşı binanın pencerelerine takıldı; mühendis ağabeyimiz penceresine bir CD asmıştı.
Uzun süre öylece asılı kaldı CD orada . Güvercinler ürktü mü bilmiyorum ama bir süre sonra ağabeyimiz CD’ye sünger geçirdi. Sanırım CD cama vurdukça rahatsız olmuşlardı.
Zaman zaman gözüm takılır o pencereye. Bu yöntem işe yarıyor mu diye.
Sanırım az yarıyor.
Fotoğrafa bakılırsa güvercinler pek CD’nin yanına yaklaşmamışlar ama gözetleme işini yine de yapıyorlar.
Yaşam savaşı tüm hızıyla devam ediyor.
Sizin anlayacağınız "güvercinin fendi, mühendisi yendi".

10 Şubat 2009

Kovdum deyip kovmayan genel yayın müdürü!...

Geçenlerde bir yazımda bir genel yayın müdürünün nasıl patron gibi düşünüp ona göre hareket ettiğini anlatmıştım.
Şimdi size isimleri de yazıp bir başka genel yayın müdürü örneği vereceğim.
Bahse konu olan genel yayın müdürü rahmetli büyüğümüz Nezih Demirkent.
11 Şubat Nezih Ağabey’in ölüm yıldönümü. Onu bir kere daha rahmetle anıyorum.
Hürriyet’te çalıştığım günlerdi. Size hep gece ekibinden bahsetmiştim. Gece ekipleri kaleci gibidirler. Golü yediler mi iş biter.
İşte yine bir akşam Hürriyet yazı işlerine bir haber gelir. Vehbi Koç’un eşi Sadberk Koç vefat etmiştir.
Yazı işlerinin gece sorumlusu ( O da rahmetli oldu ) habere birinci sayfadan yer açar ve tek sütun verir. Buraya kadar her şey normal. Yalnız Hürriyet’te o dönemde bir kural vardır. Başlıkta aynı kelime birkaç kez kullanılmaz.
Gece sorumlusu başlığı atar: Vehbi Koç’un eşi Sadberk Koç vefat etti.
Başlığa bakar, “ehvah” der “iki tane Koç var” ve başlığı düzeltir:
Vehbi Koç’un eşi Sadberk öldü.
Ertesi gün yer yerinden oynar, Vehbi Koç, İsviçre’den Hürriyet’in sahibi Erol Simavi’yi arar. O dönemde bize gelen bilgilere göre Vehbi Koç Simavi’ye “eşime hakaret bu" der.
Bu kez Erol Simavi tutuşur, Nezih Demirkent’i arar, “o habere başlığı kim attıysa hemen kov” der. Nezih Ağabey’de ne desin “tamam, kovarım ” der.
İş bu kadarla bitmez. Erol Simavi atladığı gibi uçağa İstanbul’un yolunu tutar. Patronu havaalanında, Nezih Ağabey karşılar.
Patronun ilk sorusu “kovdun mu o adamı” olur. Nezih Ağabey “ Evet. Kovdum. İçiniz rahat olsun” der.
Erol Simavi memnun gazeteye gelir. Sanırım Vehbi koç’u arar ve yanlışı yapan gazetecinin kapının önüne konulduğunu bildirir.
Herkes memnundur o başlıktan sonraki gelişmelerden.
Şimdi diyeceksiniz ki eee! Ne olmuş?
Olan şu:
Nezih Ağabey yanlışı yapan gece sorumlusunun ismini vermediği için işten çıkarmamış, patrona “çıkardım” dediği halde yanında çalışanını bir kalemde harcamamıştır.
İşte böyle.
Nur içinde yatsın Nezih Ağabey.

5 Şubat 2009

Korsanlar gemileri nasıl soyuyor?

Son zamanlarda artan korsan saldırılarıyla ilgili beraber çalıştığım arkadaşlarımın başlarından geçen olayları sizlerle paylaşmak istiyorum. Hikaye-1 :
Nijerya’ ya sefer yapan bir gemide çalışan arkadaşımın başından geçenler:
Nijerya’ da yük alacakları limana gitmek için nehirden yukarıya çıkmaları gerekiyormuş. Yalnız nehir bir çok tehlikelerle dolu olduğu için nehir girişinde acenta vasıtasıyla para karşılığı güvenlik görevlileri tutuluyormuş. Nehirde ilerlerken ağaçlardan atlayan, botla gemiye çıkmak isteyen korsanlar oluyormuş. Bu güvenlikçiler ağaçlardan güverteye atlayanları vuruyor, botla gelip çıkmak isteyenlerin parmaklarını, ellerini palayla kesiyormuş. Şayet güvenlikçi almazsanız soyulmanız kaçınılmazmış. Bu arada can güvenliğinizde olmuyormuş.
Hikaye-2 :
Diğer arkadaşımın anlattığı olaysa şöyle:
Otuz altı bin tonluk eski bir dökmeci gemisiyle son seferlerine gidiyorlarmış. Yüklerini Bangladeş’ te boşaltıp gemiyi Hindistan’ da hurdaya verecekler, hava yoluyla da yurda döneceklermiş.
Bangladeş’ te pilot alıp orada da nehirden yukarı çıkmaya başlamışlar. Baş demir ırgatlarında arıza olduğunu pilota söylemişler. Pilot da "üç bin dolar verirseniz sorun çıkarmam yoksa durumu otoritelere bildiririm" demiş.
Gemiden o parayı verememişler. Yanaşacakları yere gelmeden akşam olmuş, nehirde uygun bir yere demirlemişler.
Sabah hareket edecekleri zaman pilot parayı alamadığı için “ırgatınızı yaptırın, ondan sonra kalkabilirsiniz” demiş. Durumu şirkete ve acenteye bildirmişler. Gemiye o gün tamir ekibi gelmiş, ırgatı söküp arızalı parçayı alıp gitmişler. Parçanın onarılıp gelmesi tam kırk gün sürmüş. Bu süre içinde geceleri gemiye botla yanaşan korsanlar çıkıyormuş. Gemi personeli her tarafı kilitliyor, hazırladıkları sopalarla ve kalın kablolardan yaptıkları cop gibi şeylerle gemiyi savunuyormuş.
Bazı geceler korsanlar ilerliyor, gemi personeli sıkı bir direnişle onları baş tarafa kadar sürüyor, tekrar döğüşe döğüşe geri çekiliyormuş.
Allah’tan ufak tefek yaralanmaların dışında can kaybı olmamış. Bu böyle geminin arızası giderilinceye kadar devam etmiş.
Gündüzleri gemiye teknelerle satıcılar geliyormuş. Arkadaşım gelen satıcıların arasından bazılarının gece gemiye çıkan korsanlardan olduğunu görüp “tanıyorduk ama bir şey diyemiyorduk” diye anlatıyor.
Kırk gün sonra arıza giderilmiş, yüklerini boşaltıp, gemiyi Hindistan’ da sökülmek üzere hurdacıya teslim etmişler.