30 Mart 2012

TİREBOLU' YA NOSTALJİK SEYAHAT!

MUHARREM KAPTAN YAZIYOR:

     1959 yılı yaz tatilinde Tirebolu’daki teyzeme gitmiştik. O yıllarda Karadeniz’e haftada üç gemi kalkıyordu. Biz yeni alınan Akdeniz, Karadeniz isimli gemilerden Karadeniz’le gidecektik. Bu iki gemi Ekspres sefer yapıyordu.
İstanbul’dan kalkıp Sinop, Samsun, Giresun, Trabzon, Rize ve Hopa’ya gidiyordu. Biz Giresun da inecektik.
Gemi iki gün sonra gece yarısı Giresun’a vardı. O zamanlar Giresun’da liman iskele yoktu. Gemi demirliyor, motorlarla sahile çıkılıyordu. Gece yarısı teyzemin beyi bir motorla geminin bordasına geldi ve bizi aldı.
Sahile çıkmamız, otobüse binmemiz sabahı bulmuştu. Hareket ettik, sahil yolu daha yoktu.
Otobüs armonik dağı denen yerden geçmek zorundaydı, oradan geçerken aşağıya bakınca evler kibrit kutusu gibi görünüyordu. Tirebolu’ ya geldik. Birkaç gün orada kaldık ve sonra köye çıktık. Adı Orta Cami köyüydü.

      Mevsim fındık toplama zamanıydı. Köylü fındık topluyor ve ambarlara dolduruyordu. Ben oradaki bir arkadaşımla sığırları otlatmaya götürüyorduk. Tirebolu’da iki ay kaldık. Fındıktan sonra köy kadınları kokulu siyah üzümleri toplayıp köy meydanına getirdiler. Büyük bir ateş yaktılar. Ateşin üzerine kocaman bir kazan koydular, bir de tahtadan yapma kocaman bir tava getirip üzümleri içine döktüler.
Sonra birkaç kadın içine girdi, ayaklarıyla ezmeye başladılar. Ezilen üzümlerin suları kazana akıyor ve kaynıyordu. Sonra o suları mayalayıp pekmez yapıyorlardı. Bu benim çok tuhafıma gitmişti. Bir de tuhafıma giden köyün kadınları arı gibi çalışırken, erkeklerin bahçe kazığına koydukları bir nişana ateş etmeleriydi.
 Fındık sonrası Tirebolu’ya iniyorduk, aynı zamanda okullar da açılacaktı. Eşyalar atlara ve katırlara yüklendi. Yürümeye başladık, biraz sonra teyzemin kızı ille de ata bineceğim diye ağlayınca onu bir atın eğerinin arasına oturttular. Bu sefer ben ağlamaya başladım. İlle de ben de bineceğim diye, beni de bir katırın terkisine oturttular, teyzemin oğlunu da eğerin ortasına bavulların arasına oturttular, biraz öyle gittik.
Bavulun biri düşünce katır korktu ve koşmaya başladı. Ben teyzemin oğlu düşmesin diye ona sarıldım ve ikimiz birden düştük. Kaburgam taşa rast gelmiş ve ezilmiş. Başta bir şey anlamadım ama soğuyunca ağrı başladı. Teyzemin oğlunun da başı yere vurmuştu ama fazla bir şeyi yoktu. O şekilde Tirebolu’ ya geldik, beni yaşlı bir teyzeye götürdüler, eliyle baktı, kaburga eğrilmiş dedi bir hafta her gün balla yaptığı bir karışımla orayı ovarak çekti, bir şeyim kalmamıştı.
Okulların açılma zamanı gelmişti. Beni Sakarya İlk okulunun 3. sınıfına yazdırdılar.  Bir ay o okula gittim. Daha sonra  İstanbul’a dönmek için Eğri posta dedikleri Aksu vapuru alargada demirledi. Balıkçı motorlarıyla gemiye çıktık.
Dönüşümüz 8 gün sürdü. Cumhuriyet Bayramı’nı Zonguldak ve Karadeniz Ereğli de geçirdik. Ertesi gün İstanbul’a geldik, Sirkeci’ye yanaştık.
 Babamlar bizim motorla gelip bizi aldılar ve Fener’e geldik. Babaannemi babamı amcamı çok özlemiştim.
     Geçen Mayıs ayında teyzemin cenazesine Tirebolu’ya gittiğimde Sakarya İlk Okulunu göreyim dedim ve o terk edilmiş harap halini görünce çok üzüldüm. Resmini çektim ve arşivime koydum.

29 Mart 2012

KOMPLE... KOMPLO!

                                           
KİM KORKAR BENZİNE ZAMDAN!: Benzinin litre fiyatına dün de 5 kuruş zam geldi. ZAM kuruş kuruş geliyor... Yani çaktırmadan geliyor... Ama bir türlü bitmiyor. Dur durak yok. En son 19 Mart’ta litreye 10 kuruş zam gelmişti... Yani benzin sadece son 10 gün içerisinde 15 kuruş arttı... Kuruş deyip geçmeyin! Şimdi 60 litrelik depoyu doldurmak isteyen eskiye göre 15 lira daha fazla, 45 litrelik depo için ise 12 lira fazla ödüyor! Bu işin nereye varacağı zam hızının nerede kesileceği belli mi? Bu gidişe kesin çare bulan da var!. Bir tutam ot bir garip at ile sorun çözülüyor. Hurdaya dönen otomabil imdada yetişiyor... Motor dahil ön kısmı kesip atıyorsunuz. Benzin harcaması sıfır (Al sana sıfır harcama, sıfır sorun) Arka koltuk göreve! Benzin yerine aklını kullanan adam yakıt masrafını da arkada bırakmış! Zaman zaman benzin istasyonu yerine ahıra uğruyor... Mucize hayata geçiyor... İki balya saman ile bir hafta yol!. Mucit geçmiş arka koltuğa. Sadece DEHHHH diyecek ve benzine kaptırılmış dizginleri eline alacak...
KELAYNAK YAZIYOR
Şimdi yer yerinden oynar diye bellediğim hiç bir olayda kimsenin kılı kıpırdamıyor!.. Herkes herşeyi biliyor ama kimse bildiğini söylemiyor. İfade özgürlüğünü ifade edilebilecek son hali mi bu? Deliller CD’ ler Amerikalara kadar gitti geldi. Bunlar “sahtedir” dendi... Ne değişti?.Davaya o CD’ ler ile devam edilmiyor mu? Üsküdar çok kıymete bindi. Atı alan her zaman her konumda Üsküdar’ı geçiyor.  Önümüze asılan havuçlar yok mu? Hemen hemen herkes söylenenlerin ne olduğunu, aslında ne istendiğini çok iyi biliyor... Ama dudaklar sımsıkı kapalı... Kimsede ses yok...Ve hiç kimseden çıt çıkmayınca herşey yolunda mı oluyor? Yazılıp çizilenleri hatırlayalım... Başına poşu taktığı için tutuklandığı anlatılan Galatasaray Üniversitesi öğrencisi genç, tahliye ediliyor... Kutlama, sevinç... Hemen her yer şenlik içinde... Mutlu olmayan yok... Oysa biri çıkıp şunu sormayacak mı? “Hey arkadaşlar... Bu genci 25 ay içerde tutmak çok mu normaldi. Neden böyle tablolar sürüyor”.

10 günde bir çaktırmadan kuruş kuruş zam yapma alışkanlığı gibi kapılıp gittiğimiz rüzgârlar sertleşiyor! Koca 19 yaşında karısı 18... İnanılmaz bir hikâye daha gerçekleşiyor. Genç koca karısının kendini aldattığını görüyor! Mahallede mi?.. Kentte mi?.. Yan sokakta mı?.. Hayır!.. Sadece rüyasında!.. Ve derhal bıçağına sarılıp başlıyor vurmaya... Bir, üç, beş, on, onbeş... Genç kadın uykusundan uyanınca kanlar içinde hastane yolunda buluyor kendini... Adamın alışkanlığı dünkü alışkanlık değil ki... Genlerine kadar işlemiş. Erkek kadına her tür zulmü yapabilir... Çünkü erkek olmanın ayıplanmayan sapık sabit fikridir bu!

Bu ülkenin hemen her ferdi için aslonan hukuk kuralları içinde usulune uygun yargılanması değil mi? Ortaya atılanlara bakılırsa önce bizim düşünceye uygun hal durumu sorgulanıyor! Arada bir hukuk kuralı gibi sunulması, gerçeği vahşi gerçeği perdelemiyor mu ? Askere karşı eleştiri hakkı moda!. Suçlayana terfi var! En ileri demokrat! Ya askerin dediklerindeki gerçekler... Anayasada yazılı ise geçerli olmuyor mu? Türlü değişik dereler var! Nereden çıkıp gelirler? Nereye doğru akarlar? Taşıma su ile suyun acısı “Kine” mi dayanmalı? Eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ sorgulanıyor. Neden ağlama duvarını ziyaret ettiniz denebiliyor. Bugün geldiğimiz ağlanacak hali dünden göremediği için olabilir mi? Bir yanda açların sayısı, işsizlerin sayısı artıyor. Öte yanda bu gerçeği inkâr eden tabloyu ilerleme kabul edenler yok mu? Çaydanlıklarını, banyolarında ki muslukları cep telefonlarını altın kaplama yaptıranlar değil mi?

Dilimdeki acıyı TV’leri istilâ eden çakma ballarla dahi silemem... Gene de baldan ve bu halden kurtuluş yok... Anlamam giderek zora giriyor. Hangi TV’ yi açarsak açalım YEMEK TARİFİ var. Damak çatlatanlar ha bire sofralarda atıştırıyor... Ve ardından şık ve güzel olun talimatı sahneye çıkıyor... 90x60x90 kalomanın kuralı var... Hayatın tadı denen şey bu gel git olsa gerek! Şişmanlama için yemek tarifi al... Pişir, şişir... Göbek yap... Zayıflamak için spor yap ve kan ter içinde kal... Veya uyanık değilsen ! Goldslim göbek bağı al... Diğerlerine kafayı takma. Sadece uyuyarak zayıfla... Komple komplo’nun baş tacı yapıldığı bir ortamda ufkun ötesine atılmış yarın tarifleri var. İyi uykular Türkiye...

23 Mart 2012

Soğuğa, rüzgâra meydan okuyan erik çiçeği!

Karlı ve soğuk günleri geride bıraktık. Doğa adeta nefesini tuttu, güneşi bekledi.
Kar ve soğuğa kafa tutan bir çiçek var erik çiçeği. Her yıl kış sonlarında ve baharın başlangıcında açar erik çiçekleri. Soğuğa ve rüzgâra kafa tutarak.
Erik çiçeği için Çin’de festivaller bile düzenleniyor. Sanırım Nanjing kentinin doğu banliyösünde sadece eriklerin yer aldığı bir erik çiçeği dağı var.

20 Mart 2012

Kin’i, nefreti düşman kılmak!

Kelaynak yazıyor
Sivas davası... Zamanaşımı kararı ile adaletin tecellisi ufkunu karartmadı mı! 35 kişi cayır cayır yanarak öldürüldü. İnsanların otele tıkılıp yandığını dava sürerken, haber metni okunurken, her zaman gördük... Otel alev alev... Duman kapkara... Unutmak mümkün olur mu? Kanun mu sakat, karar mı bilemem!.. Dava sonunda söylenen şu: “Bu suçu işleyenler kamu görevlisi olmadığı için insanlık suçu sayılamaz! Siyasetten de çok mantıklı bir cevap çıkmıyor... “O davadan unutulmasın ki tüm sanıklar için zamanaşımı çıkmadı. Sadece 5 kişi için karar verildi.” Sayı mı önemli, olaya bakış mı, olaydan kaçış mı? Yananlar insan ise işlenen suç insanlık suçu değil mi? Kaç kişi olması neyi değiştiriyor ki! İnsanlık suçu sayılması için kaç kişinin yakılması gerekiyor?
Ülkemde derinlemesine düşünmeden hareket edebilen ve de sadece öteki bağlamını sağlam kazığa bağlayanların, reklam bağımlısı düşünürlerin beynine yerleşmiş öyle büyük ve kuralsız bir masa var ki!.. Hemen her dünkü olay, bugün bunun da hesabını sormalıyız dürtüsü ile masaya yatırılıyor. Masaya yatan yatana! Galiba sadece asker şehit olduğunda tabuta yatırılıyor. Asker olarak hatırlanıyor... Sanık olmaktan kurtuluyor! Anlayabilsem...
Çaresiz beklemek ötekilerin umutsuzluğunu seyretmek acı veriyor... 18 Mart Çanakkale zaferinin kutlama günlerinde bile mantığı kaçmış terbiyesizlikler önlenemiyor!..

Yetenek sensin Türkiye yarışması var. Aslında rezalet sensin yarışı! Bir yanda 50 kişilik bir Kafkas Folklor ekibi... Köpekle yarıştırılıyor. Elmalar armutlarla toplanıyor... İnsanın köpekle yarışı, eşleşmesi kabul edilemez bir hatadır. Oluyor... Reyting senden büyük yok ya... Her değer yok olabilir! Oysa o ekibin büyükleri daha Türkçeyi bile doğru dürüst konuşamazken silahı kapıp savaşa koşmuştu. Oklubalı köyünde tüm eli silah tutanlar kurtuluş savaşında cephede idiler. Köyde erkek kalmamıştı! Cenazeyi kaldıracak kadar erkek bulunamamış ve cenazeleri kadınlar kaldırmıştı. Kurtuluş öncesi ülke tek yumruktu... Sıkılı tek yumruk! Ya şimdi? Bir köpeğin karşısına diktiğiniz 50 kişi başlarını her zaman dik tutanların torunları oldular. Zulümden, Rus çarından kaçarken de dik durdular... Ötekileştirme zirveye yol alıyor! Bakalım “bu ayıp”ın cenazesini kimler nasıl kaldıracak?
 Kadına şiddet yıllar yılı alışkanlık yaratmamış mı? Duyduğum klişe laflar tekrar yorgunu bile değil... İlk günkü gibi taptaze! Kadınlar... Dün... Bugün... Muhtemelen yarın! Hemen her gün ya baskı altında canından beziyor intihar ediyorlar ya da harap oluyorlar. Çocuk kadınların sayıları beklenenden fazla... Hala fazla... Dün de fazlaydı... Ülkemin hemen her yanında karısını dövmeyi hak belleyen haksız kocalardan geçilmiyor ki! Adana'da yoksulluk nedeniyle kendini asarak yaşamına son veren Emine Akçay henüz 26 yaşındaydı! Geride bıraktığı 2 çocuktan biri 6 yaşında diğeri 6 aylıktı. Komşuları eşinden şiddet gördüğünde hem fikirler. Ama ortaya konan şey uzunca ve hiç değişmeyen kelime “Vah vahhhhh”...
 Mobese kamerası bir başka değişmeyen gerçeği yansıttı... Öfkeli kocadan sonra kızgın baba! Küçük bir kız çocuğu bir adamdan dayak yiyordu! Hem de ne dayak... Adam vuruyor... Kız çocuğu yerlere yuvarlanıyor. Adamın öfkesi dinmiyor... Alıp çocuğu top gibi yerlere çalıyordu... Sonuç Trabzonlu öfkeli baba buluşma yerine geç kalan kızını dövüyordu... Dizleri sapsağlam! Kızını dövmeyen dizini döver diye bize ait atasözümüz yok mu?
Geriye bakıp düşündükçe düş kırıklığım artıyor! Arap baharı! Uzun kışın kaybolmayan ayazı var! Bahar geldi deyip Nevruz çatışması yaşanmıyor mu? Çevremizde ölüm ve ateş var... Ama bizim umutsuzluğumuz donup kalmış... Taş gibi yerinde durmuyor mu? Ben de Temel gibi düşünüyorum...
Temel ile Cemal oturmuş konuşurken Temel dönmüş ve
- Biliyor musun Cemal ne düşünüyorum 
 - Ne düşünüyorsun?
- Sen bir gün gelecek ve öleceksin, gömecekler seni ve toprak olacaksın, rüzgâr seni oradan oraya savuracak ve üzerine yağmur yağacak sen de filiz olarak topraktan yeşerecek ve büyüyeceksin, bir inek gelecek ve seni yiyecek, sindirim sistemine karışacaksın ve daha sonra seni dışkı olarak dışarı atacak ve o zaman ben gelicem, senin karşına geçicem ve ne diyecem biliyor musun?
- Ne diyecen?  
 - Ulan Cemal neydin ne oldun diyecem   
Bu kez Cemal başlamış koınuşmaya;
 - Biliyor musun Temel ne düşünüyorum? Sen de bir gün gelecek öleceksin, seni gömücekler ve toprak olacaksın, rüzgâr seni savuracak ve üzerine yağmur yağacak, bir filiz olarak topraktan yeşerecek ve büyüyeceksin, bir inek gelip seni yiyecek ve sindirim sistemine karıştıracak ve daha sonra seni sindirim sistemi dışarı atacak ve o zaman ben gelicem, karşına geçicem ve ne diyecem biliyor musun? Ulan Temel hiç değişmemişsin, LÖK idin gene lök gibisin!
Ben ne düşünebilirim ki Temel ile Cemal için! Ülkem aynı klişeleri bıkmadan usanmadan dinliyor... İlerlemeden... Yerinde sayarak! MİŞ GİBİ yaparak! Kadın denince dün ne idiysek  bugün de öyle kalmışız. Umuda giden tek yol “KİNİ DÜŞMAN KILMAK  değil mi?
*Gereksiz bir not: Sevgili dostlarım... 53 yılını medya da harcamış yorgun bir dostunuzum... Bilgisizlerin dostluğu yerine bilgelerin düşmanlığı daha sağlıklı oluyor... Kısaca artık yayın hayatına girdiği ilk günden düne kadar kesintisiz yazdığım  TGC’nin Bizim Gazetesinde bugünden sonra yazmayacağım... BİLMİYORSUNUZ NE DÜŞÜNÜYORUM!

18 Mart 2012

Karlara veda ederken...

Mart ayının ortalarındayız artık. Kendini unutturan Güneş yavaş yavaş yüzünü gösteriyor. Sıcaklığıyla birlikte.
Günlerdir yağan kar kimimizi sevindirdi, kimimizi de üzdü.
Kar "su" demektir. Toprak büyük ölçüde suyu eriyen karlardan alır.
Betonlaşmış şehirlerde yağmur suyu akıp gider ama kar kalır ve toprağı besler.
Bir kışı da geride bırakıyoruz.
Umarım seneye karların bizleri ziyareti kararanca olur.
Bu yıl olduğu gibi bıktırmaz.

12 Mart 2012

GÜN kadınlar günü, ORTAM kadınlar hamamı!

KELAYNAK YAZIYOR
Bazen belli cümlelere takılıp kalırım... Bu hafta dilime dolanan iki cümle var aklımda...
Adalet yoksa masumiyeti arayamayız!
Korku egemen kılınmışsa dirençli olmaktan da bahsedemeyiz!

Kovboy filmlerini seyretmek beni dinlendiriyor. Bedava bir doktor bulsam bu ilgi nedir diye soracağım?.. Atları seyretmek, araçların yerinde saydığı, trafik görmemek filmlerin sunduğu ilk rahatlık... Gene de bu duygunun neden bana çok moral verdiğini ilmi açıdan merak ediyorum... Yüz nakli, kol nakli, bacak nakli gibi bu Kovboy Filmlerinden hoşlanma duygusu da nakledilir herhalde!..Macera ne olursa olsun, adam ata ne kadar kötü binerse binsin,ne kadar kötü dayak yerse yesin sonunda HAYRET adalet yerine  GELİYOR... Kötü mü? Hayal gibi olsa da 2 saat kadar sürse de moral veriyor!

8 Mart Kadınlar Günü tek başına kutlanmıyor... Yanında BÖBREK günü de var... Senede bir gün kadınlara yalakalık yapıp öte yandan hemen her gün falakalık olma halleri bir garip sanal iyileşme görüntüsü ile sunuluyor.  YERSENİZ.  Köklü çözüm yerine takvimli gelişmeler var.  8 Mart’a yetişecek... Kanun biraz daha tartışılsa, farklı fikirler biraz daha sindirilse..Kadın derneklerinin olmadı itirazları daha ciddiye alınca   ve daha çok tarafın benimseyeceği hale gelse OLMUYOR!. Takvim izin vermiyor... Bir de şu muhalefet .HAYIRLI  BİR  İŞ  yapsa sadece hayır demese!.

Doğrucu başı rakamlar ne diyor dersiniz?.. Kanun da çıkardık, 8 Mart takvimini de yakaladık... Şimdi gerçeği bulmak mı kaldı!

Benim ülkemde her 100 yetişkin kadının 47’ si şiddet görüyor... Aile içinde şiddet görüyor... Derdini anlatacak kim var? Durumu birinci derecede kız arkadaşı varsa ona açıyor...  İkinci sırada annesi geliyor. Çok kere geleneksel nasihat sonrası şiddet gören kızların baba evinden yollanırken duyduğu cümle şöyle değil mi?

“Kocandır döver de sever de... Sen evine dön...”    Bir türlü değişmiyor!

Ne zaman itiraz edilecek... Hayır denecek... Kocan sevebilir ama dövemez denecek... Kocan kadar senin de ailede söz hakkın var denebilecek. O zaman kadınların şiddet görmesi de azalacak. Boyunları bükük kalmayacak... İnsana yakışmayan duruma katlanmayacaklar..

Şiddet gören kadının derdini anlatabileceği üçüncü kişi de komşusu... Mahalleye rezil olmayı göze alıyorsa..

Bu sene  8 Mart günü bir başka kadın cinayeti de kutlamaya boyut kattı!.. Boşanma süreci yaşayan adam, bavulunu alıp bir sağlık kurumuna sığınan çocuklarının anası, karısını akrabasına vurdurdu. Kadın evinde huzuru kalmamıştı... Gidecek yer bulamamıştı... Canından oldu!

İthal malı bir gösteri de Sultanahmet’te sergilendi... FEMEN grubu özgürlük demeye doyamadan 60 saniye içinde yerlerde sürüklenip yaka paça gözaltına alındı... Bu olayın yaşandığı tabloda daha ince bir gelişme de vardı.. Farklılık fark edildi mi? Kadını kadına kırdırdık! Kadın polislerimiz de eşitlik prensibini ispatladı. Apar topar göstericiyi dövüp yerlerde sürüklemede erkek meslektaşları kadar becerikli çıktılar... Şiddeti eşitlediler!

Gene kadınların yanlışı... Erkek evlatlarına düşkün analar sorunu! Yani nerede ise bin yıldır süren erkek evlat düşkünlüğü... Hemen hemen ülkemde yaşayan her anne erkek çocuklara geleneksel bir üstünlük hakkı tanıyor... Hele evin içinde kız kardeş varsa... İlk şiddet dersleri kız kardeşlere uygulanıyor... Kız abla ise hizmet etme zorunluluğu var.  Bu da eskiden bu yana normal görülüyor!. Yani nice 8 Mart’lar bu işi düzeltmek için yetmeyecek gibi!.. Belki bir gün erkek çocuk sahibi analar akıllanacak... Ben nasıl bir erkek yetiştiriyorum, daha sonra koca olarak kadına şiddet uyguluyor, diyecek. Umarım diyecek! Kız çocuklarını erkek evlatları ile bir tutacak... Biz de erkekleri eğitmeye başlayacağız... Umut ufukta mı? Yakında mı? Orada da bir engel var... Dert+dert+ dert   Yoksa 4 mü diyecektim. Formülün doğru olanı 4+4+4 değil dert artı dert artı dert olanı olmalı... Bu deyiş eğitimdeki tabloyu daha iyi yansıtıyor. Hele Meclisteki son dalaşma (dahası da olabilir)  karşı fikir söyleyen vekillerin de en az kadınlar kadar korunmasını sağlayacak kanuna ihtiyaç yok mu!  Süre gelen tartışmalarda  hedef belli konunun farklı taraflarını gözden geçirme değil ki! Karşı taraf olarak gördüğümüz fikrileri toptan karalamak  fikir sahibine laf geçirme olarak uygulanıyor! Yani sonuca ulaşmak için yol alamıyoruz. Eğitimin ilk ve en önemli şartı çok iyi yetişmiş karnı tok, gelecek endişesi kalmamış, gelişmeleri takip edecek kadar zaman bulan, kitap alacak okuyacak imkanı kullanan öğretmenlerdir. Yetişiyor mu.?... Daha da önemlisi okuttuğumuz bu gençlerin hayata atılırken karşılaşacakları iş bulma imkansızlığı dikkate alınmalıdır... Sonuç .çok kere şöyle değil mi? Okudu, mezun oldu ve işsiz kaldı!

Her şeyi MIŞ gibi yapıyoruz... 8 Mart kutlu olsun dedik ya... Kutladılar... KUTLANDILAR! Gerçeği görmesek  9 Mart GÜNÜ sona erince  tamam sorun bitti gibi yapmak, daha kolay geliyor!.     Gün kadınlar günü ortam ise kadınlar hamamı!

3 Mart 2012

CANİLER CENNETİ!

KELAYNAK YAZIYOR
Tarafsız Bölge programında oluşan gölgeye tarafsız kalma şansım yok... Laf dolanıp gelmiş ve yıllanmış bir yaraya molotofkokteyli atmıştı... Haber yerine yorum... Biri kafasındakini söylemiş... Haber mi? Doğru mu? Olsun... Gündem yaratma önde... Yara yıllanmış ama olduğu gibi korunmuş bir yara! Kabuk bağlamış pansuman bile edilmemiş... Üstelik son patronum Aydın Doğan da dayanamamıştı manzaraya... Siyasetin kucağındaki yazarlara alışık olduğu halde...“Ben tartışmaya girecek değilim ama bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Can Ataklı, “Hürriyet gazetesi, Turizm Bakanı istifa etsin diye haber göndermiş” dedi. Ertuğrul Özkök de Zafer Mutlu da eğer böyle bir şey söylemişse şerefsizlik, ahlaksızlık yapmıştır. Eğer böyle bir şey yapılmışsa yarın Özkök’ü hepimiz idam edelim…”

Aman Aydın bey daha kolay bir yol yok mu? İdam edilmiş olan gazetecilik dururken yeni bir cinayet mi! Bugüne kadar inatla fark edilmemiş Haber katilleri el üstünde tutuldu!.. Faili aşikâr cinayet beceri sayıldı ve gemisini kurtaran kaptan siyasetin elverişli rüzgarında yelken doldurdu. Rota düzgün ise kimseden itiraz gelmedi! Belki de MEDYA, siyasetin kucağında dünyaya gelmenin doğal sonucu zaman zaman okşandı! Zaman zaman kucakta fazlaca uzun oturmanın sıkıcılığı ile kucaktan itildi... Dizleri yere vurunca ağlayıp sızladılar... Dün bugün kervan yürüyor! Öne çıkarılan mesele yanlış temele oturmuş, iletişimin yanlış dostları ile girdiği bazı gayri ahlaki ilişki değil mi? Hemen her vesile ile kolaycılığın dayanılmaz rahatlığı yaşanıyor... Aç takvimi... Bak olaylara... Ver veriştir... Basın yanlış yazar... Aslında siyaset asla yalan söylemez! Basın saptırır... Abartır... Kabartır... Haberi haber gibi kutsal olmaktan çıkarırsanız kıbleniz şaşar!.. İyileşmek için yol alamazsınız. Hastalığa dikkat çekmek istediğim günden bu yana bir yıl geçmiş... Baskılar artınca, soluklar daralınca gazeteciler önce hapishanelere sonra sokaklara düşmüş... Halkın gerçeği öğrenme hakkı yok olmuş... Sonuçta o demiş, bu demiş, günler gelip geçmiş... Kin ile nefret ile bilenmiş öfkeler azmıştır... Özgürlük Kaf dağını çok sevmiş... Yalanla cilalanmış, üst üste yığılmış gerçek dışı yorumlar haber gibi sunulmuştur. Yalanla ölen umutlar, gelecek güvencesi fark edilmemiş akılda o cümle kalmıştır.“Kim ölmüş yalandan?” Haber gerçeği yansıtmıyorsa yorum nasıl doğru olacak? Az gitmiş, uz gitmiş, haberi öldürmüş, muhabiri yok etmiş, birbirine düşman KÖŞE’ lere sabitlenmişiz... Bir kere daha aynı şeyi yazacağım... Haber katillerinin haberi olsun diye...

Faili Belli Cinayetler  (19.02.2011 -Bizim Gazete )
Gazetecilik halka doğruyu söyleme işi olmaktan uzaklaşmadı mı? Halka gerçeği aktarma sorumluluğu kimin aklında kaldı dersiniz? Şimdilik ikiye ayrılmadık mı? Yandaş basın-muhalif basın olmadı mı? Medyayı sadece ÖZGÜRÜZ diyenler mi temsil ediyor? Denge yok olmuş... Fikri ne olursa olsun özgürlük kadar sorumluluk da ortak değil mi? Özgürlük ve sorumluluk! Tablo, gazeteciliğin sorumluluğu yokmuş gibi duruyor, mesleğin etik değerleri mezara sokulmuş değil mi? Hemen her zaman Basın Özgürlüğünden bahsediliyor! Oysa  piyasada HABER KATİLLERİ var. Haber çoktan mefta olmuş... Sorumluluğumuzu ve haberin etiğini koruyamaz isek eteğini kaldırıyorlar! Tahrik ediyorsun deyip suçu da yükleyerek! Haber kutsal, yorum hürdür sözünü unuttuğumuz ölçüde özgürlüğümüzü de koruyamayız. Hukuk denir, mukuk denir, elden giden sadece özgürlük değil halkın gerçeği öğrenme hakkıdır. KALÇASINA kadar yırtmaçlı etek giymiş dilber gibi tahrik mi ediyor YALAN HABER? Sanal Haber! İşin cazip yanı da şu... Haberi iğfal ettiğin ölçüde reytingin artıyor... Oh ne güzel oldu... Kimin özgürlüğü bu? Sorumlu olmadan özgürlük yok ki! Gazeteciliğin özgürlüğü sorumluluğundan geçiyor... Yoksa sadece özgürlükten bahsetmek faili belli cinayetleri çoğaltıyor...

28 Şubat öncesi tartışmalarında medyaya saldırı arttıkça özgürlük kadar sorumluluk da önemli olmuyor mu? Köşe yazarları patron azarları artarken ölüp mezara giren HABER yok sayılan HABERCİ gündeme gelemiyor! Ne dün, ne de bugün haberi öldürenden söz eden yok... Ülkemde söylenmese de, görülmese de ben biliyorum... Manzarayı her gün görüyorum... İletişim dünyamız CANİLER CENNETİ!