Suzan PEKER yazdı
Yaşasın evimizde 34 yıl
sonra minik çamaşırlar var. Pembe, sarı çiçekli bir body var mesela, mis gibi
torun kokan. Mama sandalyesine oturmak istemeyen. Sabahları yatağımıza geliyor,
çiçeklerini tek tek içimize döküyor. O çiçekler içimizde büyüyor, büyüyor. Bir
de öyle güzel gülüyor ki bu çiçekler inanmazsınız. Sımsıcak oluyor içimiz sabah
sabah. Gözlerimizde bir pırıltı, Güneş ışığından daha ferli.
Pembe
beyaz çizgili bir tayt mesela…İçine bezli küçük bir popocuk girmiş, yerleşmiş. Ayağa
bile kalkmış tayt, bir yerlere tutunarak. Ama genelde dizlerinin üstünde
yerleri temizliyor. Sonra bağrış, çığrış çıkarılıyor. Laf aramızda sahibi hiç
sevmezmiş, giyip, çıkarmayı çamaşırlarını. Pembe çizgili tayt çamaşır
makinesine gidecek şimdi ama kokusu uçmasın yıkanınca olur mu. Nasıl sağlarız
bunu söyle bize makine. Ne sabun koksun, ne yumuşatıcı, sadece olduğu gibi
kalsın, evlat koksun. Çünkü biz bu kokuya yıllardır hasretiz. Hayatın
koşuşturması arasında doya doya içimize çekemediğimiz, çektiklerimizi de kutulayıp
saklayamadığımız bu kokuya.
Bir
pembe mayo var ki doyamıyoruz bakmaya. Bezli bikininin kenarları fırfırlı. Uzun kollu body’siyle takım. Bir de şapkası.
Plaj modasında son nokta. O şapkayı bir görseniz güneşin tüm ışıklarından
koruyor ama yine de şapkanın sakladığı yüz parlamayı sürdürüyor. Nasıl
olabiliyor anlamak mümkün değil.
Denizden
gelince karşımıza yeni giysiler çıkıyor. “Merhaba ben önden düğmeli beyaz penye
hırka. Aman dikkat üşütmeyelim. Düğmelerimin hepsi teker teker sevgiyi ilikler.
İçimdeki can pareyi korur. Benim görevim
diğerlerinden daha üstün” diye böbürlendi.
Pembe,
kenarı fiyonklu, içi yumuşacık ağzına kadar sevgi dolu bir çift çorap
hareketlendi. Doğru, mercimek kadar parmaklardan başlayıp ayak boğumlarını
geçip, pamuk bilekte sabitlendi. İkincisi de aynı yoldan ilerleyip, diğer
bilekten seslendi; “Ya biz olmasak”
Ahh
az kalsın unutuyordum. Duymasın ama en sevilmeyen de mama önlüğü. Üzerinde
zebralar, filler, zürafalar…Hepsi sevgi dolu bir sürü hayvancık. Hepsinin derdi
bizimkini mama yerken oyalamak, biraz da üzerlerine dökülen mamalarla
karınlarını doyurmak. Ama ne mümkün. Minik ellere direnmesi zor hayvancıkların.
Hepsini koparıp atabilir, yerlere, öyle sevmiyor yani.
Bu
giysilerin hepsinin derdi en iyi olup, sahibinin gözüne girmek anlaşılan. Ama
O’nun gözü hep annesinde.
Mama
sandalyesi köşede durmuş, tek olmanın keyfini çıkartıyor. Üzerine de sahibinin
bezli poposu kadar, ayıcıklı, minik bir minder kondurmuş, davetkar. Önündeki
minik masasının üzeri pankek parçacıklarıyla süslü. Pankekleri ağzına götürüyor
minik yumuk eller. Ağızdaki iki küçük diş eşlik ediyor onlara. Karnı doyunca
misafirin, şap, şap vuruyor masaya pamuk avuçlar. Seve, seve kabul ediyor
şaplakları masa. Yeter ki biraz daha birlikte olsunlar. Her şey kabulü ama buna rağmen sahibini
üzerinde en fazla 5 dakika tutabiliyor. Anne kucağıyla yarışması mümkün değil.
Pembe,
mavi, beyaz renkte üç kaşık, diğer masanın üzerinden dikkatle izliyor olanları.
“Biz, ağzının içine kadar girip, ona çorba ve mama taşıyoruz. Bize henüz alışamadı
ama ilerde bizden ayrılamayacak. Biz vazgeçilmezliğe doğru kararlı adımlarla
ilerliyoruz. Hey sen mama sandalyesi, ne kadar ömrün var ki”.
Sahibiyle
çok fazla haşır, neşir olamamanın acısının üstünü örtmeye çalışıyor kaşıklar.
Oysa onların bir işlevi daha var, baget olmak. Ne eşsizdir o bagetlerle çalınan
müzik. Üstelik biraz da hoşuna gider kaşıkların, bahaneyle kıskandığı mama
sandalyesi de dövülür çünkü.
Köşeden
göz kırpıyor su biberonu. “Haydi alsana beni iki elinin arasına, tutsana o minik
parmaklarla. Bak şarkı bile söylüyorum sana “Hiç kimsenin yağmurun bile böyle
küçük elleri yoktu” hadi, hadisene…
Minik
sahip, sanki duymuş gibi biberonun söylediklerini, küçük bir gülümsemeyle tuttu
iki yanından salladı onu. Biberon dans etti, horon vurdu mutluluktan. İçindeki
deniz dalgalandı, su aktı, aktı, aktı…Sahibinin susuzluğunu dindiren pembe
biberon; pembe başarı kurdelasını takıp yerine oturdu.
Aaa
o da ne. Buruş, buruş küçücük bir paket. Baba şişirdikçe şişirdi, sonra içine
su doldurdular, kocaman mavi bir havuz oldu. Hepsi, ona baktılar.
Neler
oluyor?
Bu
da kim?
Ne
işe yarayacak?
En
çok da biberon bozuldu, “Bu kadar su, aman Allahım, nasıl yarışırım bununla”
sonra da bağırdı: İsraf bu, israf. Minik sahip duymadı bile biberonu. Etrafında
dedeleri, babaannesi, annesi, babası. Oturdu minik denizine şap şap vurdu suya.
Su sıçradıkça etrafa keyiflendi. Sarı ördek, minicik dişler tarafından
ısırılmaktan keyiflenip, ara sıra vak vakladı. Oyunlar bitti, havlu hemencecik
sarıverdi miniği. Annesinin kolları da havluyu.
Mayo
çıkarılırken biraz hırpalandı, sonra kurutma teline yerleşip, sıcacık güneşin
tadına vardı. Minik bembeyaz bir body yerleşti mis kokulu vücuda, bacaklara da
siyah üzerinde sevimli karakterler olan bir tayt. Mercimek parmaklar özgür, pembe
topuk davetkar, güneşe çıktı…
Yıllar,
yıllar önce anlatmıştım. Zıbından, kot pantolona uzanan çamaşırların öyküsünü. Büyüyüp,
okuyup, eve dönüp, sonra kendi yuvasını kuran, anne-baba evinde kokusunu
bırakan çamaşırları…
Yıllar
sonra şimdi üç kişilik oldu çamaşırlar. Birininki çok minik. Evlat, evlat
kokuyor evimiz. Küçük bir yaz tatili
için bize geldiklerinde, ağzımız kulaklarımızda, içimiz kıpır, kıpır, tüm
kokuyu içimize çekiyoruz. Artık, Güneş hep bizim eve doğuyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder