31 Temmuz 2011

Medya neden "organik ürün" konusunu işlemez?

80’li yıllardı. Ardı ardına manşetleri sıralıyorduk Bulvar’da. Tüketici hakları diye tutturmuştuk. Bir gün domatesin hangi tarlalarda, hangi gübrelerle yetiştirildiğini işliyor, kimler aracılığıyla tüketiciye ulaştığını inceleyen haberler üretiyorduk.
Araştırmaya dayalı haberlerdi bunlar.
Bir gün un dolayısıyla ekmek araştırılıyor, bir başka gün beyaz eşya. Balık.
Hasılı tüm tüketiciyi ilgilendiren işlenmiş haberlerle karar vericiler üzerinde baskı kurmaya çalışıyorduk.
Sonunda tüketici yasasının Meclis’ten çıkmasını başarmıştık.
Tüketici haberlerini yapan Mehmet Barak arkadaşımız  tüketici derneği de kurmuştu.
Uzun yıllar da başkanlık yaptı dernekte.
O günleri neden hatırladım?
Geçenlerde bir yaşındaki torunumla birlikte yazlığa torba torba sebze, mama ve yiyecekle geldi bizimkiler
Çoğu sebzeler buruşmuştu bile.
Oysa kapıdan her gün taze sebze satan satıcılar vızır vızır geçiyordu.
Bunlar dediler “organik ürünler”. Sertifikalı.
Kafama takılmıştı bu organik ürün işi. Yeni nesil çarşıda, sokakta satılanlara güvenmiyordu ve üç misline satılan organik ürünlere bel bağlamıştı.
Bir test yapmak boynumun borcu olmuştu. Büyük bir marketin “organik ürünler” yazan reyonunun önünde durdum. Eşime “sen dolaş ben biraz burada takılacağım” dedim.
Ürünleri inceliyormuş gibi yapıp 20-25 dakika bekledim.
Arı  kovanı gibi reyonları talan eden genç, yaşlı kadın erkek alıcılardan hiç biri organik ürünler reyonuna uğramadı. Şöyle bir bakan ve etiketleri gören anında kaçıyordu oradan.
Kafama takıldı bir kere bu organik ürün işi.
Medyada tek bir satır göremiyorum bu konuda. Bazı televizyonlar  organik ürün satan pazarları tanıtıyorlar bazen. O da apaçık hatır haberlerine benziyor.
Kimse özellikle medya, bu organik işi nedir diye işin peşine düşmüyor.  Organik ürünle organik olmayan ürün arasındaki farklar nedir?
Neden tüm ürünlerimiz organik değildir? Bunun için neler yapılması gerekir?
Hadi aslanlarım. Büyük gazeteciler. Abuk subuk telefon gazeteciliğini, kolaycılığı bırakın da düşün şu işin peşine. Öyle bir kampanya yapın ki halk kanıksamasın. Gübreden başlayın, tarlayı aracıları yasaları denetimsizlikleri gözler önüne serin.
İsrar edin. Bir daha bir daha. Milleti uyandırın. Tüm ürünlerimiz organik olsun.
Biz zehirlendik, gelecek nesillerimiz zehirlenmesin.
Hadi hadi. Biraz gazetecilik yapın yahu!

25 Temmuz 2011

Şüphelinin hiç mi hakkı yok!

Dönüp dolaşıp olaylara ve gelişmelere baktıkça, tartışma programlarını izledikçe ilk soruşturmanın gizli olmasının önemini bir kez daha anlıyorum.
Gazeteci arkadaş televizyonda gerine gerine “halkın haber alma özgürlüğü var. Onun için ben gizlilik kuralını çiğnerim” diyebiliyor .
Mahkum olduğunda hapis cezalarının paraya çevrileceğini bildiği için de kahramanlık taslıyor; “hakkımda açılmış şu kadar yıllık davaya aldırmam. Haberimi yaparım. Halka haber veririm”.
Karşısında da sonradan şöhret olan avukat arkadaş sesini yükselterek “ gazeteciliğini tebrik ederim ama sen daha iddianamesi hazırlanmamış bir soruşturmada şüpheliyi hem yargıladın, hem de mahkum ettin. Buna hakkın var mı?”diye soruyor.
O hala halkın haber alma özgürlüğünden bahsediyor.
Son yıllarda medyanın sığındığı bir liman oldu bu halkın haber alma özgürlüğü.
Ne özgürlüğü kardeşim. Her özgürlüğün bir başka özgürlükle sınırlı olduğunu bilmiyor musun?
İş, dönüp dolaşıp hep söylediğim ve söylemekten de bıkmadığım kurala gelip takılıyor.
“İlk soruşturmanın gizliliği”.
Gazeteciye göre hava hoş. O ilk soruşturmadaki delil toplama bilgilerini haber yaparak popüler olmuş. Hatta bu gizliliğe karşıyım diye efeleniyor. Kime gam.
Serde halkın haber alma özgürlüğü var ya.
Avukat şunu soramıyor gazeteci arkadaşa; “kardeşim halkın haber alma özgürlüğü nerede başlar?
Daha doğrusu haber nedir? Bir bilgi ne zaman haber olur ve tüm toplumu ilgilendirir?
Haberini yaptığın kişi de halktan biri değil midir? Onun bu konuda hiç mi hakkı yoktur. Masumiyet karinesi neden konmuştur?.
Bazı ülkelerde duruşma salonundan fotoğraf bile çektirilmez. Neden çektirilmez.
Halkın haber alma özgürlüğü kisvesi altında istediğini yapabilmek etik midir? Gazetecilik midir?
Tüm dünyada ve bizde kural olarak ilk soruşturma gizlidir. Bu gizliliğin nedeni soruşturma yapılan kişinin kişilik haklarını, onurunu ve kariyerini korumaktır.
Otuz beş yıllık meslek hayatımda, yazı işleri müdürü olarak çalıştığım dönemlerde ilk soruşturma bilgilerinden üretilen haberleri gazeteye koymamaya özen gösterdim.
Muhabir haberi yapar, önemli olan o haberi medya organlarında yayımlamaya karar verecek yazı işleridir.
Gizlilik kuralına herkesten önce“yayıma karar verenler” uymalıdır.
Bırak birileri gizliği ihlal etsin, suç işlesin. Sen henüz haber haline gelmemiş bilgileri atla ama kimsenin kişilik haklarına dokunma, onuru ile oynama.
Bu durum senin başına geldiğinde de diğer medya kuruluşlarını arayıp “ne olur benim hakkımda açılan soruşturmayı haber yapmayın” diye sağa sola yalvarma.
Bu yalvarışları çok gördük.
İşte kısaca bu pencereden bakıldığında medyanın geldiği nokta çok açık görünüyor ve gazeteciyim demeye dilim varmıyor.
İyi ki bu dönemde bu mesleği yapmıyorum. Yoksa her gün genel yayın müdürü ile kavga ederdim ve kovulurdum.

5 Temmuz 2011

Geleceğimiz karanlık bir tünele girmiş bile!

Bir kır düğünü idi. Bahçeden içeri girdik eşimle. Kapıda bizi kızın annesi ve babası karşıladı. Damadın annesi ve babası yoktu ortalıkta. Biz zaten kız tarafını tanıyorduk.
Kırlık alana girince ilginç bir görüntü dikkatimi çekti. Çekmeyecek gibi değildi. Bir tarafta şık kıyafetleri ile hanımlar, genç kızlar. Diğer tarafta nikâh kıyılacak yerin karşısındaki oturma yerlerini kapmış ya da oraya oturmayı tercih edip nikâhı bekleyen türbanlı hanımlar.
Onları görünce kafama dank etti. Erkek tarafı tümüyle türbanlılardan oluşuyordu. Bir ara kayınvalideyi gösterdiler bize. Burnuna kadar başörtüsünü örtmüş yaşlı bir bayan.
Gençler ailelerini dinlemeden birbirlerini sevmişler kim karışır edasında hayatlarını birleştiriyorlar. Mutlu bir yola baş koymuşlar.
Kazın ayağı öyle mi acaba?
Bizim kültürümüzde çocukların evliliklerinde mutluluğun bir başka anahtarı da ailelerin kaynaşabilmesi. Görüntü pek kaynaşacak bir ortamı yansıtmıyordu.
Kızın anne ve babası bizim masada oturdu. Bir ara babaya sordum; sizin dünürlerle bir masada oturmanız gerekmiyor muydu?
“Çok zor ” dedi. “Çok zor. Bu evliliğin cicim ayları bir geçsin. Bakalım neler göreceğiz?”
Bir düğün gözünüzün önüne getirin. Bir tarafta eğlenen modern giyimli hanımlar, diğer tarafta nikâhtan sonra eğlenceye kalmayan, düğünü terk eden türbanlılar.  Damadın çok yakınları hariç tabii.
Şöyle bir düşündüm.
Hani diyor ya başbakan bize oy vermeyen yüzde elliyi anlamaya çalışacağız?
Bence hiç çalışmasın. Toplumu ikiye çoktan bölmüşler bile. Gözümüz alıştı artık türbanlı, türbansıza ama beyinlerde kaynaşma olmamış.
Ötekileştirme ailelere kadar inmiş.
Güneydoğudaki etnik bölünme kadar bu ayrıştırma da tehlikeli bir yola girmiş durumda.
İnanamıyordum ama bu ayrışma görüntüsü, geleceğimizin karanlık bir tünele girdiğini göstermesi bakımından son derece üzücü.
Umarım ben yanılırım, ayrışma olmaz, kaynaşma olur.