27 Aralık 2011

Neremiz temiz ki sporu da temizleyelim!

Sizi biraz yakın tarihimizin siyasi gelişmelerine ışınlamak istiyorum.

Yıl 1964. Adalet Partisi’nin başkanlığına Süleyman Demirel seçilmişti. Seçilmişti ama milletvekili değildi. O dönemde şöyle bir formül düşünüldü; senatörlerden biri istifa edecek, Demirel tabii senatör olacak, başbakanlık yolu açılacaktı, Bu kanuna karşı hile yolu gerçekleşmedi ama hedef iktidar olmaktı.

Yıl 1977. 5 Haziran genel seçimlerinde CHP yüzde kırkın üzerinde oy almış. Hatta rahmetli Ecevit, seçim gecesi balkona çıkıp iktidar olacak kadar milletvekili çıkardığını sanıp konuşma da yapmıştı ama iktidar olması için 11 milletvekiline ihtiyacı vardı. Ecevit o 11 milletvekilini bakanlık vaadi ile Adalet Partisi’nden transfer etti. Hedef iktidar olmaktı.

Yıl 2002. Yüksek Seçim Kurulu 2002 seçimi öncesinde Ak Parti Genel Başkanı sıfatı taşıyan Erdoğan’ın adaylık başvurusunu reddetti. Zira Erdoğan, eski Türk Ceza Kanunu’nun 312. maddesinden hapse mahkûm olmuş, cezasını çekmişti. Hapis cezası adli sicil kayıtlarına geçmişti. O dönemde bildiğiniz gibi Abdullah Gül başbakan olmuştu.
Ne yaptılar? CHP’nin de desteğiyle, anayasanın 76, Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 11. maddelerini değiştirdiler.
Böylece Erdoğan ve benzer düşünce suçlarından mahkûm olanların adli sicil kayıtları arşivden silindi. Yüksek Seçim Kurulu, Siirt’te yenilenen seçimde adaylık başvurusu yapan Erdoğan’ın başvurusunu anayasaya uygun buldu. Erdoğan da Siirt’ten milletvekili seçilerek, TBMM’ye girdi. Hedef iktidar olmaktı.

Yıl 2011. Şike soruşturmasında iddianame açıklandı. İddianameye göre soruşturmanın ikinci adamı Fenerbahçe’nin başkanı Aziz Yıldırım idi.
Neyle suçlanıyordu Aziz Yıldırım? Örgüt kurup maçların sonuçlarını etkilemek, Fenerbahçe’nin şampiyon olmasını sağlamak.
Bu çalışmalarda çıkar nedir?
Üst üste üç yıl şampiyonluk sözünün tutulması. Daha doğrusu iki yıl şampiyon olamayınca son yıl takımı mutlaka şampiyon yapmak.
Yani hedef şampiyonluktu.

Biz bize benzeriz ne kadar güzel bir sözdür.
Televizyonlarda temiz spor çığırtkanlığı yapanların, yozlaşmış bu toplum içinde yaşadıklarını unutmalarını hayretle izliyorum.

Neremizi temizledik ki sporumuzu da temizleyelim.

24 Aralık 2011

DELİLİĞİN AKILLI YANI!

KELAYNAK Yazıyor
Orana bakınca olanı daha iyi anlamamız gerekiyor... 577 ye 55... Onda birinden az değil mi? Ne kadar önemsemişler! Fransız parlementosuna Fransız kalmak varken vakti, zamanı, mevsimi, gülü, dikeni belli olan soykırım tasarısı ile gene tasalandık! Elde var 55’e de iyi bakanlar bildik isimlere, tanıdık yalanlara bir kere daha şahit olduk... Başrolde eski Asala avukatı Ermeni asıllı iktidar partisi vekili Deveciyan vardı... Sahnede ise kalabalık duranlar Güney Fransa’dan gelen 38 Ermeni milletvekili! Fransa adına konuştular, gene yalan söylendi!... Kin kustular... Deveciyan devenin nalını sundu... Uydurdu.... Suçlarını zaten kabul ettiler derken uydurma olduğu ispatlanan ‘Talat Paşa telgrafı’nı okudu... DİNLEDİLER!

Sofradan ayranı kaldırmak zorundayız... Türklerin öfkesi bir kahve içimi sürer yerleşmiş kanaatini yok edebilsek, faili tanısak, “olay Koçaryan” olayıdır desek, yüreğinde kini nefreti taşlaşmış, gözü intikam ateşi ile körleşmiş komşuya umutsuz aşık misali gülücükler yollamasak, hedefe yönelsek ve sofraya daha soğuk içecek koysak!... Doğru yaparız!.
Şimdiden 2015 yılının “soykırım iddialarının 100 üncü yılı” hesaplarını tamamlar, planlarını günceller, yaptırımları ilan etmeden yapar olurduk! Gündemi Fransa’ya kilitlemek uzun soluklu bir mücadele yerine son üç günde yangın var paniğine kapılmak işe yaramıyor ki... Ne lüzumu vardı?... Heyetler halinde Paris’e göçe... Doğru dürüst bir oteli bile vermediler! Bile bile başarısızlığa imza atmak daha derin nefrete yol açmıyor mu? Bugün kendi işimize bakarken doğru orantı kurmak gerekiyor... Fransaya olan ilgi alanını sadece onda bir tutmak! 577 ye 55.gibi! Yanlış mı olur?

