31 Ekim 2006

Yıl 1971. Yer İstanbul. Herkes evinde hapis


İstanbul’un göbeği sayılan bir semtte, Beşiktaş Ihlamurdere Caddesi’nde in cin top oynuyor. Cadde bomboş. Pencereden baktığınızda sokakta devriye gezen askerleri görüyorsunuz. Günlerden 23 Mayıs. Türkiye siyasi sıkıntılar içinde. Ordu 12 Mart’ta muhtıra vermiş hükümete. Hükümet istifa esmiş. 17 Mayıs'ta İsrail'in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi adlı yasadışı örgüt tarafından kaçırılmış. Örgüt, tutuklu arkadaşlarının serbest bırakılmaması halinde Elrom'un öldüreceğini açıklamış. Hükümet sert. Güvenlik güçleri yaygın bir tutuklama dalgası başlatmış durumda. Kaçırılışın üzerinden bir hafta geçmesine rağmen Elrom'un izine rastlanamaması üzerine 23 Mayıs'ta İstanbul'da 15 saat süreyle sokağa çıkma yasağı konuyor. Sunulan gerekçe, İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom'u öldürdükleri iddia edilen THKPC'li gençleri ele geçirmek. Yasağın başladığı an tüm otobüs, tren ve gemi seferleri iptal ediliyor. Yeşilköy trafiğe kapatılıyor. İstanbul 30 bin subay, er ve polis tarafından ev ev aranıyor. Aramalara gün ağardıktan sonra helikopterlerle devam ediliyor. Yasak sona erdiğinde yüzlerce kişi yakalanıyor, sakıncalı kitaplar imha ediliyor. Eylemciler ise bulunamıyor, olaylar zinciri devam edip gidiyor.

Biz çok çabuk unutan bir milletiz. Türkiye’de bugün böyle bir operasyon yapılabilir mi acaba? Nerelerden geldiğimizi iyi bilirsek yereye gideceğimizi daha net ve sağlıklı belirleyebiliriz. Onun için Cumhuriyetimize sahip çıkalım. Cumhuriyet’in “yan gelip yatılarak” kurulmadığını unutmayalım, unutturmayalım.

18 Ekim 2006

Anılardan
Bir fotoğrafın hikayesi

Gazetelerin isimleri önemli değil. Bir büyük gazete düşünün. Bu gazete kendi bünyesi içinde bir başka gazete daha çıkarıyor. Hürriyet grubu'nda yayınlanan Hürriyet, Gözcü gazetesi gibi, Milliyet grubu'nda yayınlanan Milliyet, Posta ve Radikal gibi, Akşam Grubu'nda yayınlanan Akşam, Güneş, Tercüman ve Bulvar gibi. Aynı haber kaynaklarını kullanarak çeşitli kulvarlarda gazete yayınlamak ticari açıdan önemli tabii.
Biz hikayemize dönelim. Bir büyük gazete ve o grubun içinde bir başka gazete yani küçük gazete. Henüz öğlen olmamış. İki gazetenin yazı işleri o gün yapacakları gazetelerin haberlerini toparlamaya çalışıyorlar. Bir gece önce de Marmara Denizi’nde bir gemi batmış. Onunla ilgili haber yazılmış ama geminin fotoğrafı var mı?.
Büyük gazetenin istihbaratından gece nöbetçisi muhabir olaya gitmiş. Hatta geminin içine girmiş, gemi batmadan birkaç dakika önce kendini küçük tekneye zor atmış. Ve ayağını kırmış. Hastanede yatıyor. Ama haberini yazmış fotoğrafları ( tabii siyah beyaz. Zira fotoğraf gece baskılarına girecekse renkli çekmenin sakıncaları var. Renkli fotoğrafın banyosunun uzun sürmesi zaman alacaktır. Ve haber baskı devam ederken gazeteye gireceği için zaman önemlidir. Haberi ne kadar çok gazeteye girerse o kadar çok görünecektir.)
Neyse. Küçük gazetenin yazı işleri müdürü büyük gazetenin yazı işlerine çıkar. Yetkili müdüre akşamki olayla ilgili fotoğraf olup olmadığını sorar. Müdür de işine yaramayan fotoğraflardan birini uzatır. Güzel fotoğrafları doğal olarak kendilerine saklamıştır, aynı fotoğrafların küçük gazete de çıkmasını istemez. Küçük gazetenin müdürü ne yapsın. Alır fotoğrafı şöyle bir bakar. Gemi arkadan görünmektedir.
Müdürün avantajı denizcilik tarafının olmasıdır. Bir gariplik var diye düşünür bu fotoğrafta. Muhabir bu fotoğrafı deniz seviyesinin belirli bir yüksekliğinden çekmiştir. Peki geminin pervaneleri nasıl görünür? Zira biliyor ki gemi yüküyle birlikte batmıştır.

