20 Ekim 2020

Sonbaharın dansı…

 Suzan Peker- Bozcaada

Poseidon yine kızgın. Kime kızdıysa bu sefer. Deli gibi esip, gürlüyor.

Bağbozumu biteli çok oldu. Asmalar yine de yapraklarını dökmedi bu sene hayret. Kimisi kırmızı, kimisi sarı, yeşil kalmaya direnenler de var. Ya üzerindeki kararmaya yüz tutmuş kuruyup kalmış çavuş üzümleri, Cabarnetler, Merlotlar, Alicanteler... İnsanın içi acıyor.  

Ahh o canım Alicanteler... Yaprakları sonbaharla birlikte bir şölene dönüşen Alicanteler. Kırmızı gelinliklerini giymiş, rüzgârda dans eder gibi salınan Alicanteler...

Çavuşların yaprakları sarı, yer yer kahverengiye dönmüş.  Adanın üzümü olduğu için hem annesi, hem babası gibi diğerlerinin. Adaya gelen tüm üzümler  misafir de o, ev sahibi sanki. Tatlı, taptatlı bir ev sahibi.

Merlotların kolları yerlerde.  Hele bazıları Cabarnetlere kol atmış, sanırsın birlikte halay çekecekler. Aman ha çok yaklaşmayın birbirinize pandemi var bu sene. Her şey uzaktan uzağa. Maske şart.

Zeytinlerin arasında en az 1.5 metre var. Onlar kurtardı. Ama onlara da bu sene filizkıran hastalığı geldi. Örümcek ağları var yaprakların arasında. Bir bakıyorsunuz canım yaprakçılar yenip yok olmuş. Zeytin vermedi hiçbiri. Yok senesi herhalde. Sadece bağa inerken sol yandakinin üzerinde 15-20 adet zeytin var. Simsiyah kocaman zeytinler. Gidip gelip konuşuyorum onlarla.  

Karga sürüleri çığlık çığlığa uçuyorlar. Bu kadar büyük sürüyü yazın bir arada görmek zor. Denizden doğru büyük bir grup geçti az önce üzerimden. O kadar güzeller ki, gözümle hep fotoğrafını çekiyorum onların. Belleğimde çok karesi var, bağların üzerinde raks eden kargaların.

Ben bunları yazarken, şimdi yağmur tıpırdamaya başladı. Poseidonla Zeus kol kola vermiş eğleniyor galiba yeryüzündekilerle. Ama mis gibi kokuttular toprağı. İçime çekiyorum, şükür ediyorum.

Sağ ve sol yanımda iğde ağaçları eğiliyor iki yana. Üzerinde iğde çok fazla bu sene. Şimdi sağdaki iğdenin altına bizim bir gözü kör olan kedi yavrusu geldi. Bir kavgada kaybettiğini düşünüyoruz gözünü. Üç kardeşin arasında tüyleri en parlak olan da en küçük olan da bu. İsim veremedik hiçbirine. Ama hepsini tanıyoruz. Anneleri bizim bahçede büyüttü onları.  Sadece yemek saatlerinde gelip karınlarını doyurup gidiyorlar.  

Lavanta ve gavuraların arası yabani ot dolmuş. Ayıklamaya koyuldum geçen gün ama bitmiyor. En çok da yapışkan Anduz Otu sıkıyor canımı. Kökleri sağlam çapayla çok uğraşmak gerekiyor. Ama adada bu ottan o kadar çok ki, savaşmanın boşuna olduğunu düşünmeye başladım. Baharda kelebeklerin gözbebeği olan mis kokulu lavantaların sadece yaprakları kaldı. Rüzgârda nazlı nazlı salınan gavuraların da çok az çiçekleri. Yavaş yavaş kış uykusuna hazırlanıyorlar.

Sardunyalar en dayanıklıları. Köşede mavi yaseminle kırmızı, beyaz, pembe renk cümbüşündeler hala. Yazdan kalan anılar gibi. Itırlar biraz kuytu seviyor. Ne güneşi, ne rüzgârı çok sevmiyorlar. Neler çektim bu Itır çiçeğini bulana kadar. Kaç çiçekçiye sordum. "O eski çiçek abla, konu komşuda varsa koparacaksın bir dal" dediler. Ada sokaklarında az insan kollamadım, Itır çalacağım diye. Neyse bir tanıdık verdi de çoğalttım sonra. Mis gibi kokuyor. O yüzden mis çiçeği de deniyor. Anneannem, Itırlı muhallebi yapardı çocukluğumda. Tadı hala damağımda. Gelip geçerken elimle okşayıp elimi koklamadan geçemiyorum ıtırın yanından.

Sukulentleri babaannemin yadigârı emaye tencerelerin içine dikmiştim. Onlar da sevgiyi hissettiler herhalde, mutlular.

Bir serçe uzaklardan ıslık çalıp şarkı söyleyerek geldi. Çimenlerdeki kâseden su yudumluyor şimdi. Yağmur, yalnızlığın sesini örtüyor. Sadece rüzgâr, kuşlar ve yağmur...


Hiç yorum yok: