30 Temmuz 2013

Endülüs'ün karşı kıyısı büyülü Fas...

Suzan Abla gitti, gördü, yazdı:
  'Cebelitarık'ın iki Yakası' adlı turu görünce hemen 'işte bu' demiştim. Endülüs ve Fas bize çok şey vadediyordu. İki yaka da tarih boyunca birbirinin içine geçmiş, zıtlıklar barındırmış ve de birbirinin tamamlayıcısı olmuşlardı. Endülüs Ying'se, Fas Yang'tı...
Granada, Cordoba ve Sevilla'yı kısacası Endülüs'ü geride bırakıp, Fas'a doğru yola çıktık. Bizi Akdeniz'in karşı kıyısına taşıyacak feribot Tarifa Limanı'ndan kalkıyor. Yol boyunca sağ yanımıza Atlas Okyanusu ve yeşillikler çıkıyor çoğu kez. Yaklaşık üç saatlik yolculuk sonrası Tarifa'ya ulaşıyoruz. Okyanus ve Akdeniz'e bakan bu liman kenti, Yalova'ya benziyor biraz. İlk gözümüze çarpanlar, 3-4 katlı yazlık evler, rüzgar terminalleri ve sörf malzemeleri satan mağazalar.

Tarifa Limanı ...

Tanca...

 Tarifa Limanı'nda otobüsümüzden iniyoruz. Pasaport kontrolünden geçip, feribota biniyoruz. Feribotun üst katında açık havada Cebelitarık'ı geçmenin hayallerini kurarken, feribotun açık kısmının olmadığını, geçeceğimiz yerin de Cebelitarık olmadığını öğreniyoruz. Cebelitarık İngiliz hakimiyetinde olduğu için biz Atlas Okyanusu tarafından geçiyoruz boğazı, İDO deniz otobüslerine benzer bir feribotla. Fas, bir süredir ülkeye giriş-çıkış işlemlerini feribotta yapmaya başlamış. Çok da iyi yapmış...Limana inince yaklaşık 1 saatlik yolculuğumuzun bizi zamanda 40-50 yıl öncesine getirmiş olmasına şaşırıyoruz. 'Bir boğaz bu kadar mı çok şey değiştirir' diye soruyoruz kendimize. Adını Berberi Tanrıçası Tingis'ten alan Tanca; yoğun bir kargaşa, kesif bir koku, valizlerimizi taşımak için etrafımızı saranlarla karşılıyor bizi. Üstgeçide çıkarken valizlerimiz bizi zorluyor. Alıştığımız yürüyen merdiven konforu yok burada. Otobüsümüz geliyor...Burada bize Faslı bir rehber de eşlik edecek. Kırmızı fötr şapkası, ceketi ve tüm dişlerini ortaya çıkaran sıcacık gülümsemesiyle rehberimize hemen ısınıyoruz. Otobüsümüz klimalı ve rahat.
Pazar Yeri...
Cellabi diken terzi ve Kasbah'ın ara sokakları...

Kasbah ve Souk'lar...
İlk durağımız şehrin Medinası...Kasbah denilen eski daracık labirentvari ara sokaklarda gezintiye çıkıyoruz. Öğle sıcağı olduğu için belki de souk (sokak)lar boş. Beyaz badanası kirden sarıya dönmüş binaların alt katlarında Cellabi (geleneksel uzun Fas giysisi) diken terziler, ayakkabı tamircileri, ip eğiren Faslılar, tam aradığım tabloyu oluşturuyor. Fotoğraf makinemize davrandığımızda yüzlerini saklıyorlar. Bu ara sokakların pek tekin olmadığını rehberimizin 'birlikte yürüyelim, geride kalmayalım' çabasından anlıyoruz. Önde ve arkada birer rehberin arasında yürüyoruz. Buralarda uzun uzun kalmak fotoğraflamak istiyorum ama mümkün değil. Tanca Limanı'na biraz yukarıdan bakan Kasbah, Fas'ın bizdeki ilk yüzü olması nedeniyle çoğu kimsede hayal kırıklığı yaratsa da beni sonsuz derecede mutlu ediyor ve merakımı daha da artırıyor.
Otobüsümüz biziyeşilin hakim olduğu yüksek tepelere doğru çıkarıyor. Buraları villa tipi evlerin olduğu zengin bir bölge. Tanca’da dünya zenginlerine ait bir çok malikane varmış. Forbes'un sahibi Malcolm Forbes’un 115 bin adet minyatür model askere ev sahipliği yapan malikanesi de bunlardan biri. Forbes’un ölümünün ardından malikaneyi Fas Hükümeti satın almış ve rezidans olarak kullanmaya başlamış.
Capspartel Feneri...
Yüzyıllardır Akdeniz'e yönelen gemilere yol gösteren Capspartel Deniz Feneri'ne geliyoruz. Hediyelik eşya satıcıları, sıpalarıyla turistlere poz vererek para kazanmak isteyen küçük çocuklar etrafımızı sarıyor burada da.

