29 Şubat 2008

Eğitim konusunda okunması gereken metot!...

Sevgili Esra(archisugar ) çok güzel bir yazı dizisine başladı. Özellikle küçük çocukları olan anne ve babaları ilgilendiren bir eğitim sistemini tanıtıyor. Montessori Metodu'nu. Hem de fotoğraflarla birlikte. Sevgili Esra (archisugar) diziye başlarken şöyle diyor:
"Bir süredir bu konuya odaklanmış durumdayım. Birçok eğitim sistemini araştırdım ancak en aklıma yatan Montessori Metodu oldu. Kardeşim ve ben de hem annem tarafindan evde hem de ana okulunda bu metodla büyüdük. Dolayısıyla geçmiş yıllardan da olsa bana tanıdık bir metod. Blogumda, baska anne babaların da ilgisini çekeceğini düsündüğüm için, bu konu ile ilgili bir yazı dizisi yazacağım".
Montessori Metodu'nu merak ediyorsanız lütfen archisugar'ı ziyaret edin derim.

26 Şubat 2008

Bir şeyler yapmalıyız. Bir şeyler!...

Çevre konusuyla ilk tanışmam Rumelifeneri’nde oldu. Çocukluğumda köyün en güzel yerine, hani haritadaki Boğaz’ı Karadeniz’e bağlayan köşeye, çöp dökülüyordu. Evet! Yanlış yazmadım , köy halkı çöplerini o tepeden aşağı döküyordu. Büyük fırtınalarda deniz o çöpleri alıp bir başka yerlere götürüyordu. Ama nerelere? Kimin umurundaydı ki nereye gittiği?
Çocukluk aklı, akıl erdirememiştim buna. Ama lise çağlarındayken buraya çöp dökülür mü? Dedim durdum kendi kendime. O kadar.
Yıllar sonra köy belediyeye bağlanıp çöp arabaları devreye girince o tepe de çöplük olmaktan kurtulmuştu.
Bu anımı neden hatırladım?
Ediz Hun ne diyor? "Uyanık olun".
Biraz düşününce gerçekten uyuduğumuzu fark ettim; İşte size basit bir örnek;
Boğaz’ın her iki yakasında her gün yüzlerce amatör balıkçı balık avlar. Oltalarının ucunda kurşun vardır. Misinayı dibe indirmek için.
Her gün en az 30’a yakın olta dibe takılır, kurşun kopar, denizin dibinde kalır.
Kurşun en acımasız zehir. Erimez. Yıllarca diplerde zehir saçar.
Şöyle bir hesap yapalım: Günde 100 gramlıktan 30 kurşun. (Bu hesabın içinde sandaldan balık avlayan ve kurşunlarını kestirenler yok). Ne eder? 3 kilo. Ayda ne eder? 90 kilo. Yılda; 1080 Kilo. YANİ 1 TON.
10 yılda 10 ton. Aman Allahım. Hesaba bakın, hesaba.
Gerçekten milletçe çevre konusunda o kadar uyuduğumuz konular var ki…
Ne yapmalı? Bir şeyler yapmalı. Bir şeyler!...
..............................................
KAMA

Prrr…Offffff ..Söri!
Bir of çeksek karşıki Üniversiteler yıkılacak gibi…Türbanlı kızımız “karşı taraf beni okula almadı işte..Oysa kanun çıkmıştı” diyor…Gözünüz aydın…İlk çatışma haberi Samsun’dan… YÖK saydıklarımız, hukuku YOK sayıyor. Şaşkınlık profesörlerin ak ile beyaz arasındaki kararları…Biri ak derken, diğeri kara diyebiliyor…Görüntü çirkinliği ve soğukluk için Prrrrr, verdiği sıkıntı için offffff. Bizi asla doğru şekilde bilgilendirmedikleri için de söriiii mi desek…Profesörün başka bir anlamı kaldı mı?

24 Şubat 2008

Çevre için uyanık olun!…

Uyaran Deniz biyologu dünün sinema yıldızı Ediz Hun…Hun, Almanca Norveççe ve İngilizce biliyor…Norveç’te üniversite tahsilini deniz biyologu olarak tamamlamış.. Doğa düşkünü…Bazı ilklere de imza atmış…Dünyada ilk kez doğal ortamın dışında İguana yetiştirmiş…3000 çeşit kaktüs koleksiyonu, Avrupa’da sayılı koleksiyonlar arasına girmiş..
Ve Ediz Hun hemen her zaman ve her yerde ÇEVRE’yi konuşmaktan çevre için uyanık olun demekten yılmıyor…Geçe hafta içinde İstanbul Ticaret Odası’nda da “Küresel Isınma ve Çevre” konusunda konferansı vardı….Hava koşulları katılımı etkilemişti ..Beklenenden az da olsa katılımcılar konuşmayı ilgi ile dinlediler.
Ediz Hun çok sık olarak UYANIK OLUN uyarısı yaptı…"Nehirleri kirletemeyiz" dedi…Dünyanın en tehlikeli nükleer santralleri "ERMENİSTAN ve BULGARİSTAN' da" dedi.Yani "burnumuzun dibinde" dedi.."Su giderek azalıyor" dedi…"Enerji için rüzgar boşa esiyor..Güneş boşa kızartıyor..Uyanık olmalıyız" dedi."Yararlanalım" dedi…Bir ara “sesim geliyor mu?…Beni duymayan var mı?” diye ikaz da etti…
Doğadaki tüm canlılarla arasının iyi olduğunu açıklayıp ekledi:
“Benim doğada korkup yaklaşamayacağım tutamayacağım hiçbir canlı yoktur.Hepsini tutabilirim.Hiçbirinden korkmam..Sadece korktuğum tek canlı vardır. O da insandır”.
Sona doğru da ekledi:"Uyanık davranamaz isek gelecek kuşaklara temiz bir çevre bırakamayız"dedi…Salonun boş köşesinde gözünü açmak için alkışların da yetersiz kaldığı biri vardı…Horlamıyordu ama çok tatlı bir uykuyu her şeye rağmen sürdürüyordu…
Birden ülkemi düşündüm….Çevre denince Milletçe ne yapıyorsunuz dersiniz?..
Henüz horlamıyoruz ama tatlı uykumuz sürmüyor mu?
...................................................
GAZLAR VE ISINMA…

Çevreye dair bir iki ek daha yaparsam konu daha iyi anlaşılacak..
Jeolojik tarih olarak incelendiğinde, dünya ikliminin sıcak ve soğuk dönemlerden geçtiği biliniyor… Bugün bilmemiz gereken tehlike özellikle son 50 yıldır insan eliyle yaratılan tehlikedir.. Dünyadaki bu hassas dengeyi ne bozuyor?
Kıtaların hareketi, kutup bölgelerindeki buzulların diğer bölgelere oranla ışığı daha fazla miktarda atmosfere yansıtıp havayı soğutmaları, okyanuslardaki karbon döngüsü iklim değişikliğine sebep olmaktadır..İklim bu dengenin dengeli olmasına bağlı …
Atmosfer nitrojen ve oksijen gibi gazlardan başka limonluk (sera etkisi yapan) karbondioksit ve metan gibi gazları da barındırıyor..
Bunlar da aldıkları güneş ışınlarını geçirirler ama dünyadan yansıyarak gelenlerin ışınların bir kısmını tutarlar…Ve bu, içinde güneş ışığı saklı kalan hava yeryüzüne yakın olan yerlerde kendini ısınma olarak gösterir…Sera etkisi yapan gazlarla ısınma arasındaki ilişki bu noktadır…
Unutulmasın ki son YARIM MİLYON YILDA, havamızda toplanan karbondioksit miktarı görülen ve ölçülen en yüksek seviyeye gelmiştir..
Henüz çaresizlik kapımızı çalmamıştır…Ama eli tokmağa yakındır…Uyanık olmak alternatif enerji konusuna dikkat etmek gerekiyor..Bunu yapabilmek içinde her halde öncelikle uykudan uyanmamız şart..
......................................
KAMA

TAYYKOZY!
Fransa Cunhurbaşkanı ile Türkiye Başbakanının ayni tarladan yetiştikleri ortaya çıktı..
Biri, tarlada kalan narenciyesi için “ anamız ağladı” deyince "al ananı da git" cevabını almıştı.
Elini uzatan Sarkozy’e Fransa’da çiftçi “Yooo!.. dokunma bana” demiş ve derhal cevabını almış! “çek arabanı dilgil”. Olay benzer ama sonuçlar farklı…
Bizde Mersinli çiftçiyi polis yakaladı, hırpaladı. Fransız da ise çiftçi internette şöhreti yakaladı..
..........................................
KAMA!

