27 Aralık 2014

Ermeni asıllı Rus ressamın fırçasından İstanbul!

Kumkapı sahilinden tekneye binenler.
Elektronik posta yolu ile gelen bazı önemli konuları sizlerle paylaşmıştım. Aşağıdaki konuyu da Asortik krep göndermiş. Teşekkür edip yayımlıyorum:
İvan Ayvazovski eserlerinin yarıdan fazlasının konusu deniz manzaraları olan Ermeni asıllı Rus ressamı.
1845'te  İstanbul'a gelen ressam Abdülmecit tarafından Beylerbeyi Sarayı'nda kabul edildi. 1845-1890 arasında İstanbul'a toplam dört ziyaret yaptı.
1874'teki ziyaretinde İstanbul’da bir ay kadar misafir olarak kaldı. Sultan Abdülaziz’in Dolmabahçe Sarayı için sipariş ettiği tabloları hazırladı. 1890'daki son ziyaretinde Sultan Abdülhamit’in huzuruna kabul edilerek padişaha iki tablosunu hediye etti.
Beş binin üzerinde eseri olan Ayvazovski'nin tablolarının büyük bir kısmı St. Petersburg, Moskova ve Erivan devlet müzelerinde sergileniyor.
30 kadar eseri Türkiye'de  bulunmaktadır. İşte ressamın İstanbul resimleri:
 Ortaköy'de kahvede oturanlar.
 İstanbul 1856.
  İstanbul 1880.
   İstanbul 1899.
  İstanbul 1894.
 İstanbul 1846.

25 Aralık 2014

ESKİ TÜRKİYELİ(!).. KALMAK!

Minareyi çalan kılıfını hazırlar. Kılıf hazır ise hırsıza faizini de ,öder!( Ata sözü gibi AKP icraatı!)
Hava bugün de Dumanlı… Zaman o ZAMAN! Kılıf, yağmurdan, yolsuzluk ve hırsızlık fırtınasından ıslanıp biraz daralmış gibi. Ama gene de ZAMAN kılıf giydirme zamanı! Bugün zaman, sadece dünkü suçlarını hatırlatmak zamanıdır. İfade özgürlüğünü, gerçeği arama görevini, haberin kutsallığını paralel rafında saklayanlar vicdana metres muamelesi yapanlar aslında herkese eşit hukukun parçasıdır. Onların haksız yere itham edilmesi, mahkeme kararından sonra da tutuklu kalmaları eziyettir. Geometrik durumları dikkate alınmadan kabul edilemez!

Dalton kardeşler gibi yolsuzluk iddiası ile şöhretlenen dört Bakanımızdan, Muammer Güler’in oğlu Barış Güler ile Reza Zarrab’ın adamı Abdullah Happani paracıklarını faizi ile birlikte geri aldı. 17-25 Aralık bataklığı kurudu mu? Oysa Düşünce ve Basın özgürlüğü çoktan mevlüdü okunmuş helvası yenmiş, anılarla dahi ayakta duramaz hale gelmiş bir alzheimer hastası mı? Halkın doğruyu öğrenme hakkının hakka kavuşması üzerinden bunca zaman geçmiş, her cümleye, hatta tek satıra kadar yayın yasağı gelmiş iken ruh çağırır gibi konuşmak, ahkam kesmek, soluk alır gibi normal geliyor! İşte o ZAMAN bu dostane görüntüye kanmadan ve Dumanlı havaya aldırmadan sormak zorundayız. MEDYAYI kim hazırladı!. Kim hakladı!. Kim akladı..

Dışardan belli olmuyor ama bu mesleğin içinde 55 yıl kadar aktif olarak kalmış iseniz bazı şeyler tarih değil sizin için tekrar oluyor! “Sana yapılmasını istemiyorsan bilerek haksızlık yapma.” Kim dedi bilemiyorum… Bazen ben demişim gibi geliyor!. Olmadı ise ben de bu cümlenin altına imzamı atarım! Şükürler olsun. Hafızam yerli malı silgi kullanıyor. Ne kadar silsen sil, geriye gidiş, başlangıcına ait izleri yok edemiyorum… Dün haberi iğfal edenlerin, olmayan delilleri yaratıp gerçekleri silenlerin, bavulcuların sadece yürütmesi olacak, adaleti, yargısı olamayacak mıdır? Ergenekon Balyoz KCK gibi pek çok kumpaslı davada Silivri zindanlarına tıkılan masum insanları, polis kurşunu ile yaralananları, öldürülen Berkin Elvan’ları memleket aşkı ile ayağa kalkan fidan gibi mert delikanlıları, bayrak gibi elbiseleri ile gaza, suya, aşırı güce boyun eğmeyen Türk Kızlarını bugünkü karanlık içinde kahraman sayıyorum. Dün sahte delil üretenlerin bugün merhamet dilenmeğe kalkması siyasette mevsimsel bir durumdur. Bu ülke karın soğuk yüzüne de, baharın yeşiline de, son baharın dökülen yapraklarına da alışkındır!

Köşecilerin bulutlara bakıp önce rüzgarı koklaması ve esen rüzgara göre yelkenleri doldurması yeni Türkiye’de normaldir. Sonbahar yapraklarının sararıp döküldüğü, güneşin parlayıp ısıtmadığı bu zaman içinde köşecilerin A4 kağıdına imza atmaları nasıl bir kahramanlık, nasıl bir öne çıkıştır anlatamam! Neyi ne için imzaladıklarını, ne için kime selam yolladıklarını anlayamadım. Bu Zaman’a kadar konuşma özgürlüğü ne zamandır tam idi veya vardı? Medya özgür müydü, yoksa emir kumandanın yayıldığı bozkır mıydı? Hava Dumanlı diye sormayayım mı?
TV ye çıkıp ben şu kadar yıllık gazeteciyim veya bu işi şu kadar yıldır yapıyorum diyorlar ya… Onları şarap zannediyorum! Hafif rutubetli bir mahzende yatırılıp sıraya diziliyorlar ya… Yıllandıkça değerleri artar mı! Bu yalanı yemeyin. Onları gerçeği saklar gibi mahzenlere atıp unutturuyorlar. Yıllanmış olmak gazeteciye kalite değil dert katar. Bıkkınlık ekler. Şarap gibi yattığı yerde değerlenmiyorlar! Bugün Medya kanserden ölen biri gibi. Bu zamanda ve bu şartlarda kurtulma şansı yok. Her geçen Zaman içinde biraz daha biraz daha ölüyorlar… Gençlik yıllarımda bu işler böyle değildi. Ben bu yüzden eski Türkiyeli kalmak istiyorum. Mesele gerçeği arama, görme, gösterme meselesi! Haberin kutsal, yorumun hür olduğuna inanma meselesi. Havuz’un derin ve verimli, kinlerin sivri ve kan emici olduğu değil. Yeni Türkiye’de bu nasıl oluyor? Haber kutsal değil kutusal, yorum hür değil, paralel veya geometrik! Ve bu yeni Türkiye’de mesele gazetecilikte yıllanmışlık da değil. Bir günlük gazeteci bile olsanız önce haberin kutsal olduğunu sindireceksiniz. Bu kutsal haberin verdiği bilgilere dayanan bir yorumun ancak doğru ve hür olabileceğini bileceksiniz

Meseleye sadece DUMAN lı bir son bahar sabahından bakmamalıyız. İktidarın otoriter havası seçim yaklaştıkça hızlanıyor, gelişiyor! Hukuku, adil olma duygusunu hangi hırsa köle kıldık! 16 yaşındaki bir çocuk Cumhurbaşkanına hakaret etti gerekçesi ile 5 dakika içinde yargılanıyor ve hapse atılıyor. İktidarın eski ortağı ile çok paralel, çok dikey, çok kenarlı geometrik hesapları bitmiyor! Pek çok şeyi abarttıkları, pek çok hevesi kovaladıkları, pek çok gerçeği sakladıkları inleri yok mu?. Demokrasi tramvayına binerek şeriat mahallesinde inmek dün gizli gündemdi, bugün gizlenmiyor. Artık açık hedef olamadı mı? Seçime kadar idare et kurnazlığı ve ard arda sıralanan yalanlar artık kılıflarında iken bile fark edebiliyor. APO’ nun serbest kalacağı yarın için Doğu’da sokakların çatışma alanına döneceği, ne deniyorsa kabul edin yoksa tehdidi yok mu?

Gerçek ve onun gayri meşru evladı haline dönen  benim mesleğim dün de hasta idi. Bugün hastalığı ilerledi ve sonunda yatağa düştü. Herkes hastalığı biliyor ama konuşamıyor. Konuşmuyor! Ve nedense herkes suskun. Baskı var, hukuksuzluk bu diyemiyor! İçten içe öldü ölecek deyip gün sayıyor. Ama kimse gerçeği dillendirmiyor... Kimse haykırmıyor... Bu kadar ikiyüzlülük yeni Türkiye de olsa fazla geliyor. Bırakın ben eski Türkiyeli kalayım!

Yeni Yılda sağlık ve mutluluklar!...

21 Aralık 2014

Kahvenin Etopya’dan başlayan ve dünyayı yudumlayan serüveni!

 Filiz Kamacıoğlu:                     

Sekizinci yüzyıl ortalarında Habeşistan Kaffa’da yaşayan Khaldi adındaki keçi çobanı, Habeşistan’ın dağlık arazisinde keçileri otlatırken bir çalıya ait kırmızı meyveleri yiyen keçilerin daha hareketli olduklarını fark etmiş kendisi de bu meyveyi denemiş, verdiği hissi ve keyfi sevince etrafına da anlatmış. O yörenin keşişi bu olayı keşfetmiş ve kendi izleyicilerine vaazı sırasında kahve ikram etmenin faydasını anlatmış. Kahve böylece tanınmaya başlamış.
Guetemala’da kahve müzesi.

TARİHİ GELİŞME;
Köle ticareti ile yabani kahve bitkilerinin Etopya’dan dışarıya çıkması sağlandı. Menşei Arabik olan kahve bitkisi, yüksek irtifada ve doğru ortam sağlanan farklı coğrafyalarda üretilebildi.
1200 YILI;
İlk kahve taneleri Etopya’dan Yemen’de Al-Macha’ya vardı. Mocha, Kızıldeniz kıyısında liman. Burada yetişen kahveye Mocha-Coffe denir. Böylece Mocha kahvenin uluslararası ismi oldu.
1400 YILI;
Türklerin Yemen’i fethinden sonra kahve taneleri teknelerle denizden, deve kervanları ile karadan bütün İslam dünyasına taşındı.
1616 YILI;
Hollanda’lı uyanık bir kaptan, tohumları Yemen’den Hollanda sömürgesi  Doğu Hindistan kıyılarına taşıdı. Böylece kahve Java ve Seylan’ın plantonlarında üretilmeye başlandı. Kölelikle beraber geniş orman arazileri satın alınarak kahve üretimi hızla yayıldı. Bu tek kültür “ kahve pası” nın yayılmasına sebep oldu ve bu hastalık bütün bölgeyi harap etti.
1658 YILI;
Bu tarihlerde ilk kahve bitkileri Avrupa’ya ulaştı. Yemen’den Amsterdam’daki botanik bahçelerine, XIV. Louis zamanında Paris’e taşındı.
1712 YILI;
Serüvenci ve maceracı Gabriel Mathieu de Clieu bitkiyi Paris’ten Martinique’e getirdi. Böylece Karaib’lerde ve Orta Amerika’da bitki yetiştirilmeye başlandı.
1727 YILI;
Hollandalılar kahveyi Amsterdam’dan Hollanda Guyana’sına şimdiki Surinam’a taşıdı.  Sömürge valisinin eşi büyük ve genç kahve fidanını sevgi ve muhabbetle bir devlet görevlisi olan Brezilyalı ziyaretçiye vermişti. Kahve üretimi böylece Sao Paulo’da başladı ve on dokuzuncu yüzyılda Brezilya dünyanın en büyük ihracatçısı oldu.
1730 YILI;
İngilizler kahveyi Jamaica ve Mavi Dağda üretmeye başladılar ve tanıttılar.
Hala yüksek derecede marka olarak görülüyordu.
Fransızlar tarafından bitki Yemen’den Bourton adasına, Batı Hint Okyanusundan Doğu Afrika’ya yayıldı.
Fide halinde kahve bitkisi.

KAHVENİN YETİŞME ŞARTLARI;
Kahve, ekvatorun kuzey ve güney 25 derece enleminde yetişir. Bu tropikal alanlarda yağmur ormanları ve nemli iklim kahveden her yıl birkaç hasat alınmasını sağlar. As tropikal alanlarda Robusta tipi ekilmektedir. Üretimi kuru ve yağmurlu mevsimde olur. Arabika kahve üretilmektedir.
Kahve bitkisi budanmadığı zaman ağaç haline geliyor.

Guetemala’nın Coban bölgesi bütün yıl bulutlu, yağmurlu ve serin bir iklime sahiptir. Toprak kireçtaşı ve killidir. Bu bölgede tepelerde kahve yetişmektedir. Hava kuzeyin tropikal ormanı ve Atlantik havzası havası etkisindedir.
Deniz seviyesinden 1300-1500 feet yükseklikte killi ve kireç taşlı toprakta yıllık yağış miktarı 120-160 inç ve ortalama sıcaklık 59-69 f olan Atlantik Okyanusu iklim tipidir.
Dalında kiraza benzeyen kahve meyveleri.

Diğer kahve yetişen alanlar doğu Asya’dır. Deniz seviyesinden 4300-5500 feet yükseklikte, toprak tipi metamorfik, yıllık yağmur ortalama 72-80 inç ortalama sıcaklık 64-77 F derece. İklim tipi Atlantik Okyanusu, yağmurlu, bulutlu ve volkanik bölge, toprak metamorfik kayalar ve diğer volkanik bölgeleri Coban iklimi ile aynıdır ve Guetemala’nın volkanik diğer bölgeleri ise çok farklıdır.
 Toplanmış halde kahve meyvesi.

BİR KAP KAHVE NEDEN ÇOK PAHALIDIR ?
Bir kap kahve için ödenen her dolardan alınanlar :
0,67 dolar ithalatçılar için,
0,84 dolar tüketici  ülkeler,
0,16 dolar üretici ülkenin aldıkları,
Tüketici ülkelerden alınan 0,84 doların 0,08 doları perakendecilere, 0,06 doları nakliyata, 
Üretici ülkenin aldığı 0,16 doların 0,08 doları çiftlik işçilerine,0,05 doları çiftliğe,
0,03 doları ihracatçılara gitmektedir.
 Kahve çekirdekleri yıkandıktan sonra kurutuluyor.
Çiğ, az kavrulmuş, kavrulmuş kahve örnekleri.

KAVRULMUŞ KAHVE İLE İLGİLİ BİLGİLER;
Kahvenin ağaçtan toplanan tanelerinin uzun seyahatinin son aşaması kavrulma şartları ve sonucudur.
Yeşil kahve kavrulmamış kahvedir. Kaynamış tahıl sapı lezzetindedir. Kavurma su içinde eriyen bileşiğin ortaya koyduğu lezzeti sağlar ve karamelize etme tanelere kahverengi verir.
Kahveyi kavurma bir sanattır. Yıllarca yapılan deneyim bize “ kavurma kurallarını” getirmiştir.
Temsili kahve çiftliği.

Kavurma derecesi denetlenmesine ve örnekler sağlıklı bir yöntemle kavrulmasına rağmen her kavurma işlemi kendine has bir sonuca varır.
Kavurma yöntemleri 15 dakika ve daha fazla süreyi kapsar ve ısı derecesi de yavaşca arttırılır.
Bir test kaşığı ile küçük bir örneğe baktığımızda tanelerin renginin nasıl değiştiğini görürüz.
15 dakika 380F da taneler parlak yeşil ve sarıya döner.
15 dakika 400F da taneler parlaktan kuruya döner. Hafif Amerikan kahvesi,
Hafif kavrulmuş, asidi yüksektir. Sadece ucuz ticari markalarda kullanılır.
14-20dakika 415 F da parlak kahverengidir ve kestane rengine doğru döner.  Asidi yüksektir. Orta Amerikan Kahvesi.
14-20 dakika 435 F da orta kahverengidir. Taneler kuru görülür. Asidi kuvvetlidir. Geleneksel olarak doğu Amerika sahili kavurma şeklidir.  Light Expresso, Viennese, Light French . Kahve parlaklığını korurken asidi belirgin ve karakteristiktir. En iyi kavurma şeklidir ve yüksek kalitedir. Antiqua tipi kahvedir.
20-24 dakika 445 F da daha orta koyulukta kahvedir. Çukulata kahvesi. Taneler yağ lekelidir. Asidi ve çeşitliliği karakteristiğidir. Kahve keskin tadıyla dikkat çeker.
 Expresso, Continental, European,High 24 dakika ve daha fazla 455 F dan 480F a doğru, koyu kahve yağlı görünüşlüdür.
455-465F da French, Expresso. Keskin koyu kavrulmuş tadı ve asidi azalmıştır.
465-475 F da Dark French, Italian,Spanish, Cuban.  Bütün nüanslar bitmiştir. Kahve keskin bir yanmış tahta lezzetindedir kısmen kömür haline gelmiştir. French kavrumu %20 karbon içerir.
475-480F da siyaha yakın renkte, Very dark French.Çok koyu kavrulmuştur.


Dünya’da kahve üreten ülkeler.

15 Aralık 2014

Bir yeminin, GÖZ YAŞI!.


“Ahlakın temeli ne zaman ilahiyata dayandırılırsa, halklar ne zaman ilahi otoriteye bağımlı hale getirilirse, en ahlaksızca, en adaletsiz, en kepaze şeyleri mazur gösterip yaygınlaştırmanın yolu açılmış demektir.”   
 Ludwig Andreas Feuerbach

Benim ülkemde (ben yeni değil eski Türkiye’liyim!) kanunlar hala kanun gibiydi. Kanunu yok sayanların ve çiğneyenlerin hepsi suç işlemiş sayılırdı. Bu iş hiç bir siyasette ne kabadayılık ne de kahramanlık olurdu!. Evet... Çağı yakalamak için koştuğumuz Avrupalı bir atlet değildi... Yol eğri büğrü, toprak yamru yumru, taşlı çakıllı ve engelli idi. Eski Türkiye’de bu yüzden çok kere demokrasi yürürken aksardı. Simitine oynadığı mahalle maçında sağ dizine yediği tekme ile sakatlanmıştı. O gün bu gün topallıyordu. Gene de mahalle arasında duramaz, oynadığı oyunu ve kuralları hiçe saymaz, yılda en az 9 ay borçlu kaldığı bakkal Niyazi’nin otoritesine ve haksız kararlarına önce o itiraz ederdi. Düşüncesini menfaatine katık etmezdi. Biraz aksi, patavatsız bir topaldı. Ama adamdı!

Yüzüklerin efendisi filmdi... Gene de yabancı gelmez olaylar bizde olmuş gibi benimsenirdi. Oysa bizdeki Efendilerin yüzükleri de değerlerini bilemesek de anlatılmaya değerdir.. Ecdadımızın saatleri, torunların yüzsüzlükleri o gün bugündür hiç böylesine film olmamıştı! Yolsuzlukları yollarla ölçüp, halkın yolunu bulanlarca aldatılması ve akıl depremi ile uyutulması yeni bir yoldu! Gerçi Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz fetvasını Turgut Özal vermiş ve ilk deliği de o açmıştı. Böylece çorap sökülmüş AKP reçeteleri ile 12 yıldır seçimden seçime dozu artan haplarla ve “daha dolu cüzdan ” dopingi ile halkın borcu şahlanmıştı. Gerçeği öğrenme ve anlatma adam öldürmekten daha zararlı sayıldı. Medya yazmazsa iyi olur algısı galip geldi. Yolsuzluğu yapan değil yazan hain ilan edildi. Medyayı susturma ve yandaş kılma alışkanlığı siyasette uyuşturucu etkisi yaptı. Kendi yarattıkları havuz bile gün geldi öteki olmadı mı? Basın özgürlüğü rafta idi uzanıp alamıyorduk. Bugün lafta kaldı. Hayali ile idare ediyoruz! Emekli maaşından bile her seferinde farkına varmadan kesilen ilaç paralarını çok kez bedava sandık!

Neyi başından beri farkına vardık ki! Tek ayağımız yerde sürünse de, topallamamız Fizan'dan görünse de ecdadımıza toz kondurmadık. Ecdadımızla aramızdaki şah damarı kopamaz nutku atarken onların mezar taşlarını mezarlarından biz kopardık. Üzerindeki Osmanlıcaya da aldırış etmedik! Yazıları okumadan kaldırdık. Ecdat kemiklerini de, mezarlarında rahat bırakmadık. Veeee… Yeni bir arsa kazandık. Bu arsaya Sütlüce AKP İL Binasını  kondurduk. (Belgesel-Sinan Karahan)

İtibarımız söz konusu olunca klozet kapaklarını, musluklarını altından yaparız. Düşmanlara inat Sarayın tüm odalarını atlas perdelerle donatır, demokrasinin bir ileri sahnesini meclisin dışında ama Yeni Türkiye’nin Yeni Sarayının  içinde yeniden kurarız! Hangi bahtsız bizi bu işten geri bırakacakmış şaşarız. Erdoğan haksızlıkları haykırmıyor mu? “Bizim şah damarımızı kestiler… Eski ile bağımızı kopardılar. İstense de istenmese de Osmanlıca Öğrenilecek”.Yeni  Türkiye’nin ileri demokrasisi. Her ayran kabarmasında bir mantık kaybı oluyor. Ve ben korkuya kapılıyorum. Gene bir haksızlığa mı uğradık? Bir bilmedik rota daha mı çıktı. Biz ecdat keşiflerinde çağ atlamış KÜBA’ya yeni varmıştık!. Hatta orada bir de cami yapmaya kalkmıştık. Allah'tan Küba bu olayı göremedi veya şaka sandı. Yoksa şah damarımız kabarmıştı! He deseler şak diye kondururduk camiyi. Kestiler ecdat damarımızı! Ufak bir şüphem var. Acaba kesilen damar şah damarı mı idi?. Bu kadar yeşermeden, şeriat hazırlığından sonra o damar şah değil ŞEYH damarı olmasın!

Ülkeyi uzaktan seyretmek heyecan verici… Birbirimize ne kadar çok düşman olmuşuz!. Birlikte var olduğumuz ülkede haksızlığa birlikte hayır deme şansımız kalmamış! Mağdur olan kenara çekiliyor diğeri onun yerini alırken akıl etmiyor mu? “Bugün sana yarın bana” Ergenokon’u, Balyoz’u beynimize çakmadılar mı? Hayatlarının baharında ölenler kimin çocukları idi? Bu ülke evlatlarını kaybediyor. Ölenler kara toprağa… Yaratıcılar başka bir diyarlara mı?. Beyin göçü hızlanıyor! Birinin haksızlığa uğraması hepimizin eziyet kervanına kaydolduğunuzu göstermiyor mu? Henüz sıra bekliyor olmak özgür kalmamızı sağlamıyor ki! Öteki ve kindar! Başka bir hırsın kurbanı. Kimin operasyonu kime. Yeni Türkiye’nin yeni kuralı bu mu? Kim geldi uzaydan? Hukuk herkese eşit değil mi?
Bir Başbakanımız var galiba, ama bize operasyonu Cumhurbaşkanı haber veriyor. “Biz 17 Aralık sonrası inlerine gireceğiz dedik ve girdik. Eğitimden, hizmetten ve himmetten bahseden yapının faili meçhul cinayetlere bile bulaştığını görüyoruz. Zincir bunu gösteriyor. Daha şaşırtıcı şeyler de görecek duyacaksınız" Yanımızda duranı bir kaç gün görmeyince sormuyoruz. Ne oldu? Neden yanımda değil?. Yanyana olmasak da bir arada değil miyiz? Yasaları torbalaya torbalaya sonunda çuvallamadık mı? Ortak aklı, birliği, dirliği, sevgiyi seçim sandığına mı kurban ediyoruz?. Sandık adalet dağıtmıyor ki!. SEÇİM BİTECEK Yeminler tutulacak mı? Makul olmayan her iş için makul bir şüphe kol gezerken. Neye inanacağız? Yemine mi?

Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve Milletin bölünmez bütünlüğünü, Milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, Milletin huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim.”

11 Aralık 2014

‘Hamili kart yakinimdir’ ve Disderi’nin sızlayan kemikleri…

Ülkemizin gündeminde her zaman ön sıralarda yer alan yolsuzluk, rüşvet, adam kayırmaca; son günlerde  yine AKP’nin liyakata uygun olmayan KPSS atamalarıyla  en çok konuşulanlar arasında.  Devletin tepesinden,  günlük yaşama kadar her yerde geçerli bir söz, bizim toplumumuz için ‘Hamili kart yakinimdir’...
Fotoğrafçılığa yeniden merak sardığım şu günlerde kartvizitin babası sayılan Andre Adolphe Eugene Disderi’nin yaşamını okurken, ilk aklıma gelen de bu oldu: ‘Hamili kart yakinimdir’.. Hani her icat, başta insanlığın yararına kullanılmak üzere ortaya çıkar da sonra kötülüğe alet edilir ya.. Disderi de kartvizitin bu amaç için kullanıldığını görse, kemikleri sızlardı diye düşündüm.

İlk fotoğrafın 1826 yılında Joseph Nicephore Niepce tarafından çekilmesinin ardından, fotoğrafın halkla buluşması için birkaç basamağın daha atlanması gerekmiş. Louis Jacgues Mande Daugerre’in geliştirdiği pozitif  dagerreyotipler, portre fotoğrafçılığında çığır açsa da çoğaltılamadığı için yayılması güç olmuş. Ardından William Henry Fox Talbot negatif görüntüyü elde edince fotoğraf bir basamak daha yaklaşmış halka. Bugünkü fotoğrafların babası da Talbot olmuş. Ama Disderi,  4, 6, 8 objektifi aynı makinenin üzerinde kullanarak 6x9 cm’lik küçük portreler elde etmiş. Bu portreleri, biraz daha büyük kartlara yapıştırıp fotoğraftaki kişinin adını, adresini de ekleyince tarihin ilk kartvizitlerini oluşturmuş.

isderi, 1854 yılında ‘Carte de visite’ adındaki fotoğraf yönteminin patentini alarak, fotoğraf dünyasına adını yazdırmış.  Fotoğrafını çektirip kartvizit şeklinde dağıtmak bir çılgınlığa dönüşmüş ve bu dönem Cartomania adıyla anılmış fotoğrafçılık tarihinde. Fotoğrafın maliyeti düşmüş, fotoğraf stüdyolarının kar oranları yükselmiş. Fransa’da doğan carte de visit, İngiltere’ye, ABD’ye yayılmış.

Napolyon, ordusunu bekletmiş

Napolyon sefere giderken ordusunu bekletip eşi Eugene ile birlikte Disderi’nin stüdyosuna gidip carte de visit çektirmiş. Ünlü sanatçılar, siyaset adamları, toplumun önde gelenleri ‘kartvizitlenmiş’…Herkes kartvizitlerini birbirine dağıtır olmuş. 
Bir de ünlülerin fotoğraflarına sahip olma olanağı doğmuş. Bu işte ticarete dökülmüş tabii. Disderi, elindeki ünlü portrelerini, birleştirdiği kartlar oluşturmuş.. Mozaik kart adını verdiği bir nevi kolaj tarzındaki bu kartların da patentini almış.
Disderi’nin stüdyoları bir Alman ziyaretçinin tabiriyle ‘fotoğraf mabediydi’..Günde 3 bin-4 bin Franklık satış yapıyordu. Ancak bu zenginlik uzun sürmedi. Benzer stüdyoların çoğalması ve daha başka nedenlerle  Disderi’nin işleri tersine döndü.  Geçinebilmek için sokaklarda fotoğraf çekmeye başlayan Disderi, Ekim 1889’da bir akıl hastanesinde yaşama veda etti.
Disderi,  ‘hamili kart yakinimdir’i akıl etse, belki de yoksulluk içinde ölmeyebilirdi, kimbilir…

8 Aralık 2014

“Osmanlıcayı bilsen de mezar taşlarını zor okursun”

Ayşe Güven
Edebiyat Öğretmeni

Türklerin bu dünyadaki tarihleri bir hayli eski. Uzun geçmişlerinde Göktürk alfabesi, Uygur Alfabesi, Grek alfabesi, Arap alfabesi ve Latin alfabesini kullandılar.
Alfabe değiştirmede seçtikleri dinin de etkisi var. Göktürk alfabesini kullandıkları dönemde hakim inanış Şamanizim'di. Mani inancını benimsedikleri zaman Türkçe'ye Sanskritçe kelimeler girdi ve Uygur yazısını benimsediler.Muhtelif sebeplerden dolayı Anadolu'ya gelen bir grup Türk (Kıpçaklar ve Oğuzlar) burada Hıristiyanlıkla karşılaştı ve bu dini kabul etti; dolayısıyla Rumca konuşmağa ve Yunan alfabesini kullanmağa başladılar. Onuncu yüzyılda Türkler İslamiyeti kabul etti ve din değişikliği ile birlikte Arap alfabesini kullanmağa başladılar.
Şimdi, iktidarın tercihiyle okullarda Osmanlıca öğretileceği konusu gündemde. Bunun gerekçesi de şu: Atalarımızın mezar taşlarını okuyamıyoruz.
Ben, aldığım eğitim dolayısıyla Göktürk, Uygur ve Arap alfabelerini öğrendim. Zaman içinde Göktürk ve Uygur alfabelerini unuttum ama eski yazı dediğimiz yazıyı okuyabiliyorum. Okuyorum ama mezar taşlarını çok rahat okuyamıyorum. Neden mi? Çünkü o taşların üzerinde birtakım Arapça dualar var.
Eski yazıdan Latin alfabesine geçince bir gecede insanlar cahil kaldı diyenler var. Onun için unutulmuş bazı konuları hatırlatmak isterim. Eski yazı ile herkes rahatlıkla okuyup yazabiliyor idiyse niçin postahanelerin önünde mektup yazan insanlar vardı? Niçin Karagöz adlı gölge oyununda Hacivat gibi Arapça ve Farsça kelimeler kullanarak ukalalık yapan bir tip ve Karagöz gibi halkın kullandığı Türkçe'yi kullanan ve lügat paralayan Hacivat'ın söylediklerini anlamayan bir tip vardı?
Din konusundan nemalanan birtakım insanlar Atatürk'ün atılımlarını  yeniliklerini hiç anlamadılar ve menfaatlerine halel geldiği için ondan nefret ettiler. ATATÜRK DİLİYLE, TARİHİYLE HATTA İBADET DİLİYLE TÜRK HALKININ KENDİ ÖZÜNE DÖNMESİNİ, "TÜRK OLMASINI" İSTİYORDU. Böyle düşünmekte de çok haklıydı. Milletlerin ve halkaları uyutmanın en etkili yolu "din"dir. Dine karşı değilim ama ulusal çıkarlarımıza, din üzerinden zarar veriliyor.
Onuncu yüzyıldan itibaren Kur'an Türkçe'ye çevrilmeğe başladı, çünkü müslüman olarak ibadet etmek için illa Arapça kullanılacak diye bir mecburiyet yoktur. Bu sözü ben söylemiyorum ilahiyatçılar söylüyor.


5 Aralık 2014

Hormonlu AYDINLAR!


Bir türlü gerçek yüzlerini göremediklerimizi teker teker görmeğe başladık. Yazar geçinen PAÇOZLAR ve de şair geçinen, türkü sözlerini inkar edip çıkar izlerini yol bilen iki şöhret gündeme düştü… Düştüler de bir yerlerini mi kırdılar?. Kırılan gene bizim hayallerimiz oldu! Halkın gözünde haksız büyümüşler! Halleri, sözleri, özleri şimdi tartılıyor. Belki de son kullanma tarihleri geçmişti! Çöpe mi atılıyorlar?. Asık yüzlüler çevreliyor etrafı. Hani o umutlu günlerimiz? Hani açılımdı?. Nereye açıldık?. Seç seç al. Kabul et. Çözüm süreci. Fetih süreci. Seçim süreci. Patlamayı biriktiren bekleme süreci. Sabır süreci!. Ve kaybetme korkusunun başlama süreci! Biri bitiyor diğeri boşluk bırakmadan başlıyor. Bitmeyen süreç YALAN SÜRECİ. Bitirilmeyen mal mavi boncuk.

Nesli en hızlı üreyen varlık ise Hormonlu Aydınları. Onlar yaşadığın bu yalan sürecinin en doğru söyleyenleri! Onlar gazeteci ise doğru haberle ilgilenmiyor hükümet bülteni çıkarıyorlar. Herşey göründüğü gibi değil! Balık baştan kokar denip bırakılmış. Kokuya 15 dakika sonra burunlar alışmış. Kime sorsam “koku ne” cevap değişmiyor. Koku mu var? Ne kokusu? Herkes ayaklara bakıyor. Senin başını kaldırırp BAŞ TARAFA bakacak cesaretin var mı? Bugün Devletin başı o gün ne demişti?. Atatürk Orman Çiftliğini talan ederken, kaçak sarayına milyonlar harcarken yasaları hiçe sayıp “ kimse yıkamaz” demedi mi? Sorulabildi mi? Kaçaktır arkadaş bu bina denebildi mi? Kindarlığını sürdürmüyor mu? Polisi hangi endişe ile nerede ise silahlı kuvvetler sayısına yaklaştırdı. Yeni polisleri nasıl kadroya aldı?. Ne gibi ağır silahlarla donattı?. Polisin dayağını, gazını tatmayan genç kalmadı ama ne yapıyorsun diyen var mı? Kini bitmiyor. Hala 14 yaşında ölen Berkin Elvan’ı hedef gösteriyor. Ali İsmail Korkaz’ı döverek öldüren polislerin yargılandığı gün ne diyor? “Esnaf askerdir. Alperendir. Kahramandır. Polistir. Hakimdir. Bekçidir.”

AKP nin 4 yılda getirdiği 154 yayın yasağı gerçekleri örten başka bir türbandır. Gerçekler yolsuzlukla sarmaş dolaş oldukça namehrem ihtiyaçı artıyor. Aslında getirilen kısıtlama ötekilere uygulanan cezadır. O ötekiler kim oluyor da haber alma hakkından, doğru habere ulaşma imkanından bahsedebiliyorlar. Ayıptır kardeşim. Sen düşman mısın ki ayaklara, ayakkabı kutularına düşkünlük gösteriyorsun. Ayağa bakıyorsun. Başa bak başa. En baştaki ne diyor dinle. Tartışma. Kabul et. Ne demek efendim. “Yargı gayri meşru bir karar alırsa bu kararı dinlememek meşrudur!” Hadi canım sen de. Sandıktan çıkmak önemlidir. Sen sandıktan çıktın mı? Yolsuzluk hırsızlıktan da sütten çıkma kaşık gibi tertemiz olursun! AKP gözlüğü ile bak. Her şey ne kadar olumlu ne kadar parlak. Mutlu ol. Yağma Hasanın böreği bitmeden bir ucundan yakala. Bırak ne derlerse desinler. Ne var ki yalakalıkta. Sen villaya bak. Para ya bak. Saraya bak. Ertafa düne takılıp kalanlara bakma. Kim akıllı onu gör. Ne olmuş?. İllaki bu gerçek değil. Bu doğru değil. Bu yalan deyip tepinme. Milletin anası ağlarken Emine hanımın da gözleri yaşlanmadı mı? Alev Alatlı alevli bir sözleşi ile yazarlardan, kitaplardan, kahramanlardan bahsedip durumu özetledi. Nasıl takdir etti!. Yoksa tekdir mi etti! Gene de aldığı ödülün ilk taksidini ödedi! Ya türkücü Yavuz BİNGÖL. Suyu eksik geliyorsa ne yapacak!. Bir gölü kurumuş ise, bin göle daha ihtiyacı varsa. Yeni göller arayacak. Nereden ne su akar ona bakacak. Susuz mu kalsın!. Bu kadar konuşma, yorum yapma, özgürlükler çok geliyor. Sesinizi kısacağız. Torba kanunlar ha yetişti ha yetişecek. Makul bir şüphe ile bu tür vatan hainleri cezalandıracağız! Ellerindeki malları da alacağız. Hızla parantezi kapıyoruz. Görmen gereken 100 yıllık parantez bu! Bu işlere geometrik de bakma. Recepleri de karıştırma. Biri ufak tefek kısa boylu. Siyah ayakkabıları yırtık ve çamurlu. Öbürü uzun mu uzun. Sarayı var 2 bin odalı. Korumaları var havalı. Fıtratında namahrem kavramı kuvvetli mi kuvvetli! Örte örte bitiremiyorlar. Yolsuzluk soruşturmalarını örttüler. Kadın saçları gibi na mahremdi! Aslında haram saydıkları faaliyetlerden sonra vatan haini dedikleri polisler çıktı ve naaa mahrem sayıldılar. Çil yavrusu gibi dağıtıldılar! 17 -25 Aralık fezlekelerinde AKP beton gibi durdu. Adam geçti top geçmedi! Biri onları gözlüyordu. İddialarda 6 bin sayfa laf var. Ama sen bir kelimesini bile duyamazsın. Duysan da inanamazsın. İnanırsan bile geceleri uyuyamazsın. Rüylarında Recep’i görürsün Recep’i.


Öteki Recep’in neyi varsa örtüsüz! Görsen inanamazsın! Lastik ayakkabıları içinde dizine kadar çektiği siyah çorabı ile yürek sızlatıyor. Kafi bu kadar lüks!. “Oğlum burada kal. Varıp el diyarına gitme. Para için çırpınma dedimdi. Dinlemedi. Bana hiç bir zaman param yok demedi. Hiçbir zaman para istemedi! Öteki Recep’in kaçak sarayı yoktu. Evi kerpiç iki gözdü. Fazla malda da zaten gözü yoktu! O nedenle oğlunun maaş uğruna ölümü ona daha da zor geliyordu. 10 liralık siyah yırtık lastik papuçları ile ünlendi. Maden ocağı çöktüğünde anası dertlendi: “Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?” dedi. Babası “Gitti mi benim oğlan şimdi, saklamayın”diyebildi. Recep için valilik 10 liralık yeni siyah lastik ayakkabı aldı “ Şimdi giymem desem olmaz, almam desem olmaz. Madem getirmişler ”diyordu. Yoksulluğu diz boyu ama diz çökmemiş. Ayakkabısı lastik ve yırtık olsa da hormonlu aydınlar gibi kutulara merak sarmamış!

3 Aralık 2014

Kahve meyvesi kiraz gibi yeniyor!

 Kahve ağacının ilk bulunduğu yer Habeşistan. Kaffa yöresinin Arapça karşılığı "qahwah " .. Kahve bugünkü anlamını 14.yüzyılda kazanmış.
Gahwah Türkçe’de 'de "kahve"ye dönüşmüş, buradan da  café, caffe, koffie, coffee, koffie, Kaffee şekline gelmiş..
Çiçekleri beyaz. Meyvesi kirazı andırıyor. Kırmızı meyvenin içinde iki çekirdek var.
 Bol yağış alan, ortalama sıcaklığın 18-24°C arasında bulunduğu ve don olayının görülmediği, ekvatorun 25 Kuzey'i - 30 Güney'i arasındaki kuşakta yetişiyor.
Kahve çiçeği beyaz renkte ve yasemin gibi kokar.
Kahve meyvelerinin çok düzenli kontrol edilmeleri gerekir, çünkü olgunlaştıktan sonra 14 gün içinde çürümeye başlarlar.
Kahve tarımı aynı cins kahvelerden de yapılsa yetiştikleri bölgenin toprak, iklim yapısı ve o bölgedeki geleneklerden gelen işleme yöntemlerine göre değişiklik gösterebilirler. Sıklıkla bilenen yöresel kahveler aşağıdaki gibidir:
Ethiopian Yirgacheff  Şarabımsı buruk tadı olan Etiyopya kahvesi.
Rio Minas  Genellikle Türkiye'de ve balkanlarda türk kahvesi için sıkça kullanılan ekonomik bir Brezilya kahvesi.
Sumatran – Düşük asit dengesine sahip Endonezya kahvesi.
Supremo – Kolombiya'da en kaliteli kahve kategorisine verilen ad.
Excelso – Kolombiya'da Supremo'ya göre daha küçük boyutlara sahip kahve çekirdeği. Filtre kahve harmanlarında sıkça kullanılır.
Antigua – Guatemala'nın Antigua ovasında yetişen çikolatamsı ve baharatlı lezzetleriyle ön plana çıkan kaliteli kahvedir.
Tarrazu – Kosta Rika dünyanın en prestijli ve dengeli kahvelerini üretmektedir. Fındıksı, çikolatamsı tatlar içeren ve finca adı verilen çiftliklerde yetiştirilip işlenen bu kahve Tarrazu ismiyle bilinmektedir.

Kaynak: Vikipedi, özgür ansiklopedi

29 Kasım 2014

İZTUZU plajına da göz diktiler !

                                                                                      27.11.2014
Özelleştirme furyası artık plajlara kadar indi. Aşağıdaki bildiride İztuzu plajı için mücadele veren Ortaca Kent Konseyi’nin bildirisini bulacaksınız;                                                 
İztuzu Plajı: 2008 yılında Dünya’nın en iyi korunan sahili ünvanını kazanan Dalyan İztuzu Plajı, Daha önce Dalyan Belediyesi tarafından işletilmekte idi .  Dalyan Belediyesi’nin  Ortaca  Belediyesi’ne katılması ile işletme hakkı Ortaca Belediyesi’ne geçmiş oldu. Ancak  Haziran 2014’de öğrendiğimiz  ve hukuki dayanağı olmayan özelleştirme uygulaması ile Dalyan ağzı Günübirlik Alan ve Tesislerinin işletme hakkı MUÇEV LTD.ŞTİ. tarafından özel kişilere devredildi.
Haziran ayında açılan davalarda verilen yürütmeyi durdurma kararları Ekim 2014 kaldırıldı. Bunu takiben Muğla Valiliği Ortaca Kaymakamlığına Ortaca Belediyesinin İztuzu plajlarından tahliyesini istedi. Yine Ortaca Kaymakamlığı bu yazıya göre Ortaca Belediyesinin plajları tahliye etmesini istedi. Buna göre 20/11/2014 günü devir teslim yapılmıştır. Ancak plajların tahliyesi için 10 gün süre verilmiştir. Bu süre, 01 Aralık 2014 günü dolmaktadır.
 Bizler Ortaca Kent Konseyi Üyeleri olarak  hukuka  ve  bölge halkının çıkarlarına aykırı   olan bu  sürecin sonlandırılması gerektiği ve  İztuzu plajının kamu eliyle  halkımıza hizmet etmeye devam etmesi gerektiğini düşünüyoruz.
İztuzu plajının özelleştirilmesi başta plajın doğal ev sahipleri olan caretta carettalar ve mavi yengeçlerin doğal yaşam alanlarını tehdit edecektir. Dalyan kanalındaki çevre kirliliği denetlenemeyecek bu nedenle başta bölgenin en önemli endemik bitki türü olan kum zambakları olmak üzere bölgenin ekolojik çeşitliliği tehdit altına girecektir. İztuzu plajının özel işletmeye devredilmesi plaja girişlerin ücretlendirilmesi ve bu nedenle halkın plajlardan yararlanamamasına neden olacaktır.  İztuzu plajının özelleştirilmesi bölgeye gelecek turist profilini değiştireceğinden küçük işletmelerin ekonomik olarak yaşama şansı kalmayacaktır.  Özel işletmenin plaj gelirlerini kullanım tasarrufu kendisine aittir. Ancak plajın kamu eliyle işletilmesi halinde plaj gelirleri halkın yararına kullanılacaktır.
Özetle İztuzu plajının özelleştirilmesi plajın ve bölgenin tüm değerlerinin kar hırsının insafına terk edilmesi anlamına gelmektedir. Bu uygulamanın dünyada örneği ancak gelişmemiş ülkelerde yaşanmaktadır. Gelişmenin insanlığın ortak amacı olması nedeniyle insanlığın ortak değerleri çiğnenmektedir. Yaşam kaynaklarının özel çıkar gruplarına sunulması kamu yararının ve hukukun kamu görevlileri tarafından çiğnenmesidir. Yukarıda saydığımız tüm bu gerekçelerden dolayı İztuzu plajı mutlaka kamunun elinde kalmalıdır.
Bizler Ortaca Kent Konseyi mensupları olarak yerel ve ulusal bütün sivil toplum kuruluşlarını, siyasi erkleri, basın-yayın kuruluşlarını ve tüm halkımızı haklı mücadelemize destek olmaya çağırıyoruz. 
  
Ortaca Kent Konseyi yönetim kurulu        

        

24 Kasım 2014

Ayaklarımızdan "Gislavet" de geçmişti !

Recep dayının ayağındaki yırtık lastik ayakkabı ile gündeme oturmuştu Gislaved. Ya da bir diğer değişle Cızlavet.Ben de 1950’li yıllarda giymiştim bu lastik ayakkabıyı.

Gislaved ayakkabılar çok ucuz olduğu için genellikle gelir seviyesi düşük insanlar tarafından tercih ediliyordu. Ayrıca içine su çekmemesi, çabucak kuruması, temizliğinin kolay, giyilip çıkartılmasının pratik olmasından dolayı tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin yoğun yapıldığı kırsal bölgelerde yaygın olarak kullanıldı. Tek sakıncası ayakları sıcak tutmamasıydı. Anadolu'da bu dezavantajını aşmak için kışları yün çorapla giyilirdi. Bazı modellerinin içine mest de giyiliyordu.

21 Kasım 2014

Ve dünya Erdoğan’ı keşfetti!

İyi olmadı mı? Cristof Kolomb Amerikayı, ondan da önce müslümanlar Küba’yı sonra ise tüm dünya Erdoğan’ı keşfetti!. Niye bunca sene geç kaldılar diye takılıp kalmamıza gerek yok. Geç oldu ama güç olmadı.  GEÇMİŞİMİZ fetihlerimiz ve de keşiflerimizle yeniden gündeme geldi!. Geçmişini, geleceğini öfkesine kapılmadan hakikatı araya araya bugüne gelebilsek!. 17-25 Aralık yolsuzluğu iddiaları yeniden doğrulandı. Adli Tıp Kurumu, bakan çocukları ile İranlı Reza Sarraf’ın da şüphelileri arasında yer aldığı soruşturma ile ilgili 2 bin 593 kaydı inceledi. SONUÇ: Konuşmalar ile tapeler birbirinin aynı çıktı. Türkçe 2 bin 493 kaydın çözümünde, “cümle eklemesi veya cümle çıkartması sonucu anlam bütünlüğünü bozacak değişiklik” tespit edilmedi. Gerçeği yazacak medya mı kaldı? Biz aslında çok az şey biliyoruz... Ama bir bilen var. Hemen hemen her şeyi bilen biri yok mu? Recep Tayyip Erdoğan baştan beri o cümleyi tekrarlıyor… “Biz biliyoruz. Ben biliyorum. Ben çok iyi biliyorum… O meseleyi çok iyi biliyorum. Ben nedir ne değildir bilirim” Sadece halk asla bilemez… Keşfedemez…

Bütün dünya geçmişimizin şanlı bir keşfini nihayet keşfediyor!.  İspanyolların ispat et feryadı boşuna. Elimizde kapı gibi belgeler hazır. Ve henüz daha birinci ciltteyiz. Bunlar müslümanların becerisini küçük görme hastalığına saplanmış!. Yazarın dediği gibi yapmalıyız. “Gelecek zamanlarda bunların müdafasına hazırlanmalıyız”. Dünya İslam Bilimleri Tarihi Araştırmacısı Prof. Dr. Fuat Sezgin’in, “Arap-İslam Edebiyatı Tarihi”.eseri karanlığa son veriyor! “Şimdi Türkiye'de bir uyanma başladı. Tünelin sonunda ışığı görmeye başlıyoruz. Kitapta yazılan her şey doğrudur. Yani Amerika kıtasına Kristof Kolomb'dan önce Müslüman denizcilerin ulaştı. Gelecek zamanlarda bunların müdafaasını yapmaya kendinizi hazırlayınız” Koca bir cilt var yazılmış. Aç ikinci bölümü bak sayfa 67’ ye.. Ne yazıyor OKU Bakiiim.. Yeter bu kıskançlığınız... Bilin artık.. Bize bakın örnek alın..
Ülke güvenliği sağlamakla görevli İçişleri Bakanı “muhalefetin repliklerini çalıp” durumdan şikâyetçi olmuyor mu? Efkan Ala, Kobani olaylarını hatırlatarak, “Kırsalda terör baskısı arttı şehirlere inmeye başladılar. Şehirlerde de hâkim olmaya başladılar. Biz buna müsaade etmeyeceğiz. Aldığımız önlemleri göreceksiniz. Alanda PKK hakimiyeti var gibi bir durumdayken seçime gidilmez. Biz kamu düzenini sağlayacağız ve seçime o atmosferde gideceğiz”.

Soru:Polis devletini tamamladık mı? Biz polisi işte bu haklı gerekçeleri ileri sürerek nerede ise Silahlı kuvvetler sayısına çıkaracağız. Ağır silahlar ile donatacağız... İki amaçlı kullandığımız havaya değil kafaya da sıktığımız biber gazı fişeklerini depoluyoruz. 550 bin gaz fişeği ithal ettik... Başını değil kaşını kaldıranı bize yan bakanı bin pişman edeceğiz... Güvenlik yasası çıktı, acaba polis ne yapar! tasası kalmadı! Makul bir şüphe için makul olmayan ne kadar yol varsa kullanacağız. Ve gene size bir sandık dayıyacağız... Yol haritamız hazır. Geçmişi bugüne aktaracağız. Öncelikle ismi ne olursa olsun, ne kadar orman varsa keseceğiz. Dağa taşa dereye tepeye AK saraylar yapacağız. Sadece Niğde Aksaray olduğu gibi kalacak! Eserlerimizi küçültme gayretleri boşunadır. Kim demiş bin oda. En az beş bin odalı saray!. Milletçe fukaralığı bu yolla yeneceğiz. Bir gün gelecek kira derdi de kalmayacak. Kıskananlar olacak. Gene de öğünmeliyiz. Biz bu sarayı haklın öz parası ile yaptık. Gavurdan aldığımız borç ile değil! İşte o tükenmeyen paralarla KÜBA’ya da cami yapacağız. İçine İmam Hatipli bir imam atayacağız... 2015 yılı gelirken Ermeni meselesinde de elçimiz hazır. Bu kez asla mahçup olmayacağız. Kevork’un oğlu Etyen Mahçupyan’ı öne atacağız. Bakın kimi başdanışman aldık, diyeceğiz.
Tüm süreçleri sandığa sürüklüyoruz... Oyun aynı... Tuzak denenmiş ve başarılı olmuş ayni ökse. Kürt sorunu kördüğüm. Ama biz ÇÖZÜN deyip yumağı verdik. Şimdi çözüm paketini kucaklayanların başlarını kaşıyacak zamanları yok... Bir Kandil konuşuyor, bir İmralı... Ne verdik?. Ne aldık?. Kim biliyor?. Bizim adımıza kim karar veriyor?. Dağdaki adam “Ne silah bırakması?. Bizi bir kere kandırdılar. Asla silah bırakmayız”biz diyor. Elinde silah var. Sanal Başbakan sesini kalınlaştırıp nutuk atıyor. “Çözüyoruz. Kardeşliğimize kimse engel olamaz. Barış istemeyenler var”. Soru pakette ne var? Pakette ne var allah aşkına kim biliyor?. Bu çözüm paketi değil ayakkabı  kutusu falan olmasın!.
Uluslararası G20 zirvesi İstanbul’da! Zirve değil zırva gibi. Toplantının gündemi 

“Yolsuzluklar ve rüşvetle mücadele”... İran asıllı Türk vatandaşı Rıza Sarraf ülkemizde takipsizlik kararı ile artık takip edilmiyor. Zira iş adamı Rıza Sarraf ile Barış Güler ve Salih Kaan Çağlayan'ın da aralarında bulunduğu 53 kişi hakkında takipsizlik kararı verdi. Başsavcılığa göre, ortada bir suç yok. Ama İran’da durum farklı! Dava ve yolsuzluk takip altında. Yok edilen paraları, İran onlar benim paramdı deyip bizden istiyor. Bizde son karar suç yok. Takipsizlik!.
Türkiye sarp kayalara sıkışmış kalmış. Soluk soluğa ,pençelerini kayalara geçirmiş.öyle kala kalmış!. Ha düştü ha düşecek diye bekleyenler hala BEKLİYOR. Seyredenler hayal kırıklığı içinde bir türlü DÜŞMÜYOR! Ha çıktı düzlüğe, ha çıkacak umudu taşıyanlar da bir o kadar şaşkın. Bir türlü yukarıya, düzlüğe ÇIKMIYOR! Çıkamıyor... Ve dünya nihayet şunu da anladı!. Amerikaya, Küba’ya ilk kez müslümanlar ayak bastı!.

*Rıza Sarraf ve Kaçakçılık iddiaları neydi?

İddiaya göre Sarraf ve şirketleri külçe altın ve nakit paraları kuryeler aracılığıyla havalimanından İran’a veya İran’a göndermek üzere Dubai’ye fiziki olarak yolladılar. Banka işlemlerinde de Dubai-İran-Türkiye üçgeninde gerçekte olmayan gıda ve benzeri mallara ait ihracat belgelerini kullandılar. Olayla ilgili olarak İran’da yolsuzluktan tutuklu bulunan işadamı Babek Zencani 2.7 milyar dolarlık petrol parasının nerede olduğunu bilebilecek tek kişi olarak Türkiye’deki yolsuzluk soruşturmalarının kilit ismi Rıza Sarraf göstermişti.. Sarraf bu “yok olma” işini sahip olduğu ilişkiler ağı ve kişisel bağlantılarını kullanarak yasal boşluklar sayesinde yapıyordu. Firmalar adına açtıkları banka hesaplarına, İran’daki bankalardan ihracat ödemesiymiş gibi havale yaptılar ve bu işlemler için sahte evrak düzenlediler. Çin’e gelen paraları bekletmeden Türkiye’de kurdukları paravan veya gerçek firmaların hesabına ihracat ödemesi olarak gönderdiler.