7 Aralık 2022

Gürcistan’da 4.Gün: Zorlu parkur, Chalaadi Buzulu

 

Suzan Peker yazdı

Hem Mestia’da hem Gürcistan’da son gezi günümüz bugün. Yarın, Türkiye’ye dönüyoruz. Rize Havaalanı’ndan İstanbul’a uçup,  yaşamımıza yeni anılar eklemiş olarak gezimizi bitireceğiz. Ama önce biraz heyecan.

Kahvaltımızın ardından Chalaadi Buzulu yoluna koyulduk. Arazi araçlarına binip Mestia’dan 12 km sonra yürüyüşe başlayacağımız yere vardık. Bizi, Chalaadi Nehri üzerindeki asma köprü karşıladı. Beşik gibi sallan asma köprü sınavını, tellere tutunarak başarıyla geçtik. Önümüzde yeni sınavlar var.

 

 Chalaadi Nehri üzerindeki tahta asma köprüden dikkatlice geçtik.

Hemen bir parantez açayım. Burada bir baraj inşaatı devam ediyor. Yapımını da adını çokça duyduğumuz Türk firmalarından biri üstlenmiş.

Neyse biz yolumuza devam edelim. Yağmur yağmıyor, hava güneşli. Çam ağaçlarının arasından patika yola giriş yaptık. Ara ara eğimlenen yolda sarılar, yeşiller, turuncular, kırmızı ve beyaz mantarlar arasında ilerliyoruz. Tepelerden kopan küçüklü, büyüklü kaya parçaları çıkıyor karşımıza. Ağaçların arasından bakınca adeta  kayalardan oluşmuş  bir’ nehir’ görüyoruz.  Belli ki heyelan fazla. Yolun yarısında asıl nehre ulaşıyoruz. Chalaadi’nin şarkısına kulak verip biraz soluklanıyoruz. 

 Chalaadi Buzulu yolunda mola...

 Buzula kadar olan parkur yaklaşık 3 km imiş ama ben en az 10 km hissettim. Artık yaş mı dersiniz, acemilik mi bilmem. Yol üzerinde yürüyüş yapanların kaybolmaması için, iki beyaz arasına sarı renkte işaretler çizilmiş ağaçlara. Dönüş yolunda bize çok yardımcı oldu bu çizgiler. Giderken, ağaç köklerinin kenarından, kayaların üzerinden, rehberimizin yardımıyla geçip ilerliyoruz. Ayaklarımızı yere sağlam basıp, kayaların üzerinde kaymamak için büyük çaba gösteriyoruz. Dengeli olmak şart.

Zorlu parkurda rehberimizin yardımıyla ilerliyoruz.

 Yolun sonunda bir şölen var. İki görkemli dağın arasında, sisler içindeki Chalaadi muhteşem. Yol ne kadar meşakkatliyse, manzara da o kadar heyecan verici. Bundan sonra buzula kadar olan yol, tamamen kayaların üzerinde. Biz grupran 5 kişi, doğal koltuk seçtiğimiz kayalara oturup Chalaadi’yi uzaktan seyretmeyi yeğliyoruz. Sağdaki dağ, bize minik parçacıklar halinde kar taneleri yollarken, ekibin geri kalanı buzul yoluna koyuldu bile. Burada paylaştığım fotolar, bu azimli arkadaşlarımızdan. 

Chalaadi buzuluna karşı...

Onları uzaktan seyrederken, birden büyük bir kaya parçasının üzerlerine doğru düştüğünü görüyoruz. Kaya yere düşüp parçalanıyor. Kimseye zarar gelmemiş olmasını diliyoruz. Çok korktuğumuz bir an. Arkadaşlarımız sağ-salim dönüyor sonunda ama büyük tehlike atlattıkları kesin. Yanlarından geçmiş kaya parçası. Buraya gideceklere önerim, giderken her türlü önlemi almaları. Özellikle baret giymek gerekir.

Buzul fotoları, sanat eseri gibi. Renkler, doku muhteşem.

 Doğanın sanatı Chalaadi Buzulu…

Dönüşe geçtik. Aynı zorlu yoldan ilerlerken, aramızda bulunan birçok doktor arkadaşımız, bu yolun bizim için bir kalp testi olduğunu söylüyor. Bir çeşit anjiyo yaptırdık. Sanırım bu kadar zorlu bir parkuru bizim yaşımızda sağ-salim bitirmek başarı. Hepimizin kalbi sağlam diye espri yapıyoruz. Chalaadi’yi unutmayacağız.

Vadideki taşlardaki tarihlerde, küresel ısınmayı gözlerimizle bir kez daha gördük. Buzul, her yıl daha fazla, dağa doğru çekilmiş. Tıpkı Shkara Buzulu’nda olduğu gibi.

Dönüşte, asma köprünün üzerinden sekerek geçiyoruz. Bu beşik gibi köprü, bizim için ne ki.

Şehre döndük. Planladığımız Mestia Müzesi gezisini, müzenin kapalı olması nedeniyle gerçekleştiremiyoruz.

Ana cadde Quin Tamar’da yürüyüş yapıp, birkaç dükkana girip çıkıyoruz. Eski bakkallarımızın kokusunu hissettiğimiz küçük dükkanlar buraları. Kimisi Pazar gibi seç seç al tarzı giysi satıyor ki bunların çoğu ikinci el, kimisi de kırtasiye. Hediyelik eşya dükkanı en fazla 3-4 adet. Onların da sadece bir tanesi açık. 

Kraliçe Tamar heykeli, bir avluda 800 yıl öncesinden günümüze bakıyor. Svan masalının baş kahramanı, ne görüyor merak ediyorum.

Kraliçe Tamar Heykeli...Fotoğraf: Ilgın Güler

  

26 Kasım 2022

Gürcistan’da üçüncü gün: Bir Ortaçağ köyü, Ushguli…

Suzan Peker yazdı

Mestia’nın masalsılığına kendimi kaptırıp, hangi otele yerleştiğimizi söylememişim. Old House Otel’e yerleştik, dün gece. Tarihi bir Svan Kulesi’nin dibindeyiz. Arnavut kaldırımlı dik bir yokuşun sonunda ulaştığımız Old House, Goshteliani ailesine ait. Baba Goshteliani, ünlü bir dağcı. Otel de çoğunlukla dağcıların mekanıymış. Bizi, kızı Nini karşıladı. Daha yazının başında oteli bu kadar anlatmamı garip karşılamış olabilirsiniz. Ama Nini ve arkadaşları, konakladığımız üç gün boyunca bize o kadar sıcak davrandılar ki, ayrılırken gözlerimizin dolmasına engel olamadık. Yemeklerin lezzetinin ve sunumunun güzelliğinin yanısıra gitarıyla söylediği şarkılar da sıcacıktı.  Arkadaşlarıyla birlikte yaptıkları müzik ve neşeyle söyledikleri Svan şarkıları, gezimizin unutulmazları arasında yerini aldı.

 

Mestia'nın genel görünüşü...

Yukarı Svaneti Bölgesi’nin merkezi konumundaki Mestia, bölgeyle birlikte Unesco Dünya Mirası listesinde yer alıyor. Zor coğrafi koşullar nedeniyle dış dünyayla ilişkisi kesilen Svaneti, kültürünü  bu sayede korumayı başarabilmiş. Bölgenin Unesco listesine girmesinde Svan Kuleleri’nin etkisi büyük. Biz bu kulelerden birinin içini yarın gezebileceğiz ama bilgisini şimdiden vereyim.

 Kraliçe Tamar Kulesi...

Yukarı Svaneti’ye masalsılık katan, bambaşka bir diyara geldiğinizi hissettiren Svan Kuleleri, evlerin yanında korunma amaçlı inşa edilmiş. Her evin kendi kalesi varmış gibi düşünün. En eskisi 8. yüzyıla, en yenisi 18. yüzyıla kadar tarihlenen bu kulelerin yüksekliği, 20-25 metreyi buluyor. Çoğunlukla 4 ve 5 katlı. Kulenin yüksekliği, ailenin güç ve zenginliğinin de göstergesi olmuş. Daha çok kan davalarından ve dış güçlerin saldırılarından korunmak amaçlı inşa edilen kulelerin girişi, içeriye girildikten sonra büyük kayalarla kapatılıyormuş. Her katta, bir üst kata çıkmayı sağlayan, bir kişinin geçebileceği, kare şeklinde bir açıklık var. Ahşap bir merdivenle üst kata çıkıldıktan sonra merdiven çekiliyor. Böylece, düşmanların aileye ulaşması engelleniyor. Alt katta hayvanlar, diğer katlarda mutfak ve yaşam alanları yer alıyor.  En üst katta gözetlemek ve saldırı için pencere açıklıkları bulunuyor.  Buradaki pencerelerden düşmanların üzerine taş atılıyor,  kızgın yağ dökülüyor. Masal bu kısımda vahşileşiyor di mi. Svanlar, kışın ya da tehlike geçene kadar  5-6 ay boyunca burada yaşamını sürdürebiliyormuş. Kulelere çıkmak da inmek de bayağı zor. Bana ilk iki katı çıkmak ve inmek yetti.


Kulenin merdivenlerinde...

Neyse biz bugünkü gezimize başlayalım. Yine Svan şoförlerimizin kullandığı arazi araçlarımızla yola koyulduk.  Unutmadan söyleyeyim. Burada hem sağ, hem sol direksiyonlu araçlar kullanılıyor. Yolda aracı kimin kullandığını şaşırabiliyorsunuz. Avrupa’da dört mevsim boyunca yerleşimin olduğu en yüksek köy olan Ushguli’ye gidiyoruz. Kafkas Dağları’nın en yükseklerinden biri olan Shara’nın eteklerinde kurulan bu köyün denizden yüksekliği 2 bin 200 metre. Yol boyunca küçük Svan köyleri çıkıyor karşımıza.  Dağların arasından ortaçağın izlerini takip ediyoruz. Yaklaşık 2 saatlik yolculuğun ardından Ushguli’deyiz.  Görkemli karlı dağların eteğinde, ortaçağın göbeğindeyiz. Aracımızdan inip, Enguri Nehri’ni izleyerek Shkhara Buzulu’na doğru yürüyeceğiz. Köy ve buzulun arası yaklaşık 10 km. Düz ve bozkır bir yolda yürüyüp, buzula varmak nasıl bir şey insan düşünemiyor. Tabii ki heyecanlıyız.

 

Skhara Buzulu yolu...

Burada çok önemli bir parantez açayım. Mihail Kalatazov’un sessiz belgeseli ‘Salt for Svaneti’, Ushguli’de 1929 yılında çekilmiş. Bu filmi youtube’da bulunca çok heyecanlandım. Svanların günlük yaşamlarını, Svan kulelerini, törenlerini anlatan bu tarihi filmi izlemenizi öneririm. Filmde  90 yıl önceki Ushguli’yi buzulların hemen önünde görüyoruz, şimdi ise buzul, 10 km ötede. Küresel ısınmanın acı gerçeği.

 Arkada Skhara Buzulu, önde biz...

Shkhara Buzulu yolu son derece rahat. Yürürken kurumuş çiçekler topluyor, temiz havayı ciğerlerimize çekiyoruz. Buzula karşı çayınızı, kahvenizi yudumlayabileceğiniz küçük bir kulübe cafe var ama bu kadar az müşteriye her zaman açık tutulması zor. Vardığımızda da kapalıydı. Biz de Gürcistan’ın en yüksek noktası Shkhara Dağı’nın  (5067m ) görkemine hayran kalarak biraz soluklandık. Shkhara Buzulu’nu uzaktan seyrettik. Ayrılırken Enguri’nin üzerinde topluca poz verip, anı ölümsüzleştirdik.

 

Kilise...

Araçlarımıza biniyoruz. Yolun başlangıcında küçücük bir tepenin üzerinde gördüğümüz Lamarya Kilisesi, şimdiki durağımız. Ortaçağ’da yapılmış Gürcü Ortodoks kilisesi, Ulusal Öneme Sahip Taşınmaz Kültür Anıtları Listesi’nde. Svanlar’ın tüm zenginlikleri, altınları, değerli taşları bu kilisede saklanırmış. Svanlar, Hristiyanlığı kabul etmekle birlikte pagan inançlarına bağlı gelenekleri de hala sürdürüyorlar. Burası da kiliseye çevrilmeden önce ay tanrıçasına adanmış bir tapınakmış. Bahçe duvarları kayrak taşlarıyla oluşturulmuş. Ushguli’de kayrak taşları evlerin çatılarında da kullanılmış. Lamarya’dan ayrılıyoruz.

Uzun yürüyüş karnımızı acıktırdı. Ushguli’nin içinde Cafe Koshki’de mola veriyoruz. İçerisi kalabalık, servis yavaş.  Khachapurilerimiz bir türlü gelmiyor. Natakhatari içip bekliyoruz. Bu, Gürcüler’in meşhur meyveli sodası. Çeşitli meyvelerle yapılıyor. En çok tercih edileni armutlu olanıymış. Lezzet, fiyat ve hizmet olarak pek memnun  kalmadığımız bir restoran oldu Cafe Koshki. Ama zaten köyde çok fazla seçenek yok.

 

Tamar kulesinden biz...

Şimdi köyün içinde küçük bir yürüyüş yapıp Ortaçağ ruhunu hissetmeliyiz. Ushguli köyü,  4 mahalleden oluşuyor. 

Öncelikle Kraliçe Tamar Kulesi. Burası Gürcistan Krallığı’nı 1200’lü yıllarda yöneten Kraliçe Tamar’ın kışlık eviymiş. Toplamda 4 kule ve bir kiliseden oluşuyormuş Kraliçe Tamar’ın evi ama 1930’larda Sovyet rejimi tarafından yıkılmış. Buradan çıkan taşları, köylüler evlerinde kullanmış. Bugün sadece bir kule ayakta.  Yeri gelmişken Kraliçe Tamar, ya da Svanlar’ın deyimiyle Kral Tamar’dan bahsedelim biraz. Gürcistan’ı birleşik bir krallık haline getiren ilk kişi olan Kraliçe Tamar’ın adı bir çok yere verilmiş. Mestia’daki küçük havaalanının adı Quin Tamar Havaalanı. Mestia’nın ana caddesinin adı da Quin Tamar.


Tamar Kulesi’ni tanıtan yazıda Svan kelimesinin, halkın önemli konuları konuşup, tartışmak için toplandıkları yer anlamına geldiğini öğreniyoruz. Svanlar kendi dilleri olan dağ toplulukları. Konuştukları dil çoğunlukla Gürcüce, ama kendi aralarında Svanca konuşuyorlar. Svan dilinin Gürcüce’nin arkaik hali olduğu bilgisini veriyor rehberimiz. Şimdilerde Svanca’nın korunması için çalışmalar yapılıyor.

Bir Svan kadını...

Kraliçe Tamar Kulesi’nden köyün içine iniyoruz. Güneş ışınları, kayrak taşlarından yapılmış çatıları parlatıyor, bir Svan Kulesi’nin dibine oturmuş, yaşlı bir Svan kadın, bize selam veriyor, biz de ona. Kayrak taşından yapılmış küçük köprünün sonunda araçlarımız bizi bekliyor.

Akşama, Mestia’nın meşhur cafesi Laila’da yemeğimiz var. Otelimizde biraz dinlenip çıkıyoruz.  Mestia’nın ana caddesinde küçük bir yürüyüşün ardından hınca hınç dolu Laila’dayız. Umduğumuzu bulamadığımız bir mekan oldu burası. Çalışanlar kalabalıktan bunalmış, davranışları saygı sınırlarını aşıyor. Yemeği erken bitirip, otelimize dönüyoruz. Nini’nin gitarı, rehberimiz Fatih’in duduğu ile huzur buluyoruz.


22 Kasım 2022

Gürcistan’da ikinci gün: Mestia’ya yolculuk…

 

Suzan Peker yazdı

Sabah erkenden Batum’dan ayrılıyoruz. Ama önce ‘günaydın’ diyelim Gürcüce: Dilamşudabisa…

Gece ışıklar içinde gördüğümüz Batum, gün ışıyınca da yeşil doğasıyla karşılıyor bizi. Dünyanın en büyük botanik parklarından birisi, yolumuzun üzerinde.  Ama bizim masallar diyarı Kaf  Dağı’nın eteklerindeki Mestia’ya yaklaşık 6 saatlik yolumuz var.  Bu nedenle Batum Botanik Parkı’nın yanından geçip gidiyoruz. Parkta aralarında tropik olanların da bulunduğu 2 bini ağaç, toplam 5 binden fazla bitki türü bulunuyormuş.  Parkın yapımına 1880’lerde başlanmış.  Kuzeyde olmamıza rağmen burada Akdeniz iklimi var. Yollardaki palmiye ağaçlarından bile bunu anlamak mümkün.


Fotoğraf: Ilgın Güler

Kobuleti ve Poti’den geçiyoruz.  Poti bir liman şehri. Yollarda çoğunlukla tek, bazen iki katlı bahçeli evlerin arasından ilerliyoruz. Sokaklarda inek ve domuzlar serbestçe dolaşıyor.  Macahelde gördüğümüz erzak deposu selenderlerin benzerleri buradaki evlerin bahçelerinde de var. Rehberimiz bu evlerin yiyecek açısından kendi kendine yetebildiği bilgisini veriyor.

Geleneksel mimaride demir işçiliğine çokça yer verilmiş. Evlerin dış merdivenleri ve bahçe sınırlarını belirlemek için hep ferforje kullanılmış.  

Yolculuğumuz boyunca rastladığımız mezarlıklar da bir hayli ilginç. Ölen kişilerin, son derece şık büyük boy fotoğrafları mezar başındaki mermere işlenmiş.  Ferforjeden yapılan küçük kulübe benzeri özel alanlar yaratılmış, sonsuzluğa göçenlere. Gürcistan’da artık nadiren olsa da ölen kişinin,  giydirilip, aile ve arkadaşlarıyla son bir veda yemeğinde buluşması bir gelenekmiş. Bu yemekte gidenin şerefine kalkarmış kadehler.

Zugdidi’de yemek....

Kadeh demişken, Gürcistan denince akla gelen birkaç şeyden biri ev yapımı Gürcü şarapları. Gürcistan’ın şarap üretiminin 8 bin yıl önceye, M.Ö. 6 binlere dayandığı bilgileri var. Bölgenin ılıman iklim koşulları bağcılık için elverişli. Toprak kaplarda toprağa gömülerek saklanan Gürcü şarapları, 2013 yılında Unesco Somut Olmayan Kültürel Miraslar Listesi’ne eklenmiş. Öğle yemeği için Zugdidi’de durunca tadına bakmamız kaçınılmaz.


Balkonumuzdan gece manzarası...Svan  Kulesi

Megreller’in yani Hristiyan Lazlar’ın şehri Zugdidi, yolculuklar için bir keşişim noktası, merkez. Öğle yemeğimiz Diaroni Restoran’da. Buraya gelmişken Gürcü yemeklerinden bahsedeyim biraz. Gürcü mutfağı, daha çok hamur işi ve etten oluşuyor.  Yemeklerde bolca kişniş kullanıyorlar. Bizde maydanoz neyse, onlarda kişniş o. Khachapuri, bizdeki pideye benziyor. Mayasız hamurla yapılıyor. Kapalı ve açık olanları var. Peynirli, etli, kıymalı yapılıyor. Gezimiz boyunca en çok yediğimiz yemek bu diyebilirim. Khinkali, ülkemizde bazı yörelerde yapılan Hinkalin daha büyüğü.  Gürcü mantısı. Ama 3-4 adet yemek yeterli olabilir.  

Zugdidi’ye giderseniz, Diaroni Restoran’ı es geçmeyin.

Yeniden yola koyulduk.  Zugdidi’den sonra dağlara doğru tırmanma başlıyor. Mestia 1500 metre yükseklikte.  Mestia’nın içinde bulunduğu bölgeye Yukarı Svaneti deniyor. Biz, bazen daha yükseğe çıkıp inerek, virajlı yollardan nefis bir doğanın içinden ilerliyoruz. Kah akarsulara tepeden bakıyoruz, kah şelalerinin yanından geçiyoruz. Rengarenk ormanlarsa gözümüzün önünden hiç eksik olmuyor. Pastoral bir senfoninin içinde masal diyarına doğru yol alıyoruz. Durup  temiz havayı ciğerlerimize çekiyoruz kimi zaman, koşu yapanlarımız bile var.

Yol üstü durakları...

Güneş alçalırken Mestia’ya vardık. İlk bakışta küçücük bir kasaba burası ama vaat ettikleri boyundan büyük.  Bir ortaçağ masalı yaşatacak bize, hissediyoruz. Ama güneş batmadan dağlarda olmalıyız. Bu yüzden otelimize yerleşmeden Kaptanımız Coni’nin midibüsünden inip 4x4 araçlara biniyoruz.

Az gidiyoruz, uz gidiyoruz adeta Heidi’nin Alpleri’nde buluyoruz kendimizi. Engin yeşillik, uçurum, dağlar, karlı dağlar uzanıyor gözümüzün önünde. Ayaklarımızın altında boşluk; sallanıyoruz salıncakta.  Dağlara doğru uçmanın özgürlüğü cebimizde. Uçurumun ucunda, sarı bir çerçeve göz kırpıyor uzaktan. Gitmesek olmaz.