Başkasının Cumhurbaşkanını çekemez halde iken kendimizinkini SEÇEMEZ durumda değil miyiz!... Kararsızlığımız zararsızlık çizgisinde durmuyor ki! Cumhurbaşkanını kaç yılda bir seçeceğiz? 5 yıl mı,7 yıl mı? Biliyor muyuz?.. Kabiliyetimizin en üst noktaya vardığı tek konu asla planlamamak, planlananları da asla dikkate almamak değil mi?
Daha planlı olamıyoruz, daha duyarlı olsak! TUTUKLULUK halimizi bu denli gündem de tutmasak... Aklımızı hırpalamasak! 2001 yılında tutuklu oranı % 30 iken bu yıl gelişme gösterdi... Her konuda büyüme var ya... Büyüttük... % 60 oldu... Kaçmayacağım diyen ve de nedense kaçmayan Hayrettin Ertekin olayı gözden kaçıyor... Geçen haftalarda hastanede unutuldu... Taksi tutup hapishaneye döndü... Kaçma şüphesi var gerekçesi ile tutukluluk hali sürüyor. Hapishaneye döndükten sonra kanaat değişecek zannetti! Gerçeği görecekler... Dönecekler hatadan... Dertlendi. “Vallahi kaçmam” dedi... İnandıramadı... Altını bile reddettiler... Sen bizim için daha da kıymetlisin demek için miydi! “Ağırlığımca altın vereyim... Arsa vereyim, kaçarsam hazineye kalsın” dedi dinletemedi... Tutturdular... Vallahi olmaz... Bırakmayız azizim. Sen gene tutuklu kal!

Bu ne sevgi diye gözlerim yaşardı... Milletce hemen her konuda ağlama alışkanlığımız vardır ama bu durum yüreğimi de parçaladı... Ve son kararımı verdim... Soruyu ikiletmedim. Olayları kavrayamıyordum... Aklım almıyordu... Ben de mantığımı tutuklattım! 
Şimdi bir rahatım... Bir huzurluyum sormayın... Kim konuyu açsa, oku diye yazı yollasa
“okumuyorum” yanıtını yapıştırıyorum... İlgili raporları, belgeleri, klasörlere sığmayan ağır roman hacmindeki iddianameleri, ne gelirse gelsin hiç bir şeyi okumuyorum. Raskornikov moduna geçiyorum... Masanın üzerindeki son paramı 25 doları alıyorum... Merdivenleri hızla inip saman pazarına yönleniyorum... Pazarda saman da kalmamış ama bir farklı kalbalık bir neşe bir şenlik... Millet büyüğü küçüğü arka arkaya dizilmiş birbirlerini bellerinden tutmuş lay lay lom yürüyor... Kuyruk bitmiyor... Bir sayayım dedim.Tam 423 kişi... Elebaşı belli... En başta... Sordum “hayrola bu ne şenliği!” Düdüğünü çaldıktan sonra “sen de sıraya gir... Karatrencilik oynuyoruz” dedi... Çuf çuf sesleri sürdükçe kuyruğa katılımlar da artıyordu... İtimat edilir biri gibi diye düşünürken hemen arkasındaki ekip başına sordu “ “Mutemet bey... Kaçaklar tamam mı diye saysam mı?” Mutemet bey “boş ver düdük sesini duyan gelir. Biz yürüyelim” dedi... Grup demir kapılı bahçeye girdi... Mutemet bey “ Şimdi say dedi... Tamam mı bakalım” Biraz sonra “612 kişi var” cevabı geldi...

Tımarhaneden kaçıp kente dağılan kayıtlı tanıdık deliler (423 kişi) bir düdük ve çuf çuf karatren eylemi ile tımarhaneye dönmüştü... Sorun fazladan kuyruğa giren tanımadık delilerdi!... Demir kapı kapanırken pardon deyip kendimi dışarı attım... Hayret mantığımı tutuklatınca beynim de rahat etmişti... İşte bu dedim... Deliliğin akıllı yanı!.

23 Aralık 2011

BOĞAZ AKINTILARI VE ORKOZ!

