31 Ağustos 2009

Yaratıcı sobe

Bloglarda zaman zaman dolaşan sobe oyunundan oldum olası kaçmak istemişimdir. Özellikle blog yazarını daha çok tanımaya dönük sobelere çok sıcak bakmıyorum.
Ama sobeleyenler çok sevdiğim blog yazarı olunca oyun bozanlık yapmadan oyunu kuralına göre oynamaya çalışacağım.
Neyse.
Gelelim sobe işine.
Birinci soru ödülün logosunu yayımlamak. O tamam.
Sevdiğim ve okuduğum, zaman zaman da baktığım bloglara zaten link verdim. Berceste’nin yeri ayrı tabii.
Hakkımızdaki 7 ilginç bilgi.
Aklıma hiçbir şey gelmiyor. En iyisi ben bu soruyu değiştireyim. İlginç olaylara çevireyim ve size blogumun ilk yazılarına bir göz atmanızı, oradaki gerçek ilginç olayları okumanızı tavsiye edeyim.
Benim ilginçliğim size bir şey ifade etmeyebilir ama yaşadığım ilginç olaylar belki kulağınıza küpe olabilir. İşte o olayların adresleri:
Bir fotoğrafın hikayesi (Ekim 2006 ),
Üçü de yaşamıyor bugün (Ekim 2006 ),
Meslek aşkı bir başka oluyor (Kasım 2006 ),
Her belgeye hemen inanmayın (Kasım 2006 ),
İlk soruşturma ve Hülya Avşar (Kasım 2006 ),
Sahir Hoca’nın hukuk dersi (Kasım 2006 ),
Hüsnü Özyeğin nasıl oldu Hüsnü Meselâ (Kasım 2006 ),
Bazen kumar merakı da işe yarar (Kasım 2006 ),
Konya usulü pazarlama tekniği (Aralık 2006 ).

27 Ağustos 2009

Bir başka Zafer Bayramı!

Ben onu bunu bilmem. Bildiğim tek şey:
“ Ne Mutlu
Türküm Diyene”.

24 Ağustos 2009

Yedi yıl sonra meyve veren kayısı!...

Her zamanki gibi bardaktaki çayı bırakıp gitmedi. “Akın bey” dedi. “Malatya’dan kayısı fidanı ister misin? Şekerpare dedikleri kayısı fidanından”.
“İsterim” dedim. 15- 20 gün sonra çaycımız kayısı fidanı ile yazı işlerine geldi. “İşte ağabey istediğin fidan”.
Teşekkür ettim. O gün fidanı Silivri’deki yazlığın küçük bahçesine diktim.
Aylar, yıllar geçti. Fidan serpildi gelişti ama kayısılardan bir haber yok.
Sanırım bu yıl yedinci yaş günüydü bizim kısır fidanın..
Geçen yıl kendi kendime söz verdim. Gelecek sene bu kayısıdan meyve alamazsak kesecektim onu.
Kış sonu üstü çiçek doluydu. Hoş her sene çiçek açıyordu ama meyve vermiyordu.
Komşularım çok bilgili ya. Kimi “güneş almıyor da ondandır” dedi, bir diğeri "aşı ister bu aşı. Aşı yaptırmalısın” şeklinde akıl verdi. Her kafadan bir ses çıktı, etrafımdaki uzmanlar! farklı teşhisler koydu.
Yaz geldi, ağacın üzerinde küçük meyveler oluştu. Tahminen 25-30 meyve.
Sonunda kayısı meyve vermiş, kesilmekten kurtulmuştu.
Siz siz olun, etrafınızdaki sözde uzmanlara pek kulak asmayın.
Şunu anladım artık. Her konuda her şeyi bildiğini sanan, ama bir şey bilmediği halde ahkam kesmeyi beceren bir toplum olduk gitti.

21 Ağustos 2009

Gezinme rekoru kıran Özdil yazısı!...