Ve masal kitabının kapak fotosundayız. Gürcüce, ‘Bir Dilek Tut’ yazıyor çerçevede…Bakalım masalın sonunda dileklerimiz gerçek olacak mı?

 

16 Kasım 2022

Gürcistan'da ilk gün: Gece ve ışıklar şehri Batum

                         Ali ve Nino heykeli. Arkasında Londra'dakine  öykünen dönme dolap...

Suzan Peker yazdı 

Gezimizin Türkiye tarafını bitirdik.  Sarp Sınır Kapısı’ndan Batum’a geçiyoruz. Uzun TIR kuyruklarının arasından geçen Ahmet Kaptan, bizi sınır kapısının önünde bıraktı. Yürüyerek ilk kez bir ülkeden, diğerine geçiyorum. Gürcistan’a ilaç geçirilmesi yasak ya da Gürcüce yazılmış bir prospektüs istiyorlarmış. Yine de en gerekli ilaçlarımızı alıp, diğerlerini araçta bıraktık.  Neyse bir sorun çıkmadı. 

Gürcistan’a yeni nüfus cüzdanları ile geçiş yapılabiliyor. Ama geçerken bir form doldurup size verilen kağıdı gezi boyunca yanınızda taşımanız gerekiyor. Biz pasaportumuzu kullandık. Kapalı bir alanda, bir gümrükten çıkıp, diğerine giriyoruz. Çıkışta Sarpi’deyiz.  Burası, Gürcistan’ın Acara Özerk Bölgesi. Gürcistan idari yönetimi 9 bölge ve başkent Tiflis ile Acara ve Abhazya Özerk cumhuriyetlerinden oluşuyor. 

Rehberimiz Fatih, Hopa’da bize katılan rehberimiz Gökay ve buradaki kaptanımız Coni ile Batum’a doğru ilerliyoruz. Öncelikle Türk Liralarımızı, Lari’ye çevirmemiz gerekiyor. 1 Lari, 7 TL. Beş, altı yıl önce bunun tam tersiymiş, 1 TL, 7 Lari. Ah TL ah…

Vaftizci Andreas heykeli...

Biraz yol aldıktan sonra, yol üzerinde Vaftizci Andreas heykelinde duruyoruz. Burası Sarp Şelalesi’nin yanında, Gürcistan’a Hristiyanlığı getirdiğine inanılan Havari Andreas’ın adına yapılmış.  Yeni doğan çocuklar ve gelinlerin durağı. Heykelin, Gürcistan’ı işgalcilerden koruduğuna inanılıyormuş. Hemen yanında seyyar ev şarabı satıcısı ile ‘hoşgeldiniz’ diyor bize Gürcistan. 

‘Ben giderim Batum’a, Batum’un batağına’ diye başlayan Sinop türküsünün adeta yanından geçiyoruz. Toprak çok su içerdiği için birkaç kilometre boyunca okaliptüs ağaçları dikilmiş. Bu ağaçlar, fazla suyu çeker, bilirsiniz. 

Eski Sovyet yerleşimleri arasında ilerlerken, birden bir Avrupa şehrine varıyoruz. Ama burası tarihin yanında  ‘gıcır ‘gıcır’ bir ‘Avrupa’ şehri, Batum.  2004-2007 ve 2008-2013 yılları arasında Gürcistan Devlet Başkanı olan Miheil Saakaşvili’nin isteğiyle oluşmuş bu yeni Batum.  Avrupa’nın şehirlerine mal olmuş, özel binaların, heykellerin benzerlerini inşa ederek Avrupa’ya öykünen bir şehir yaratmışlar. Yeşilin ve mavinin çok olduğu bu şehirde 87 adet park varmış. Caddeler pırıl, pırıl. Sahil yolu ise 68 km boyunca kesintisiz uzanıyor. 

Karadeniz üzerinde güneş batmak üzere.  Önce otelimiz Divan’a yerleşiyoruz. Burası bir zamanlar  Nazım Hikmet’in de konakladığı eski London Otel. Dış duvarındaki plakada 1889 Hotel London yazısı dikkat çekiyor.

Yarın sabah erkenden kuzeye doğru hareket edeceğimiz için Batum’u sadece gece gezebileceğiz. Caddeler çok kalabalık değil. Sakin ve geniş caddelerde, bazen de ara sokaklarda ilerliyoruz. 

St. Nicholas Kilisesi.

İlk durağımız St. Nicholas Kilisesi.  Osmanlılar döneminde, 1865 yılında inşa edilen kilise, Piazza Meydanı’nın hemen yanında. Ortodoks kilisesi, en çok ziyaretçi  çeken yapılardan biriymiş ama tabii ki gece kapalıydı. 

Piazza Meydanı ...

Hemen karşısında Piazza Meydanı var. İtalyanca Piazza, meydan demek. Bu nedenle sadece Piazza demek daha doğru olacak. Burası yapılırken, İtalya’daki meydanlardan esinlenilmiş. 2009’da inşa edilen meydanda biz gittiğimizde canlı müzik vardı. Etrafı, cafe ve restoranlarla çevrili Piazza’nın girişlerindeki porselen tavan süslemeleri görülmeye değer. Meydanda bir de saat kulesi var. 

Biraz yürüyerek Ermeni Apostalik Kilisesi’ne varıyoruz.  Ahşap kilise, zarar görünce, 1885 yılında Avusturyalı mimar Manfred tarafından yeniden inşa edilmiş. Tabii burası da kapalı. Gece turu ancak bu kadar olur. 

Biz nasıl bir gecede Batum’u turladıysak size de hızlı ve kısa bir tur yaptırmaya devam ediyorum.

Avrupa Meydanı, büyük bir meydan ve heykelleri, cafeleri, restoranları, casinoları ile tam bir çekim merkezi.  Saakaşvili döneminde inşa edilen meydanda, konserler, eğlenceler ve yılbaşı partileri düzenleniyormuş. 

Meydandaki Altın Postlu Medea Heykeli, Yunan ve Kafkas mitolojisiyle yoğrulmuş. Astronomik Saat de bu meydanda. 

Şimdi Tiyatro Meydanı’ndayız. Biz, meydanın ortasındaki Poseidon Heykeli hakkında rehberlerimizden bilgi alırken, dolunay da gecenin içinden bizi dinliyordu.  Heykelin bulunduğu kaide aynı zamanda gösterişli bir çeşme.  Meydanın bitiminde 1952 yılında açılan Chavchavadze Tiyatro Binası dikkat çekiyor.  

Chavchavadze Tiyatro Binası...
Gürcü şair Shoto Rustoveli’nin heykeli...

Şimdi şehrin merkezinden deniz tarafına doğru yürüyoruz. Ama Gürcüler’in ünlü şairi Shoto Rustoveli’nin heykeline uğramadan olmaz. 12. Yüzyılın sonlarıyla 13. Yüzyılın başları arasında yaşayan Rustoveli, Gürcü edebiyatının başyapıtı sayılan Kaplan Postlu Şövalye’nin yazarı. 

Alfabe Kulesi...

Karadeniz kıyısındaki liman bölgesi ışıl ışıl ve bir lunapark havasında.  Buradaki ilk durağımız Alfabe Kulesi. En eski dillerden biri olan Gürcüce’nin 33 harfinin bulunduğu kule, 130 metre yüksekliğinde. Üzerinde bir cafe ve restoranın bulunduğu Alfabe Kulesi’nin arazisi, Gürcü futbolcu Şota Arvaledze tarafından bağışlanmış. 

Londra’dakine benzeyen büyük dönme dolap Ferris Wheel’in yanından geçip, Ali ve Nino’ nun aşkına tanıklık ediyoruz. Azerbaycanlı yazar Kurban Sayid’in ünlü romanının kahramanları Gürcü Prenses Nino ve Azeri genç Ali’nin gerçek aşkı, bu kadar güzel anlatılamazdı herhalde.  2010  yılında tamamlanan bu hareketli heykeli oturup seyrediyoruz. Ali ve Nino birbirinden ayrılıp, dönüp tekrar birleşiyor. Birbirinin içinden geçip, belki de sonsuzlukta kavuşuyorlar. Çelikten yapılmış 8 metrelik heykelde; Tamara Kvesitadze ve Paata Sanaiya’nın imzaları var.  

Ayaklarımıza karasular indi derler ya, öyle. Otelimize ulaşmak için önce biraz dinlenmeliyiz. Bir cafe bulup, geç olsa da birşeyler atıştırdık. Yarın yeni bir gün. Uzun bir yolculuğumuz var…


11 Kasım 2022

Karadeniz’de ikinci gün: Sisler diyarı, Macahel…

Suzan Peker yazdı

Şavşat’ın güzelliklerine veda edip Macahel’e geçiyoruz bugün.  Yaklaşık 150 km’lik bir yolumuz var ama yol üstü duraklarımız fazla. Yolculukta amaç varmak değildir çoğu zaman gezginler için. Biz de keşfederek ilerliyoruz.

 

TİBETİ KİLİSESİ..

İlk durağımız Cevizli Köyü’ndeki Tibeti Kilisesi. Tibeti adı da Cevizli’nin eski adı olan Tbeti’den geliyormuş. Günümüze sadece kilisenin duvarları kalmış ama ortaçağda birkaç yapıdan oluşan bir Gürcü manastırıymış burası. Gürcüler’e ait el yazması eserlerin kök boyalarla yazıldığı önemli bir merkez iken, 17. Yüzyılda camiye çevrilmiş. 1957 yılında da dinamitle kubbesi uçurulmuş.  Kilden yapılmış tarihi su boruları, bugün bahçeye yığılmış halde duruyor. Harabe yapı, içimizi acıtıyor. Birkaç yıldır manastırda kazı çalışmaları başlatılmış. Tibeti’yi yalnızlığıyla baş başa bırakıp aracımıza biniyoruz.  Birazdan Ardanuç’ta olacağız.

Ardanuç ismi Gürcüce Artanuçi’den geliyor. Gürcistan’da yayılan Zerdüştlük’te bir tanrının adından gelen isim; Artvin, Ardeşen ve Arhavi’nin de kökeni.

 

CEHENNEM DERESİ KANYONU..

 Ardanuç bizi Cehennem Deresi Kanyonu ile karşılıyor. İki yanımızdaki yüksek kayalıkların arasında durup, dar bir geçitten kanyonun içine doğru ilerliyoruz. Çoğumuz yolun hemen başından dönüyor. Maceracı arkadaşlarımızdan öğrendiğimize göre dar geçitlerin sonu, sürpriz bir genişlik. 500 metre uzunluğunda 70 metre genişliğindeki kanyon, dünyanın sayılı kanyonları arasında. Şimdilerde kanyona cam bir köprü yapımı için kollar sıvanmış.

