29 Kasım 2006

Meslek aşkı bir başka oluyor

Hiç merak etmediniz mi bir kaza olduğunda, bir yangın sırasında bazen gazetecilerin polisten hatta itfaiyeden önce olay yerine nasıl geldiklerini.
Benim vereceğim bilgiler gazetelerdeki uygulamalarla ilgili. Sanırım televizyonlarda da aynı şeyler yaşanıyordur. Bugün teknoloji süper boyutlarda.
Anlatacağım anım 25-30 yıl önceki dönemlere ait.
Her gazetenin özellikle İstanbul haberlerini takip eden bir servisi vardır. İstihbarat servisi. İstihbarat Servisi’nde günlük olaylar takip edilirken bir görevli de telsiz dinler. Evet polisin, itfaiyenin, zabıtanın, belediyenin sizin anlayacağınız telsizle haberleşen tüm birimlerin telsizlerini dinler.
Telsizden geçen önemli bir istihbarat varsa foto muhabiri ile bir muhabir hemen olay yerine giderler. İşte bazen bu gidişler, polisten itfaiyeden önce olabilir. Bunda gazetenin bulunduğu yerle olay yerinin yakınlığının da rolü vardır.
Hürriyet’te çalıştığım yıllarda şimdi rahmetli olan Rıfkı Kadam arkadaşımız gece telsiz dinlerdi. Yıllarca sadece bu işi yaptı. Kendisi hukuk mezunu idi ama yaptığı işi çok seviyordu.
Rıfkı Kadam telsiz dinlemenin yanı sıra İstanbul’daki tümüne yakın karakolları her gece bıkmadan usanmadan arar, hal hatırdan sonra bir olay olup olmadığını sorardı. Bazı karakollardaki polisler Rıfkı Baba aramadı mı telaşlanırdı.
Rıfkı Baba’nın sayısız hikayeleri vardır ama ben size birini aktarıp O’nun mesleğine ne derecede tutkun olduğunu paylaşacağım.

Gecelerin birinde telsizden önemli bir yangın ihbarı yapılır. Yangın Hürriyet binasına uzak bir semttedir. ( Malum o yıllarda Hürriyet binası Cağaloğlu’nda idi)
Rıfka Kadam çaresizdir. Yazı işlerine yangın sırasında çekilmiş fotoğrafın servisini nasıl yapacaktır? Mesafe uzaktır. Foto muhabiri olay yerine ulaşıncaya kadar yangın belki de söndürülecektir. Rıfkı Baba hemen telefona sarılar. O Bölgenin yangın ekibini bulur ve ricasını iletir:” Ben Rıfkı Kadam. Hürriyet’ten arıyorum. Aman gözüm geliyoruz. Biz gelene kadar ne olur yangını söndürmeyin”.

27 Kasım 2006

Her belgeye hemen inanmayın

Konu iç açıcı değil; ama medyanın her yazdığına inanlar – çok kalmadı inanan ama olsun -belki bazı haberlere şüpheci bakarlar diye, bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Anıyı dikkatli okuyun ki belgeli haberlere de hemen inanılmayacağını bilin. Biliyorsunuz adettendir mayıs ayı ile birlikte medyada denizlerimizin kirlilik derecesine ait yazlıkçıları ilgilendiren bolca haber çıkar. 1989 yılıydı sanırım. Çalıştığım gazetenin yazı işleri, istihbarat servisinden İstanbul’un denize girilen yerleri ile ilgili bir haber yapmasını ve nerelerde denize girilebiliri bulabilmek için, bu plajlardaki deniz suyunun temiz olup olmadığının belgelenmesiyle ilgili geniş çaplı bir haber yapılmasını istedi. İstihbarat servisi de bir muhabiri görevlendirir, muhabir çeşitli plajlardan örnek su alır, yanlış hatırlamıyorsam Beykoz’daki Su Ürünleri Okulu’nda tahlil ettirir bu suları ve haberini bu tahlil sonuçlarına göre yazar, haber tesadüf yazı işlerinde benim önüme gelir. İyi ki benim önüme gelir. Zira 1972’den beri yazın Kumburgaz’da denize girmekteyim. Çoluk çocuk herkes girmektedir. Hatta Kumburgazlı komşular gazeteciyiz ya her şeyi biliriz ya bana sorarlar “deniz temiz mi” diye ben de şaka yollu “Bir yerlerim kesildiğinde denize sokuyorum elimi ayağımı. Kesik yara hemen iyileşiyor. Demek ki deniz temiz” derim.

haberi okuyunca tabii ilk olarak Kumburgaz’ın tahlil sonuçlarına baktım hemen. Gözlerime inanamadım. 800 bin koli basili vardı Kumburgaz’dan alınan deniz suyunda. Müthiş bir sonuçtu bu. Koli basili ölçümünde kırmızı çizginin 9 bin civarı olduğunu biliyordum. 800 bin neyin nesiydi? Koli basilleriyle koyun koyuna yüzüyorduk da haberimiz mi yoktu? Haberin başlığını hazırladım “Büyük tehlike! Denizlerimiz koli basiline emanet” diye. Manşet hazırdı. Tam yayınlanmak üzere dizgiye verecekken birden şüpheye düştüm. Evet muhabir görevini yapmış örnek almış ve tahlil yaptırmıştı. Tahlil resmi bir kurumda yaptırılmıştı. Bir yerde bir terslik vardı ama nerede. Bu kadar yüksek koli basili olabilir miydi? Ayrıca hadi biz yıllarca bu suya girip çıkarak bağışıklık kazanmıştık. Ya çocuklar. Hiç kimsede kaşıntı bile olmamıştı bu zamana kadar.Haberi durdurdum. Beni aslında şüphelendiren bir yerde okuduğum bir bilgi idi. Bu bilgiye göre Afrika plajlarında tahliller günlük yapılıyordu. Yani yetkililer geliyor plaja. Sudan numune alıyorlar. Tahlili hemen yapıyorlar ve tahlil sonucunu hemen bir tabela ile denize girenlere duyuyorlardı. Her şey anında oluyordu. Muhabiri çağırdım. Tahlili yapan laboratuvarın telefonunu aldım. Bir yetkili buldum. Şüphemi anlattım. Yetkili kişinin bana verdiği bilgi çok önemliydi. Koli basili çok çabuk ürüyordu. Tahlilin su denizden alınır alınmaz yapılması gerekiyordu. Yetkilinin söylediğine göre Kumburgaz’dan alınan numunenin Beykoz’a getirilmesi sırasında geçen zamanın bile önemi vardı. Her geçen dakika sudaki koli basilinin çoğalmasına neden oluyordu.Bilgiyi almıştım. Tekrar muhabiri çağırdım. Numune suyun alındığı saat ile ve laboratuvara götürülme teslim saatini sordum. Aldığım cevap karşısında şak diye bayılıyordum. Muhabir bırakın saatleri, numuneleri almış evine götürmüş ve bir hafta sonra Beykoz’da tahlil ettirmişti. Tabii koli basilleri suyun içinde hoplaya zıplaya çoğalmış, tahlil sonucu bizim karşımıza 800 bin koli basili olarak gelmişti. Sonrasını mı merak ediyorsunuz? Onu da anlatayım. Tekrar Kumburgaz’dan numune su aldırdık, hemen tahlil ettirdik. Koli basili miktarı sanırım 4 bin civarında çıkmıştı.Siz siz olun. Bazen belgelere de şüpheyle bakmanın gerektiğini hiçbir zaman göz ardı etmeyin.

25 Kasım 2006

İlk soruşturma ve Hülya Avşar

Televizyonu açıyorsunuz haberleri dinliyorsunuz. Bir olay olmuş. Yolsuzluk, fuhuş, uyuşturucu kullananlar, cinayet bir olay işte… Sivil polislerin arasında birileri yüzlerini ceketlerinin bir yanıyla, ya da elleriyle kapatıyorlar. Kapatmaya çalışıyorlar. Karşılarında medya ordusu. Fotoğraf çekenler, kameralar. Ne arasanız var. Peki hiç kendinizi o kişilerin yerine koydunuz mu? Ya bunların içlerinden bazıları suçsuzsa, ne olacak o zaman? Kim koruyacak bu kişilerin kişilik haklarını? Yasalar değil mi? Evet bu kişilerin haklarını yasalar koruyor ama yasaları uygulayanlar buna uyuyor mu? İşte bütün düğüm burada.
Filmlerde görmüşsünüzdür bazı Amerikan eyaletlerinde duruşmalarda fotoğraf çekmek yasaktır. Sadece elle çizime izin vardır. Son düzenlemelerde bizde de medyaya kısıtlama getirildi ama ne kadar?
Ceza Muhakemeleri Yasası’nın bir maddesi şöyle der: “Kanunun başka hüküm koyduğu haller saklı kalmak ve savunma haklarına zarar vermemek koşuluyla soruşturma evresindeki usul işlemleri gizlidir.”
Bu madde ne anlama geliyor?
Bir olay oldu. Olaya kim el koyuyor? Savcılar. Ne yapıyor savcılar? Delil topluyorlar. Delili kimin kanalıyla topluyorlar? Kolluk güçleri yani polis ve jandarma kanalıyla!
Polis ne yapıyor? Birilerini yakalıyor,savcıya götürüyor ifade vermek üzere. Demek ki bütün bunlar ilk soruşturma kapsamında. Yani yasaya göre gizli yapılması gereken işlemler.Ceza yargılamasında Cumhuriyet Savcısı ve emrindeki kolluk güçleri tarafından yürütülen ilk soruşturmanın gizli olması evrensel bir kural. Yine ilk soruşturma sırasında savcı, hakim, mahkeme, bilirkişi veya tanıkları etkilemek amacıyla yayın yapılmaması da gerekiyor.
İlk soruşturmanın gizliliği yıllardır yasalarımızda vardı vardı ama kimse, özellikle medya bu hükmü dinlemiyordu. Bu nedenle bugün kanun koyucu yeni ceza yasasında ilk soruşturmanın gizliğini ihlal edenlere ağır cezalar getirdi.
80’li yıllardı. Bir gazetede yazı işleri müdürü olarak çalışıyordum. Savcılıktan bir gün bir tebligat geldi. Beni ifade vermeye çağırıyordu. Olağan bir durumdu. Gazete hakkında o sıralar bir çok dava açılmıştı, açılmaya da devam ediyordu. Mahkemeler ikinci adresimiz olmuştu.
Askeri darbeden sonra imzalı olsun olmasın tüm ihbarlar Cumhuriyet savcıları tarafından soruşturma kapsamına alınıyordu. Emir böyleydi. Bu emir savcıların işini ağırlaştırıyor, olur olmaz ihbarlar nedeniyle savcılık odaları dolup taşıyor, çoğu ihbarlar da asılsız çıkıyordu. O sıralar emir demiri kesiyordu.
Savcı beyin odasına girdim. Biraz sohbetten sonra ifademi almak için zabıt katibelerinden birini çağırdı. Al yanaklı katibe daktilosuna kağıdı taktı ve beklemeye koyuldu. Savcı bey gözlüklerinin üstünden beni süzdü, hafif gülümsedi ve bana bir kağıt uzattı:
- Hakkınızda bir iddia var. Önemli bir iddia. Hülya Avşar”ın ırzına geçmişsiniz. Bir okuyun ve ifadenizi verin.

Hülya Avşar şöhret olmadan önce

Şaşırmıştım. Katibe kız göz ucuyla bana şöyle bir baktı. Yüzü kıpkırmızı kesilmişti. İhbar mektubunu soluksuz okudum. İhbarı yapan olayı kafasında kurgulamış, detaylandırmış ve bana mal etmişti. Bunda, o sıralarda Hülya Avşar’ın bizim gazete tarafından Türkiye Güzeli seçilmesi, ardından da boşanmış olduğu ortaya çıktığı için tacının elinden alınmasının rolü büyüktü sanırım. Anlaşılan tacın geri alınmasına kızan biri, bir hayranı, eline kalemi almış, beni gazetenin yazı işleri müdürü olduğum için bir anda ırz düşmanı olarak damgalayıvermiş, ihbar mektubunu döşenmişti.
O dönemlerde görsel medya yoktu, magazin gazeteciliği daha ciddi boyutlardaydı ve adliyelerdeki gazeteci arkadaşların hukuk bilgisi üst düzeydeydi. Eğer bu olay, haber olarak yayımlansaydı, asılsız bir ihbar mektubu nedeniyle aileme, çevreme rezil olmuştum.Önce savcı beye ihbar mektubunu uzattım, şaka yollu “nerede o günler!” dedim. Sonra ifademi verdim. Savcı Bey kovuşturmaya gerek görmedi ve dosyayı kapattı.
Bu olayı anlatmamın nedeni, benim asılsız bir ihbarla suçlandığım gibi pek çok insan hakkında da asılsız suçlamalar olabilir, soruşturma açılabilir.Şöyle bir düşünün. Bir doktor hastasını yanlış tedavi ettiği iddiasıyla, bir öğretmen tacizden, kamuda çalışanlar, iş adamları yolsuzluktan suçlanabilir. Bütün meslek hayatları sönebilir, cemiyet içindeki itibarları sıfıra inebilir. Örnekleri toplumun her kesimine yaymak mümkün.İşte yıllardır bu ilk soruşturma bilgisinin haber niteliği taşıyıp taşımadığı tartışılmaktadır.Yasaya göre ilk soruşturma gizlidir ve gizli yapılmalıdır. Zira kişilerin, ya da tüzel kişilerin henüz suç işleyip işlemediği belli değildir.
Savcılar, önce suçun işlenip işlenmediğini araştıracaktır. Bu meyanda bir yandan kolluk güçleriyle delil toplamakta, suçlananların, tanıkların ifadelerine başvurulmaktadır. Bu gelişmelerin haber olması mümkün müdür? Bence mümkün değildir. Henüz ortada suç yoktur, suçlu yoktur. Suçlanan kişinin kişilik hakları vardır. Bu nedenle yasa koyucu ilk soruşturmanın gizli yapılmasını emretmektedir.1 Haziran 2005’te yürürlüğe giren Türk Ceza Yasası medyada çok tartışıldı. Medyamızın seçkin yazarları yeni yasanın haber alma özgürlüğüne darbe indirdiğini savunurken çuvaldızı kendilerine batırma zahmetine katlanmadılar.Yıllardır bu ülkede ilk soruşturmaların ipliği pazara çıkarıldı. Medya farkında olmadan ilk soruşturmaları haber yaparak bir çok meslek sahibi insanın lekelenmesine neden oldu. Bugün ise ağır cezalar konduğu için azaldı.
Demokrasi “her şeyi yaparım, her şeyi yazarım” demek değildir. Kişilik haklarına saygı demokrasinin en temel kavramıdır. Medyadaki arkadaşlar unutmasınlar ki o kişilik hakları, bir gün gelir onları da iftiralardan, asılsız iddialardan korur.

23 Kasım 2006

Sahir Hoca’nın hukuk dersi

12 Eylül fırtınasının estiği günlerdi. Sıkıyönetimden gazetelere yasak üstüne yasak geliyordu. Gazetelerden birinin Ankara bürosundan gelen bir haber başa bela oluyordu. Haberde yasaklı lider Süleyman Demirel’in yaptığı hizmetler anlatılıyordu. Haber haftalık bir dergiden alınmıştı.. Aynı haber, o günlerde bir başka gazetede de yayınlanıyordu. Buraya kadar bir şey yok tabii. Haber yayınlanır yayınlanmaz sıkıyönetim savcısı gazetenin yazı işleri müdürünü ifadesini almak için Selimiye Kışlası’na çağırıyor. Mahkeme askeri mahkeme ama Cumhuriyet savcısı sivil. Yazı işleri müdürüne Demirel’le ilgili yazıyı gösteriyor ve “hakkınızda Demirel’i övmekten dava açıyorum” diyor. Gerekçe olarak da sıkıyönetim sırasında çıkarılan liderleri övmeyi de yermeyi de yasaklayan yasayı gösteriyor. “Peki” diyor müdür “haberin ilk yayınlandığı dergi hakkında da soruşturma var mı ?” Savcı bey “hayır” diyor. Bize gelen emir sadece size ve bir başka gazete için dava açılması şeklinde.Uzatmayalım… Her iki gazete müdürüne dava açılıyor. Yargılama Selimiye Kışlası’nın salon haline getirilen bir büyük odasında başlıyor. Hakim genç bir binbaşı. Bir kaç duruşmadan sonra sıra karar duruşmasına geliyor. İki gazetenin müdürleri de duruşmada hazır bulunuyor.

Sahir Erman Hoca

İki müdürün avukatları da ülkenin tanınmış avukatları. Uğur Alacakaptan savunmasında uzun uzun avukatlığını yaptığı gazetenin ilkelerini anlatıyor. Gazetenin, fikir yapısı itibariyle her zaman Demirel’in karşısında olduğunu bu nedenle Demirel’i övme iddiasının yersiz olacağını, haberin bir dergiden alıntı olarak alındığını belirtiyor. Hukuki gerekçelerini sıralıyor da sıralıyor

. Hakim bu kez diğer avukata Hukuk Fakültesi’nde hocalık yapan avukat Sahir Erman’a söz veriyor: Sahir Hoca söze “ben öyle uzun uzun savunma yapmayacağım’ diye başlıyor ve kısa savunmasında şu cümleleri sıralıyor:”Allah geçinden versin. Süleyman Demirel ölse, cami avlusunda toplansak, cenaze namazını kıldıran hoca sorsa, merhumu nasıl bilirsiniz? Hepimiz doğal olarak cevap versek”iyi biliriz’. Bu durumda cami avlusundaki cemaatin hepsini Demirel’i övmek suçundan içeri mi atacaksınız?”
Tüm savunma bu kadar sürüyor. Çantasını topluyor ve çıkıyor. Hakim binbaşının gözlerinin içi gülüyor ama belli etmiyor. Kısa bir duruşma arasından sonra karar açıklanıyor.İki müdüre de beraat.
Anti demokratik bir yasa hiç umulmadık bir şekilde emir komuta zincirini kıran genç bir hakim binbaşının hukuka saygısına ve Hoca’nın büyük hukukçuluğuna çarpıyor.
Hoca bir hukuk dersini bitirmenin mutluluğu içinde karar metninin kopyasını alıyor, çantasına koyuyor ve müdürü öpüp bir başka davaya gidiyor.
Ülkemizin bugün rahmetlik olan Sahir Hoca gibi büyük hukukçulara ve hukuka saygılı hem asker hem sivil hakimlere çok ihtiyacı var.
Umarım Türkiye, antidemokratik yasaları artık “anılarda” bırakmıştır.