Çocuklar bizi izliyor herhalde 4-5 km ötedeki Herkül Mağarası ziyaretimizde yine aynı çocuklara rastlıyoruz. Herkül Mağarası'nın çevrede karnı acıkan turistler içinTajinciler de var. Tajin konik kapaklı bizdeki güvece benzer bir tür toprak kap. Bu kapların içinde baharatlarla pişirilen et ve tavuk yemeklerine de Tajin deniyor.

Sokak Tajincisi...

Herkül Mağaraı ve fosilleşmiş kafadanbacaklılar...
HERKÜL MAĞARASI'NDA FOSİLLER...
Mağarası'nın bir ucu okyanusa açılıyor. Mağaranın denize açılan kısmı Afrika haritasına benzemesi yönüyle ilginç. Ama daha da ilginci mağaranın fosilleşmiş kafadan bacaklılara ev sahipliği yapması. Yüzyıllardır taşlaştığı söylenen mürekkep balıkları, ahtapotlar, midyeler burada 5 Euro'dan başlayan fiyatlarla alıcı buluyor. Sırf bu yüzden Türkiye'den Herkül Mağarası'na inceleme yapmaya gelen bilimadamları olduğunu söylüyor rehberimiz.
Kuskus...
HARİRA, KUSKUS, TAJİN
...
Yemek molasını, kadınların sebze, meyve sattığı bir pazar meydanından geçerek daracık sokakların birinde veriyoruz. Bu küçük lokantanın sahibi karşısında yaklaşık 40 kişiyi görünce şaşırıyor. Yemeklerin çoğu bitiyor sıra bize gelinceye kadar. Yeşil mercimek, nohut ve parça etle yapılan Harira, çorba. İnce bulgurun üzerine lahana, çeşitli sebzeler, baharat, et ya da tavuk konarak yapılan Kuskus ana yemek. Et veya tavuğun baharatlarla pişirilmesiyle yapılan üzümlü, zeytinli Tajin de ana yemek. Ben kuskus yiyorum. Fena değil. Tajin'i beğenenler de var. Baharat kokusundan yemeklerine dokunmayanlar da.
Cuma günleri kuskus günü olurmuş Faslılar'ın evinde. Konu komşunun davet edildiği yemekte kuskus yendikten sonra sıra siestaya gelirmiş.


TEDİRGİN YÜRÜYÜŞ
Şehir turunun ardından otellerimize yerleşiyoruz. Endülüs'teki şehirlerde turdaki herkes tek otelde kalırken, burada iki seçenek var önümüzde uluslararası beş yıldızlı otel zincirleri ve dört yıldızlı yerel oteller. Turdaki üç aile Movenpick'i tercih ediyor. Sonradan öğrendiğimize göre aralarında geceyi otelin casinosunda geçirenler var. Bizim otelimiz Atlas Almohades Tanger...Tanca Körfezi'ne bakan otelin önü, İzmir'in kordonu gibi... Otelde yediğimiz yemek de idare eder. En azından zeytin var ve taze ekmekle karnımızı doyurabiliyoruz..Diğer otelde kalanlar da yemeklerden çok memnun olmamışlar. Akşam arkadaşlarımızla birlikte dört kişi otelin önündeki kordonda yürüyüşe çıkıyoruz. Deniz tarafında gece kulüpleri çoğunlukta. Kapılarında bodyguardlar...Gül satmaya çalışan iki çocuk peşimizi bırakmıyor.
Bilinmeyenin verdiği tedirginliğe karanlık da eklenince küçük bir turun ardından otelin bahçesinde oturup nane çayı içmenin daha sağlıklı olacağına kanaat getiriyoruz.


BOL ŞEKERLİ NANE ÇAYI...
Nane çayı, Fas'ın olmazsa olmazı...Kurutulmuş nane, taze nane, portakal çiçekleri ve anlayamadığım birkaç karışımdan oluşan nane çayı damak zevkimize hitap etti. Tek sorun bal gibi tatlı olması. 'Çok şekerlidir' uyarısını rehberimizden aldığımız için üstüne basa basa 'no sugar' diyerek ısmarladık çayımızı. Ama nafile. Geri gönderdik, yeni demlik yine şekerliydi. Sanırım 'bu kadar da şekersiz olmaz' diyerek biraz da olsa şeker koyuyorlar. Berberi ve Araplar'dan oluşan Fas halkı, bu kadar şekerli çay içmelerine rağmen nasıl böyle ince kalabiliyorlar onu da anlamak zor.
 
Rif Dağları'nın altındaki meydan...
Eşim ve ben, Şefşuan'ı çok sevdik..
Şefşuanlı çocuklarla...
 
 
Baharat, Fas'ın olmazsa olmazlarından...
MAVİ-BEYAZ ŞEFŞUAN...

İkinci gün doyurucu bir kahvaltının ardından Şefşuan (Chefchaounen) ve Tetuan (Tetouan) turuna katılmak üzere yine aracımıza biniyoruz. Rif Dağlarının arasında tek tük evlerin bulunduğu Berberi köylerinden geçiyoruz. Rif mercan demekmiş. Yeşilin her türlüsünü görebildiğimiz dağların, papatyaların, gelinciklerin, zeytin ağaçlarının arasından geçerek beyaz ve mavi şehir Sefşuan'a giriyoruz. 1471'de Endülüs'ten bu bölgeye gelen dini lider Ali Bin Musa tarafından kurulan Şefşuan, 1900'lere kadar dış dünyaya kapalı kalmış. Geleneksel ve yöresel özelliklerini koruyabildiği için bugün en çok turist çeken yerlerden biri. Daracık sokakların arasından tırmanarak mavi ve beyazın büyüsüne kapılıyoruz. Mavi ve beyaz badana, sadece geleneksel Şefşuan evlerinde ve bahçelerinde değil bastığımız yerlerde bile bizi terketmiyor. Mavi rengin özelliği sivrisinekleri kovmasıymış. 
 
Yöresel örtüler...
Burada bize Cellabi giymiş bir rehber eşlik ediyor. Evlerin altındaki dükkanlarda baharat, geleneksel örtüler, süs eşyaları satılıyor. Rehberimizin bizi götürdüğü bir satıcıda kök boyayla yapılan çok güzel parlak renkli örtülere bayılıyoruz. Ama fiyatlar yüksek. Sultanahmet'e gelen turistleri daha iyi anlıyoruz. Toplu pazarlık falan derken, pazarlığın ölçüsünü kaçırınca iş inada biniyor ve hiçbirşey alamadan ayrılıyoruz.
 
 Restoran...

 

 
Çeşitli kapı örnekleri...
Yemek için mola veriyoruz. Geleneksel bir Fas evinden çevrilen turistik bir restorandayız şimdi. Tahta merdivenlerden üst kata çıkıyoruz. Tavan işlemeleri, harika. Kubbeli tavandan sarkan avize, iki katın arasındaki boşluktan alt kata kadar iniyor. Pencere ve kapı detaylarındaki işçiliğe hayran oluyoruz. Yemekler de lezzetli...
Fotoğraf çekerek ara sokaklarda dolaşırken hayran olduğumuz örtüleri satan dükkanda çalışan çocuk yanımıza yaklaşıp örtüleri isteyip istemediğimizi soruyor ve bizi bu sefer farklı bir dükkana götürüyor gizlice. Biraz önceki dükkandaki örtülerin aynılarını bize daha ucuza teklif ediyor. Pazarlık sonrası 3 yatak örtüsü alıp örtülerin birini bedavaya getirmiş oluyoruz önceki dükkana göre. Rif Dağları'nın eteğindeki meydanda nane çayımızı yudumlayıp dinleniyoruz.
Tetuan'a hareket etmek üzere aracımıza biniyoruz. Tetuan, Şefşuan kadar içaçıcı değil. Araçtan inmeden turluyoruz Akdeniz'in önemli limanlarından Tetuan'ı...Burası kuzeyin başkentiymiş. Bölgede Tanca'dan sonra ikinci büyük kent. Dört-beş katlı binalar, işyerleri çoğunlukta. Dağların arasından dönüş yoluna geçiyoruz Tanca'ya.
Tanca hakkında biraz tarihi bilgi vermem lazım. Tarih boyunca Romalılar, Portekizliler, İngilizler ve İspanyollar tarafından ele geçirilen Tanca, 1923'te İspanya, Fransa ve İngiltere kontrolünde uluslararası bölge sayılmış, daha sonra İspanyol hakimiyetinde kalmış. Fas'ın 1956 yılında Fransa'ya karşı bağımsızlığını kazanmasının ardından da Fas Krallığı'na katılmış. Bugün Casablanca'dan sonra ikinci büyük sanayi şehri konumunda.
Akşam otelimizde bir düğün varmış. O nedenle bizi yemek için bahçeye alıyorlar. Açık büfemiz tabldoto dönüyor. Düğüne gelenler de bir şıklık yok bizim bildiğimiz anlamda. Yemeklerini avuçlayarak yerlerken benim zaten yok olmaya yüz tutmuş iştahım dip yapıyor. Ertesi gün Rabat yolcusuyuz ama o gece düğün misafirlerinin koridorlardaki yüksek sesli konuşmalarından zor uyuyabiliyoruz.
Kraliyet Sarayı'nın girişi...
BAŞKENT RABAT 
Rabat, Fas Krallığı'nın başşehri. Geniş otoyollar taşıyor bizi Rabat'a. Yolda dünyanın en büyük mantar ağacı ormanlarının arasından geçiyoruz. Şarap şişelerinin hava almasını önlemek için kullanılan mantarlar, bu ağaçlardan yapılıyormuş.
İlk durağımız Kraliyet Sarayı'nın yeraldığı büyük tören alanı. Komutanlık Kapısı'ndan giriş yapıyoruz. Bakanlıklar da bu bölgede. Kraliyet Sarayı'nın girişinde askerler bekliyor. Oraya yaklaşmak yasak. Tüm bakanlıkların binalarını görüyoruz. Savunma Bakanlığı'nınkinin ilginç bir öyküsü var rehberimizin anlattığına göre. Şu anki Kral 6. Muhammed'in dedesi 5. Muhammed'e düzenlenen suikast girişiminde o zamanki savunma bakanının da parmağı olduğu öğrenilince bir daha savunma bakanı atanmıyor. O nedenle savunma bakanlığının binası var ama kendisi yok. Bu bakanlık da kral tarafından yürütülüyor.
Anıtmezar ve Camii...
 
Lahit...

Hasan II Kulesi ve Meydanı...
5. MUHAMMET ANIT MEZARI
5. Muhammed'in anıt mezarı sonraki durağımız. Mezar geniş sütunlu bir meydanda bulunuyor. Meydana iki yanında, at üstünde kırmızı pelerinli iki askerin bulunduğu bir kapıdan giriliyor. Buradaki geniş alanda 12.yy'daki Hasan Camii'nin sütun kalıntıları bulunuyor. Tamamlanamayan yapının Hasan Kulesi olarak bilinen minaresi ve kısa sütunları ilginç bir görüntü oluşturuyor. Anıt mezarın kapısında ve içinde de yine kırmızı giysiler içinde muhafızlar bekliyor. Girdiğimiz katın bir kat altındaki anıt mezarı yukarıdan görebiliyoruz. Kubbeden aşağıya doğru dev bir avize sarkıyor.
Udaya Kalesi ve eşim..

 
Kına yaptırmadan olmaz...
UDAYA KALESİ VE KINA...
Buregreg nehrinin okyanusa dökülen geniş deltasında kurulan Rabat'ın en görülesi yerlerinden biri de nehrin kenarındaki Udaya Kalesi. Kalenin içine girdiğimiz andan itibaren etrafımızı saran ellerinde şırıngalar olan genç kızlar, 1-2 Euro karşılığında yaşamınızda göreceğiniz en güzel kınayı yapmak için yarışıyor. Nehrin kenarındaki Moresk Cafe'de nane çayımızı içerken bir yandan da ellerimizi, kınacı kızlara teslim edip, 1 dakikada şimdiye kadar gördüğüm en güzel kınaya kavuşuyorum. Üzerine bir de Arap harfleriyle ismimi yazıp noktayı koyuyor bu becerikli kız. Udaya Kalesi'nin daracık ara sokakları da mavi Şefşuanı hatırlatıyor.  Bir köşede Faslı bir sokak müzisyeni yerel çalgı Gınawa'yı çalarak para topluyor.
 Gınawa çalan müzisyen..


 Rick'in Cafesi..
CASABLANCA HAYAL KIRIKLIĞI ...
Bundan sonraki durağımız, 'Bir daha çal Sam' repliğiyle hafızalarımızda yer eden Humbrey Bogart ve İngrid Bergman'ın unutulmaz filmi Casablanca'nın geçtiği Casablanca. Romantik şehir. Casablanca'nın bizi karşılaması hiç de hayal ettiğimiz gibi değil. Eminönü'nün 40 yıl önceki karmaşasını andıran bir ortamda buluyoruz kendimizi. Filme mekan olmuş Rick'in Cafesi hala var ama yer ayırtmadan gidilmiyormuş. Oysa eşimle piyanonun başında bir fotoğrafım olsun isterdim. Önünden geçerken fotoğrafını çekmekle yetiniyoruz. Çok zevkli bir bina değil.
 Hasan II Camii ...
Burada en çok ziyaret edilen yer. Suudi Arabistan'dan sonra dünyanın en büyük camii olan Hasan II Camii. Atlas Okyanusu'nun vahşi dalgalarının duvarlarını dövdüğü bu camide aynı anda 25 bin kişi namaz kılabiliyor, caminin avlusunda ise 80 bin kişi toplanabiliyormuş. Caminin 200 metrelik minaresi, 35 km. uzaklığa kadar lazer lambası ile namaz vakitlerini bildiriyormuş. 20 bin metrekarelik alana kurulu cami için ne kadar para harcandığı ise bir sırmış. Caminin kapısında bekleyen muhafızlar, 'Müslüman mısın' diye soruyor 'Elhamdülillah' demeyeni içeri almıyorlarmış. Bize böyle bir uygulama olmadı. Ancak eşim, üzerinde balık resmi olan t-shirtü nedeniyle girmekte biraz sorun yaşadı.
Hasan II Camii'nin çevresi şimdiye kadar Fas'ta gördüğüm en yoğun nüfusu barındırıyor...


 
Arganyağının yapılış süreci...

ARGAN TURU ...
Yoğun istek üzerine bir de arganyağı turu yapıyoruz. Rehberimizin bizi götürdüğü Argan ürünleri satış mağazasında saç ve cilt için mucize sayılabilecek Arganı tanıyoruz. Eğri büğrü bir ağaçtan elde edilen argan meyvesi zeytine benziyor ama daha sert bir meyve. 30 kg argandan 1 lt yağ çıkıyormuş ve bu süreç 15 saat sürüyormuş. Türkiye'de küçük bir şişesi 70-80 TL'ye satılan argan yağı burada 10 Euro. Ayrıca argandan yapılan, göz, el, hemoroid, mantar kremleri, sabunlar var.
Daha sonra kısa bir şehir turu yapıp otelimize geldik. Yemek ve konfor olarak bu otelden çok memnun kaldık. Lobisinde piyano dinleyip kendimizi Rick'in Cafesinde sandık...
Ertesi sabah İstanbul'a uçmak üzere havaalanındaydık. Fas'a gelip dönmeyenler o kadar çok ki, Çölde Çay'ın yazarı Paul Bowles, Mark Twain, Simyacı'yla tanıdığımız Paulo Coelho, Rolling Stones...Ben de Fas'ta gönlümü bırakanlardan oldum.

Casablanca'dan dönerken Endülüs ruhunu yaşayabildim mi, Fas'ın gizemini keşfedebildim mi diye soruyordum kendime...
 

29 Temmuz 2013

HAMİLELİK VE MİDE BULANTILARI!

Hamile kal ama hamile görünme! Hamile isen sakın güneş yüzü görme, evden dışarı adımını atma, 9 ay 10 gün bekle nur topu gibi sakat çocukların olsun!

Sadece zihniyet değil ülkemde doğan çocukların çoğu sakat değil mi? Ülkemin midesi bulanmayan kesiminde gerçek hamilelikler unutulmuş her fırsatta haksızlık ettiğimiz ve haklarını nasıl ödeyeceğimizi bir türlü hesaplayamadığımız, kadınlarımız, analarımız, eşlerimiz ve kız kardeşlerimiz, kızlarımız, kız torunlarımız üzerinden SİYASET yürütülmüyor mu?. Bu tuzağı İslamı öne alan, baş örtüsünü siyasetin merkezine koyan AKP sürdürüyor. Bu ortama bakarak onların Cenneti nerede aradıklarını anlamak zor!. Unuttunuz mu? 
CENNET ANALARIN AYAKLARI ALTINDA DEĞİL MİYDİ?

Her hangi bir şey hakkında, asla her hangi bir bilgisi olmadan her yerde konuşuyor, tartışıyor çok kere saç baş yoluyor ve gece yatağa başımız iyice şişirilmiş, aklımızı iyice yormuş olarak koyuyoruz… Saklanan GERÇEK sadece BİR KESİMİN midesini bulandırıyor. Biri iğfal etmiyor mu?  Suriye cephesi… Kim kimi koruyor? Kim kimi vuruyor? Mide bulandıran, bizden saklanan pek çok gerçek gibi… Suriye sınırında Radikal İslamcılarla PYD’nin başını çektiği Kürt güçleri sıcak çatışmalara ara vermiyor!. Bize düşen sadece top mermisi, ölüm, yaralı ve göz yaşı… Ankara, kuzeyde bağımsız hareket edecek bir Kürt oluşumuna karşıyım diyor. Nerede ne olduğunu, yarın ne olacağını asla kestiremediğim bir ‘çözüm sürecine’ hamile kalmadık mı? İçte manzara şu..
CHP Tokat Milletvekili Orhan Düzgün,ikaz ediyor: "Şu anda PKK Güneydoğu'daki ilçelerimize kaymakam atıyor. Bu kaymakamlar oradaki devletin resmi kaymakamlarına gidip onları tehdit ediyorlar. Bu yanlış tutumla Kürt Sorunu çıkmaza giriyor. Güneydoğu illerimizde PKK bir güvenlik örgütü kurdu. Yola inmiş araç çeviriyor, kimlik soruyor… Mezarlık açtı. Vatandaştan resmi vergi topluyorlar. Devletten çıt yok. Korkarım barış adı altında Türkiye adım adım bölünmeye gidiyor.” Kamer Genç de benzer endişeler taşıyor. Basın mensuplarını Pülümür vadisine götürüp tepelere çekilmiş PKK bayraklarını gösteriyor…” Bu milleti ikiye bölmek mi istiyorlar?

Dış’ta da durum farklı değil… Ankara Suriyeli Kürtleri ikaz ediyor! Mide bulanması bu alandaki gebe kalmalardan kaynaklanmıyor mu? Radikal İslamcılar. Kürtlerle işi ‘kan davasına’ döndürdü. Suriye’de desteği Türkiye’den alan bir ikinci cephe yok mu? Düne kadar düşman Hür Suriye Ordusu idi. Bugün Kürtlerin karşısında El Kaide ile bağlantılı güçler var. Ve o güçler ele geçirdikleri yerlerde. Şeriatı dayatıyor. Olaylar Arap Baharı olmaktan çıktı. Başbakanın kredisi düşüyor. İlk ikaz İran’dan “Suriyeli teröristlere silah ve askeri eğitim veriyorsunuz. Ankara Suriye'ye karşı düşmanca tavrının bedelini ödemektedir" Ya Mısır? AKP Mısır halkına baskıya karşı direnin özgürlük talebinizden vazgeçmeyin derken kendi ülkesinde sokaklara çıkanlara ne yapıyor? Polis gücünü vahşice kullanıyor! Kendine bak demezler mi?
Cenneti yanlış yerlerde arayanlar, bulamayanlar, şimdilerde cehennem yaratmayı seviyor!.. GEZİ  olaylarını içine sindiremeyen AKP ülkedeki beyaz yakalıların, gençlerin özgürlük aşkını yok etmek gayreti ile gazlamış, sulayarak yok edememiş aksine yeşertmiştir! DEDİĞİM DEDİK zorlaması sadece içte değil dışta da ikaz seslerini çoğalttı. Yaşam tarzı uyarıları hız kesmedi. Başbakan alkol yasağını savunurken “yaşam tarzını git evinde devam ettir.” dayatmasını açık açık tekrarladı… Gezi’nin dalga dalga etkisi ile AKP yi çok kızdıran mektubu yabancı ünlüler kaleme aldı.

Bay Recep Tayyip Erdoğan Türkiye Başbakanı, “Bu mektubu sizin polis güçlerinizin barışçı gösterilerde beş kişinin ölmesi, 11 kişinin biber gazı ile gözünü kaybetmesi ve 8 binden fazla kişinin yaralanmasına yol açan zalimce bastırmasını kınamak amacıyla yazıyoruz. Sizin hapishanelerinizde Çin ve İran hapishanelerindeki toplamından daha fazla gazeteci var. Size Türkiyenin Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonunu imzaladığını ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkisini tanıdığını hatırlatıyoruz. Bunların sonucunda, beş masum gencin ölümüne neden olan emirleriniz, Strasbourg'da bir davaya dayanak teşkil edebilir.Saygılarımızla...
Ramazanı seçim kampanyasına dönüştüren Başbakan iftarını destan yazdılar dediği Çevik Kuvvetle açtı. Ama Gezi parkını henüz halka açamadı. Hemen her gün polis kalkanları ile Geziye gelenleri sürülüyor. Uzaklaştırılıyor... İstiklale!(caddesine) sürdüğü o halk DÜNYA sofrasını o caddede kurup direnç tazeliyor. Sofra başı sloganları, iftar açarken Güllaç tatlısı yerine geçiyor!. Başbakan gene polise moral aşılıyor:. Bu teşkilat, olumsuz örneklerle kirlenmeyecek kadar pırıl pırıl bir teşkilattır. Birkaç kötü örnek (bir kaç dediği 5 ölü 11 göz kaybı ,8 bini aşan yaralı) üzerinden tüm teşkilatın karalanmasına müsaade etmeyiz. Unutmayın; edepsiz olan edepten, hukuksuz olan hukuktan korkar"

Zorlu Holding, Koç Holding’in şirketleri Maliye müfettişlerince didik didik aranırken.AKP Kadın Kollarına 40 bin Ramazan kolisi bağışladı... Sakıncalı Faiz Lobisi olmaktan çıktı mı? Zorlu Holdingin bu seneki bağış tutarı 1 milyon 844 bin lira. Siyasi Partiler Kanunu'na göre bağış sınırını en yüksek 30 bin 710 lira... Zorlu’nın bağışı zorluyor! Yasal sınırın 60 katı.
Şelalenin sesi giderek daha kuvvetli geliyor… Hangi yükseklikten düşeriz bilemiyorum… Umarım ülkem kazasız belasız bu hamileliği ve mide bulantılarını da yeni bir doğuma dönüştürür…

28 Temmuz 2013

Bir “çakma ceviz” hikayesi!


Dünya Gazetesi’nde çalıştığım günlerin birindeydi. Bir arkadaş elinde 3-4 bademe benzeyen cevizle geldi. “Kıbrıs Türk kesimi’nden getirdim” diye ilave etti.
İki tanesini eve getirdim, bir saksıya diktim.
Aylar sonra bir filizlenme başladı. Fide yavaş yavaş büyüyordu.
Bir karışı geçince toprağı ile birlikte yazlığa diktim.
Hızla büyüdü ama yaprakları cevize benzemiyordu.
“İlk torunum büyüyor” diyordum. Torunum Mete 2006 da doğdu. Demek ki cevizi 2005 yılında ekmiştim.
İnce uzun bir ağaç olmuştu bizim çakma cevizimiz. Kısa dallarıyla cevize hiç benzemiyordu.
Ne çiçek veriyordu ne bir şey. Sadece uzuyordu.
Evin boyunu geçmiştl “ilk torun”! Kesmeye de kıyamamıştım.
Bu yıl artık ümidimi kestim. Ekimde keserim diyorum.
Yazlığa gelen bir misafirimiz, balkona uzanan bir dala bakıp “bunun çiçekleri var” dedi.
Merak ettik. Ne gelecek diye.
Bademe benzer bir meyve belirlendi yaprakların altından.
Bekliyoruz. Bakalım bizim çakma ceviz ne yumurtlayacak?
Blog dostlarımdan rica ediyorum; fotoğrafta görünen meyve hangi ağacın meyvesidir?
Yorum yazarlarsa sevinirim.
“Ağacı kesme” fikri mi?
Tabii rafa kaldırdık o fikri şimdilik.

24 Temmuz 2013

Endülüs'ün başkenti Sevilla...

Suzan Abla gitti, gezdi, gözlemledi, yazdı:

 Endülüs özerk bölgesinin başkenti Sevilla'dayız. Endülüs Emevileri'nin İşbiliye olarak andığı şehirde. Avrupa'nın hemen hemen her ülkesinde olduğu gibi Sevilla'da nehrin iki yakasına kurulmuş. Nehrin adı Gualdelguivir. 
Otobüsle küçük bir şehir turu yapıyoruz önce.  Boğa güreşlerinin yapıldığı arenanın yanından geçiyoruz. Nehrin hemen kıyısında bir kule göze çarpıyor. İspanyolların Torre del Oro dedikleri 'Altın Kule' imiş burası. 13. yy'da şehrin güvenliğini sağlamak için yapılan surların kulesi. O dönemde kıymetli eşyaların burada saklandığı söyleniyor. Ne derece doğru bilinmez. Bugün Altın Kule, Denizcilik Müzesi olarak hizmet veriyor. 


İspanyol Meydanı 
İspanyol Meydanı'nda küçük bir mola veriyoruz. Burası, bir fuar için yapılıp sonra Sevilla'nın en etkileyici yerlerinden bir haline gelen bir meydan. Endülüs Özerk Bölgesi'nin yönetim binalarının bulunduğu iki katlı bir yapının kapısından girince sürpriz bir şekilde çok büyük bir meydanla karşılaşıyoruz.  Ortada çok büyük bir havuz ve üzerinde seramiklerle bezenmiş köprüler var. İspanya tarihini simgeleyen bölümler yine seramiklerle süslenmiş. Fotoğraf çekimleri için ideal...
Sevilla'da en çok görmek istediğimiz iki mekan. Giralda Kulesi-Sevilla Katedrali ve ünlü Alcazar Bahçeleri. Fayton duraklarının  olduğu meydanın sol yanında katedral karşımızda da Alcazar Bahçeleri var.  
Alcazar Bahçeleri...

 Elçiler Salonu tavanı oyma işçiliği...


Cennet Bahçeleri....

Tören salonu-Halılar

Tören Salonu...
Alcazar arapça Al kasr kelimesinden geliyor. Kasr, yani küçük saray anlamında. Yapımına 1181 yılında başlanan saray, Endülüs Emevileri'nden kalmış arap mimarisinin eşsiz örneklerinden. Geniş ve güzel bahçeleri nedeniyle Alcazar Sarayı yerine Alcazar bahçeleri adıyla anılıyor çoğunlukla.  
Saraya Aslanlı Kapı'dan giriyoruz. Kapı, adını üzerinde elinde haç tutan aslandan alıyor. Sarayı gezerken birbirine benzer odalardan geçiyoruz. Mahkeme Salonu, Elçiler Salonu, Bakireler Salonu, Tören Salonu.. Mahkeme Salonu'nun tavan işlemeleri ve mermer sütunları göz alıcı. Elçiler kabul edildiği için misafir salonu itinası gösterilen Elçiler Salonu'nun tahta oyma işçiliği de muhteşem. Amiraller Binası; denizaşırı seferlerin organize edildiği bina. Cristof Colomb ve Macellan'a seyahatleri burada bildirilmiş. En etkileyici salonlardan biri Tören Salonu. Duvarlarında tarihi zaferleri anlatan 60-70 metrekare büyüklüğündeki halıların olduğu salon turistlerde merak ve hayranlık uyandırıyor. 
Cennet bahçeleri, yeşil ve suyun huzur veren bileşimini en güzel halleriyle sunuyor. 
Giralda Katedrali...

Giralda Kulesi...

Katedral girişi...

Katedral...

286-Colomb'un mezarı...

325-Katedral vitrayları...
Meydandaki ikinci durağımız Giralda Kulesi ve katedrali (Sevilla Katedrali).. Katedralin girişindeki  98 metre uzunluğundaki Giralda Kulesi, şehrin simgelerinden. Camii döneminde minare olarak inşa edilen yapı, daha sonra eklemelerle çan kulesine çevriliyor. Vatikan ve Londra'daki Saint Paul Kilisesi'nden sonra dünyanın üçüncü büyük katedrali olan Sevilla Katedrali, aynı zamanda Cristof Colomb'un mezarının bulunduğu yer. Engizisyon kararlarının alındığı yer olması nedeniyle de tarihe acı bir not düşüyor burası. Muvahhitler döneminden kalma Ulu Camii'nin yerine 15. yy'da inşa edilmeye başlanan katedral, mermer sütunları ve İslam medeniyeti izleri taşıyan detaylarıyla ilgi çekici..Katedral; devasa büyüklüğü, vitrayları, altın işlemeleriyle de büyüleyici...
Cristof Colomb'un tabutu dört asker heykelinin elleri arasında duruyor. Rivayete göre Amerika keşfi öncesinde kraliçe Isabella ile ters düşen Colomb, İspanyol topraklarına gömülmek istemiyor. Bu nedenle tabutu heykeller tarafından taşınıyor. 
Katedral gezimizin bitiminde Yahudi mahallesinin ara sokaklarına dalıyoruz. Çiçekli balkonların arasındaki küçük meydanda bir kahve molasıyla yorgunluğumuzu atıyoruz. 
Güzel Sanatlar Müzesi :



 Gezimizin en önemli duraklarından biri de Ronda Marbella turu. İspanyol taihinde ilk defa boğa güreşlerinin yapıldığı en eski arenası ile ünlü tipik bir dağ kasabası olan Ronda, Unesco'nun dünya kültür mirası listesinde yer alıyor. Marbella ise dünya jet sosyetesinin uğrak yeri ünlü liman Marbella Porto ile ünlü. Tura sadece bu gezi yüzünden katılanlar dahi var. Ama ne yazık ki, turdaki birkaç misafirin azizliğine uğruyoruz. 300 km'lik yolu göze alamayan birkaç kişi ekstra turdan çekilince yeterli, sayıya ulaşılmadı diye tur iptal ediliyor. İkinci gün Sevilla'da bizim için serbest zaman. Güzel Sanatlar Müzesi ilk durağımız oluyor. Mobilya işçiliğinden çocuk oyuncaklarına,cam ve porselen işçiliğinden dantellere, yelpazelere kadar İspanya tarihinde kısa zamanda uzun bir yolculuğa çıkıyoruz.  

Paella yemeden olmaz...
Sonra da İspanya'nın klasik lezzeti Paella'yı tatmadan olmaz deyip güzel bir restoran arayışına başlıyoruz. Katedralin etrafındaki sokaklarda birçok küçük sevimli restaurant var. En güzel ve kalabalık gördüğümüz birinde karar kılıp deniz ürünleriyle pişirilmiş Paella'yı ısmarlıyoruz. Turda tanıştığımız arkadaşlarımızla birlikte 8 kişilik bir paella'nın tadına bakarken yeni dostluklara yelken açıyoruz...