“Sosyal medyada blog açıp yazmaya
başlayınca babamın anılarını gençlerle tanıştırmak önemliydi. 2007 yılında bu
anıları punto-punto.blogspot.com adresinde paylaşmıştım.
7 yıl olmuş. Her geçen yıl Köy
Enstitüleri projesinin değerini bir kez daha anlıyoruz.
Bu anıları yeni nesille özellikle “gezi
nesli” ile paylaşmak benim için mutluluk verici.
Anıları altı bölümde yayımlamıştım. Bu
kez tek yazıda yayımlıyorum. Sabırla okursanız cumhuriyetin ilk yıllarını daha iyi anlarsınız:
Akın Kamacıoğlu”
54 yıllık öğretmenlik yaşamının büyük bir bölümünü Trabzon’un
Beşikdüzü Köy Enstitüsü'nde geçiren rahmetli babam Mehmet Ali Kamacıoğlu’nun
anılarını okuduğunuzda “nereden nereye geldik ” sorusunun cevabını sizlere
bırakıyorum:
Bugün Anadolu'nun hangi kentinde böyle bir orkestra var? Yıl 1945.
Beşikdüzü Köy Enstitüsü'nün orkestrası. Bir çalışmadan önce objektiflere poz
vermişler. İyi ki poz vermişler, bize nereden nereye gelemediğimizi çok güzel
gösteriyorlar.
Bilindiği gibi köy
Enstitüleri 17 Nisan 1940 yılında büyük ümitlerle kurulmuştu. Köy çocukları bu
enstitülerde eğitilecek, çevrelerinin kalkınmasında lokomotif görevini
üstleneceklerdi. 1946'lardan sonra üzerinde çok tartışıldı, ve sonunda tümüyle
kapatıldılar.
Elimde, Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan Beşikdüzü Köy
Enstitüsü’nde müzik öğretmenliği yapan Mehmet Ali Kamacıoğlu’nun anılarından
bazı bölümler var. Bu anılarda Atatürk’ün öğretmenlerinin bir ulusun
yaratılması sırasında üstlendikleri rollerin ne kadar önemli olduğunu
göreceksiniz.
Köy Enstitülerine bugünkü pencereden bakacak, ülkenin köylerden
kalkınması projesinin yok edilmesiyle çok büyük bir fırsatın kaçırıldığına
şahit olacaksınız.
Önce, Köy Enstitülerini anlamak için Cumhuriyet yayınlarından
çıkan “Köy Enstitüleri Üzerine” isimli Sabahattin Eyüboğlu’nun
kitabından bazı alıntılar yapalım:
“Atatürk köylünün aydınlanmasını, çağdaş bir dünya görüşüne
ermesini istiyor. Bakıyor ki sözde bilim adamlarının, İstanbul’un birkaç
kilometre ötesine bile çıkıp bakmadan, Fransa’da, İsviçre’de gördükleri,
görebildikleri okul sistemleriyle Anadolu köylerinde dikiş tutturmak mümkün
değil. Bakıyor ki Batı okullarının sadece biçimlerini, dış görünüşlerini görmüş
aydınlarımızın kurdukları okul havanda su dövüyor.[…] Atatürk önce Batılı
bilginlere başvuruyor. John Dewey de ona kuracağı okulların Türkiye’nin
gerçeklerine uyması gerektiğini söylüyor. Atatürk çevresindeki eğitimcileri köy
gerçeklerini inceleyip bir rapor hazırlamak üzere köylere yolluyor. Bu heyet üç
bilimsel gözlemle dönüyorlar:
1- Batı taklidi öğretmen okullarından
köylere gidenler ya dayanamayıp gitmiş ya da kalıp köyün karanlığında erimiş,
ağanın imamın yoluna girmiş.
2- Köy okulunda sadece okuma yazma öğrenmiş köylü dört beş yıl sonra okuma yazmayı bile unutmuş.
3- Ordudan dönüp tarlasını işleyen bazı çavuşlar, köylü çocuklarına kendiliklerinden okuma yazma öğrettikten başka Cumhuriyet’in padişahsız bir düzen olduğunu, şimşekle elektriğin bir anadan doğduğunu, sıtmanın sivrisinekten geldiğini, otomobilin benzinle, trenin buğuyla işlediğini anlatmışlar.”
2- Köy okulunda sadece okuma yazma öğrenmiş köylü dört beş yıl sonra okuma yazmayı bile unutmuş.
3- Ordudan dönüp tarlasını işleyen bazı çavuşlar, köylü çocuklarına kendiliklerinden okuma yazma öğrettikten başka Cumhuriyet’in padişahsız bir düzen olduğunu, şimşekle elektriğin bir anadan doğduğunu, sıtmanın sivrisinekten geldiğini, otomobilin benzinle, trenin buğuyla işlediğini anlatmışlar.”
Bu gözlemler Köy Enstitüleri’nin doğmasında önemli rol oynuyor.
Eyüboğlu devam ediyor:
“ İlerde İlköğretim Genel Müdürü olacak İsmail Hakkı Tonguç
tarafından değerlendirilen gözlemler, önce Eskişehir’deki köy eğitmeni
yetiştirme kurslarının, sonra da Köy Enstitüleri’nin temelini teşkil etmiştir.