Muharrem Kaptan yazıyor
    İnsanların seyrine doyamadığı Boğaz’ın suları hakkında ne kadar bilgimiz var?
Ben size tecrübelerime dayanarak akıntıları orkozu anlatmak istiyorum.
 İstanbul boğazında üst akıntıları Karadeniz’den Marmara’ya doğrudur. Kuzeyli rüzgârlarda artar veya azalır ama Karadeniz’de Poyraz rüzgârı sertse en yüksek hıza çıkar. Kuzeyden  Güney’e akan akıntı en yüksek hıza Rumelihisarı Emirgan arası (şeytan akıntısı) Kandilli, Arnavutköy (akıntı burnu) ve Sarayburnu’nda ulaşır. Boyu iki yüz metrenin üstünde su kesimi on metreden fazla olan gemiler, Kandilli burnunu dönerken hem kuzeyden gelen üst akıntısı hem de Güney’den gelen dip akıntısından etkilenir ve dönüşte dikkatli olmassa tehlikeli duruma düşerek ters trafiğe sürüklenirler.
Kuzey’den Güney’e akan üst akıntısı ne kadar hız arttırırsa Güney’den Kuzey’e akan dip akıntısı da o nispette hızını arttırır. Balıkçılık dilinde bu dip akıntısına KANAL denir. Ayrıca koylarda Kuzey’e doğru akan hafif hızdaki akıntıya da ANAFOR denir. Bu anafor akıntısı Yeniköy burnundan Emirgan’ a kadar en geniş alanı kaplar. Özellikle Güney’e inen yüklü gemiler için dikkat gerektirir. İstanbul boğazında en çok geminin Yeniköy İstinye arasında oturmasının sebebi bu anafor akıntısıdır.
Güneyli rüzgârların uzun süre esmesi ile üst akıntı tersine Kuzey’ e doğru akar. Buna ORKOZ denir. Orkoz akıntısında Boğaz’da gemi kullanmak çok zorlaşır ve azami dikkat ister. Orkoz akıntısı en fazla Garipçe’yle  Büyük Liman arasına kadar çıkabilmiştir.
     Kuzeye doğru uzanan kanal İstanbul Boğazı’nın açığında iki kola ayrılır. Bir kol doğruca Boğaz açığından derin sulara karışır. Bir kol da Batı’ya dönerek Podima’ya kadar gider ve orada da iki kola ayrılır ve Bulgaristan’ın Burgaz Körfezinde biter. Oralara serdiğimiz kalkan balığı ağlarına, kanal akıntısıyla sürüklenen gazeteler, yoğurt kapları vs. takılırdı.
      1980 ihtilâline kadar İstanbul Boğaz trafiği akıntıdan faydalanmak için tersti. Karadeniz’den gelen bir gemi boğaza Rumeli taraftan giriş yapar, Umur yeri ile Yeniköy arasında Anadolu yakasına geçer, sonra tekrar Ortaköy ile Kızkulesi arasından tekrar Rumeli sahiline geçerdi. İhtilalden sonra bu trafik değiştirilip hep sancak seyrine geçildi.
Eskilere göre makineli gemilerin olmadığı zamanlarda gemilerin Boğaz’dan çıkabilmesi için Rumeli sahilinde akıntının çok olduğu yerlerde sahilde birileri bekler, gemi yaklaşınca atılan halatla çekerek gemiye yardım ederlermiş. Bir diğer usulse şimdi can kurtarma filikalarında kullanılan bir tarafı geniş, diğer tarafı çok dar (koni şeklinde) sürüklendikçe filikanın başını  dalgalara çeviren deniz demirine benzeyen küfeler kullanılırmış. Dip akıntısına kapılan bu küfeler gemiyi de Kuzeye doğru çekermiş. Akla öyle şey olur mu çekebilir mi sorusu gelebilir. Benim dip ağcılığı yaptığım zamanlarda uskumru ağını Poyrazköy’ün oradan sererdik, ağ dibe inince dip akıntısıyla Kuzey’e doğru çıkar, bizi de peşinden sürüklerdi.Çok kısa bir zamanda Anadolufeneri’ni geçerdik. Buna da  tek başlı yeldirme derdik.
     Şimdi balıkçı teknelerinde Dopler diye bir cihaz var ve istediğin derinlikteki akıntıyı, yönünü ve hızını gösteriyor. Böyle cihazlar olduğu içinde ağlarını daha emniyetli bir şekilde kullanabiliyorlar.
                                                           

19 Aralık 2011

BİN BAKİRE ARANIYOR!