19 Kasım 2006

Hüsnü Özyeğin nasıl oldu Hüsnü Meselâ

Anlatacağım anı, aynıyla olmuş hiçbir yan eklemeler yapılmamıştır. Yerini zamanını sormayın. Not tutmadım ki. Nereden bileyim blog işleri çıkacak, beni zorlayacaklar, ben de bunları yazacağım. Herhangi bir zaman dilimi diyelim geçelim.
Tabii bu anıyı iyi anlamanız için biraz da teknik bilgi gerekli. Bu konuda biraz sıkılacaksınız ama kusuruma bakmayın. Hikaye bir büyük gazetede geçiyor, uygulamanın yapıldığı yer o büyük gazete bünyesinde çıkarılan başka bir gazete. Önce teknik bilgiyle sizi biraz sıkalım. Gazetelerin hazırlanışı teknolojinin gelişmesine ayak uydurarak 4 evreden geçmiştir. Benim çalıştığım süreler içinde tabii. Birincisi kurşun devri. Tabanca kurşunu değil tabii. Haberler entertip denen bir makinada dizilir, satırlar kurşun halinde çıkardı. Sonra bu satırlar birbiri ardına konur, sütunlar meydana gelirdi. Sayfalar çatılır, fotoğraflar da ayrıca klişe haline getirilir. Matris kalıp ve baskı. Bu bölümü kısa kesiyorum zira müzelik oldu bu aletler. İkincisi soğuk ofset. Kurşun ve film birlikte kullanıldı bu sistemde. Üçüncüsü ise ofset. Ofsette kurşun yok, kurşun oksitten mürettiplerin zehirlenmesi de yok. Sadece film var ama işin içine siyanür giriyor. Ofsetten sonra da bugün kullanılan sisteme geçildi. Bilgisayarlı sistem. İletişim Fakültesi’nde meslek dersleri anlatmadığımıza göre bu kadar ön bilgi yeter. Hikayemizin geçtiği zaman diliminde kullanılan sistem ofset sistemi idi. Yazılar daktilo ile yazılır, büyük yazarların bazıları daktilo bilmedikleri için elle yazarlar, dizgideki arkadaşlar saç baş yolarlardı; o da ayrı bir hikaye.
Ne diyorduk. Evet. Yazınızı yazdınız. Karar verildi bu yazı gazeteye girecek. Yazı dizgi servisine gider. Dizgici arkadaşların kullandığı dizgi makinasında özel bir rulo halinde kağıt vardır. Dizgici yazıları dizer, kağıt bitince aleti banyoya götürür. Fotoğraf banyosu gibi karanlık ortamda kağıt rulo kimyasal banyolardan geçirilir. Haberler açığa çıkar. Pikaj servisinde özel kağıt üzerindeki haberler sütun halinde kesilir. Haberler verilen ölçülere göre dizilmiştir. Sütunların fazlalıkları maket bıçağı kesilir atılır, sonra kağıt mum makinasından geçirilir. Sayfa büyüklüğünde kartonlar vardır. Sayfanın çizilmiş planına göre pikajörler bu haberleri karton üzerine yapıştırırlar.Bir satırda yanlış bir kelime varsa satırın tamamı dizilir. Satır kesilir, yazının üzerine yapıştırılır. Fotoğraf yeri siyah bir kartonla kapatılmıştır. Sayfaya tüm haberler, başlıklar konur, sonra filmi çekilir. Fotoğraf film sırasında sayfaya konacaktır. Hâlâ kafanız karışmadı mı?
Anlatacağım olay karton üzerine yapıştırılan haberlerle ilgili olacak. Gelelim hikayemize: Büyük gazetenin büyük yazarı ve aynı zamanda diğer gazetenin de sahibi o yıllarda sıkça üretilen öz Türkçe kelimeleri sevmemektedir. Yazılarında öz Türkçe kullanmadığı gibi her iki gazetenin haberlerinde de kullanılmasını istememektedir. Bu kelimelerin uydurmaca olduğunu söylemekte, inadım inat en ufak bir taviz bile vermemektedir. Düzeltme servisi üzerinde öyle bir baskı vardır ki en ufak bir öz Türkçe kelime kaçırsalar ve bu kelime gazetede çıksa kovulma nedeni olmaktadır. Onun için düzeltme servisine öz Türkçe avcıları diyorduk. O yıllarda Egemen Bostancı bir ilan verir büyük gazeteye. Egemen Bostancı “Uluslararası Gösteri Merkezi”nin sahibidir, Şan sinemasında matineler yapmaktadır. Bu Merkezin reklam firması tarafından hazırlanmış ilanı, öz Türkçe kurbanı olur, ilan gazetede “Milletlerarası Gösteri Merkezi” diye yayınlarlar. Kıyamet kopar tabii. Firmanın adını nasıl değiştirirsin. Firma para ödemez. Özür dilenir. İlan tekrar yayınlanır. Bir türlü gelemedik bizim hikayeye.

Küçük gazetede 4-5 günlük bir yazı dizisi yayınlanmaktadır. Önemli iş adamlarının hayat hikayeleri. O gün bilmem kimin hikayesi vardır gazetede. Yazının sonuna da “Yarın: Hüsnü Özyeğin” diye bir anons konmuştur. Biliyorsunuz Hüsnü Özyeğin Finansbank’ın sahibi. Hikayenin geçtiği yıllarda da bir bankanın genel müdürlüğünü yapıyor.
Dizgici arkadaş bu anonsu yazarken neyi düşünüyorsa bilemiyorum Hüsnü beyin soyadını Özyeğin yazacağı yerde “Örneğin” diye yazmış. Olsun yazsın. O zamanki adıyla tashih şimdiki adıyla düzeltme servisindeki öz Türkçe avcıları hemen atlamış “örneğin” kelimesinin üzerine. Düzeltivermiş ismi. “Hüsnü Meselâ” diye.
Küçük gazetenin yazı işleri müdürü dikkatli mi dikkatli. Sayfayı okumadan göndermiyor hiçbir zaman filme. Hüsnü Meselâ ismini görünce hay Allah diyor kim bu yahu. Tanınmamış birinin hayat hikayesini mi vereceğiz okuyucuya. Sonra tırnağı ile o satırı kaldırıyor. Altındaki yazıyı okuyor. Hüsnü Örneğin. Durumu anlıyor ve basıyor kahkahayı. Böylece büyük bir yanlışlık baskıdan önce önleniyor. Gazete rezil olmaktan kurtuluyor, sadece o dönemin çalışanları arasında hoş bir anı olarak kalıyor. Ve bu anı şimdi blog kardeşliği yoluyla sizlere ulaşıyor.