İsmail Hakkı Tonguç tarafından düşünülen ve bir 1940 yasasında yer alan Köy Enstitüsü yalnız bir okul değil, aynı zamanda modern bir çiftlik ve öğrencilerin kendi binalarını bizzat kendileri yapmayı, toprağı işlemeyi öğrendikleri, başlangıçta lise derslerinden çok farklı olmayan derslerini bir yandan izlerken, bir yandan da yaşantılarını düzenledikleri bir yatılı kurumdur.”
İsmail Hakkı Tonguç tarafından düşünülen ve bir 1940 yasasında yer alan Köy Enstitüsü yalnız bir okul değil, aynı zamanda modern bir çiftlik ve öğrencilerin kendi binalarını bizzat kendileri yapmayı, toprağı işlemeyi öğrendikleri, başlangıçta lise derslerinden çok farklı olmayan derslerini bir yandan izlerken, bir yandan da yaşantılarını düzenledikleri bir yatılı kurumdur.”
Müzik öğretmeni Mehmet Ali Kamacıoğlu Beşikdüzü Köy Enstitüsü’de
Müzik öğretmenliğine başlamadan önce Rize’de kemençe çalıyordu. Kemençeden
keman yaptı, kendi kendine öğrendi notayı. 1943 yılında Rize'de Kurtuluş
İlkokulu başöğretmeniyken, ondan önce okulun başöğretmenliğini yapıp Beşikdüzü
Köy Enstitüsü'ne atanan Ziya Işıkdemir'den bir mektup alır. Arkadaşı
mektubunda, onu enstitü müdürüne tanıttığını, enstitünün müzik çalışmaları için
onun gibi bir öğretmene gereksinim olduğunu, böylece aradığı müzikle ilgili
çalışma alanı bulacağını söyler.
Kamacıoğlu’dan bir anı:
"İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Rusların Kars ve Ardahan'ı
istemeleri üzerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Kars'a gitmişti. Dönüşte
Trabzon'a uğradı. Enstitüyü görmek istediğini ancak sahil yolunun uygun
olmaması nedeniyle Beşikdüzü’ne gelemeyeceğini, Trabzon'dan Ankara'ya
döneceğini söylediler. Enstitüden öğrencilerin Trabzon’a gitmesi ve bir gösteri
yapmaları istenmişti. Biz de hazırlandık. Koro, orkestra ve milli oyunlardan
ibaret ekiplerle. Müdür Fehim Akıncı'nın başkanlığında Trabzon'a vardık.
Gösteri yeni yapılan lise binasının bin kişilik salonunda yapılacaktı. Akşam
salon tıklım tıklım doluydu. Ön sıralarda İsmet İnönü ile yanındakiler
yerlerini aldıktan sonra, dört sesli İstiklal Marşı'nı söyleyip bitirdiğimiz
zaman, salon alkıştan inlemişti. Halbuki, İstiklal Marşı alkışlanmaz.
Alkışlanan çokseslilik ve köy çocuğunun ulaştığı uygarlık düzeyiydi. Kaval ve
kemençe eşliğinde söylediğimiz mahalli türküler de ayrıca alkışlanmıştı.”
Beşikdüzü Köy Enstitüsü Müzik Öğretmenliğine atanan Mehmet Ali Kamacıoğlu hemen sınıflarda öğrencilerle tanışmaya girişir. Kız-erkek karışık olması çok daha elverişlidir. İşe keman çalmakla başlar. Öğrencilere keman çalmayı öğrenmek isteyip istemediklerini sorar. Yanıtlar olumlu, ilgi büyüktür. Kamacıoğlu buna çok sevinir.Öğrenmeye can atan bir öğrenci grubu bulmuştur.
Geriye yer ve en önemlisi çalgı sorunu kalmıştır. Çalgıları sağlayıncaya dek müzik eğitiminin temeli olarak insan sesini kullanacaktır. Sınıflardan sesi güzel kulağı müziğe uygun 40 dolayında kız-erkek öğrenci seçer. Koro çalışmalarına başlayacaktır, ancak çalışacak yer bulamazlar.
Hemen okul binasının bahçesine bitişik ilkokul binası dikkatini
çeker. Burada gündüzleri ilkokul öğrencileri eğitim yapıyor, ancak saat
15.00’den sonra okul kapatılıp gidiliyor. İlkokul başöğretmeni Hasip Ataman
müziğe meraklı bir kişidir, çocuklara toplu olarak şarkılar, marşlar
söyletmektedir.
Mehmet Ali Kamacıoğlu Hasip Ataman’la görüşür. "Paydostan
sonra okulun bir iki dersliğini kullanmak istiyorum" der. Hasip Ataman, "Olur.
Ancak biz okulu temizleyip sıraları düzeltip çıkıyor, ertesi günü öğretime
hazır olarak bırakıyoruz. Siz de aynı biçimde bırakırsanız sorun yok” yanıtını verir.Kamacıoğlu anılarına şöyle devam ediyor:
"Enstitüye geldiğimin üçüncü günü akşam paydosunda seçtiğim
öğrencilerle koro çalışmalarına başladık. Bir hafta sonra bir akşam müdürümüz
Osman Ülkümen’i koromuzu dinlemeye çağırdım. Tek, iki, üç sesli “solfej” notalarla seslendirme çalışmalarımızı
dinleyince sevinçten ne yapacağını bilemedi, kendisi de bize katıldığı gibi,
bundan sonraki çalışmalara geleceğini söyledi. Olanak buldukça da geldi.
Koro çalışmalarını böyle başlattıktan sonra sıra çalgıyla
çalışmalara gelmişti. O sırada Hidayet Sayın öğretmenin aldırdığı 20 kadar
mandolin depolarda duruyordu. Üç öğrenci de pratik olarak alaturka keman
çalıyordu. Bunlar Lütfü Baykan, Mehmet Erkan ve Osman Işık’tı.
Lütfü Baykan ayni zamanda kemençe de çalıyordu. Kemençe çalan
öğrenciler daha çoktu. Artık bu koşullar içinde işi başarmaya karar vermiştim.
Keman çalanları metoda başlattım. Mandolinleri derslerde kullanıyorduk.
Koro çalışmalarına hız verdik. Solfej ve iki sesli çalışmalar
yanında İstiklal Marşı’nın düzgün söylenmesine, öbür marşlarla şarkıların
öğrenilmesine çaba gösterdik.
İdareye başvuruyor, keman, nota, müzik malzemesi alınmasını istiyordum. Ancak olur deyip geçiştiriyorlardı. Önümüzde yılbaşı vardı. Müsamereye hazırlanıyorduk. Öğretmen arkadaşların bazılarında keman vardı, onları da kullanarak çalışmalarımızı sürdürdük. Öğretmen ve öğrencilerin katıldığı 9 kişilik bir keman orkestrası kurmayı başardık.
Yılbaşı gecesi için okulun yemekhanesinde, merdivenin altında sıraları
birleştirerek meydana getirdiğimiz sahnede müsamere hazırlıklarını bitirdik.
Yılbaşı gecesi orkestra eşliğinde söylediğimiz İstiklal marşı, diğer marşlar,
şarkılar, temsil ettiğimiz piyes, tüm müsameremiz dakikalarca alkışlandı.
Tebrik teşekkür yağmuruna tutulduk.
Konuklar arasında kaymakamla ilçenin ileri gelenleri de vardı. Bu başarının
büyük heyecan yaratması beni umutlandırmıştı.
Artık ne istersem alınacağı sözü veriliyordu. Gerçekten Samsun’a eşya ve malzeme almaya giden büyük motorumuz döndüğünde bir tane Fransız piyanosu, bir viyolonsel, bir alto, üç keman, bir akordeon getirmiş, bizi çok sevindirmişti. Piyano çok eskiydi, önce onarıma sonra da akorda gereksinim vardı.
Onarımı öğrencilerle birlikte yaptık, demirci atölyesinde yaptırdığımız akort anahtarı ile akordunu yaparak çalar hale getirdik.
Artık ne istersem alınacağı sözü veriliyordu. Gerçekten Samsun’a eşya ve malzeme almaya giden büyük motorumuz döndüğünde bir tane Fransız piyanosu, bir viyolonsel, bir alto, üç keman, bir akordeon getirmiş, bizi çok sevindirmişti. Piyano çok eskiydi, önce onarıma sonra da akorda gereksinim vardı.
Onarımı öğrencilerle birlikte yaptık, demirci atölyesinde yaptırdığımız akort anahtarı ile akordunu yaparak çalar hale getirdik.
Kamacıoğlu iki öğrencisinin arasında.
1944 yılı Nisan’ında enstitüden birkaç arkadaşla birlikte askere alındık. 45
gün sonra terhis edildiğimizde tatil iznimi kullanmak için eşimin, çocuklarımın
olduğu İstanbul’a geldim.
Beşikdüzü’ne dönmeden İstanbul’dan keman, müzik malzemesi almak istiyordum.
Durumu Müdür Ülkümen’e yazdım.
Terhis edildiğimiz gün mayısın ortasıydı. O zaman mali yılbaşı 1 Haziran’dı. Kurumlarda ödeneklerin tümü tükenmiş oluyordu. Müdür Ülkümen bu durumu anlatan mektubunda olanaksızlıktan yakınıyordu. Sonuç olarak para yoktu.
Aklıma başka bir çare gelmişti.
Okula yiyecek, erzak vs. sağlayan yerel müteahhitler vardı. Onlardan bir miktar para alarak onların hesabına müzik malzemesi almak, daha sonra enstitüye satmak olmaz mıydı?
Bu düşüncemi Ülkümen’e yazdım. Buluşuma çok sevinmişti.
Müteahhit Mustafa Baykan, öğrencim Lütfü Baykan’ın amcasıydı. Beşikdüzülü olup, İstanbul'da ticaretle uğraşıyordu. Okula okul çalışmalarına yakın ilgisi, yardımlarıyla hepimizin sevgisini, saygısını kazanmıştı. Osman Dilek’ in ağabeyi Mustafa Dilek aracılığıyla bana 1500 TL, okul kooperatifi eliyle de 250 TL para çıkardılar. Dünyalar benim olmuştu. “Hemen piyasaya çıktım. Odeon’u yöneten Mösyö Yani’yi eskiden tanıyordum. Önce ona gittim. O yıllarda Milli Korunma Kanunu vardı. Faturasız mallar kaçak sayılıyordu. Mösyö Yani elindeki kemanlardan ancak 15’ini verebileceğini söyledi. Tanesi 16 liradan 15 kemanı Odeon’dan aldım. Elimde daha çok para vardı. En iyi biçimde yararlanmak, elden geldiğince fazla alet ve malzeme almak istiyordum.