Küçük gazetenin müdürü herkes gibi fotoğrafa dik tutarak bakmaktadır. Şöyle bir çevirir fotoğrafı yatay tarafından bakar. Gözlerine inanamaz. Gemi dikilmiş, kıç kısmı yukarıda, baş kısmı yarıya kadar denize gömülmüş durumdadır. Bir şey söylemez büyük gazetenin müdürüne. Alır aşağıya kendi yazı işlerine döner. Kendi genel yayın müdürünün önüne bırakır.


Tesadüf küçük gazetenin genel yayın müdürü de denizci bir aileden gelmektedir. O da fotoğrafı dik tutar. Önce kızar. Bunu mu verdiler bize diye. Sonra dikkat eder. Yahu bu fotoğrafta bir terslik var der. O da refleksle fotoğrafı çevirir ve geminin yarısının suya gömülü olduğunu görür. Kafasını kaldırır, “farkındalar mı” diye sorar. Küçük gazetenin müdürü “hayır” der.
Fotoğraf gece çekildiği için deniz ve dışarısı gri tondadır ve deniz seçilememektedir.
Ressama verirler fotoğrafı. Ressam biraz üzerinde oynadıktan denizle havayı ayırdıktan sonra manşetten yayınlarlar.
Ve kıyamet kopar. Patron neden bu fotoğrafın küçük gazetede kullanıldığının hesabını sorar büyük gazetenin müdürlerine. Onlar da şöyle savunma yaparlar:
“Böyle bir fotoğraf yok aslında. Küçük gazetenin müdürleri foto montaj yaptılar. Zaten bunların bu tavrı gazetecilik mesleğini zedeliyor.”
Patron fotoğrafın filmini ister ve gerçek ortaya çıkar.

Siz siz olun. Bir konu hakkında incelemeden, araştırmadan karar vermeyin.

Bitmedi.
Fotoğrafı çeken ve bu uğurda hayati tehlike geçirerek ayak kırılmasıyla kurtulan büyük gazetenin muhabiri bu fotoğrafıyla Gazeteciler Cemiyeti’nin her yıl düzenlediği yılın gazetecileri yarışmasına katılır. Kazanamaz.
Nedenini cemiyet yetkilileri şöyle açıklarlar.”Fotoğraf foto montajmış”.
Peki nereden biliyorlar foto montaj olduğunu.
Efendim. Büyük gazetenin genel yayın müdürü aynı zamanda cemiyetin de yönetim kurulunda. Ona soruyorlar. O da bükemediği eli öpeceğine kendi muhabirini ve kendi gazetesini bir ödülden ediyor.
Ödül vermeyin. Fotoğraf foto montaj” diyor.
Fotoğrafın filmini istemek kimsenin aklına gelmiyor ve bir büyük emek meslek kıskançlığına kurban ediliyor.

17 Ekim 2006

Neden Blog?

Paylaşmak. İnsan hayatında çok önemli bir kelime diye düşünüyorum.
Şöyle etrafınıza bir bakın.
Yakınlarınız. Sizinle neyi paylaşıyor?
Dostlarınız. Medya. Siyasiler. İş yerindeki arkadaşlarınız.
Neyi paylaşıyorsunuz. O dedi bu dediyi.
Bilgiyi paylaşan çok az değil mi?
Ya tecrübeyi..
Alıp nereye götürebilirsiniz ki tecrübeyi birileriyle paylaşamadıktan sonra.
İşte bu blog tecrübeyi, bilgiyi, yaşanan olayları ve bu olaylardan ders çıkarmayı paylaşmak istiyor.
Bu Blog'un açılmasında gurbet illerden yardımcı olan, teşvik eden en önemlisi bilgisini paylaşan Dilek'e sonsuz teşekkürlerimi sunarım.