KELAYNAK YAZIYOR

Elçiye zaval olmaz! Neden bana kim arıyor der gibi bakıyorsunuz? Veya ben öyle hissediyorum... Soruyu tahmin etmem zor da değil. “Diyelim ki buldun ne yapacaksın?” Derhal bir BAKİRE operasyonu başlatacağım... Kim bakir bırakmış? Ellememiş... Karalayıp kenara atmış... Hesabını soracağım!
Suçumu itiraf etmek gerekirse ben de GİZ’siz bir tanığım ve  medya kurbanıyım. Bizim zamanımızda medya okulu yoktu. Bir avuç okulsuz medya vardı! Akılsız medya alışkanlığı (pardon okulsuz) hata üstüne hata yapmamıza yol açardı... Belki de bu nedenle medya dersi yerine pek çok konuyu tersten almağa başladım! 50 yıl geçti öğrenemedim! Ama kararlıyım! Kendime de iyi bakıyorum. Bir 50 yıla daha ihtiyacım var! Öğreneceğim! Medya cahilliğimi yeneceğim! Şu anda sabah haberlere bakınca dizlerimi dövecek kadar hayıflanıyorum. Anlayamıyorum! Akşam ardı arkası kesilmek bilmeyen hemen her tür operasyondan başım döndüğü için halsiz düşüyorum. Her zaman elimin altında altın bir gerekçe var... LODOS!. Aptala dönmemiz onun hatası! Oysa medya takibi dersi alsaydım!... Takip edilecek yolu doğru seçerdim... Gerçeği takip edip yolsuzluk arayacağıma bir yolunu bulabilir, rekor kırabilir, mutlu da olabilirdim... Üzerimdeki baskıyı askıya alabilirdim..

AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesinin 25 Ekim 2011 tarihli kararı ile umutlu da olabilirdim. “Eğer yasalar, ifade özgürlüğü hakkını kullanan herkesin “sürekli soruşturma veya ceza davası tehdidi” altında kalmalarına neden oluyorsa, böyle bir “tehdidin” oluşmasına neden olan yasaların düşünce ve ifade özgürlüğünün ihlâli anlamına geleceği kabul edilmiştir.  TCK’nun 301. Maddesi böyle bir maddedir ve yürürlükten kaldırılmalıdır. (Fikret İlkiz-Bizim Gazete)
Size de önerebilirim... Medya’nın üzerindeki baskı (kibarcası baskı, doğrusu korku) düşündürücü boyutlara varınca düşünmeyeceksin!... Ve de asla mukayese etmeye de kalkmayacaksın... Maaş farkları, gelirlerin tutarsızlığı konusuna ise asla girmeyeceksin... Belki de Gelir Uzmnanları gaza geldi diyeceksin... Maaşları kuşa çeviren onlar... Eylem yapmazlar mı? Şikâyet konusu gelirlerinin tutarsızlığı! İstersen tut bir ucundan! Neyimiz tutarlı ki?

ŞİKE nin tarihçesindeki alkışlar unutuldu... Soluk almak, neydi acaba bunun ilk hali demek için zaman da yok! Operasyonlar hafıza silici... Hatırlansa o mutlu geçmiş!. 2010 yılında Mecliste bir alkış, bir mutluluk... Meclis Araştırma Komisyonu sıkı çalışmış ve eserini tamamlamıştı... Bacasız sanayi, para ambarı Futbol’un namusu kurtulmuştu! Oysa balayı kısa sürdü... Uygulama ile farkına varıldı ki kanunda aşırılıklar var... Kimi yerde çok aşırı, kimi yerde çok etkisiz... Gül’ün bunu bir kere daha gözden geçirin direnişi daha üstün bir direnişle karşılandı... Aslında gerekçe “biz yapınca doğru yaparız.. .Bizden başka söz sahibi yok” idi... İçim sızlıyarak ileriyi düşündüm. Alışkanlıkla ileri demokrasiyi anlamayın... İleri ki günleri... Ve beklediğim bombalar sıralanıyor... Operasyon bağımlısı olduk. Operasyonsuz günü takvimden silmeye başladım... Yaşanmamış sayıyorum! Tatsız tuzsuz heyecansız vayyyy be diyemediğim günden ne olur! Umudum kaybolmadı... Bakalım hangi operasyon gelecek! Reyting operasyonu... Geçççççç... 24 saat dolmadı mı? Eskidi... Yeni bir şey söyle. Dokunulmadık olsun... Alışılmadık kalsın... Mahkûmiyeti olmayan terörist mantığına ve tamlamasına girsin... Tutuklamanın tutarlılığını anlatsın! Karanlığa salınan ve yeni yeni operasyonlarla akıllardan uzak tutulanları hatırlamamak en ağır günah değil mi?
İstenen toplam ceza 172.5 yıl... Genç subaylar suçlanmıştı... Kadın pazarlıyor, uyuşturucu sağlıyor denen davada bugün hatırlanan ne? Dün yumruk gibi karalanıp yere düşürülenleri takip etmemek ne kadar  adil! Son haber avukatlardan... Gerçeğin ortaya çıkması için istenen DNA incelemesi reddedildi... Albay ve genç subayların duruşmasında bir başka BAKİRE  çıktı. Ve medyada konu bakir kaldı... Çok kimse konuyu ellememişti. Yazmamıştı! Satıldı denen 52 yaşındaki kadının sesi neden duyulmadı? Zordu yaptığı iş... Ortaya çıkıp bakire raporu peşinde koşmuştu. Gerçeği savunmak yerine omuz silkerek susabilirdi... Susmadı... Yılamadı. Ortaya çıktı... Suçlanan Albay için konuştu :
“ Albay beni satmadı... Haber baştan sona yalan... İşte ispatı... İşte bakire raporum...”
Akların karaya döndüğü, baskınlarla mantığın bastırıldığı bir ortamda bir bakire ayağa kalktı. Hukukun elini çenesine koyup kara kara düşündüğü bu ortamda tek bakire yetmiyor!

Bin bakire aranıyor!...

18 Aralık 2011

DENİZ KAZALARI VE EĞİTİMİN ETKİLERİ!

Muharrem Kaptan yazıyor
60 yaşından sonra bile bitmeyen kurslar ve sınavlar; özellikle bizim meslekte yenilikleri takip ederek, kurslarını görüp sertifikalarını almak zorunluluğu var.
 İMO’ nun (Uluslararası Denizcilik Örgütü) yayınladığı talimatlar gereği bu sertifikaları almadan denize çıkılamıyor. Liman Başkanlıkları sertifikası olmayan kaptanlara çıkış izini vermiyor.
Biz de beşer günlük ECDIS ve BTM kurslarına gittik, sınavlarına girdik. Bu işler birazda ticarete döndü artık. Batı ülkeleri özellikle de İngiltere cihazları üretiyorlar.  İMO’ da etkili olduklarından bu sistemleri SOLAS kurallarına ilave ediyor ve yayımlıyorlar. Diğer ülkelerde mecburen uygulamak zorunda kalıyorlar. Yoksa gemileri limanlara girip çıkamıyor.
     Tüm bu yeniliklere, gelişmelere karşın deniz kazaları azalacağına tersine çoğalıyor. Norveç’te yapılan Internatıonal Safety Conference III karaya oturma ve çatışmaların ana nedeninin iki temel faktörden kaynaklandığında hem fikir olmuşlar:
1-    Köprü üstü organizasyonlarında zayıflıklar.
2-    İyi bir gözcülüğün sürdürülmesindeki başarısızlık.
Bunun içinde bazı önerilerde bulundular. Bunlar kazaları önlemek için;
a)    Uygun durumlarda çift vardiya oluşturmak.
b)   Özel durumlarda yeterli personel bulundurmayı sağlamak.
c)    Kaptanı çağırmak için kesin talimatlar.
d)    Gözcülüğü yürürlüğe almak.
e)    Dümeni ele almak.
f)     Dümeni otomatikten ele değiştirmek için bir role eğitimi oluşturmak.
g)    Kısıtlı görüşte gemi hızını azaltmakla alakalı kesin talimatlar.

Hepsi mantıklı ve uygulanınca sonuç verecek öneriler. Tamam da Elektronik Seyir yardımcıları geliştirilip gemilere takıldıkça gemi sahipleri ülkelerindeki denizcilik yetkilileriyle görüşüp personel sayısını düşürüyorlar.
20 yıl önce 20-22 personelle yürütülen gemiler şimdi sekiz personelle yürütülüyor. Bu durumda vardiyalara nasıl takviye yapılacak zaten normal vardiyaya koyacak sayıda personel yok ki.
Bir başka neden de yeni yetişen genç zabitler ne kadar gelişmiş olursa olsun bu cihazların birer seyir yardımcısı olduğunu unutuyor ve onlara o kadar güveniyorlar ki kendilerini ikinci plana düşürüyorlar. İyi bir gözcülük yapmadıkları ve seyir vardiyalarında dikkatli olmadıklarından kazalar kaçınılmaz oluyor. Her zaman esas olan insandır, diğerleri ne kadar gelişmiş teknoloji olsa da seyir yardımcılarıdır.
     Bu yeni sistemde zabitlere o kadar çok iş yüklenmiş ki personel azlığından bir kişi üç kişinin işini yapmak zorunda kalıyor. Onlarda nasıl olsa ECDIS sistemi gemiyi götürüyor, gardı da açtım, tehlikeli bir durum olursa alarm çalacak diyerek diğer işleri örneğin ISM evraklarını limana varmadan bitirmeye çalışıyor.
 Bu arada her hangi bir teknik arızadan alarm çalmayınca çatışmalar oturmalar kaçınılmaz oluyor. Bunlara seyir ve limanlardaki yoğun işlerden dolayı uykusuzluğu da ekleyebiliriz.
Ayrıca benim ve birçok kaptan arkadaşımın çok kızdığı cep telefonları. Vardiya zabiti köprü üstünde dört saat vardiyası boyunca devamlı mesajlaşıyor. Telefonun ışığı gözünü alıyor, dışarı baksa da bir şey göremiyor. Gittiğim gemilerde cep telefonlarının köprü üstüne çıkarılmasını yasaklıyorum.
     Elektronik seyir cihazlarının verdiği rehavetle vardiyacı seyir zabiti bilgisayarını köprü üstüne çıkarıyor, bağlantı varsa internette yoksa yüklediği oyunları oynuyor. Etraftan haberi yok. Olunca da iş işten geçmiş oluyor.
    Demem o ki, gelişmeleri almak, kullanmak mutlaka gerekli ama hepsini yapan ve çalıştıranın İNSAN olduğunu unutmamalıyız. İşimize önem vermeli ve onu en iyi şekilde tüm dikkatimizle yapmalıyız. Kaza olduktan sonra eyvah demek hiçbir şeyi değiştirmiyor.

12 Aralık 2011

ARKASINDA DURMAK!

Arkada kalan yıllara bakınca arkanın aslında önde gelen bir unsur olduğu ve ne olursa olsun önde tutulması gerektiğini görebilirsiniz! Gençlik yıllarımın tamamı ve orta yaş bölümünün ortalarına kadar uzanan yıllarım Belediye otobüslerinde ve de arkalarda geçti! O dönem Belediye Otobüsünün arkasında durmak bir imzanın arkasında durmaktan daha da tehlikeli idi... Kollamanız gereken görülmedik yanlar, fark etmeniz ve savuşturmanız gereken türlü, değişik amaçla uzanan kollar olurdu! Cüzdanı korurken korumasız kaldığınız yerler olurdu! İleri, ileri haykırışına karşı ilerleyememe, sıkışıp kalma hastalığı o döneminden gelir! Muhtemelen duyduğumuz ilk ileri talimatı çok kere yorgun, aynı zamanda bıkkın kahvedeki pişpirik vakti geçtiği için öfkeli, otobüsün tek hâkimi, tek hükmedeni şoförü tarafından sık sık tekrarlanırdı. Unutulmasın ki bu emir önden binip geriye doğru ilerlemenin ısrarıydı! Bazı otobüsler de ise bu ulvi görevi biletçi devralır, kraldan çok kralcı kesilir, sesli talimatına fiziki itmeyi de eklerdi... Ama benim halkım ilerlememek, biraz daha rahat olan yerlere gelmemekte ayak direrdi! Farkına varsa önden binip geri gittiğini! Ankara plakalı siyaset otobüsünde de ileri sözü demokrasinin eki gibi kullanılır ama asla ilerlenmez! İleri dene dene geriye sürüklenilir!.. Hopa olayı sopa olayına döner... Günah sayılacak, hukuksuz sayılacak eylemler baştaki saç telleri kadar artınca saçlar kesilir... Burada da hukukun, adaletin, ifade özgürlüğünün arkasında duran kalmamıştır! Aslında genel olarak moda olan şey olayların arkasında ne olduğunu merak etmek de değildir. Bu tür merak gazeteciyi öldürür, siyaseti güldürür!
Gerçek o kadar da önemli değildir. Bizdeki gelenek ile siyaset tepeden bakar, daha çok da seçim otobüslerinin tepesinden bakar!.. Bakanlar, şöföre yakın koltuklarda iseler ani öfkelerini, söylememeleri tembihlenen lafları ağızlarından kaçırırsa sigorta hazırdır. Basın’a havale ederler. Basın cımbızla cümlemi iğfal etti, asla o manada söz söylemedim derler.
İşin aslı siyasette sarfedilen sözlerin hiç bir manası ve güveninirliği olmadığıdır! Ülkemde basının cımbız kullanma kabiliyeti bu sayede form tutar. Ne yazık ki bu form onların işi sıkı tutmasını, doğruyu yazma ve hataları görme alışkanlığını sürdürmelerini garanti etmez! Aksine onları işsiz kılar bahtsız eder!
Siyasetçinin sözlerinin arkasında durma eylemi ise kanaate değil işarete bağlıdır. Kısa süreli kanaat beyanları şoförün tek kornası ile kendine gelir, tehlikeyi sezer ve hele hele aykırı sözlerin sahibi olarak sözlerinin arkasında durmaktan onları meneder! Korkup önlerine bakabilirler. Bu siyasette gerçeği bulmanın zaferidir! Bugün siyaset otobüsünü asfalttan toprak yola sapmasına yol açan gerçek, aslında gerçek de değildir... ŞİKE’ dir...
Canım ülkemin, al gülüm ver gülümlü bir ahenk içinde yürüyen futboluna da karambolden gol atılmıştır... Rahat bırakılmamıştır. Onu da yıkıp yeniden inşaa etme zorunlu olmuştur. Geçmişin talihsiz olayları ile de yüzleşme zamanı gelmiştir. Dünden bu güne haksız kazançların tasası kalmış, bugün o karanlığa son veren yasa yasalaşmıştır..
TBMM Adalet Komisyonunda, şike suçunda cezaların indirilmesini de öngören vetolu “Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunu” Gül’ün “iade” gerekçelerini dikkate almaksızın aynen kabul edilmiştir.
Şike olayının bizatihi kendisinde de şike vardır. Siyaset otobüsünde şöforün 5 dakikalık ihtiyaç molasında boşluk boşluktur denilmiş, fırsatçılık öne çıkmış ve oyun düzeni bozulmuştur. Partinin ben yaptım oldu... Güzel de oldu ilkesine GÜL’ ün dikeni batmıştır. Ve bir kere daha arkasında durma eyleminin siyaset için ne kadar zor olduğu ispatlanmıştır.
Önce “Cumhurbaşkanı Gül haklı” diyerek AK Parti'deki aykırı seslere katılan, özgürce söz söyleme eylemine kalkışan Yazıcı, sonra “Yasanın arkasındayız, farklı düşüncemiz yok” düzeltmesi ile malum bir sayfa yazmıştır. Ve böylece vetolu yasanın arkasında durulmuş ama gündem durulmamıştır...
Yarın için futbol aşkını elden bırakamayanların matematiği bozulmuş, yüreklerindeki çık şimdi işin içinden telaşı koca bir boşluk yaratmıştır. Bu boşluğa ne yazacaklarını kara kara düşünürken bugünlerde çok uzun kulaklı bir eşek yol gösteriyor!.. Hem de bu işi Garantili yaparım diyerek... TV’deki reklamı hızlanan eşek nasihatında umarım şike de yoktur. Gelin ev sahibi olun. Sizin de bir numaranız olsun diyor. Birer boşluk bırakın 66-66 yazın işin 66’ ya bağlandığına inanın. Bana eşek nasihatı daha doğru ve karlı görünüyor..
Daha büyük bir haksızlık değil mi dediğim dedik mantığı ile bir sözün  arkasında durmak !