Beşikdüzü’ne dönmeden İstanbul’dan keman, müzik malzemesi almak istiyordum.
Durumu Müdür Ülkümen’e yazdım.
Terhis edildiğimiz gün mayısın ortasıydı. O zaman mali yılbaşı 1 Haziran’dı. Kurumlarda ödeneklerin tümü tükenmiş oluyordu. Müdür Ülkümen bu durumu anlatan mektubunda olanaksızlıktan yakınıyordu. Sonuç olarak para yoktu.
Aklıma başka bir çare gelmişti.
Okula yiyecek, erzak vs. sağlayan yerel müteahhitler vardı. Onlardan bir miktar para alarak onların hesabına müzik malzemesi almak, daha sonra enstitüye satmak olmaz mıydı?
Bu düşüncemi Ülkümen’e yazdım. Buluşuma çok sevinmişti.
Müteahhit Mustafa Baykan, öğrencim Lütfü Baykan’ın amcasıydı. Beşikdüzülü olup, İstanbul'da ticaretle uğraşıyordu. Okula okul çalışmalarına yakın ilgisi, yardımlarıyla hepimizin sevgisini, saygısını kazanmıştı. Osman Dilek’ in ağabeyi Mustafa Dilek aracılığıyla bana 1500 TL, okul kooperatifi eliyle de 250 TL para çıkardılar. Dünyalar benim olmuştu. “Hemen piyasaya çıktım. Odeon’u yöneten Mösyö Yani’yi eskiden tanıyordum. Önce ona gittim. O yıllarda Milli Korunma Kanunu vardı. Faturasız mallar kaçak sayılıyordu. Mösyö Yani elindeki kemanlardan ancak 15’ini verebileceğini söyledi. Tanesi 16 liradan 15 kemanı Odeon’dan aldım. Elimde daha çok para vardı. En iyi biçimde yararlanmak, elden geldiğince fazla alet ve malzeme almak istiyordum.
Müzik Öğretmeni Mehmet Ali Kamacıoğlu İki öğrencisi ve küçük oğlu
Akın Kamacıoğlu ile…
Kapalıçarşı’da
müzik aletleri alıp satan dükkanlar vardı. Önceden tanışıp ahbap olduğum saz
ustası Agop Ohanyan’a gittim. Konuştuk. Kendim piyasadan almaya kalkarsam
herkes fiyatı artıracaktı. Bir çare düşündük, okula alacağım sazları kendisinden
almam koşuluyla, satıcılardan alacağı her keman için kendisine 2.5 lira kar
vermek üzere anlaştık. Bir hafta içinde satın aldığı kemanların ederini nakit
olarak ona veriyordum. Hafta sonu kemanları teslim alıyor, eve taşıyordum.
Böylece 33 adet kemanı Kapalıçarşı’dan sağladım. 5 adet en iyi kalitede sazı da
Agop Ohanyan’dan aldım. Hemen Beşikdüzü’ne hareket ettik. Gemideki kamaramız
müzik aleti, metod ve malzemeyle dolmuştu.
Kamacıoğlu iki oğlu Yalçın, Akın enstitü öğrencileri ile birlikte.
Beşikdüzü’ne
geldiğimizde kemanları bir an önce okula mal edip öğrencilere dağıtmak
istiyordum. Fakat faturayı kesecek kurum bulamıyorduk. Zahire tüccarı Mustafa
Baykan haklı olarak “kemana fatura kesemem” diyordu. Sonunda okul kooperatifi
kemanları kendine mal ederek sorunu çözdü. Büyük bir heyecanla çalışmaya
başladık”. Mehmet Ali Kamacıoğlu sağladığı
kemanları, çok hevesli yetenekli gördüğü öğrencilere dağıtır; okulun 48 kemanı
olmuştur. O sırada gelen bir haber hepsini heyecanlandırır. Milli Eğitim Bakanı
Hasan Ali Yücel enstitüye gelecektir. Tüm öğleden sonralarını kemana, orkestra çalışmalarına
ayırırlar. M.Ali Kamacıoğlu saatlerce bir taburenin üstünde oturup keman ve
orkestra çalıştırır. Arkadaşları, öğrencileri “Siz yorulmak nedir bilmez misiniz? diye uyarırlar. Aldığı sonuçtan
öylesine sevinçlidir ki zerrece yorgunluk duymamaktadır.
Çimento taşımaktan, briket yapıp bina örmekten, kazma, kürek
tutmaktan, marangozhanede çalışmaktan elleri nasırlaşmış, köyünde kemençe,
kaval ve sazdan başka saz görmemiş köy çocukları hem de nota ile çalıyor,
orkestra kuruyorlar. Bunun heyecanını duymak mutlulukların en büyüğüdür. Milli
Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, yanında kalabalık bir grupla gelir. Akşam
yemeğinden sonra ilkokulun önündeki bahçede kendilerine orkestra ve koronun
konserlerinden sonra şiirler ve halk oyunlarıyla devam eden bir gösteri
düzenlenir. Konsere 16 kişilik bir öğrenci orkestrasıyla 40 kişilik bir koro
katılır. Orkestra programında İtalyan Dancla’nın trioları, koroda da marşlar
şarkılar seslendirilmiştir. Konserden sonra Hasan Ali Yücel’in öğrencileri
söylediği şu sözler Kamacıoğlu’nun hatırından hiç çıkmadı: “Çocuklar.