Ardanuç’a gelip ‘Dede Cağ Kebap’da cağ yemeden olmaz. Küçük bir Anadolu caddesinin üzerindeki bu lokanta, yediğimiz en güzel cağ kebablardan birini sundu bize. Ersin Dede, hem ocak başında cağ kebap pişirdi, hem de güler yüzüyle ağırladı bizleri. Tavsiye olunur.

 

ÇORUH NEHRİ...

Yemekten sonra hafif bir ağırlık çökse de dik yamaçların arasından akan Çoruh Nehri’nin maviliği, dağların üzerindeki bulut tarlaları gözlerimin kapanmasına engel oluyor. Daha çok yer görmek, makinemle çekemediğim kareleri, hafızama kaydetmek istiyorum. Bir seyir terasında mola verip, mis gibi havayı soluyor, uzaktan görünen Artvin ile poz veriyoruz. Artvin’e doğru inerken, sol tarafımızda bir tepenin üzerinde dünyanın en büyük Atatürk heykelini görüyoruz. İşadamı Sıtkı Kahvecioğlu tarafından yaptırılan heykel, 22 metre yüksekliğinde ve 60 ton ağırlığında imiş.

Artvin’i geçtikten sonra biraz yağmur atıştırmaya başlıyor.  Sisler ülkesi diye anılan Macahel’e yaklaştıkça, bulutlar da artıyor. Bugün planladığımız Borçka Karagöl gezisi ertelenecek gibi. Neyse, ben ilginç isimli Macahel’in el ayası, çukur anlamına geldiğini söyleyeyim bu arada.  Macahel aslında Borçka’ya bağlı bir bölgenin adı. Karçal Dağları’nın dik yamaçlarının arasında kalmış bir vadi. Vadideki köylerin bir kısmı Türkiye’de bir kısmı Gürcistan’da. Türkiye Macaheli ve Gürcistan Macaheli adıyla anılıyor bölge.

 Ve nihayet geldik. Macahel’in ilk köyü Camili’deyiz. Köyün girişinde TEMA Vakfı’nın bir konuk evi var ama işleten kişi vefat edince konuk evi de kapanmış. Söylemeden geçmeyelim TEMA Vakfı’nın kurucularından Nihat Gökyiğit buralıymış ve Macahel’e emeği büyük. Özellikle Kafkas cinsi arı yetiştiriciliğinde TEMA’nın katkıları büyük. Türkiye’nin en kaliteli ballarının üretildiği birkaç yerden biri Macahel.

İREMİT CAMİİ...

Köyde tarihi Ahşap  Camii’yi ziyaret ediyoruz önce, daha sonra Maral Köyü’ndeki İremit Camii’ni. Tamamen el işçiliğiyle kök boyalar kullanılarak rengarenk bir camii yaratılmış. Yapım yılı 1851. İremit’in renklerinde kaybolurken akşam da çöktü. Artık sürprizli bir akşam için otelimiz, Green Roof’a geçiyoruz.

 AKŞAM YEMEĞİ...

Otelimiz masalsı. Tamamen ahşaptan yapılmış. Ayakkabılarımızı çıkararak giriyoruz içeriye. Ev havasında, sıcacık. Akşam yemeğinde arkadaşlarımızın 30. evlilik yıldönümünü kutlayacağız. Sürpriz için tatlı bir telaşımız var. Yöresel yemeklerimiz çok lezzetli. Keyifli bir günün ve müzikli eğlenceli bir akşamın ardından odalarımıza çekiliyoruz.

 

 SELENDER...

Sabaha, yağmurun küçücük ellerinin sesiyle uyandık. Penceremden baktım. Yemyeşil bahçede kırmızı çatılı iki selender. Bu kelimeyi de yeni öğrendim. Kışlık erzağı depolamak için evlerin yanına yapılan küçük ambarlar, selenderler.  Bu bölgede sıkça rastlanıyor.

Sabah kahvaltısı, mısır ekmekli, kestane ballı…GreenRoof’un önünde toplu bir fotoğraf çekip, ayrılıyoruz.

Bugün gezimizin Karadeniz bölümünü bitirip başka bir diyara Gürcistan’a geçeceğiz. Ama önce, dün gidemediğimiz Borçka Karagöl. Türkiye’nin tek kırımda dökülen en yüksek şelalerinden biri olan Maral Şelalesi’ni ise yolun çok çamurlu olması nedeniyle göremiyoruz ne yazık ki.

Yolda, Macahel’in, Türkiye’nin ilk ve tek Biyosfer Rezerv Alanı olduğundan bahsedeyim biraz. UNESCO’nun Dünya Biyosfer Rezerv Ağı’nda 129 ülkeden 714 yer varmış. Türkiye’de gururumuz Macahel bölgesi. Biyolojik çeşitliliğin korunması, ekonomik kalkınma ve kültürel değerlerin devamlılığının sağlanmasıyla elde ediliyor bu ünvan.

 

 KEÇİLER...

Tepelere tırmanıyoruz. 3 bin metrelere kadar çıkıyoruz.  Manzaramız, renkler, bulutlar, sisler, keçiler… Bir düzlükte durup, dünyada ne kadar küçücük olduğumuzu hissediyoruz. Üç bin metrede soğuk iliklerimize işliyor. Keçiler bize, biz keçilere bakıyoruz. Aracımıza kadar gelip, selam verenleri bile var.