Dostlarım bilir; meslek arkadaşım, dostum, kardeşim Sevgili Yılmaz Özdil'in yazılarından bazılarını bu blogda sizlerle paylaşıyorum. Özdil tatilden döndü, ilk yazısı bir anda internet ortamında gezinme rekoru kırdı.
Yazı benim mailime de geldi.
İşte o yazı:

Al sana açılım

27 senedir gazetecilik yapıyorum... Ve, çalışma hayatımın en enteresan "sansür" olaylarından biri geldi başıma... "Açılım"ı destekleyen arkadaşların, iyi okumasını öneririm.
*Tatilden döndüm...

"Kürtçe" başlıklı bir yazı yazdım.
Bugün çıkacaktı.
*Şöyle başlıyordu:
"Kimimiz Türk, kimimiz Kürt, kimimiz Laz, kimimiz Çerkez... Yahudimiz, Rumumuz, Ermenimiz, Rus gelinlerimiz, Alman damatlarımız; uzatmayayım, ’mozaik’ derler, değiliz aslında, ’ebru’yuz, koskoca bir aileyiz... Ve, ortak bir vatanımız, ortak bir resmi dilimiz var bizim; Türkçe... Bizi, biz yapan."
*Şöyle devam ediyordu:
"Dünyaya entegreyiz; İngilizce de öğreniriz, Japonca da... Elbette, anadilini de, mesela Kürtçeyi de öğrenmek en doğal hakkıdır yurttaşların... Ama, bu doğal hakkı, ’açılım’ adı altında, ’resmi dil’ haline dönüştürmeye çalışmak, bizi biz olmaktan çıkarmaz mı? ’Bizi bize yabancı’ hale getirmez mi? İki lisanlı toplum olursak eğer... Birlikte yaşamak isteyen, sorunlarını konuşa konuşa çözme iddiasında olan, ancak, birbirinin dilinden anlamayan bir toplumu, hangi tutkal bir arada tutabilir?"
*Ve, şöyle bitiyordu:
"Silahla beceremeyen bölücülerin tuzağına düşmemeli Türkiye... Kanın durması için teröriste bile şefkat gösterilebilir; bakarsın, tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır... Fakat, farklı dil, kardeşi kardeşe yabancı haline getirir, ki, terörden tehlikelidir."
*Yazı buydu.
Peki "sansür" nerede?
Şurada...
*Yazıyı Kürtçe yazmak istedim!
*Hayır..
.Amacım, Türkiye’nin en etkin gazetesinde ilk Kürtçe makaleyi yazan kişi olmak değildi...
Yukarıdaki satırları okuyacaktınız ve anlamayacaktınız.
Amacım işte buydu.
*Araya "ikinci resmi lisan" girdiğinde...
Farklı etnik gruplara mensup olan, ancak, Türkçe konuşarak, Türkçe yazarak, Türkçe okuyarak "anlaşan" bir toplumun, nasıl aniden birbirine yabancılaşacağını görecektik...
Kanıtı da, bu yazı olacaktı.
*E hani sansür?
Buyrun...
*Kürtçe bilmediğim için, Türkiye Çevirmenler Derneği’ne başvurdum, "Bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istiyorum" dedim. "Hay hay" dediler, İstanbul’daki "yeminli tercüme bürosu"nun telefonlarını verdiler. Aradım...
"Hay hay" dediler, Kürtçe tercüman bulmak için iki gün izin istediler ve çevirme ücretinin de 180 lira artı KDV olduğunu belirttiler...
"Hay hay" dedim, fatura bilgilerimi gönderdim, yazımın Kürtçe tercümesini beklemeye başladım.
*İki gün sonra...
Türkiye Çevirmenler Derneği’nden aradılar...
"Kürtçe tercüman bulduklarını, hatta 8 tane Kürtçe tercümana başvurduklarını, ancak 8 tercümanın da bu yazıyı Kürtçeye çevirmek istemediğini" söylediler...
*Allah Allah!
Niye birader?
"Yazının içeriğini uygun bulmamışlar!"
*(Bu arkadaşlar "yeminli" tercüman ama, yeminleri bi acayip...
İçeriğini beğenirlerse, tercüme ediyorlar, beğenmiyorlarsa, etmiyorlar... Sanırsın, tercüman değil, sansür kurulu!)
*İşte böyle...
Terör, bizi bölemez.Lisan, böler.Cart diye.
*Bizi bize yabancı eder.Kanıtı da bu yazı.

17 Ağustos 2009

Uçtu uçtu, torun Mete uçtu!...

Deniz kıyısında çektiğim fotoğrafı facebook’a koymuştum. Torunum Mete’nin havada uçtuğu anı.
Dostlarım ve yakınlarım bu kareyi blogda da yayımlamamı istediler.
Umumi istek üzerine uçan Mete huzurunuzda!...

9 Ağustos 2009

Kabuklu cevizde kazıklanma zamanı!...

Taze ama henüz olmamış cevizlerin içleri!....
Bizim yazlığın bulunduğu semtte cumartesi günleri pazar kuruluyor. Yazlıkçıların ucuz diye akın akın gittiği bir pazar bu.
Geçen cumartesi eşimi pazarın bir ucunda bıraktım, ben de diğer ucundaki otoparka arabamı park ettikten sonra geriye doğru yürümeye başladım.
Pazarın ortasında buluştuk.
Çok sevdiğimi bildiği için eşim "kabuklu ceviz aldım sana" dedi. Malum doktorlar henüz ilaçlanmadığı için kabuklu cevizi tavsiye ediyorlar. "İyi yapmışsın" dedim. Eve geldik.
İlk cevizi kırdım. İçi henüz olmamıştı. Bir kenara koydum. İkinci cevizi kırdım. Yine olmamış. İşkillenmeye başladım. Üçüncü cevizi kırdım. İçi yine aynı...
Ben "bu iyidir" ümidiyle kırıyorum cevizleri, içi olmamış çıkıyor. Öfkeyle tüm cevizleri kırdım. Çıka çıka bize bir avuç ceviz çıktı. O da minik parçalar halinde. Eşime "kilosu kaçtandı" diye sordum. "12 lira" dedi. "On iki kere haram olsun bu malı satanlara" diyebildim ancak. Pahalı satabilmek için cevizleri olmamışken dalından koparanlara, çuvala koyup pazarda göz boyayanlara......
Üstelik satıcı, eşime "abla kırayım bir tane" demiş ve önünde ayırdığı iyi cevizlerden birini kırıp göstermiş.
12 liraya 30 gram ceviz.
Siz siz olun, kabuklu ceviz alacaksanız cevizi mutlaka siz seçin. Hatta kıyıdan köşeden birkaç ceviz seçip satıcıya kırdırın. İkna olduktan sonra kabuklu ceviz alın.
Yoksa bizim gibi "kazığı yemeniz" işten bile değildir.

4 Ağustos 2009

Dede toprakları TİKVEŞ’teki heyecan !...

Kavadar'da bizleri heyecanlandıran çınar...
Nihayet dede topraklarındaTikveş’teyiz! Özel bir amaçla çıkılan bu gezinin en heyecanlı kısmına gelmiştik. Yaşı sekseni geçmiş büyüklerimiz buralardan çocuk yaşta ayrıldıkları için hatırladıkları kadarıyla doğup büyüdükleri evi, büyük çiftliği, eskiden sahip olunan köyleri bulmaya çalıştılar. Biz de babalarımızdan annelerimizden kulağımızda kalan bilgilerle ve tespit edebildiğimiz yer isimleriyle yardımcı olmaya uğraştık. Kavadar’daki ev kalmamıştı; buna rağmen “evin yanında büyük bir çınar ve yakınında köprü vardı” anısıyla hiç olmazsa mevkiini bulduk. Köprü tabii yenilenmiş, çınar ise birkaç yüz yıllık olduğu için hâlâ dimdik ayaktaydı.
Şarap fabrikasından bir görünüş...
Tikveş bölgesi şaraplarıyla meşhur. Bugün buradan bütün Avrupa’ya şarap yollanıyor. Büyük bir şarap fabrikasında tadım yaptırdılar. Çeşitli şarapları füme et ve peynir eşliğinde sundular. Yüzlerce dev fıçı, keskin bir şarap kokusu ve tatma ölçüsünde olsa da içtiğimiz şaraplar başımızı döndürdü.
Şimdi Popova Kula adıyla restoran olan dede çiftliğinin yeni hali ve kuleden çevrenin görünüşü (üstte).
Kavadar küçük bir şehir. Hatta şehir bile denemez, bizim kasabalara benziyor. Ama bizim için özelliği olan bir yer. Zaten eskiden dede evinin bulunduğu yerden başka bir yeri de gözümüz görmedi. Kavadar’da biraz gezdikten sonra Demir Kapia’ya yani Demir Kapı’ya gittik. Burada Ribar ailesini kim bilir kaç yüz yıl beslemiş olan kuleli çiftlik vardı. Çanakkale şehidi dedemin hayatta kalan tek erkek kardeşi, artık Makedonya’da yaşamaktan ümit kestiği zamanda Kral Aleksandr’ın çoktandır istediği bu çiftliği ona satarak ailesiyle Türkiye’ye gelmiş. Eskiden “Bey Kulesi” denilen bu bina, artık “Popova Kula” adıyla şarap lokantası olarak kullanılıyor. Popova Kula restoranı, orijinaline sadık kalınarak restore edilmiş. Kule, eskisinden on metre daha yükseltilmiş, içine asansör konmuş, üst kattan harika bir manzara görünümü sağlanmış. Restoranın müdürü, bizim kim olduğumuzu anlayınca oldukça heyecanlandı. “Topluca resminizi çekelim, restorana asalım; buranın eski sahiplerini herkes görsün” dedi. Arazi göz alabildiğine üzüm bağlarıyla kaplı. Eskiden Kavadar’daki evde de çiftlikte de meyve saklama odaları gibi özel şarap saklama odaları varmış. Dindar büyük anneler, şaraplara tuz atarak akıllarınca evdeki gençleri bu yasak içkinin günahından korurlarmış.
Türk köylerindeki çocuklar bizleri ilgi ile izlediler.
Çiftlik yakınındaki Türk köyünde yaşayan yaşlılara dedelerimizin izlerini soruyoruz.
Çiftliğin yakınında, adını yine eski tapulardan ve kayıtlardan öğrendiğimiz kadarıyla eskiden bizim aileye ait olan köylerden birine de gittik. Bir Türk köyü. Yaşlı bir nine, köy sakinlerinin yüzyıllar önce Konya’nın Karaman bölgesinden geldiklerini söyledi, tıpkı bizim aile gibi.
Kuzenler hep beraber, yerel rehberimizle birlikte anı fotoğrafı çektiriyoruz.
Başka gezilere benzemeyen bir geziydi. Çok değişik duygularla memlekete döndük. Mutluluk, ölmüş büyüklerimize özlem, daha önce gelmediğimiz için pişmanlık…
Biz kuzenler, kimimiz İstanbul’da, kimimiz İzmir’de kimimiz Ankara’da yaşıyorduk ve bazılarıyla çok seyrek görüşüyorduk; ama bu gezi ile geçmişimizle yüzleşmiş, aynı büyük babanın torunları olduğumuzu hatırlayıp daha sık görüşmemiz, birbirimizden kopmamamız gerektiğini anlamıştık. Köklerimizi aramıştık ve bir ölçüde de bulmuştuk.
Eşimin kuzenleriyle yaptığı "dede topraklarına yolculuk" burada bitiyor.
Eşime bu geziyi yazıları ve fotoğraflarıyla birlikte bizimle paylaştığı için teşekkür ediyorum.
Punto