15 Kasım 2006

Bazen kumar merakı da işe yarar

Anılarımın içinde çok önemli yeri olan bir olay vardır. İstanbul’daki Independenta Tanker yangını. Meslek hayatımda beni en çok heyecanlandıran bir olaydır tanker yangını. Bu olayı yazmak istediğimde görsel malzeme konusunda sıkıntılarım vardı. Ne fotoğraf vardı ne de o gün hazırladığımız Hürriyet’in yıldırım baskısından bir örnek. Normal günmüş gibi hayatımın en önemli gününü hiçbir kaynak saklamadan geçiştirmiştim. Görsel malzeme olmadan bugünkü nesillere neyi anlatacaktım ki. Ne zamana kadar. Geçenlerde CNN’de oradaydım programında Independenta Tanker yangını konu edilene kadar.

Programı izlemedim ama izleyen bir arkadaşım o programda o gün Hürriyet’te yayınlanan tanker yangınının fotoğraflarını çeken Gazeteci Haluk Özözlü’nün bu olayı anlattığını, Hürriyet’in yıldırım baskısından bahsettiğini söyledi. Bulmuştum aradığımı. Birlikte yıllarca çalıştığım Haluk Özözlü mutlaka çektiği fotoğrafları internet ortamına taşımış olmalıydı. Arama motoruna tanker yangını yazdım ve Haluk’un foto galerisine ulaştım. Aradığım fotoğrafları bulmuştum.

Gelelim hikayemize. 15 Kasım 1979’du. Hürriyet Gazetesinde yazı işleri sorumlusu olarak gece çalışıyordum. Belki bilmeyenler vardır. Gazetelerde sabah gelinir gün içinde bir gazete hazırlanır. Bu gazete taşra yani İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana dışına dağıtılan gazetedir. Akşam bu gazetenin baskısı başladığında gündüz ekibi gider, yerine gece ekibi gelir. Gece ekibinde her servisten 1-2 kişi vardır. Gece ekibi genellikle gündüz hazırlanmış gazete üzerinde yeni haberleri koyarak değişiklik yaparlar. İşte bu değişikliklerden sonra basılan gazete şehir içleri gazetesidir.

Biz tekrar hikayemize dönelim. Normal işlerimiz 02.00’de bitmişti. Gazeteyi baskıya vermiştik. Şeytan dürtmüştü beni. Gazeteden ayrılmamış, baskının başında 05.00’e kadar kalmıştım. Baskı devam ederken arabama atlayıp evin yolunu tuttum. Beşiktaş’ta Ihlamurdere Caddesi’nde oturuyordum.


Tam evin dış kapısındaydım. Sanırım saat 05.20 sularıydı. Büyük bir patlama oldu. Anarşini kol gezdiği günlerdi. Eyvah dedim. Bir yerleri havaya uçurdular. Beşiktaş Ihlamur kasrının yakınlarındaki evimizin önünden koşa koşa sahile indim. Kadıköy alev alevdi. Tekrar geriye koştum. Arabama bindim. Tam hızla Cağaloğlu’na, gazeteye ulaştım. Bir yandan da yıldırım baskı için servislerin gerekli elemanlarını nasıl toplayacağımızı hesap ediyordum.Cep telefonu yok tabii o zamanlar. Not olarak aktarayım: Gazetelerde gece mesaisinin bitiminden sonra yani gazetede kimsenin kalmadığı saatlerde bir olay olursa yıldırım baskı yapabilmek için her servisten birinin, gazeteye yakın oturanların telefon ve adresleri hazır tutulur idarede. Olay olunca hemen bu kişiler toplanır. Bugün yine bu uygulama var mı bilemiyorum. O dönemlerde özellikle cep telefonu ve herkesin otomobili olmadığı için böyle bir uygulama önemliydi. Gazeteden içeri girince kapıdaki görevliye servislerin elemanlarını toplayın dedim. Görevli hepsi geldi efendim, yukarıdalar diye cevap verince şaşırmıştım. 02.00’de servisler kalkmış, herkes çoktan uykuya dalmıştı. Sabah 06.00 sıralarında bu arkadaşlar nasıl olupta gelmişti. Yukarı çıktım. Yazı işlerinde birlikte çalıştığımız arkadaşım karşıladı beni. Merak etme. Duruma hakimiz dedi. Fotoğraf bekliyoruz.

Ham petrol yüklü 150 bin gros tonluk Rumen tankeri ile Yunan Evriali kosteri çarpıştı.Tanker Haydarpaşa önlerinde yanıyor. Haluk Özözlü olay yerine gitmiş, birazdan fotoğraf getirecek. Peki dedim bu kadar çabuk nasıl geldiniz gazeteye? Bu kadar adamı nasıl toparladınız. Güldü. Tüm arkadaşlar eve gitmemiştik. Eyüp’te bir kahvede oyun oynuyorduk. Olayı duyunca atladık bir taksiye geldik. Gazeteyi çıkaracak tüm elemanlar içeride. Baskı dairesi de baskıyı durdurdu. Bizi bekliyor. Sanırım kumar merakı işe yaramış, Haluk’un güzel fotoğraflarıyla en kısa zamanda yıldırım baskıyı geçmiştik.

Biz yıldırım baskıyı basarken diğer gazetelerin servis araçları elemanlarını toplamakla meşguldü. İki kişinin özel merakları bize yıldırım hızıyla yıldırım baskı yaptırmıştı. Birincisi yazı işlerindeki arkadaşımızın kumar merakı – tüm çalışanları o ayartmış ve kahvehaneye götürmüş. Arkadaşımız bu hastalığı yüzünden büyük ailevi sorunlar yaşadı-, ikinci de Kabataş’ta oturan Haluk Özözlü’nün gazetecilik ve fotoğrafçılık merakı.

Olayı bir de Halük Özözlü’nün kaleminden okuyalım:

15 Kasım 1979 günlerden perşembe, koca dev İstanbul derin uykusunda etraf zifir karanlık. Sabaha karşı beş kesik gemi düdüğünü uykumun içinde duydum. Bu tehlike anlamına geliyordu ve çok geçmeden olan olmuştu. Ham petrol yüklü 150 bin gros tonluk Rumen tankeri ile Yunan Evriali kosteri çarpışmıştı. Saatler 05.20'yi gösterirken müthiş bir patlama ile kent uyanmış, cephesi Marmara'ya bakan evlerin, dükkanların, kırılan cam sesleriyle yataklardan ok gibi fırlamıştık. Kabataş'ta oturuyordum. Binanın terasına çıktığımda Haydarpaşa açıklarında denizin yandığını görmüştüm. Alevlerin aydınlattığı bölgede bir de gemi silueti vardı. Böyle durumlarda gazeteciler aranmayı veya görev verilmesini beklemezlerdi. Kapıda duran VW'e bindiğim gibi 6 dakikada Haydarpaşa tren istasyonuna ulaşmış, istasyonun kulelerine bir nefeste çıkmıştım.
Denize yayılan ham petrol ve tanker çatır çatır bir ses çıkararak çatırdarcasına yanıyor, alevler gökyüzüne tırmanırken bu dehşet verici manzara içinde yangın genişleyerek denize yayılıyor, alevlerin sıcaklığı yüzümüze kadar geliyordu. Merakına yenilen İstanbullular evlerinden çıktıkları gibi Kadıköy sahiline koşuyorlar, kırılan vitrin camları bu bölgedeki dükkan sahiplerini daha da endişelendiriyordu. Yaya ve araç trafiğinde tarifi imkansız aynı zamanda anlaşılmaz bir panik yaşanıyordu. Güvenlik birimleri camları kırılan dükkanların yağmalanmasına mani olup, halkın sakinleşmesi için gayret gösterirken yangını en yakından görme arzusu içinde olanları engelleyemiyorlardı. Bir anda Harem gümrük sahasından Moda burnuna, Kalamış koyuna kadar olan tüm kıyılar insan selinden görülmez olmuştu. Olay yerinde yeterli fotoğrafları çekmiş, daha sonra Moda'daki Kosova et lokantası önündeki sahile ve Kazlıçeşme'ye patlama şiddetiyle vuran zifte bulanmış yanmış gemi mürettebatı cesetlerini fotoğraflamıştım. Üçüncü etap Haydarpaşa Numune Hastanesi'ydi. Burada da 51 kişinin yanarak öldüğü ve kurtulan sadece 3 denizcinin fotoğraflarını çekerek gazeteye dönmüştüm. Elimizdeki malzeme ile yıldırım baskıya girdik. Servisteki tüm telefonlar durmaksızın çalıyor, patlamanın nedenini merak eden okuyucular İstanbul'un her yerinden gazeteyi saatler geçmesine rağmen hala arıyorlardı. Telaş ve koşuşturma devam ederken tekrar olay yerinde gitme görevi verildi. Ve bu görev gece ve gündüz günlerce mendirek ve gemi çevresinde aralıksız devam etti. Haydarpaşa yeni adresim olmuştu.Tanker söndüğünde kaptan köşkü, baca, güverte buruşturulmuş bir kağıt gibi çelik yığınına dönmüş pervane gibi yamulup yırtılmıştı. Köpekbalığı kılçığını andıran görüntüsü aylarca Kadıköy'ün silueti olmuştu.”

11 Kasım 2006

İngilizlerin tören becerileri

Berceste'nin Guy Fawkes ile ilgili bilgi dolu yazısı bana bir anımı hatırlattı. Havai fişeklerle ilgili değil tabii. İngilizlerin organizasyon konusundaki becerileriyle ilgili bir anımı. Şöyle geriye doğru gidip fotoğrafları karıştırdım. Ve aradığımı buldum. Hem de günü gününe tarihleriyle. 13 temmuz 1988. Evren Cumhurbaşkanı. Batı’ya ilk gezisini İngiltere’ye yapıyor. Heyete öyle Özal gibi iş adamlarını doldurmamış. Sadece gerekli bürokratlar ve gazeteciler var. Benim de ilk Londra seyahatim. Tabii protokol içinde hareket ediyoruz ve nereye gidilecekse oradan oraya koşturuyoruz. İnsan yeni bir ülkeye gittiğinde daha dikkatli olur ve durmadan karşılaştırma yapar kendi ülkesi ile. Yıllar geçti. Çoğu detayları unuttum gitti bile. Ama unutamadığım bazı gözlemlerim vardı. Onları sizlerle paylaşmak istedim. Esas anlatacağım gözlemimi sona bırakarak sıralayayım : Birincisi otoritenin gücü ve disiplini. Evren nereyi ziyaret etse ona karşı protesto gösterisi yapan gruplara uygulanan katı disiplin. Nasıl mı? Evren bir yeri mi ziyaret edecek?. Tüm güvenlik uygulamalarının yanı sıra protesto gösterisi yapacakların yeri de ayrılmış caddelerin belirlenmiş yerlerinde. Kaldırımın kenarına koymuşlar korkulukları. “Buradan bağırmak serbest ama taşkınlık yapma. Yaparsan yakarım” demişler. Göstericiler, uzaktan kumandalı gibi bağırıyor çağırıyorlar ama o kadar.
İkincisini şöyle anlatabilirim. Büyük gazetelerin biliyorsunuzdur Londra muhabirleri vardır. Bizim de vardı. Bir akşam muhabirimiz, beni yemeğe götürmek istedi. Tamam dedim. Doğru bir kebapçıya. Biz İstanbul’da kebap yiyemiyoruz ya. Doğru Londra’da bir Türk kebapçısına. Neyse.
Kebapçının bulunduğu semtte geldik. Park yeri yok. Sağa git yok. Sola git yok. Bir ara bir dört yol ağzına geldik. Sağdaki sokağa dönüşte bir arabalık park yeri bize göz kırpıyor. Bak dedim işte yer. Muhabirimiz, aman Ağabey orası dönüş yolu. Park etmek yasak. Tamam dedim yahu. Gecenin bu saatinde kim görecek senin arabanı. Öyle deme ağabey dedi. Burada herkes polis. Kim görürse hemen polise haber verirler. Dakikasında gelirler. Ne araba kalır ne de ben kalırım Londra’da. Başka bir muhabir bulursunuz.
O zaman kafama dank etmişti. İhbar etmek bizde muhbirlik sayılıyor, onlarda ise vatandaşlık görevi.
Gelelim asıl hikayeye.

Londra’yı ziyareti nedeniyle Evren’e Belediye Meclisi’nde nişan verilecek. Neden verdiler hatırlamıyorum ama frakları giyip törene gittiğimizi iyi hatırlıyorum. Bir parantez açmakta fayda var. Benim yaşımda olanlar hatırlarlar. Hürriyet Gazetesi yazarı Oktay Ekşi frakını bizim gibi Londra’dan kiralamamış, Türkiye’den getirmişti. Oktay ağabey otel idaresine ütülesinler diye frakını vermiş, frak kaybolmuştu. Tabii törene katılamamıştı. Sonradan Oktay ağabeyin Karadenizli inadı tutmuş, oteli mahkemeye vermiş ve tazminat kazanmıştı. Kazanmıştı ama hep hayıflanırdı “Ben ne yapayım tazminatı. Gazeteci olarak töreni kaçırdım ona yanarım ona”.Şimdi biz gelelim katıldığımız törene. Fotoğraflardan da gördüğünüz gibi Belediye Meclisi üyeleri büyük bir salonda karşılıklı oturuyorlar. Birbirlerini görerek tartışıyorlar. Meclistekiler yerlerini almış. Biz de frakları çektik. Toplantı salonunun kapısına geldik. Mübaşir gibi görev yapan biri davetiyemi aldı ve kapıyı açıp beni içeri saldı. Bir yandan da davetiyeden ismimi okuyarak bağırdı. Mister bilmem kim. İçeri girdim. Şaşırdım. İki yanda tribün gibi oturma yerleri. Filmlerde gördüğümüz gibi ortaçağ kıyafetli adamlar. Beni alkışlıyorlar. Kendimi bir an tiyatroda sandım.
Evet tiyatroda sandım.Ama tiyatro değildi. Ve ciddi ciddi işlerini yapıyorlardı. Yürüdüm. Karşılıklı iki tribünü geçtikten sonra bir başka mihmandar beni karşıladı. Bir platform üzerine dizilmiş iskemlelerden birine, etekli bir beyin yanına oturttu. Herkes bu sırat köprüsünden geçip gösterilen yerlere oturdu. Benim yerim neresi. İstediğim yere oturayım. Yok oradan göremem. En iyi yer neresidir. Orayı kapayım gibi düşünceleri düşündürtmüyorlar size. Robot gibi oluyorsunuz bir anda.Tören başladı. Evren’e bir şeyler taktılar. Törenden sonra yemek var. Bitişikteki salonda. Ben bu sıradan nasıl çıkacağım diye düşünüyorum. Öyle ya bu kadar insan var. Daracık koridorlar. Bırak düşünme dedim kendi kendime. İngilizler bunu da düşünmüşlerdir. Evet onu da düşünmüşler. Tören bitti. Kimse kalkmıyor. Herkesin ismi anons edilecek. İsmi okunan yandaki salona girecek dediler. Ve isimler okunmaya başladı. EEEE diyorsunuz buraya kadar ilginç ne var ki. Sıkı durun. Çok basit bir şey yaptılar. Kapıda davetiyeleri toplayan mübaşir vardı ya. Davetiyeleri geliş sırasına göre üst üste koymuştu. Ne olmuştu peki. En son gelen en üstte kalmıştı. İşte en üstten başlayıp geriye doğru isimleri okumaya başladılar. İsmi okunan kalkıyor, yandaki salona geçiyordu.
Meclis salonuna en son giren sıranın en sonunda oturduğu için ilk kalkan da o oluyor, böylece affedersiniz diye yanında oturanın ayağına basıp geçene ya da yer kapayım diye kalkıp herkesi ezen birine rastlamıyorsunuz. Organizasyonda tek şey var: Sabır, düzen ve dikkat.Aynen bir kazak örer gibi. Kazağı önce ördüler.. Sonra da söktüler.Çok mu zor. Hiç te zor değil. Yeter ki isteyelim ve işi ciddi tutalım.


Yemek salonunda da başka bir sürpriz bekliyordu bizi. Bizim masada karşımda oturan hanımefendi bir anda dikkatimi çekti. Pek İngilizlere benzemiyordu ve gelinlik tarzı bir kıyafetin yanı sıra başında da eften füften bir taç vardı. Masaya daha dikkatli bakınca bazı beylerin göğüslerinde nişanlar gördüm. En garibi bazıların tabaklarının yanına bıraktıkları iri ufaklı kupalardı.Karşımdaki hanımefendi beni dikkatli dikkatli süzdü uzun süre. Şaşırdığımı belli etmiştim herhalde. Türk müsünüz diye sordu. Evet dedim. Şaşırdığını belirtti. Benim ingilizcem de evlere şenlik. Yes no dan biraz iyi.. Çat pattan sonra ve masamızdaki elçilik çalışanlarından birinin yardımıyla sorunu çözdüm. Bizi süzen bayan Yeni Zelanda’lıydı . Bir ingilizle evliydi. Antropoloji öğrenimi görmüştü. Beni Türk’e benzetememişti.

Sonra taçların, nişanların da esrarı çözüldü. Resmi davetiyelerde hani bizde de kıyafetler smokinli ya da koyu elbiseli olacak diye şartlar konur ya. Meğer onların davetiyesinde de tüm nişanlarla birlikte diye bir şart varmış. Tüm bu tantana bundanmış. Onun için takmışlar takıştırmışlar, yemeğe öyle gelmişler. Biz şaşırmıştık, onlar da neden şaşırdığımıza şaşırmışlardı.!!!!!!!

7 Kasım 2006

Atatürk'ü anıyoruz, arıyoruz


Atatürk diyor ki;

Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.
Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir.”


01.09.1925

3 Kasım 2006

Sakın tecrübe deyip geçmeyin

Sıkılmadan okursanız size bir balıkçılık anısı anlatacağım. Önce biraz bilgi vereyim.
Eskilerde kalkan balığı Beykoz kalkanı diye satılırdı. Kalkan balığı Beykoz’da mı tutulurdu. Hayır. Balık Karadeniz’de Şile açıklarında tutulur, Beykoz’a getirilir, oradan pazarlanırdı. Satıcılar da Beykoz kalkanı diye satardı. Kalkan Balığı nasıl tutulur? Biliyor musunuz. Bilmeyenler için kısa bir açıklama yapmakta hikayemizin iyi anlaşılması için fayda var.



Biliyorsunuz Kalkan yuvarlak, yassı bir balıktır. Onun için kalkan ağları geniş gözlüdür. Ağın uzunluğu balıkçının para gücüne göre 1000 metreye kadar çıkabilir.Ağın yüksekliği 1.5 metre kadardır. Çok yüksek değildir, zira kalkan balığı denizin kumsal alanlarında ve dipte yaşar. Balıkçılar Karadeniz açıklarındaki kumsal zeminleri bilirler, ve bu bölgelere ağlarını kurarlar. Şöyle bir örnek verelim. 1000 metre ağınız var. Bunu iki takıma ayırırsınız. Önce bir takımı teknenize istifler, denize açılır, kalkan yerine gelir ağı bırakırsınız. Ve geri dönersiniz. Ağ bir hafta denizde kalır. Ağın üç dört yerinde şamandıralar vardır. Her balıkçının kendine özgü şamandırası bulunur. Bir hafta sonra ikinci takımı tekneye yükleyip tekrar denize açılırsınız. Pusula ile gidip şamandıranızı bulur, ağınızı çeker, teknedeki ağı tekrar denize bırakırsınız. Kalkanın tutulma mevsimi şubat,mart ve nisan aylarıdır. Sıkılmadınız değil mi bu bilgilerden. Tamam. Sıkılmamışsınız. Devam ediyoruz öyleyse. Ne diyorduk.Eskiden kalkan tutulan yerler İğneada açıkları, Şile açıkları gibi yerlerdi. Bulgaristan, Romanya gibi ülkelerin açıklarında da kalkan tutulan yerler vardır. Buralarda ağlar karasuların dışına atılır ama bu ülkeler zaman zaman bizim balıkçıları karasularını ihlal ettikleri gerekçesiyle tekneleriyle birlikte gözaltına alırlardı. Anlattığım bu balıkçılık şekli 30-40 yıl öncenin kalkan balığı avlama şeklidir. Bunu unutmayalım.

Bugün tekneler çok büyüdü. Zaten bu dediğimiz yerlerde balık da kalmadı. Şimdi Ukrayna kıyıları gözde. Ukrayna sahil botlarından daha hızlı giden balıkçı teknelerimiz var artık. Ukrayna kıyılarına gidiyorlar, karasularının hatta limanların içine kadar giriyorlar, Ağlarını atıyorlar. Şamandıra bırakmıyorlar. Ukrayna karasularından çıkarak 4-5 gün uluslararası sularda bekliyorlar. Zamanı gelince ağlarını radardan tespit edip çekiyorlar. Bunu da özellikle dalgalı denizde yapıyorlar. Zira Ukrayna sahil muhafaza botları küçük olduğu için dalgalı havalarda denize açılamıyorlar. Ayrıca hızları da bizim tekneleri yakalamaya yetmiyor. Hatırlarsınız böyle bir takipte top atışı ile bir balıkçı teknemizi batırmışlardı. Neyse. Biz gelelim hikayemize.

Teknemiz 11 metre. Çok küçük bir taka. İsmi Nursu. Yıl 1957.Reisimizin ismi Temel. 4 tayfa ile Rumelifeneri’nden yola çıkıyorlar.Yanlarında bir de 15 yaşında bu yazıyı yazan ve reisin yeğeni olan bir genç var. Bulgaristan’ın Varna limanı açıklarındaki denizde bir haftadır bekleyen ağlarını çekecekler, sonra da teknedeki ağlarını bırakıp dönecekler. Karadeniz kıskandıracak şekilde sakin. Balıkçıların deyimi ile süt liman. Ağların bulunduğu yere Rumelifeneri’nden 7-8 saatte ulaşacaklar. Dönüşte yine aynı saati bulacak.7 saat sonra ağların bulunduğu yere ulaşıyorlar. Şamandıraları buluyorlar ve ağı çekmeye başlıyorlar. Dedik ya kağıt gibi bir deniz var. Ağın bir kısmını 3-4 saatte çekiyorlar. Ağda balık ta var.. Balıkçıların keyfi süper. Karadeniz türküleri, fıkralar eşliğinde ağ çekimi devam ederken Temel reis birden telaşlanıyor. Hadi çocuklar diyor. Ağın denizde kalan kısmını bıçakla kesin. Şamandırayı bağlayın hemen gidiyoruz. Tayfalar şaşırıyor. Ne oldu reis? diyorlar. Deniz çok sakin. Acelemiz ne?Temel Reis –Tabii bu reis Karadeniz fıkralarındaki Temel değil- bakın diyor ufuktaki bulutlara. Bunlar fırtına bulutları. Fırtına bizi yolda yakalayacak. Sağ salim gidebilmemiz için dua edin.Hemen yola koyuluyorlar. Rüzgar yavaş yavaş artıyor. Dalgalar da büyümeye başlıyor. O dönemde telsiz yok, telefon yok. Ayrıca sığınacak liman da yok. Rumelifeneri’ne 1-2 saat kala fırtına bindiriyor üstlerine. Temel reisin ustalığı ile batmadan bin bir güçlükle karaya varıyorlar. Köy sakinlerini kayalıklarda onları merak içinde beklerken buluyorlar.Reisin tecrübesi 6 kişinin hayatını kurtarıyor.Bu hikaye sadece bir örnek. Buna benzer ne hikayeler vardır tecrübe üstüne.