9 Aralık 2011

Suç işlememe dürtüsü!

Yıllardır her konuda yazan ve kendini her konuda otorite sanan bir gazeteci ağabeyimiz, yine tuttuğu takımın penceresinden bakarak her zaman yaptığını yapmış, “cezalar ağır olmalı ki caydırıcılığı olsun” demiş.
Ayrıca hukuk okuduğunu, suç ve ceza arasındaki bağlantıyı iyi bildiğini de çaktırmadan yazısının bir yerine sokuşturmuş.
Her türlü kararı verdikten sonra da bu işi hukukçular tartışmalı avukatlar değil diye de bağlamış.
Cezalarla suçlar önlenebilir mi?
Soru bu. Sahi ağır cezalar suçları önlüyor mu?
Fuhuş bitti mi, kadın ticareti bitti de haberimiz mi olmadı?
Uyuşturucu ticareti, yok mu oldu?
Adam kesmiyorlar mı artık?
Organ mafyasının kökü mü kazındı?

Örgütler neyin nesi?
Ya yıllardır çektiğimiz terör. Bitti mi?
Suç mu? Sayın sayabildiğiniz kadar. Hangi birinin kökünü kazıdılar?
Devamlı cezaevi yapılması inşaat sektörünü canlandırmak için mi?
Bence suçu işlendikten sonra değil, işlenmeden durdurmanın yollarını aramalıyız.
Dürüst, ahlâklı, başkasının haklarına, özellikle insan haklarına saygılı bir toplum dizayn etmenin yollarını bulmalıyız.
Toplum nasıl bozuldu? Ahlâksızlık neden diz boyu bunu araştırmalıyız.
Aynayı kendimize tutup işe önce buralardan başlamalıyız.
Hukuk Fakültesinde bir hocamızın sözlerini hala dünmüş gibi hatırlarım; “ Cezalar suçlar için belki biraz caydırıcı olabilir ama suçu hiçbir zaman ortadan kaldırmaz. Önemli olan insanlara suç işlememe dürtüsünü kazandırabilmektir”.

4 Aralık 2011

YÜZLEŞE YÜZLEŞE DÜZLEŞTİK!...