GÜL KURUSU!
Cumhurbaşkanı GÜL’ün türban kararını ONAYLAMASI haber olmamalıydı!… Köpeğin insanı ısırması gibi!… Onaylamayıp geri yollayabilse işte bu o zaman haberdi…
Sayın GÜL (Dikeni ile de olsa GÜL olarak seçildi ya) aynı anda Silahlı Kuvvetlerin de başkomutanı… Başkomutanın askerleri savaşıyor.. Kan veriyor, can veriyor… Başkomutan bunu fırsat sayıp gözden kaçmasını istediği bir kararı o arada şıp şak imzalıyor… Peki bu iş dikkatten kaçıyor mu?. Şimdi güvenirliliği, tarafsızlığı, her kesimin Cumhurbaşkanı olduğu iddiası ne oldu? Köşk renk vermiyor ama soru soranlar şunu daha iyi biliyorlar. Aranan renk tertemiz, bembeyaz değil!.. Gül kurusu…

23 Şubat 2008

Senaryoyu yarılamıştım!…

Ninem der demez Muharrem’den babaannem diye cevap geliyor…Aile özelliklerini fazlaca konuşmak bana böbürleniyor muyuz endişesi veriyor…Ama yazılanları okuyanlar için bir parça açmam gerek…Aslında mini mini sızdırtıyoruz bu sırları!
Ninem (Muharremin babaannesi) inanılmaz faal bir kadındı…Köyün lokman hekimi idi…Düğünlerin değişmez ahçısı …Her düğün kurulduğunda ninemin zerdesini kazan başında patlayıncaya kadar yerdim..Ninem ayrıca köydeki pek çok çocuğun da ebesi!
………
Öncelikle torunları onun için dünyanın en kıymetlisi olmuştu…Ben öğretmen çocuğu olarak bir dönem bu sıcaklığı yaşadım…Onlar hayatta kaldığı süre diğer yeğenlerim, dayılarımın çocukları, kızları, oğulları doya doya bu sevgiden beslenebildiler. Belli etmemeğe gayret etsem de onlara olan derin bağım ve gösterişsiz sevgim, ninemin kokusunu taşır..Bundandır…Küçük dayımın titreyen sesi, büyük dayımın her zaman rüyalarıma giren gülen yüzü, özlediğim sıcak bakışları en karanlık günümde bile hala bana moral verebiliyor!
………….
Bu yakın zaman tablosu…
Savruluş içinde gerçek dramlar var…Dayılarımdan çok babam aile geçmişi ile ilgilenirdi. Babam o günlerde Kenan Evren ile seyahate çıkacağımı öğrenir öğrenmez Kahire’ye gidince mutlaka ara demişti…İngilizce yazışılıyordu…Ben seyahatin boş günü olan son gün onları aramayı planlamıştım…Oysa onlar televizyonda Türkiye Cumhurbaşkanı geldi haberini alır almaz harekete geçmişler.. Beni ikinci gün otel kapısında mihmandar karşıladı…Yeğenim Yusuf’un ikizi diyebileceğim birini gösterere "burada sizin adınızı veren ve akrabanız olduğunu söyleyen biri var…Görüşür müsünüz" dedi.
Genç adama dönüp "merhaba" der demez heyecan içinde bana sarıldı…Onunla evlerine gelmemi istiyordu..Ayrılmam mümkün değildi zira 30 dakika sonra başkanlık sarayında toplantı vardı…Akşam için sözleştik..Öyle üzülmüştü ki…Anlatamam…
………….
Gece beni çok kalabalık bir grup karşıladı…Nerede ise Kahire’deki tüm akrabalar toplanmıştı…İçlerinden biri İtalya’da çalışan mühendis idi..O babama yazıyordu…İtalya dönüşü uğrayacağını da söylemişti…Hayat şartları zordu…Ev bulmak keza…Çok eski ve büyük bir binanın son katlarından birinde oturuyorlardı… Benden hiç aklınıza gelmeyen bir şey istediler…"Sizin şarkılarınızdan birini dinlemek isteriz" dediler…Hemen biri klavyenin başına geçti…Yabancı bir melodi değildi ama çıkaramadım…Hayretle yüzlerine bakmış olacağım ki, açıkladılar…
"Bu dedemizin bir köşeye çekilip mırıldandığı türkü idi" dediler…
Türkü tanınacak gibi değildi…Ter basmıştı…Aklıma gelmiyordu doğru melodi… Bir yığın soru geldi.. Ama aklım türküye takılıp kalmıştı…Sonunda hızla klavyeye geçtim..Bir iki derken birden melodi çıkageldi.."Çayeli’nden öteye" diye başladım..Sanırım klavyenin ses kaydeden bir sistemi de vardı..Türküyü dinleyenler daha doğrusu büyükler ağlamağa başladılar..Bu o melodi diye..
…………
Biraz müzikal olsun diye ekledim….
Köydeki tahta kütüphanede kalın bir defter vardı…İçinde yarıya kadar getirdiğim ALİ DEDENİN kanlı gömlek hikayesi…Öldüğüne inanılsın diye gömleğini elini kesip kana bulayarak Rize’ye yollamıştı! İşte kanlı gömleği…Ölüm haberi..Ayrıca defterde Kurtuluş savaşının Arabacılar kahyası Anadolu’ya silah kaçırma olayları da vardı…
Nasıl oldu bilmiyorum…O defteri bir şekilde Çapari defteri yapmışız!…Yazdıklarımı bulamadım ama bu kayboluş, defteri kaybetmem, unutmama yetmedi!
……

22 Şubat 2008

Mısır’dan gelen "sürpriz" yakın akraba!...

Rahmetli babam Mısır'da akrabalarımız olduğunu söylerdi. Zamanla bu akrabaların izini buldu. Onlarla mektuplaştı. Muhittin Bey'i İstanbul'a davet ettiler. Babamın sevincini görmeliydiniz. Gazeteye de geldiler. Sarıldık, öpüştük.
Bu hikayeyi hep yazmak istiyordum ama detayları bir araya getiremiyordum. Sağolsun Muharrem Kaptan, savaşın dağıttığı aile dramını bir güzel kaleme dökmüş. Ben de bu yazıya ziyaret sırasında çektiğim akrabamızın fotoğrafını ilave ettim.
İşte Muharrem Kaptan'ın kaleminden Ali dedenin "hazin" hikayesi:
Babaannemin dedesi “Ali dede” harbe gitmiş, o yıllarda Osmanlı bir çok cephede savaşıyormuş. Ali dede de en son Mısır taraflarında savaşmış. Köyüne Ali dedenin şehit olduğu haberi gelmiş.
Ailenin büyükleri, dul kalan eşini çocuğuyla perişan olmasın diye kardeşi Hacı Sofi dedeyle evlendirmişler. Ali dedenin tek çocuğu varmış; babaannemin babası İsmail dede.
Aslında Ali dede şehit olmamış, esir düşmüş. Savaştan sonra esirler serbest bırakılmış. Ali dede memleketi Rize’ye gitmeden önce İstanbul’a gelmiş ve Rizelilerin gittiği bir kahveye uğrayıp kendisini “ben Ali Giritlioğlu’nun asker arkadaşıyım. Ondan haber alamadım. Tanıyan varsa bana bilgi versin” demiş. Giritlioğullarını tanıyan biri, Ali’nin şehit düştüğünü, eşinin de kardeşiyle evlendirildiğini söylemiş.
Ali dede bu bilgiyi başka yerlerden de doğrulatmış ve Rize’ye gitmeden, sağ olduğunu da haber vermeden tekrar Mısır’a dönmüş.
Mısır valisi Mehmet Ali paşaya müracaat ederek 1885 yılında Mısır’a yerleşme müsaadesi almış.
(Bu belgeyi 1985 yılında Türkiye’ye gelen Ali dedenin torunu, İsmail ’in oğlu, Muhittin Bey getirmişti ve bize göstermişti) .
Ali dede Mısır’da bir Türk hanımla evlenmiş ve ilk çocuğu erkek olmuş, ona da Türkiye’de bıraktığı oğlu İsmail’in adını vermiş. Yani iki oğluna da İsmail adını koymuş.
Mısır’da işlerini düzeltip normal düzene geçince Rize’ deki oğlu İsmail’e bir mektup yazmış, olayları anlatmış ve onu Mısır’a davet etmiş.
İsmail dede Mısır’a gidip babasını bulmuş ve orada epeyce kalmış.
Baba-oğul İsmail dedenin Rize’deki babasına ait malları satıp Mısır’a dönmesine karar vermişler. İsmail dede Türkiye’ye dönmüş . O zamanlar ulaşım tabiî ki uzun sürüyormuş. Onun Rize’ye gelişinden çok kısa bir zaman sonra Kafkas cephesinde savaş başlamış, İsmail dede de askere alınmış ve orada esir düşmüş.
Dağıstan’da bir köyde tutuluyormuş. Amcası Hacı Sofi’ nin öğrettiği dini bilgiler sayesinde o köyün hocası olmuş. Taş ustası olduğu için de o köyde kesme taştan bir çeşme yapmış.
(1900’lerin ikinci yarısında o çeşmenin hala durduğu bilgisini aldık).
Tabii bu olaylardan sonra İsmail dedenin Mısır’a gidişi gerçekleşmemiş. Esaretten geldikten sonra evlenmiş, 1900 yılında babaannem doğmuş.
Osmanlının devam eden savaşları, arkasından 1.dünya savaşı , Kurtuluş savaşı, Rusların Doğu Karadeniz’i işgali gibi olaylar Mısır’la bağlantıyı koparmış.
Mısır’daki Ali dededen sonraki nesil de zaten Türkçe bilmiyormuş.
Daha sonra Ahmet Muhtar diye bir kişi Şevki dayıma bir mektup yazmış ve Mısır’da amca çocuklarının olduğunu bildirmiş.
( Ahmet Muhtar, Mısır’daki İsmail' in oğlu Muhittin beyin kayınpederi.)

Ahmet Muhtar, aslen İzmirli ve konsoloslukta görevli bir Türk ve onun kızı Suzan hanım Muhittin beyle evli. Daha sonra Mehmet Ali amca da Muhittin beyle yazışmaya başlamış. 1980’li yılların başlarında Arslan amca, sendika görevlisi olarak Kahire’ye gittiğinde Ahmet Muhtar’ı ve Muhittin beyi bulmuş çok sevinmişler ve mutlu olmuşlar. Muhittin bey onu, kardeşleri ve ablalarıyla tanıştırmış. Arslan amca onları Türkiye’ye davet etmiş. 1985 yılında Muhittin bey, Suzan hanım ve kızları Cihan’la Türkiye’ye geldiler. İstanbul’u, Rize yi ve daha birçok yeri gezdiler. Bu arada onlarla ilgilenen ve gezdiren Fehmi Girit’e ne kadar teşekkür etsek azdır. Rumelifeneri’ne babamı ziyarete de geldiler. Babam o zaman hastalığının son dönemlerindeydi. Bu görüşmeden çok mutlu olmuştu.Daha sonra devamlı mektup ve kart gönderip haberleştik.1991’de Kahire’de bir deprem oldu, ondan sonra ne kadar yazdıysam cevap alamadım. 2006 yılında Meryem ablam bir mektup yazdırıp yine aynı adrese göndermiş ve cevap almış. Aynı zamanda telefon numarası da vermişler. Ben birkaç kez aradım ama ulaşamadım, sonradan araştırdım, ülke kodunu yanlış girmişim. Bize gelen resimlerde Muhittin beyin iki oğlu, bir kızı ve eşiyle çektirdiği fotoğraflar vardı.. İşte Mısır’daki akrabalarımızla ilgili hikaye . Sonuçta iki kardeşin çocuklarının devamı olarak bizler yakın akrabalarımızı tanımadan sadece varlıklarını bilerek yaşıyoruz. Anadolu da bizim ailenin hikayesi gibi kimbilir ne hikayeler vardır. (Kafanız karıştı biliyorum. Sözün kısası Ali dede babaannemin dedesi, Mısır’daki İsmail dede Babaannemin amcası, bizleri ziyarete gelen Muhittin bey de amcasının oğlu oluyor. Bu blogda zaman zaman yazan Keyaynak da bir Mısır gezisinde Muhittin beyi ziyaret etmişti).

20 Şubat 2008

“En kötüsü yaşlılıkta ayrılık”!..

YALNIZLIK KORKUSU
Yalnızlıktır hepimizi korkutan
Yaşımıza başımıza bakmadan
Her yaşın bir korkusu var, aman
En kötüsü yaşlılıkta yalnızlık.

İnsan doğar büyür evlenir
Çocuklara karışır, her şey güzeldir
Evlenenler birer birer ayrılır
En kötüsü yaşlılıkta yalnızlık.

Yaş kemale erince hastalıklar belirir
Damarlardaki kan, yavaş yavaş çekilir
Dizlerdeki derman artık kesilir
En kötüsü yaşlılıkta yalnızlık.

Ölüm gelir kapımıza dayanır
Eşini kaybedersin zor gelir
Tek kalırsın düşünürsün gam gelir
En kötüsü yaşlılıkta ayrılık.

Muharrem Kaptan

18 Şubat 2008

Torun Mete'nin "karlarla" tanışma günü!...

Bizim evde öğlene doğru tatlı bir telaş vardı. Eşim okullar tatil olduğu için evdeydi. Hadi dedik Mete’yi karlarla tanıştıralım. Mete astronotlar gibi giyindi, hep beraber dışarı çıktık. Şaşkın şaşkın etrafına baka kaldı Mete. Eldiven giydiremedik toruna. Alışmamış tabii. Büyük eldivenleri sokuverdik ellerine. Çıplak elle şöyle bir dokundu pamuk gibi kara. Üşümüştü. Elinden atıverdi karları. Tipi de bastırınca Mete ile karların tanışması kısa sürdü. Sadece tanışabildiler. Sarılıp öpüşmeler, birlikte yuvarlanmalar, kardan adamlar bir başka karlı güne kaldı.
KAR ALTINDAKİ SİTEMİZDEN KAR MANZARALARI

17 Şubat 2008

Eziyeti, bıraktığı suya değecek mi?

En sonunda geldi beklenen misafir. Kimilerine göre kabus, kimilerine göre su deposu.
Doğum bekleyenleri kasabaya indirmeyen, yakacağı olmayanları tiril tiril titreten, çığ haline gelip korku salan, can alan, trafikte çile çektiren, çocukları tatil müjdesi ile sevindiren, binlerce kristallerden oluşan, medyanın taktığı isimle “BEYAZ KABUS, KAR” poyraz fırtınasını da peşine takıp arzı endam etti.
Bakalım gündemi değiştiren misafirimizin eziyeti, bıraktığı suya değecek mi?

15 Şubat 2008

Güvercin Kader’in "kadersizliği"!...

Kader güvercin, doğup büyüdüğü yer Avcılar’da her zamanki gibi karnını doyurmuş, neşeyle uçmaya, etrafı seyretmeye başlamıştı.
O gün de hava güzel ve güneşliydi. Her zaman uçtuğu yerlerden ve arkadaşlarından ayrıldı. Daha başka yerleri görmek arzusundaydı. Denize doğru uçtu uçtu. Daha ne olduğunu anlamadan üç tane martı peşine takılmıştı , onlardan kurtulmak için keskin dönüşler ve manevralar yaptı. Bu şekilde Haramidere’de yük boşaltan bir geminin üstüne geldiler. Kader güvercin son bir gayretle gemiye indi, kuytu bir yere saklandı. Martılar bir süre daha dolaşıp oradan ayrıldılar. Bu arada gemi de işini bitirmiş, hareket etmişti. Kader güvercin, martıların korkusundan gemiden ayrılamıyordu. Canını kurtarmıştı ama nereye gittiği de belli değildi.
Ertesi sabah geminin kaptan köşkünün yanına uçup kondu.
Fotoğraftaki bizim sitede pencere kenarlarına konan ve soğuktan korunmaya çalışan güvercinler.
Oraya su ve bulgur koydular, çekinerek yaklaştı ve yemeye başladı. Gemiciler güvercin ürkmesin diye o tarafa çıkmıyordu. Gemi Aliağa limanına geldi ve rıhtıma yanaştı. Kader güvercin gemiden ayrılmamıştı, nasıl olsa yem ve su vardı. Zaten etrafta yine martılar vardı. Gemi de kaldı. Gemiyle birlikte Dalaman’a doğru yola çıktı. Kader güvercin gemi personeli gibiydi artık. Suyu ve yemi veriliyordu. Akşamları köprü üstünün yan küpeştesinde uyuyordu. Yine bir seferi bitirmişler, Aliağa’ya dönmüşlerdi. Hava çok sıcaktı ve Kader güvercinin su kabı rüzgarla devrilip dökülmüştü.
Gemi rıhtımda olduğu için gemiciler bunu göremediler. Kader güvercin su bulma umuduyla rıhtımdaki gemiden sahile uçmak için hareketlendi, fakat aynı anda iki tane martı onu fark etti ve peşine takıldılar. Nöbetçi gemici olayı görmüş, fakat müdahale edememişti. Sonunda kader güvercin kadersizliğinin kurbanı oluyor, bu kez martılardan kaçamıyor, hayatın acımasız yanı onu pençelerine alıyordu.
26.08.2007
ALİAĞA

13 Şubat 2008

Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti bile!...

Beşikdüzü Köy Enstitüsünde kız öğrenciler. Kılık kıyafetlerine lütfen dikkat edin. Köy Enstitüleri demokrasinin Anadolu'ya öğretilmesi ve Anadolu'nun aydınlanması için önemli büyük bir proje idi. Köy Enstitüleri kapatılınca bu proje de tarihin derinliklerinde kaybolup gitti.
Bu aralar televizyonlardaki tartışmaları pek dinlemiyorum. Hep aynı gerekçeler. Hep aynı gerekçeler. Atı alanın Üsküdar’ı geçtiğine, tartışmaların bir işe yaramadığına, aksine bölünmenin hızını artırdığına inananlardanım.
Kanalları dolaşırken kulağıma farklı bir anlatım tarzı gelince dikkat ettim, konuşan yaşlı başlı biri şöyle diyordu;
Batılılar bizi hiç sevmezler, bu topraklarda bizi istemezler. Osmanlılar işgal ettikleri yerlerde yaşayan halkla oralara götürdükleri Türkleri kaynaştırmayı başarmışlardı. Oysa Batılılar Balkanlardan çıkarırken Türkleri sildiler, süpürdüler.
Biz Türkler, “bari Anadolu’da kalalım” dedik, ona da razı olmadılar, önümüze Sevr Anlaşması’nı koydular.”

Merak ettim kim bu konuşan diye, o kanalda kaldım. Alt yazıdan konuşan kişinin Prof. Sina Akşin olduğunu öğrendim. Televizyonların insanları bıktıran gediklilerinden değildi.
Sonuna kadar katıldığım tespitler yapıyordu. Prof. Akşin’i dinledikçe beynimde dağınık bir şekilde duran ve bir türlü birleştiremediğim düşüncelerimin, tek tek yerli yerine oturduğunu hissettim. Tamam dedim “işte budur”. Ülke bu duruma nasıl geldi? Noktayı koydum. Doğrudur, yanlıştır bilemem ama benim için “doğru bulunmuştur”.
Sizlerle de paylaşmak isterim:
Atatürk Devrimlerinin en önemli yanı ve hedefi, ülkenin bir an önce Batılıların düzeyine gelmesiydi. Zira Batının emellerine karşı durabilmek, onların seviyesine gelmekle mümkün olacaktı. Bunun içinde bilimde, eğitimde, sosyal hayatın her alanında reform şarttı. Tüm bunları yapabilmek için de en önemli reform laiklik ilkesiydi. Zira Türkiye Müslüman bir ülkeydi. Reformların önce laiklik ilkesi ile başlaması gerekiyordu.
Atatürk Osmanlıdan kalan en büyük mirasın “cehalet” olduğunu iyi biliyordu. Anadolu yıllarca tebaa olarak yaşamış, ne okul ne de eğitim görmüştü.
Anadolu’ya eğitimin hızla verilmesi, cumhuriyetin daha doğrusu “demokrasinin” bir an önce öğretilmesi gerekiyordu. Atatürk bu bağlamda en büyük projeye imza attı. “Köy Enstitüleri” açılacaktı.
Bu fikir hayata geçirildi. Yurdun tamamını kapsayacak şekilde 21 ilde Köy Enstitüleri açıldı.
Köy Enstitülerinden amaç, yöre çocuklarını alıp kendi yöresinde yetiştirmek ve onların öğretmen olarak kendi yörelerinde hizmet vermesini sağlamaktı.
Köy Enstitüleri başarılı da oldu ama Atatürk Devrimlerine karşı duran, bu devrimleri “içine sindiremeyen”ler içten içe bu devrimlere karşı durmakta ısrarlıydılar. Özellikle köylerdeki “cami imamları” bu projenin karşısındaydılar. Zira Köy Enstitülerinin açılmasındaki en önemli hedef, köy imamlarının yerini öğretmenlerin alması hedefiydi.
Prof. Akşin’e göre en büyük yanlışlığı İnönü yaptı. 1945’ten sonra çok partili döneme geçmeyi kabul etti. Akşin’e göre Köy Enstitüleri henüz yeni açılmıştı ve en az 20 yıl daha hizmet vermeleri gerekiyordu. 1954 seçimlerinde Atatürk Devrimlerine karşı olan düşünce, iktidara geldi ve bugüne kadar da tüm seçimleri kazandı.
Atatürk Devrimlerinin bittiğini sananlar yanıldılar. Devrim henüz bitmemişti. Köy Enstitüleri bu devrimin önemli bir halkası olacaktı. Enstitüler ve tabii Halk Evleri, halkı bilinçlendirme, demokrasiyi anlatma ve yerleştirme görevlerini tamamlayamadan kapandılar. Bunda karşı devrimcilerin baskısı da önemli rol oynadı.
Sözün kısası Akşin’e göre Atatürk Devrimleri 1954 seçimleriyle iktidara gelen karşı devrimcilerce durdurulmuştur. Halk bilinçlenemediği için de, o kafaları bugüne kadar hep iktidara taşımıştır. Bundan sonra da taşıyacaktır.
CHP de Batıdan ithal ettiği “sosyal demokrat” elbisesi ile Atatürk Devrimlerinden, bu devrimin programlarından uzaklaşmıştır.
Bugün gelinen nokta, Atatürk Devrimlerine karşı duranların, 1954’ten beri iktidarda kalıp ülkeyi getirdikleri noktadır.
Altmış yıllık siyasi süreç bu basit anlatımla çizilen çerçeve içinde değerlendirildiğinde hiçbir şey sürpriz değildir. Taşlar yerine oturmaktadır. Tartışmalar boşunadır.
Atı alan Üsküdar’ı geçmiştir.
Ben de aynı düşüncedeyim. Sizler ne dersiniz?
..................................................
Ya çarşafa dolanmak!
Öfke ne zaman sanat oldu bilemem…Başbakan kullanınca sanat mı oluyor?
Bekli de siyaset sahnesine yeni bir zanaat doğuyor …Biz ciğerimizden konuşuruz diyor.. Biz boşuna dudaklarına bakmışız! Gerekirse çarşafa bürünürüz diyor …Biz boşuna türbanlı kızlara takmışız…Kurtuluş var mı? Göremediğimiz tablo işlerin iyice çarşafa dolandığı olmasın!
KAMA

"Parayı sen kullan, asla para seni kullanmasın"

Uzun zaman oluyor Punto’yu açıp bakamamıştım…Bugün içimdeki sıkıntı türban karartısı en üst düzeye ulaştı…Haberleri dinlemez olanları seyretmez halim, tedavi sınırını da aşma noktasında…
Bilgisayar arızalarını saymazsak zamanımı yazmakla geçirmek yerine yazmamak, okumakla geçirmek yerine okumamak üzerine planladığımı itiraf etmem gerek…Sadece duvara astığım en küçüğümüz METE’nin su içişini seyretmek içime su serpebiliyor…Ailenin en küçüğünün görüntüsü üzerine, anneannemin yıllar öncesini bugüne taşıyan görüntüsü düştü !
…………
Anneannemi görmek Mete’den biraz daha ileri yaştaki günlerimi de zihnime düşürdü…Muharrem Kaptan henüz doğmamıştı! Evin tek ve en sıcak odası bana hala aynı sıcaklığı yaşatır…Doğduğum ev doğduğum oda ve doğduğum divan…O odadan kapıyı hızla açıp sokağa kaçma hamlemde çok kere tavan kirişlerine asılı hamsi ağlarına takılırdım….Anneannem beni mutlaka yakalar, havalara kaldırır, öpücüklere boğarken “üşüyeceksin…Hasta olacaksın” diyerek yeniden odaya sokardı…
Ahhhh ninem ahhh..
Muharrem Kaptan’ın (bu punto üslubu çok kibar oluyor), Muharrem’in, yeğenimizin
naklettiği olayı ben doğrudan anneannemden dinledim…Ona ilerleyen yıllarda hep ben sorardım…Diğer torunları ayni şeyleri yaptılar mı bilemem…Galiba ilk torun olmanın şımarıklığı biraz bana özgü kaldı!
Ağların asılı olduğu alan oda olmuştu…Namazlarını gürültüden uzak kılardı…Ninemin benden önceki sevgilisi bir tanesi küçük dayımdı…Onun sırtında da çok gezindim…
………….
En büyük zevkim ninemin bana engel olamayacağı namaz anları olurdu… Namazda sırtına binerdim ve gıkı çıkmazdı. Namazını bozmaz, bu da bana avantaj sağlardı…Namaz sonu kucağına indirir, oramı buramı morarana kadar mıncıklardı..Ödeşirdik…
İlkokulu da Rumelifeneri’nde okuduğumu da eklemem gerek…Esaretten kurtulmak için neler yaşandığını, onun ağzından ilk elden dinlediğimi söylemiştim..Hikayeye ek yapmam gerek…
İlkokul masrafları ile ilgili idi…İstenen forma veya ona benzer bir şeydi…Ay sonu idi ve babamdan para gelecekti..Beklemek gerekiyordu…
Ninem benim istediğim bir şeyi alamama üzülmüştü…Sık sık bugüne bakmamamı söyler, zengin bir aileden geldiğimizi hatırlatırdı…Benim itirazım “ bize bir şey mi kaldı?” şeklinde olurdu…Biz zenginliği görememiştik!
Ninem, zaman zaman odanın yarısına kadar gelen gümüşleri ve kıymetli takıları kürekle bir köşeye yığacak zenginliği anlatırdı…
Söz konusu silah, İngiliz malı sapları gümüş kakmalı bir tabanca idi…Listeyi okudunuz…
O badireyi aşmıştı ama silahı da denize atmıştı…
Benim hem zenginlik üzerine hem de tabancaya hayıflanmam, bir seferinde onun canını sıkmış olacak ki şöyle bir nasihata gerek gördü..
Biz ailece zenginlikten fakirliğe düşüş için üzülmüyoruz.Sen de üzülme…Sana bazen kazanılan şeylerin önem verilen malların ne denli değersiz olduğunu anlatmak zor olur..Bekle…Benim şimdi söylediklerimi aklında tut…Dedelerin parayı kazandı ve iyi kullandı…Namusumuzu ülkemizi onurumuzu bayrağımızı kurtarmak için kullandık..Sakın bir daha bundan şikayet etme…Büyüklerin dedelerinin kemikleri sızlar…Ve sana bir aile nasihatı vereceğim…Parayı kazan ve iyi kullan…Ve hayatının hiçbir döneminde para asla seni kullanamasın
Ahhh ninem ahhhh……
Bugün iyi ki olanları görecek durumda değilsin….Değerleri değerlendirmiyorsun…
Bizden bir sıkıntı yok..Hala para için yapmayacağımız çok şey var…Senin nasihatını bilerek tuttum diyemem…Becerememiş olmalıyım..
Yalakalığı…Para için sınırları kaldırmayı…Bir terslik var gene de…Ama sırtından düştüğüm yer her zaman kucağın oldu…Huysuzluğumun şımarıklığımın en koyu olduğu günlerde bile hissediyorum Seni …Köşesinde gümüşlerin küreklendiği odayı…Ve yaşadığım sıkıntıları…
Seni ne çok özlemişim…Bilemezsin ki…Sabaha karşı gene uykum kaçıyor ninem…Ama beni uyandıran sen değilsin artık!…
Eli bardaklarılar var…Sunumları devam ediyor. Nedense onların sabaha karşı gelen ışıklarında karanlık var! Senin elin değil ki o el..Bana taze sütle yumurta sarısını çırpan el “Bunu iç öyle uyu” diyen sen değilsin ki…
Umutlarımı zehirlemişler…Geleceğimi zehir etmişler ninem…Uzatılan el değerlerin paraya çevrilmiş hali….Zehirlenmiş hali…
Ne mutlu bana….Hiç bir zaman para beni kullanmadı…
Hoş ben de onu çok kullanamadım ama..Olsun..Mutluyum….
12.02.2008
Kelaynak

11 Şubat 2008

Uzun eteğin altına gizlenen listeler!...

İşgal altındaki İstanbul’la ilgili sayısız kahramanlıklar vardır. Çoğu kahramanlıkları kimse bilmez. Muharrem Kaptan bu kahramanlıklardan biri ile işgal altındaki hayattan bir kesiti bizlerle paylaşıyor:

İstanbul’un işgali sırasında halk arasında yer yer baş kaldırmalar başlamıştı. Herkes ferdi olarak bir şeyler yapmaya çalışıyor, fakat tek başına örgütlenemeyince başarılı olamıyordu. Kurtuluş için yavaş yavaş yer altı teşkilatları kuruluyor, herkes gücü yettiğince verilen görevleri yapmaya çalışıyordu.
Anlatacağım hikaye de onlardan biri:
Anadolu’ya silah ve insan kaçıran grubun Rumelifeneri’ndeki reisi Hacı Şakir dedeymiş. Gidecek silahların ve insanların listeleri ona geliyor, onun yaptığı organizasyonla Anadolu’ya gönderiliyorlar.
Yine bir sevkıyattan önce bir hainin ihbarı ile İngilizler Hacı Şakir dedenin evini basıyor. Şakir Dede listeleri babaanneme veriyor.( Punto'nun notu: Muharrem Kaptan’ın babaannesi benim de anneannem. Anneannemi ormanlı yemeği tarifimden hatırlayacaksınız.)
O da Muharrem dedemin hediye ettiği sedef saplı tabanca ile birlikte pusulayı koynunda saklamış.
İngilizler, gece olduğu için yağ kandillerinin ışığı altında herkesi sıraya dizmişler ve üst araması yapmaya başlamışlar.
Hidayet, Mecit Demir’in babaanneleri Hanıme Teyze de babaannemin yanındaymış. Babaannem, sıra ona gelmeden silahı ve listelerin bulunduğu pusulayı yavaşça yere bırakmış ve uzun eteğinin altına saklamış.
Yanındaki Hanıme Teyze arandıktan sonra sıra babaanneme gelmiş. Babaannem ayağıyla fark ettirmeden listelerle silahı Hanıme Teyze’nin eteğinin altına itivermiş, o da listeyi ve silahı ayağı ile çekip eteğinin altına sokmuş.
Babaannem de aranmadan temiz çıkınca İngilizler ihbarın yanlış olduğunu düşünüp çekip gitmişler. Eğer listeler yakalansaymış Anadolu’ya geçmek için bekleyen bir çok subay tutuklanacak, Hacı Şakir Dede’yle evdekiler de mutlaka hapsi boylayacaklarmış.
Bu ülke öyle kolay kolay kolay kurtarılmadı. Bu vatanı kurtaran binlerce adsız kahraman var.
08.09.2007
KIBRIS
Birinci mevkiye alınmayan Türkler!...
Eşimin dedesi Ahmet Giritli, İstanbul işgal edildiğinde 19 yaşındaymış. İstanbul’a akrabalarının yanına çalışmaya gelmiş, Sarıyer’den Eminönü’ne gitmek için Şirketi Hayriye’nin bir gemisine binmiş.
Türkler ancak ikinci mevkide yolculuk yapabiliyormuş. Bunu bilmeyen bir Türk, vapura birinci mevkinin bulunduğu arka taraftan binmiş, bunu gören İngiliz askerleri ve Türk zaptiyeler adamı iyice bir dövmüşler ve ikinci mevkiye göndermişler.
İşgal yıllarında birinci mevkiye Rum, Ermeni, Yahudi gibi gayri müslim tebaa ve onların evcil köpekleri binip yolculuk yapabiliyor, bu ülkenin gerçek sahipleri, onların köpeklerinin bile yolculuk yaptığı kısma giremiyormuş.
Bu hikayeyi bire bir yaşayan Ahmet Dededen dinledim.Ülkemizin yakın tarihini yeni gençlerin ve özellikle kendilerini aydın diye tanıtan entel takımının dikkatlice okuması gerekiyor.
O dönemlerde de içimizden hainler çıktı, bugün de çıkacaktır. Önemli olan onların oyunlarına gelmemek, ülkeye sahip çıkmaktır.
Akıllı olup geçmişi unutmadan ülkemize sahip çıkalım. Sonra eyvahlar gideni geri getirmiyor.
24.11.2007
Trabzon
Muharrem Kaptan

7 Şubat 2008

Orkinin umutla çıktığı yolculuk!...

Tüm hayatı deniz üzerinde geçmiş bir kaptan, Punto'nun konuk yazarı oluyor. Muharrem Kaptan. Kaptan yabancımız değil. Dayımın oğlu.
Çocukluğundan beri hayatı teknelerde, gemilerde geçti. Kaptanımız, deniz üzerinde yaşadıklarını, büyüklerinden dinlediği olayları, hikayeler şeklinde bizlerle paylaşacak.
İşte ilk yazısı:

Orki binlerce yıldan bu yana neslini devam ettiren orkinos ailesinin bir ferdiydi.
Orki, mensubu olduğu orkinos sürüsüyle birlikte her yıl Atlas Okyanusu’nun serin ve uçsuz bucaksız sularından Akdeniz’e doğru yola çıkardı. Kendisinin ve diğer orkinosların da dünyaya geldiği Doğu Akdeniz’deki Kıbrıs Adası’nın sıcak ve verimli sularında yumurtalarını döküp, erkek orkinosların da onları döllemesiyle neslinin devamını sağlamak amacındaydı. Zaten yumurtlama döneminde olduğu için hem neşeli hem de hareketleri ağırlaşmış, yarı uyuşuk bir haldeydi. Tek düşüncesi yumurtalarını atıp neslinin devamını sağlamak ve tekrar Okyanus’a dönmekti. Yalnız bilmediği ve hiç karşılaşmadığı bir tehlike vardı. Tehlike, insanların onun etini yemek ve satmak için yakalayacak olmasıydı. Bunun için ona bir çok tuzaklar hazırlıyorlardı. Aslında binlerce yıldır ne kadar rahattılar, aynı yolu her yıl gelip tekrar dönüyorlardı. İnsanlar (ise)onları yakalamak için büyük tekneler, ağlar ve sonarlar icat etmişti.

ORKİ KIBRIS ADASI AÇIKLARINDA
Yine böyle bir gün Orki ve arkadaşları Kıbrıs Adası’nın sıcak ve verimli sularına geldiler. Ama bu yıl ortamda bir değişiklik vardı. Sular eskisi gibi sakin değildi. Hiç tanımadığı sesler ve üzerinde basınç yapan sinyaller hissediyordu. Gerçi bu tip şeyleri Akdeniz’e girdikten sonra aralıklarla hissetmişti ama ne olduğunu anlayamamıştı.Dikkatini çeken tek şey, bu ses ve titreşimlerden sonra başka sürülerde azalma olduğuydu. Ama Orki bunları düşünecek duruma değildi,onun tek amacı olgunlaşan yumurtalarını biran önce kendisinin de dünyaya geldiği sulara bırakmaktı.
Orkinos işinde çok para vardı ve dünyanın Okyanuslara sahili olan her ülkesi bu ranttan pay almak için büyük savaşlar veriyordu. Onları yakalayabilmek için hazırlıklar yapıyordu.Orkinos ancak yumurtlama mevsiminde rahat yakalanabiliyordu.

ÜLKELERE VERİLEN KOTA
Sürüler Cebelitarık boğazından Akdeniz’e girdiği andan itibaren Akdeniz’de sahili olan ülkelerin balıkçıları tarafından takip edilip yakalanıyorlardı.Bu arada her ülkenin yakalama kontenjanı (kotası)vardı ama bunu kimse dinlemiyordu.
Japonya orkinosun en büyük alıcısıydı.Yüksek fiyatlar veriyordu. Bu da balıkçıların iştahını kabartıyor ,daha fazla yakalamak için devamlı teknoloji yeniliyorlardı. Aslında gelişmiş teknolojiyi Japonya’dan alıyorlardı. Balıktan kazandıkları parayı yeni teknoloji için tekrar Japonlara veriyorlardı.
Orki ve sürüsü Akdeniz’e girdikten sonra İspanyol, İtalyan, ve Yunanlı balıkçılara yakalanmadan Kıbrıs Adası’na kadar geldiler.
Karadeniz’in değişik şehirlerinden, İstanbul’dan, Marmara ve Ege’ den balıkçılar da hazırlıklarını yapmış ağlarını daha büyütüp derinleştirmiş, en son sistem sonarlar takmış, filolar halinde Akdeniz’e inmişlerdi. Bu filoları, büyük kapital sahipleri finanse ediyor ve avans vererek kendi grubuna bağlıyordu. Bu şekilde 5 grup oluşmuştu. Her grupta 10 - 15 balıkçı takımı vardı .

FİLOLAR AKDENİZ’DE
Bu filolar mayıs ayının başında Akdeniz’e açıldılar. Kimi Antalya körfezine, kimi Kıbrıs Adası’nın etrafına kimi de Kıbrıs Adası’nın batısından güneye doğru inerek geniş bir alana yayıldılar ve orkinos aramaya başladılar. İsrail ve Lübnan açıklarında İspanyol balıkçılarla karşılaştılar, onlar da balık sürülerinin ardından avlanarak Doğu Akdeniz’e gelmişlerdi.
Orki ve sürüsü her şeyden habersiz kızışmış karınlarıyla biran önce hedeflerine varmayı düşünüyor ve yollarına devam ediyorlardı. O gün hava çok güzeldi, hiç rüzgar yoktu ve güneş yakıyordu. Sürü suyun yüzüne çıkıp oynamaya başladı. Aynı zamanda bir yem sürüsüne rastlamışlar, hem yiyor hem de güzel havanın tadını çıkarıyorlardı. Bir iki güne kadar yumurtalarını(havyar) dökecekleri yere varacaklardı ve nesillerinin devamını sağlayacaklardı. Uzaktan gelen bir uğultu duydular, aynı zamanda suyun içinde bir titreşim de vardı, ne olduğunu anlayamadılar. Gerçi Akdeniz’e girdiklerinden beri zaman zaman böyle şeyler oluyordu ama ne olduğu hakkında bir bilgileri yoktu. Zaten yumurtalarını dökmekten başka bir şey düşünemiyorlardı.

BALIKLAR MARKALANIYOR
Balıkçı teknesinin reisi oynayan balıkları görmüş kendi grubundaki teknelere haber vermişti ve grup toplandı. Herkes sevinç ve heyecan içindeydi. Grubun başı, balık sürüsünü sonar’da markaladı ve hareketlerini takip etmeye başladı. Gruptaki tekneler sıraya dizilip hazır vaziyette başkanlarının talimatlarını beklediler. Grubun başı önce sürünün hangi yöne doğru ilerlediğini ve hangi süratle gittiğini tespit etti. Sürü saatte 6 - 6,5 mil süratle gidiyor, sonra sola dönüş yapıyor ve dalıyordu. Bu tespitten sonra ilk sıradaki tekneye hazır olmasını söyledi. Zaten her grubun telsiz frekansı ayrı ve gizliydi,onun için rahatça kumanda edebiliyordu. Balık sürüsünün su yüzüne çıkma zamanı gelmişti. Sonarla rahatça takip edebiliyordu. İlk sıradaki tekne sürüye mesafesini almıştı, grubun başkanı hazır ol dedi ve arkasından mola diye talimat verdi. Tekne botunu bırakıp başkanın kumanda ettiği şekilde sürünün etrafını sararak ağın içine aldı.Hemen ağın altını kapatmak için telleri viraya başladılar.

ORKİ DİBE DALIP KURTULDU AMA…
Orki ve sürüsü önce bir şey anlayamadılar, biraz ilerleyince karşılarına bir perde çıkmıştı, duraklayıp hemen geri döndüler aynı perde yine karşılarındaydı.Ağın içinde dönmeye başladılar.
Balık sürüsünü saran takım baş başa gelip de telleri basmaya başlayınca diğer tekneler ağın etrafında mevki almışlar grup reisinin talimatını bekliyorlardı. Bu arada 2 tane bot ağın içine girmiş ağız tarafta makinelerini tam yol çalıştırarak ağızda dönüyor ve gürültü çıkarıp sürünün geri dönmesini sağlıyordu.
Korku ve şaşkınlıktan ne yapacağını şaşıran Orki ve sürüsü son çareyi dibe dalmakta buldular. Ağın altı daha tam kapatılmamıştı ve oradan çıktılar, şimdilik kurtulmuşlardı. Ama bilmedikleri dünya üzerindeki en vahşi canlıyla karşı karşıyaydılar. Düşman büyüktü aklını ve mantığını ve bilgisini kullanabiliyordu.
Sonarla markalanmış oldukları için ne tarafa gitseler takip ediliyorlardı. Uygun zamanda etrafları tekrar ağla sarılıyordu. Bu iş akşama kadar devam etti. Etraflarını saran her ağdan çıktılar. Artık hava kararmaya başlamıştı. Balıkçılar son molayı akşamın alaca karanlığında yaptılar. Orki ve sürüsü sabahtan beri verilen mücadeleden artık yorulmuştu ve korku içindeydiler. Bu son molada gerek yorgunluktan gerekse alaca karanlıktan ağı göremedikleri için dalsalar da çıkışı bulamadılar ve artık yakalanmaları kaçınılmazdı.

HAVUZA ALINIYORLAR
Ağın altı büzülüp mapalar gelince balıkçı teknelerinden zafer çığlıkları geliyordu. Artık balık sürüsü ağın içindeydi. Ağ saran tekneden başka 4 tekne daha çeşitli yerlerden mantar yakayı aldılar, botları onları çekerek ağın daire şeklinde durmasını sağlıyordu. Yakalanan balıklar ağın içinde devamlı dönmeliydi. Balıklar canlı olarak satılırsa çok para ediyordu, ölü balıklar çok ucuza gidiyordu. Bu pozisyonda bütün ışıklarını da yakarak havuzun gelmesini beklediler.Havuz ancak ertesi gün öğle saatlerinde gelebildi. Havuz gelince ağı toplamaya başladılar,şimdi balıkların etrafındaki çember daralıyordu.
Orki ve sürüsü bu olanlara hiçbir anlam veremiyordu, burası neresiydi, etrafları niye çevrilmişti bu koca koca gürültülü şeyler neyin nesiydi. Aynı zamanda korku ve çaresizlik başlamış ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Bütün bu sıkıntıların etkisiyle yumurtaları istemleri dışında dökülüyordu. Bu durumdan çok etkilenmişler nesillerinin kesileceği korkusuna kapılmışlardı.
Havuz, “havuz teknesi” tarafından getirilmiş , bocilik denen yerdeki mantara yanaştırılmış havuzun ve bociliğin kapı kısmı açılmış balıkların havuza geçmesi bekleniyordu. Ağ toplandıkça alan daralıyor balıklar bir çıkış arıyordu, tam o sırada havuzun kapısını gördüler orada herhangi bir engel yoktu ve o tarafa akın ettiler aynı koyun sürüsü gibi en öndeki nereye giderse ötekilerde onu takip ediyordu. Bütün sürü havuza geçmişti.
Havuz 50 metre çapında 26 metre derinliğinde kalın iple örülmüş bir sepet şeklindeydi.Ağda hiç balık kalmayınca havuzun kapısı kapandı ve ağdan ayrıldı,artık sonbahara kadar kalacağı yere götürülecek ve orada tonozlara bağlanacaktı. Balık sürüsünü havuza koyduktan sonra ağlarını düzeltip tekrar mola edecek duruma getirip dinlenmeye çekilen tayfalar çeşitli hayaller kurmaya başladılar.

HAVUZ HAYATI BAŞLIYOR
Tayfaların çoğu Ordu ve çevresindendi ve hayalleri vardı. Kimileri eşine telefon açıp sezonun iyi gittiğini vaat ettiği gibi alacağı bilezik sayısının 5 e çıktığını söylüyor, kimi çift kabinli kamyonet alacağını , kimi fındık bahçesi alacağını, kimi evini büyüteceğini anlatıyordu. Zaten buraya gelirken büyük umutlarla gelmişlerdi.
Orki ve sürüsü yeni bir ortamın içindeydiler. Havuzdan çıkmaları imkansızdı. Devamlı hareket halindeydiler . Yalnız her sabah siyahlar giymiş bir insan havuza dalıyor eğer ölü arkadaşları varsa onları tekneye çıkartıyordu, ve yine yollarına devam ediyorlardı. Arada bir havuza küçük balık sürüleri girerse onları yiyerek karınlarını doyuruyorlardı. Bu böyle 35 gün devam etti. Seyir halindeyken arkadaşlarından elli altmış kadarını kaybetmişlerdi. Ama yine de çok kalabalıklardı. Sayıları bin iki yüzün 1200 tanenin üzerindeydi.
Orkinin içinde olduğu havuz çiftlikteki tonozlara bağlanmış artık beslenmeleri için yemlenmeye başlamışlardı. Zaten Orki ve arkadaşları da bu yeni ortama uyum sağlamışlardı. 50 metre çapındaki havuzda yaşamaya alışmışlardı. Zaten bu bütün canlılar için geçerli değil miydi? Her canlı içinde bulunduğu ortama kısa bir sürede uyum sağlamıyor muydu?
Balık sezonunun sonunda grupların görevlendirdiği kişiler havuzların olduğu yere geliyor , balıklar havuzdan havuza aktarılırken kameraya çekiliyor daha sonra ekrandan sayılarak miktar tespit ediliyor ortalama bir ağırlık konuyor ve balığın kaç ton olduğuna karar veriliyor. O miktar üzerinden hesap görülüyor. Bu işlemden sonra balıkçıların balıkla ilgisi kalmıyordu.Balıklar artık balıkçıları finanse eden firmanın malıydı.
Ekim, kasım aylarına kadar kaldıkları havuzlarda yemleniyor ve kiloları % 30 arttırılıyor, ondan sonra alıcı Japon’ların gözetiminde hasada geçiliyordu. Balık adamlar suyun içinde balıkları Japon’ların istediği şekilde vuruyor, kanları donmadan hemen yukarı çıkarıyor, teknelerdeki kesiciler yine Japon’ların gözetiminde balıkları kesip kanlarını akıtıyor yıkıyor ve hazır bekleyen soğuk hava depolu gemilere yüklenip şoklanıyor ve depolanıyordu.
Orki ve sürüsü de böyle bir işleme tabi tutuldular ve Japon sofralarında suşi olarak yenmek için Japonya’ya doğru yola çıktılar. Kimbilir kaç zengin Japonun sofrasını süsleyeceklerdi.
Ama burada dikkate alınmayan şey, balıkçıların benden sonra tufan mantığıyla hesapsız yakalamaları sonucu , değil kazanç için , seyretmek için bile artık balık bulamayacakları gerçeğiydi.
Biz aynı şekilde uskumru balığını da , kalkan balığını da , Marmara’da ki orkinos ve kılıç balıklarıyla, daha bir çok balık türünü böyle bitirmedik mi? Bu şekilde devam edilirse çocuklarımız ve torunlarımız bu balıkları ancak ansiklopedilerde görebilecek.

EGE DENİZİ
Ağustos 2007
Muharrem KAPTAN

4 Şubat 2008

El kaldırıp anlaştılar, para paylaşılacak!...

Fotoğrafta bir kancabaşı limanda bağlı görüyorsunuz. Dikkat ederseniz teknenin arkasında geniş bir alan var. Ağ oraya istif edilirdi. Tekne ve kancabaş bir daire çizerlerdi.
1950-1960 arası bir yıl. Karadeniz sakin günlerinden birini yaşıyor. Tekneler vızır vızır dolaşıyorlar rastgele. Gözler denizin üzerindeki kıpırtılarda. Dalgaların oynaşmasından çok farklı bir oynaşmada. Balık oynaşmasında.
Hava sıcak. Palamut sürüleri deniz yüzeyinin on onbeş santim altında dolaşıyorlar. Balıkçı av peşinde. Palamutlar da.
İki tekne birbirine yakın seyrediyor. İkisinde de ağların bir kısmı teknede bir kısmı kancabaş denilen kayıklarda. Kimse ses çıkarmıyor. Reis sigarasını yakmak için kibritini çakan gemiciye öyle bir bakıyor ki.Bir palamut sürüsü var önlerinde. İki teknede aynı sürüyü izliyor. İki reis de pür dikkat. Ama bir sorun var.
Bir balık sürüsü ve iki balıkçı teknesi. Rekabet dünyasında kim kazanır? Güçlü olan. Burada da teknesi hızlı olan kazanacak tabii. Doğanın kuralı değişmiyor. Hızlı teknenin egzosundan kara dumanlar çıkıyor. Reis tam yol vermiştir makinelere. Tekne kanca başı bırakıyor ve hızla balık sürüsünün etrafında ağı döke döke bir daire çiziyor. (Lütfen Ekim 2006 Balıkları kim bitiriyor?yazısını okuyun).
Balıklar onun artık. Diğer tekne kaderine razı olacak artık diyorsunuz değil mi? Hayır. Razı olmuyor.
Bir av sonrası ağlar hem tekneye hem de kancabaşa alınıyor.
Hızlı teknenin reisi, motorlara tam yol vermeden önce elini kaldırıyor diğer reise doğru. O da tamam dercesine elini kaldırıyor.
Arada hiçbir şey olmadan anlaşıyorlar.
Bu el kaldırmanın önemli bir nedeni var.
Hızlı tekne ağı atacak, balığı tutacak ve satılan balıktan elde edilen paranın yarısını hızlı olmayan teknenin reisine verecek.
Ve böyle oluyor. Parayı paylaşıyorlar.
Bu geleneği neden hatırladım ve sizlerle paylaştım?
O dönemlerde dinimizin emrettiği şeyler, oranı buranı ört şeklinde değildi. Paylaşmak vardı. Kazancınızda başkasının gözü kalmasın inancı vardı.. Helal haram kavramları gerçek anlamdaydı. Balıkçılarda da artık bu paylaşım kalmadı. Toplum hayatımızda giderek bu güzel geleneklerin birer birer yok olduğunu ve yerine bireysel çıkarların hakim olduğunu görüyorum.
Yazık, çok yazık değil mi?

1 Şubat 2008

Nedense lehçe, şive ve ağız hep karıştırılır!...

Bugünlerde televizyonlarda konuşan konuşana. Tartışmaların biri bitiyor, biri başlıyor.
Dikkat ediyorum konuşanların çoğu İstanbul Türkçesi ile konuşmuyor.
Şiveler, lehçeler hep karıştırılır. Çoğumuz biliyordur ama ben yine de kaynak olması açısından lehçeler, şiveler hakkında bilgi vermek istedim.

Biliyorsunuz bir dil kendi içinde bir takım alt kollara ayrılır. Böylece lehçeler, şiveler ve ağızlar oluşur.
LEHÇE, Bir dilin izlenemeyen ondan ayrılmış koludur.Coğrafi ve kültürel etmenler bu ayrılmada rol oynar.Lehçelerde, ses, şekil ve kelime ayrılıkları çok büyüktür. Bazı dilciler, büyük ayrılıklarda lehçeyi başka bir dil olarak kabul etmeyi de önerirler. Çuvaşça ve Yakutça, Türkçenin lehçeleridir.
Yakutlar,Sibirya’nın kuzeyinde otururlar, Şamanist ve Ortodoksturlar.Çuvaşlar ise Volga’nın iki kolunun kesiştiği bölgededirler ve Ortodoks dinindedirler.
ŞİVE ise Bir dilin izlenebilen tarihi dönemlerinde ayrılmış koludur. Ayrılıklar, lehçede olduğu kadar değildir. İstanbul’da gelirim derken, Türkistan şivesinde kelür men denir. Ayrılık yazı diline girmiştir.
Sınıflamalar da yazı dillerine göre olur.
Türk şiveleri:

1:Güney-Batı (Oğuz) Grubu
a)Türkiye Türkçesi
b) Azerbaycan Türkçesi
c) Türkmen Türkçesi
d) Gagauz Türkçesi

2:Kuzey-Batı (Kıpçak) Grubu
a ) Kazak Türkçesi
b) Tatar (Kazan) Türkçesi
c) Kırgız Türkçesi
d) Başkurt Türkçesi
e) Karaçay-Malkar Türkçesi
f) Karakalpak Türkçesi
g) Kumuk Türkçesi
h) Nogay Türkçesi
i) Altay Türkçesi
j) Tuva Türkçesi
k) Hakas Türkçesi

3: Güney-Doğu Grubu :
a) Uygur Türkçesi
b) Özbek Türkçesi

AĞIZ, Bir dilin yalnız söyleyiş farklılığı gösteren koludur. Bu fark yazı diline girmez.
Karadeniz ağzı, Konya ağzı gibi . Geliyorum yerine geliyom der, fakat geliyom diye yazmaz.
Yalnız, ilim terimi olarak yapılan bu ayrım, günlük kullanışta karışıktır. Konya şivesi, İstanbul lehçesi gibi… Konuşma dilinde nasıl olursa olsun her ülkenin tek bir resmi yazı dili ve alfabesi vardır.Bunun için yazı diline, kültür dili veya edebi dil de denir.
Aynı ağızın içinde söylenişi ve yazılışı farklı kelimeler de olabilir. Almayayım yerine almiim denmesi gibi…
Son cümle bu konuda bazı yersiz arayışlarda bulunanlara;
"Ortak yazı dili, aynı zamanda devlet ve millet dilidir."