Amca
Üçü de yaşamıyor bugün

Üç usta gazeteci. Nezih Demirkent, Çetin Emeç ve Karikatürist Nehar Tüblek.
Bu üç gazeteciyi bir noktada birleştiren bir karikatür ve bu karikatürün hikayesi.
Yunanistan’la bitmek bilmeyen bir 12 mil sorunumuz vardır.
Yine bir 12 mil kavgasının kızıştığı günlerde Hürriyet gazetesinin yazı işleri hummalı bir çalışma ve tedirgin bekleyiş içinde.
Yazı işleri harıl harıl çalışırken koridorda Nehar Tüblek’in silüeti görünüyor. Her zamanki gibi günlük karikatürünün eskizini çizmiş. Yazı işlerindekilere tektek gösteriyor. Herkes çok beğeniyor karikatürü ama nasıl yayınlanacak bu müstehcen karikatür.
Son kararı Nezih Demirkent veriyor. “Bunu yayınlayamayız.”
Nehar Tüblek tüm kibarlığıyla bir şey demeden yazı işlerinden çıkıp odasına dönüyor ve yeni bir karikatür çiziyor.
Gel zaman git zaman Nezih Demirkent Hürriyet’ten ayrılıyor. Yerine Çetin Emeç Genel Yayın Müdürü oluyor.
Atina ile kriz çıkmış. Savaş tamtamları çalıyor. Kriz nedeni yine 12 mil. Araştırma Gemisi “Hora” petrol aramak için Ege’ye açılıyor. Donanma da eşlik ediyor.
Bu kez Hürriyet’in başında Çetin Emeç var. Nehar Tüblek bir kez daha şansını deniyor. Nezih Demirkent’in kullanmadığı malüm karikatürü Çetin Emeç’in önüne koyuyor. Emeç tereddüt etmeden karikatürü 1.sayfaya koyarak yayınlıyor.
Nehar Tüblek’te böylece muradına eriyor.
İki büyük gazeteci, usta bir karikatürcü.. Aynı gazete. Ama farklı bakış açıları. Ve çizdiği karikatürü yayınlatmak için sabırla bekleyen bir çizgi ustası.
Üçü de nur içinde yatsın.
Balıkları kim bitiriyor?

30-40 yıl önce palamut balığı yine gırgır denilen ağla tutulurdu. 150- 200 metre uzunluğunda 30-40 metre derinliğindeki ağın yarısı aşağıdaki fotoğrafta görülen direkli kayığın arkasına yığılır, diğer yarısı da ikinci bir kayığın arkasına istiflenirdi.
Kıç kıça bağlı kayıkları bir motor çeker ve denizde balık sürüsü aranırdı. Reis denizin 15- 20 santim altından giden palamut sürülerini fark edince balığın önü kesilir, iki kayıktaki kürekçiler var kuvvetleriyle kürek çekerek ağı denize döker, daireyi tamamlarlardı.
Ağın mantar kısmı üstte kalır, kurşun kısmı dibe giderdi. Boru şeklindeki ağın alt kısmındaki halkaların içinden geçen istinga halatı çekilir ağ torba ağzı gibi büzülür, alt kısmı kapatılırdı. Böylece balıklar ağdan kaçamazdı. Daha sonra fotoğraftaki gibi ağın yarısı tekneye yarısı kayığa istiflenerek balığa çıkıldı. Bu kez kayıktaki kürekçiler kürek çektiler ama motor hızla daireyi tamamlar haline geldi.
Bugün ise ağın tamamı teknede bulunuyor. Küçük bir kayık ağın bir ucunu tutuyor. Büyük ve hızlı tekneler ağı hızla dökerek daireyi kapatıyor. Ağın uzunluğu da çok fazla tabii. Bu teknikle kaçabilen balık çıkmıyor. Bugün neden palamut ve diğer balıklar azaldı? Eski tekniklerde reisin görebildiği balık tutulurdu. Balıkçı azdı, nüfus çok değildi, balık boldu daha önemlisi balık üreme imkanı bulabiliyordu Bana göre evet deniz kirliliği önemli bir faktör ama balık tutma tekniklerinin artması, balıkçı sayısının sınırlanamaması en önemli etkenler diye düşünüyorum. Yeni balıkçı tekneleri modernleşti. Denizin dibini adım adım tarıyorlar. Ve kuş uçurtmuyorlar diplerde. Zavallı balıklar ne yapsın. Üreme yok, kaçacak delik yok. Sonuç. Sonuç hüsran tabii.