Çok şeyleri başaracağınızdan emindik. Ama keman gibi çok zor bir müzik aletini,
bu kadar kısa bir zaman süresinde öğrenebilmiş olmanız gözlerimizi yaşarttı.
Umutlarımızı kat kat artırdı. Sizleri candan kutlarım”.
Kamacıoğlu daha sonra şöyle diyor:
“Bundan
sonra müzik çalışmaları hızla yayılmaya başladı. Heveslenen öğrenciler,
kendilerine keman vermem için peşimi bırakmaz oldular. Kooperatife keman,
mandolin, metot, tel gibi müzik malzemesi getirtmeye başladık. Maddi durumu iyi
olan öğrenciler, bir müzik aletine sahip olmayı yeğliyorlardı.
Yeni atölye binaları, balıkhane gibi yapılar tamamlandıkça müzik çalışmaları için de yer ayrılmaya başlandı. Artık ilkokul binasından, kendi binamızın altındaki dersliğe taşınmıştık.
Bir yandan çok sesli koro çalışmaları, öte yandan keman, viyolonsel, alto, mandolin, kemençe gibi çalgılar ve orkestra çalışmaları büyük bir hevesle sürüyordu. Hepsine yetişemez olmuştum.
Birinci keman metodunu bitiren her öğrenciye, dörde kadar yeni başlayan öğrenci veriyordum. Böylece başkasına öğretirken kendi eksiklerini de gidermiş oluyorlardı".
Yeni atölye binaları, balıkhane gibi yapılar tamamlandıkça müzik çalışmaları için de yer ayrılmaya başlandı. Artık ilkokul binasından, kendi binamızın altındaki dersliğe taşınmıştık.
Bir yandan çok sesli koro çalışmaları, öte yandan keman, viyolonsel, alto, mandolin, kemençe gibi çalgılar ve orkestra çalışmaları büyük bir hevesle sürüyordu. Hepsine yetişemez olmuştum.
Birinci keman metodunu bitiren her öğrenciye, dörde kadar yeni başlayan öğrenci veriyordum. Böylece başkasına öğretirken kendi eksiklerini de gidermiş oluyorlardı".
1944 yılının sonbaharında, enstitü ilk mezunlarını verecekti. Bir
tören ve gösteri düzenlenmesi kararlaştırıldı. Orkestra ve korodan başka bir de
müzikli piyes sahneye konacaktı. Oyunun adı “Tırtıllar”dı. Bunun için tüm
arkadaşlar seferber olmuştuk. Çalışmalar ders saatleri dışında okulun çeşitli
yerlerinde sürdürülüyordu. Sahne dışarıda hazırlanacak, törenle gösteri açık
havada yapılacaktı.
Elektriğimiz henüz yoktu, lüks lambaları, gemici fenerleriyle
aydınlanıyorduk. Tören gününe dek hep içerde çalışmıştık. Temsil ve konser
geceye kalmıştı. Parçaları çalarken temsile eşlik ettiğimiz sırada yay
kıllarının gevşediğini, yayın ağaç kısımlarının tellere değdiğini fark ettik.
Konserle temsil bittiğinde kılların tamamıyla gevşediğini gördük. Konseri ve temsili
kazasız belasız bitirmiştik. Artık müzik çalışmalarını iki bölüme ayrılmıştı:
1- Derslerdeki müzik çalışmaları,
2- Bir sanat alanı olarak özel müzik çalışmaları.
Derslerde her öğrencinin, ilkokuldaki müzik derslerini yürütecek
solfej, şarkı, genel müzik bilgisi, İstiklal Marşı ile okul şarkılarını bir
çalgı ile çalıp söyleyebilecek yeteneği kazanması amaçlanıyordu.
Özel müzik çalışmalarına gelince; Genel kültür dersleri dışında
tarım, balıkçılık, marangozluk, demircilik, dikiş, nakış, dokuma, inşaat
alanları gibi bir de müzik alanı kabul edilmişti. Her gün öğleden sonra
öğrenciler ayrıldıkları alana giderek çalışmalarını sürdürüyorlardı. Özel müzik
alanı içinde en az 40 kişi keman ve orkestra, 40 kişi de çoksesli koro için
ayrılmıştı. Ayrıca iki kız öğrenci de piyano öğrenimine başlamıştı.
Koro–orkestra çalışmaları için yeni yapılan balıkhanenin salon bölümünü kullanıyorduk.
Balıkhane enstitüden biraz uzaktaydı. Gidiş gelişlerde koronun çokça söylediği
iki sesli marş ve şarkılar çevrede büyük ilgi uyandırmaya başlamıştı. Artık
koro ile orkestra kendini dinletecek düzeye gelmişti. Sabah sporlarıyla
birlikte sabah müziği yapılması öğretmenler kurulunca kabul edildi.
Öğrencilerin oynadığı "Tarih diyor ki" oyunundan bir sahne.
Her gün derslere başlamadan önce yarım saat toplu müzik, yarım
saat toplu spor yapılıyordu. Spor çalışmaları çeşitli halk oyunlarının, hep birlikte
halkalar halinde müzik eşliğinde oynanmasıyla başlar, çeşitli spor
hareketleriyle sürdürülürdü. İlk sabah müziğine koro ve orkestra ile katıldık.
Koro İstiklal Marşı’nı dört sesli söyleyecek hale gelmişti. dört sesli İstiklal
Marşı’nı söylediğimiz sabah ilk tepki öğretmen arkadaşlardan geldi. “Mehmet Ali
İstiklal Marşı’nı karma karışık ettin” dediler. Sabırlı olmalarını söyledim.
Her sabah, dört sesli İstiklal Marşı ile başlıyor, öbür tek ve çok sesli şarkı
ve türkülerle sabah müziklerini aksatmadan sürdürmeye çalışıyorduk. Bir ay
sonra bir sabah İstiklal Marşı’yla şarkıları tek sesli olarak söylettim. Aynı
arkadaşlar bu kez “ Bu sabah İstiklal Marşı’la şarkılar yavan oldu” dediler.
Bir aylık bir çalışma sonunda müzikteki yavanlık fark edilmişti. Kamacıoğlu bir
gün balıkhanede 40 kişilik keman orkestrasını çalıştırıyordu. Müdür kalabalık
bir ziyaretçi grubuyla geldi. Gelenler sessizce çalışmaları izlediler. Gelenler
arasında o zamanın Gümrük ve Tekel bakanı Suat Hayri Ürgüplü de vardı.
Orkestrayı dinleyen Ürgüplü yanındakilere şöyle dedi:
“biz Galatasaray
Lisesi’nde okurken içimizde keman çalanlar vardı, fakat dört beş kişiyi
geçmezdi. Bir okulda böyle bir çalışmayı ilk kez görüyorum.”
Müzik Öğretmeni Kamacıoğlu, bir gün kasabanın otobüsüyle Trabzon’a
gidiyordu. Şoförün bir şarkı mırıldandığını fark etti. Melodi yabancı
gelmemişti. Biraz dikkat edince, sabah müziklerinde söyledikleri “Ankara” şarkısının ikinci sesi olduğunu
anladı. İçini tatlı bir sevinç ve heyecan doldurmuştu. Düşleri gerçekleşecekti.Sabah müziği çalışmaları aksamadan sürünce tüm kasabanın ilgisini çekmeye
başladı. O saatte, hemen tüm kasaba halkı, hatta yoldan geçenler okul
bahçesinin çevresini dolduruyor, orkestra ve koroyu zevkle dinliyorlardı.
Nasılsa bir gün çalışmalara ara verilmişti. Kasabanın ileri gelenlerinden biri
: “ Bu sabah neden bülbüller hâmûs (susmuş) diye takılmıştı.
Yine bir gün Trabzon’dan konuklar gelmişti. Rastlantı bu ya o gün koro
çalışması vardı. Dikkatle koroyu dinlediler. Alkışlarından çok memnun oldukları
anlaşılıyordu. Bunlar Trabzon’daki İngiliz Başkonsolosu'yla konsolosluk
görevlileriydi. Başkonsolos hafta sonları en geç onbeş günde bir enstitüye
gelir, koroyu dinlemek isterdi. Bundan öğretmenler de, öğrenciler de mutlu
olurlardı.
Beşikdüzü’nde ikinci okul binası bitirilmişti. Binaları da öğrenciler yapıyorlardı. İdare ile müzik salonu bu binaya taşınmıştı. 100 tane tabure alındı, dolaplar yaptırıldı. Belli başlı klasikleri içine alan plak koleksiyonu, gramofon, radyo, hoparlörlü pikapları vardı.
Beşikdüzü’nde ikinci okul binası bitirilmişti. Binaları da öğrenciler yapıyorlardı. İdare ile müzik salonu bu binaya taşınmıştı. 100 tane tabure alındı, dolaplar yaptırıldı. Belli başlı klasikleri içine alan plak koleksiyonu, gramofon, radyo, hoparlörlü pikapları vardı.
Zevkle heyecanla yorulmadan çalışıyorlardı. Kamacıoğlu şöyle diyor:
“Yatmaya giden öğrenci
beni müzik salonunda bırakıyor, sabahleyin derse gelen beni salonda buluyordu.
Şöyle düşünüyordum: Burada yetişecek öğrenciler köye gidecek. Okulda
kuracakları okul korosu, zamanla okulla birlikte köy korosu olacak. Okul bitimi
tüm köy birlikte İstiklal Marşı’nı, öbür marşları, şarkıları, türküleri, tek ve
çok sesli söyleyecek duruma gelecek. Orada kendini gösterecek yetenekli
çocuklar, enstitüye, belki de konservatuara gönderilerek Türkiye hatta Dünya
çapında sanatçıların yetişmesi sağlanacak. Böylece uygarlık düzeyine ulaşmış
Türkiye’nin gelişmesine katkıda bulunacak”.
Bu çalışmalar 17 Nisan 1948 yılına kadar aralıksız sürer. Kamacıoğlu’nun
enstitü müdürlüğüne yazdığı şu rapor müzik çalışmalarının kapsamıyla ilgili
yeteri derecede bilgi verecek niteliktedir.
“Enstitü Müdürlüğüne;
Beşikdüzü Enstitümüzün demirbaşında kayıtlı 1 piyano, 48 keman, 1
alto, 1 viyolonsel, 20 mandolin, 1 akordeon, 10 kemençe, 2 zurna, 4 saz, 1
büyük salon gramofonu, 60 klasik plaklık koleksiyon, 1 adet hoparlörlü
amplifikatör ve pikap teşkilatı, biri bataryalı, diğeri elektrikli olmak üzere
iki radyo mevcuttur. Bunlara halen öğrencilerin şahıslarına ait olmak üzere
mevcut olan 135 keman, 34 mandolin, 4 kemençe, 3 kaval da ilave edilirse,
toplam 1 piyano, 183 keman , 1 alto, 1 viyolonsel, 54 mandolin, 1 akordeon, 4
saz, 3 kaval, 4 kemençe, 2 zurna mevcut olup bu aletlerle metotlu ve düzenli
olarak çalışan öğrencilerin toplamı şimdilik 320 dir. Gerek alet alanların,
gerekse çalışmalarının sayısı süratle artmaktadır. Yeniden kooperatifce sipariş
edilmiş olan aletlerin de yola çıkarılmış olduğunun öğrenildiğini saygılarımla
sunarım.
Müzik Başı Mehmet Ali Kamacıoğlu”
Müzik Başı Mehmet Ali Kamacıoğlu”
17 Nisan 1948 törenleri için hazırlanıyorlardı. Bu sırada enstitü
müdürü değişmişti. Yeni müdür bu çalışmalarını anlayacak yetenekte değil miydi?
Ama yine de bir faaliyet olsun istiyordu. “Tarih diyor ki” adlı müzikli piyesi temsil
edeceklerdi.Bu onlar için opera temsili gibi bir şeydi. Çünkü içinde üç sesli
şarkı ve aryaya benzeyen sololar, düetler vardı. 21 saatlik bir çalışma sonunda
oyun hazırlanmıştı. Vilayet erkanı tümen bandosuyla birlikte gelmişti. İstiklal
marşını bandonun çalması istendi. Kamacıoğlu bando eşliğinde hep birlikte
söylenmesini önerdi. 700 öğrenci ve tüm çağırılanlar geniş bir daire biçiminde
Çamlık düzü’nde toplanmışlardı. Bando dairenin ortasında yer almıştı. Müzik
Başı Kamacıoğlu bir masanın üzerine çıktı. Hiç prova yapmadan bando eşliğinde
İstiklal marşı söylenecekti. Heyecanlıydı. Bandoya başlama işaretini verdi.
Dördüncü tempoda 700 hançereden çıkan pürüzsüz sesin en küçük bir ritim yanlışı
yapmadan söylediği İstiklal Marşı herkesi şaşırtmıştı. Böyle bir İstiklal
Marşı’nı ilk kez dinlediklerini söylüyorlardı.
Öğrencilerin tek tip elbise giymeleri bile kapatılma sebeplerinden
biri olmuştu.
Kurmay başkanı, Tümen Komutanı General Hasan Atakan’a “bizim şehir çocuklarının
bunlara ulaşabilmesi için daha çok çalışmaları gerekir paşam” diyordu.
Vali ise şöyle dedi:
“Bu müsamerenin Trabzon, hatta Türkiye’nin diğer yerlerinde tekrarı çok iyi olur.”
Vali ise şöyle dedi:
“Bu müsamerenin Trabzon, hatta Türkiye’nin diğer yerlerinde tekrarı çok iyi olur.”
Herkes tebrik ediyordu. Sadece yeni müdür tebrik etmemişti. Şöyle
dedi:
“Ben o kadar intizamı sağlamaya çalıştım. Herkes çocukları ve Mehmet Ali’yi tebrik etti. Beni kimse tebrik etmedi”.
Müdür bununla kalmamış, ertesi günü de oyunda başrolü oynayan öğrenciyi derse kaldırarak, “Orada oynamak marifet değil. Dersi bilin bakalım” biçiminde konuşarak öğrencilerin başarılarını küçültmeye çalışmıştı.
Grup Trabzon’ dan başka bir yere de gidemedi. Beşikdüzü’ndeki müzik çalışmaları da böylece sona erdi.
“Ben o kadar intizamı sağlamaya çalıştım. Herkes çocukları ve Mehmet Ali’yi tebrik etti. Beni kimse tebrik etmedi”.
Müdür bununla kalmamış, ertesi günü de oyunda başrolü oynayan öğrenciyi derse kaldırarak, “Orada oynamak marifet değil. Dersi bilin bakalım” biçiminde konuşarak öğrencilerin başarılarını küçültmeye çalışmıştı.
Grup Trabzon’ dan başka bir yere de gidemedi. Beşikdüzü’ndeki müzik çalışmaları da böylece sona erdi.
O yıl Mehmet Ali
Kamacıoğlu da enstitüden ayrılmak zorunda kaldı.
Anılar Müzik Öğretmeni Mehmet Ali Kamacıoğlu’nun şu sözleriyle
bitiyor:
“Kırk yıl
sonra, şimdi hangi eğitim veya öğretim kurumunda, bu şekilde bir eğitim
çalışması ve öğrenci çalışması vardır? Çok üzülerek bir şey daha söyleyeyim.
Beşikdüzü Köy Enstitüsü’ndeki müzik aletlerinin daha sonraki yöneticilerce hurda
eşya olarak satıldığını ve müteahhit tarafından bir kamyonla götürülmüş
olduğunu öğrendim. Halkevlerini ve köy enstitülerini ortadan kaldıran
zihniyetin Türkiye’yi Atatürk ilkelerinden uzaklaştırıp nerelere götürmek
istediği bugün daha iyi anlaşılmıyor mu? En üzüldüğüm şey, bütün bunların
Atatürkçülüğü dillerinden düşürmeyenlerce yaptırılmış olmasıdır.”
Rahmetli babam son günlerine kadar kemanını elinden bırakmadı. Keman onun ruhu olmuştu.
Şöyle devam ediyor M.Ali Kamacıoğlu:
“Burada enstitü
çalışmalarımızın ilginç bir yanını da anlatmayı yararlı buluyorum. Enstitüde
bütün işler öğrencilerce yapılırdı. Her alanda bir öğretmen veya usta öğretici
gözetiminde bütün çalışmalar öğrencilerce yürütülürdü. Bunun içinde okul
yönetimin yanında, bir de öğrenci yönetimi vardı. Her enstitüde olduğu gibi,
Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nde kız-erkek karışık 700 öğrenci, memur, işçi,
öğretmen 1000 kişilik bir eğitim-öğretim toplumu, birbirine bağlı iki sorumlu
kurumca yönetiliyor. Biri devletçe atanan müdür, yardımcıları, öğretmenler,
yani yetiştiriciler; öbürü büyük kitle öğrenciler yani yetiştirilenler. Her
işin öğrencilerce yapıldığı bir kurumda, öğrencilerin kendi kendilerini
yönetmesinin ve denetlemesinin daha başarılı olacağı düşünülmüştü. Günlerce
öğretmenler kurulunda, daha sonra tüm öğrencilerin katıldığı toplantılarda
nasıl bir öğrenci yönetimi kurulması gerektiği üzerinde tartışmalar yapıldı.
Sonunda en demokratik bir sistemin gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı. Bir
yönetmelikle yürürlüğe kondu. Öğrenci yönetim biçimi kısaca şöyleydi: Bir yıl
için seçimle işbaşına gelecek bir öğrenci başkanı; Her alanda kendisiyle
çalışacak kol başkanlarını kendisi seçecek, onların çalışmalarından da sorumlu
olacak. Bunlar yemekhane, yatakhane, balıkhane, tarım alanları, atölyeler,
aletlerin korunması, eğlence işleri, misafirhane, kız öğrencilerin
gereksinimleri gibi tüm alanlarda işlere bakacak birer başkan, hükümetin
bakanları gibi. Bir de yine bir yıl için tüm öğrencilerce seçilecek toplantı
başkanıyla yardımcısı, meclis başkanı gibi. Bu seçimler, çok hareketli, çetin
geçerdi.
Her aday, kendi izlencesini hazırlar, toplantılarda okur, üzerinde tartışmalar yapılır, propagandalar bir ay kadar sürerdi. Sonunda seçim günü gelir, gizli oylar sandığa atılırdı. Başkan seçildikten sonra hemen işe koyulurdu. Hafta sonlarında eğlenceler düzenlendiği gibi, ay sonlarında da okul işlerinin tartışıldığı toplantılar yapılırdı. Bu toplantıları toplantı başkanı yürütürdü. Öğrenci ve toplantı başkanı son sınıflardan, öbürleri ara sınıflardan da olurdu.
Müdür ile bütün enstitü mensupları bu
toplantılarda hazır bulunurdu. Her öğrenci, her enstitü mensubu bütün
isteklerini bu toplantılarda dile getirebilirdi; önerilerde bulunur,
eleştiriler yöneltebilirdi. Müdür dahil her toplantıda bulunan, toplantı
başkanından söz alır, yanıt istek ya da eleştirilerini dile getirirdi.Müdürün
önerilerinin bile reddedildiği olurdu.
Birini anımsıyorum; bir kitap tanıtma saati nedeniyle tartışma açılmıştı. Toplantı uzuyordu, yatma zamanı gelmişti. Müdür toplantıya ertesi akşam devam etmeyi önerdi. Toplantı başkanı “o akşam inkılâp tarihi toplantımız var, isteğinizi oya koyuyorum” diyerek oylattı. Müdürün önerisi reddedilmişti.
Bu müdür saygıyla rahmetli anılması gereken büyük eğitimci Fehim Akıncı’ydı. Böyle bir yönetimin okulda gerçekleştirilmesi kolay değildi. Fehim Akıncı, Osman Ülkümen gibi müdür ve o dönemin öğretmen kadrosunun da büyük payı olmuştu bunda.”
Birini anımsıyorum; bir kitap tanıtma saati nedeniyle tartışma açılmıştı. Toplantı uzuyordu, yatma zamanı gelmişti. Müdür toplantıya ertesi akşam devam etmeyi önerdi. Toplantı başkanı “o akşam inkılâp tarihi toplantımız var, isteğinizi oya koyuyorum” diyerek oylattı. Müdürün önerisi reddedilmişti.
Bu müdür saygıyla rahmetli anılması gereken büyük eğitimci Fehim Akıncı’ydı. Böyle bir yönetimin okulda gerçekleştirilmesi kolay değildi. Fehim Akıncı, Osman Ülkümen gibi müdür ve o dönemin öğretmen kadrosunun da büyük payı olmuştu bunda.”
Evet dostlar! Bugünden
o günlere baktığınızda bir şeyler hissediyor musunuz?
1 yorum:
Elinize, yüreğinize bin sağlık. Bu anılar sadece geçmişimize değil geleceğimize de ışık tutuyor. Bunları gelecek kuşaklara mutlaka iletmeliyiz. Sağ olun, var olun.
Yorum Gönder