 



Borçka Karagöl Tabiat Parkı’na geldik. Burası, Şavşat Karagöl’e nazaran daha büyük ve daha bakir. Girişte keyifli bir şelale karşılıyor bizi. Bu Karagöl de heyelanla oluşmuş bir set gölü. Biri küçük, biri büyük iki parçadan oluşan Karagöl’ün çevresinde yürüyüp sonbaharın bütün renkleriyle doyurduk gözlerimizi. Kırmızı yaprakların döküldüğü patikaları, yer yer gölün suyu kesti, biz de ağaç köklerinden yardım aldık. Tahta köprülerden geçtik, büyük eğrelti otlarının arasında kaybolduk. Ağaç gövdelerinde şirin mantarları görüp birbirimize seslendik.

Batum’a geçmeden önce yemek molasını Hopa’da verdik. Karadeniz’in lezzetli yemekleri, üstüne sütlacı, baklavası…Burası Ustabaş Lokantası. Adını kaydetmekte fayda var. Birkaç gün sonra dönüşte de burada yemekte olacağız.

 

10 Kasım 2022

Karadeniz’de ilk gün:”Kara Orman” Şavşat…

 Suzan Peker yazdı

Bir büyük sözü der ki, senede bir defa daha önce hiç görmediğin bir yere git. Bizim bu seferki rotamız;  Şavşat, Macahel, Batum ve Mestia…Daha önce hiç görmediğimiz yerler.

Bavulumuzu hazırlarken keşfetmenin heyecanını da koyduk içine ve gezip, görmeye meraklı 13 kişilik ekibimizle koyulduk yola. İstanbul’dan kalkan uçağımız Kars Harakani Havaalanı’na indiğinde, güneş de inişe geçmişti. Çıkışta bizi rehberimiz Fatih Bey karşıladı. Kars heyecanını bir başka sefere bırakıp, güneşin yıkadığı Çıldır Gölü’ne komşuluk yaparak ilerliyoruz. Ara sıra büyükbaş hayvan sürüleri çıkıyor yolumuza. Hava kararmadan Artvin il sınırına girdiğimizde aracımızdan inip horon vurmadan geçemiyoruz. Meğer horon tepilmez, vurulurmuş. Bu bilgiyi de ekledik dağarcığımıza.. .


Şavşat, Gürcü dilinde ‘kara orman’ demekmiş. Otelimizin adı da buradan esinlenerek olsa gerek Black Forest.  Çevremiz çok güzel belli, havayı koklayarak bile bunu hissediyoruz ama gece olduğu için göremiyoruz. Yere kadar inen bulutları görmek için sabahı iple çekiyorum.

Karadeniz için en gezilesi zaman ekim ayıymış. Mis gibi bir havaya uyanıyoruz. Sonbahar sanat gerçekten.  Sarı, turuncu ve yeşilin onlarca tonu arasına yere inmeye hazırlanan bulutlar kondurulmuş. Uzaklardaki karlı dağları da ekleyince tablomuz tamam.  Kahvaltıdan sonra sıra yürüyüşte.  Kocabey Köyü’ne doğru çingene papatyalarının (adı böyleymiş), kara mürver çiçeklerinin, kuşburnuların, elma, erik ve armut ağaçlarının arasından yürüyoruz. Arada köylüler çıkıp, sıcacık bir  ‘hoşgeldiniz’ ile meyve ikram ediyorlar. 



Unutmadan söyleyeyim, Şavşat, 2015’te Cittaslow (sakin şehir)  ünvanını almış.  Yolumuz güzeldi ama daha da güzeli var. Aracımıza binip Karagöl’e gidiyoruz.  Yukarıdan bakınca bir kalbe benzeyen Karagöl’e kalbinizi bırakabilirsiniz. Ladin, köknar ve çam ağaçlarının arasından yürüyüş yapmadan önce göl kıyısındaki restoranda sütlaç ve çay molası veriyoruz. Heyelanla oluşmuş bir set gölü olan Karagöl’de küçük kayıklarla gezi de yapılabiliyor. Gölün çevresini, fotoğraflar çekerek15-20 dakikada yürüdük. Sütlaç kan şekerimizi yükseltti, karnımız iyice acıktı. Yemek için durağımız Pınarlı Köyü’ndeki Otantik Kır Lokantası.

Sahipleri Nazire Hanım ve Fevzi Bey, emekli olduktan sonra, 12 yıl önce  bu şirin lokantayı kurmuşlar.  Tattığımız her yemeğin tadına doyamadık. Ekşili erişteli peyniraltı suyu çorbası, siron, mıhlama, sarma, benekli alabalık, irmikli Hira tatlısı, eriksuyu, hepsi Nazire Hanım’ın elinden lezzetlenmiş. Güneşle başladığımız yemeğimiz doluyla bitince, keyfimiz daha da arttı. Ayrılırken, bahçe çıkışında yazan ‘Rabıtelli Get’e uyup, sakin sakin otelimize ulaştırdı bizi kaptanımız Ahmet Bey. Birazcık daha geç kalmasak sürpriz bir yere gidecektik. Sürprizin, Şavşat’ın Kapadokyası olduğunu öğrendiğimizde akşam olmuştu. Ormanlık alandaki heyelanla oluşan bu peri bacalarını görmeden dönmemek lazım.


Akşam otelimizde, Karadeniz müzik gecesi var. Karadeniz’in hareketli türküleri hepimizi coştururken, rehberimiz Fatih Bey’in duduk dinletisi, ruhumuzu dinlendirdi. İlk kez dinlediğim, duduk, daha çok Gürcistan ve  Doğu Karadeniz’de çalınan nefesli bir müzik aletiymiş. Dinlemeniz tavsiye olunur.

Yarın adı bile heyecan uyandıran Macahel’e gidiyoruz.