Hemen her TV’ deki konuşmalar bu hafta içinde prim yaptı ve yüksek bir tempoya ulaştı. Söyleştiler, yüzleştiler... Pandora’nın açılmadık kutusu, söylenmedik kötüsü kalmadı! Yüzleşenlerin yüzlerine baktım... Suratları gitmiş, gergin suretleri kalmıştı! Bu suretle, yani yüzleşe yüzleşe, gerçeği öğrenme umudumuz gene kursak nahiyemizde kaldı! Yüzleşe yüzleşe yüzümüzde yüzler açıldı! Ne iyi oldu...Ne çok bilen ne çok küfreden ne çok nefret eden varmış!  Bir sorunu daha çözdük... Geleceğimizin temelini... Ninni, ninni. Dinliye anlaya, anlata araştıra, karıştıra değiştire eğire büke bugünkü düğümden yarınki kör düğüme bağladık! Gidiyoruz... Hece hece... Gece gece...
Yüzleşenlerin hemen hepsi birbirine yüz vermedi... Ak diyene kara karşı çıktı... Bu iş bize uymuyor diye düşündüm... Bize uyan her zaman birinin arkasından ver yansın etmek... Yüzyüze gelince nedense daha kibar bir hal alıyoruz... İktidarın üst düzeyinde can alacak cümle mutlaka irad edilen metnin münasip yerine giriyor! Sayın Bakanımın dediği gibi... Buyurdukları vechile... Yani yüz süre süre... Yüzleşme içinde yüzüyoruz...
Dersimiz Dersim ile başladı... Tartışmalar seline kapılıp sürüklendik... Sarsmadığımız mantık, ters yüz etmediğimiz gerçek kalmadı...Hükümetin başı, Türkiyenin Başbakanı devleti suçladı... Necip Fazıl Kısakürek’in “Son Devrin Din Mazlumları” kitabını hatırlattı... Belge adı ile sundu! Dini tarafın kokusunu, korkusunu elinden bırakmadı... Kurtuluş Savaşının önde gelenlerini Atatürk ve dava arkadaşlarını, İsmet İnönü’yü suçladı. Siyaset sahnesinden inmedi... Dersim politikasındaki acıları anlatırken, acı acı suçlarken dönemin Başbakanı Celal Bayar’ı sadece zikretmekle yetindi. En iyi özet CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç'ten geldi. “Özür dilemek bir şey ifade etmiyor. Önce araştıralım, belki özür dileyecek bir şey yok. Bu iş çok acı bir olay. Geçmişte birtakım olaylar olmuş ama bu olayları gündemde tutmak kimseye fayda kazandırmaz” .
Gele gele uçurumun başında ona da rastladık! MARDİN Valisi Turhan Ayvaz hazretlerini dinlerken kin ve nefret üretmenin ne denli önde olduğunu da gördük!.. “Kahraman olarak bildiklerimizin aslında hain olduğunu yeni yeni öğreniyoruz”. Siyaset rüzgârı ile yelken dolduran, iklimden kuvvet alan iktidarın memurlarını, pardon, valilerini sahnede yeni yeni ve giderek daha sık görüyoruz...
En zoru kolay kılıyoruz... Oturup söyleşiyoruz... Yüzleşe yüzleşe düzleşiyoruz... Gerçeği sözde bırakan sözlü tarih yaratıyor, yorgunluktan yanlış yahu diyemeden herkesi akıl tutulmasına tutuklu kılıyoruz. CHP milletvekili Rüstem Batum anlatıyor. Dinler gibi yapıp, anlar gibi bakıp ne oluyor diyemiyoruz... Kaçma tehlikesi, gerekçesi ile tutuklu yargılanan mahkûm hastaneye tedaviye geliyor... Hastanede unutuluyor ama kaçmıyor... Zaten kaçma tehlikesi yaratıyor ya... Ona yetiyor yarattığı tehlike... Hastanede bekleyip duruyor. Aklına nedense kaçmak gelmiyor... Aklını belki de hapishanede bırakmıştır... Bekliyor... Bakıyor... Onu hapishaneye götürecek araç gelmiyor... Sonunda kendi imkânları ile hapse dönüyor... Mahkûm kaçmıyor ama gerçek gözden kaçıyor... Kaçmayan mahkûm için kaçma tehlikesi vardır gerekçesi ile tutukluluk hali sürüyor. Hikâye allanıp pullanıyor mu yoksa yalanlanıyor mu?
Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz neyi savunuyor dersiniz... Öfkesi ne anlatıyor? İleri demokrasi içindeki katılım ruhunu mu?.. Bedelli askerlik konuşulurken öfkeleniyor... Yüzleşe yüzleşe geleceğimiz yeri gösteriyor. Bakanı kızdıran soru şu: “Bu konuda Genelkurmay’dan görüş aldınız mı”.
Bakan Bey bu soruya çok kızmış soruyor; “Genelkurmay evet dese ne olacak, hayır dese ne olacak? Son söz milletvekiline ait değil midir, son söz TBMM’ye ait değil midir”.
 Hemen eklemek gerek... Son söz mutlaka birine aittir! Sadece milletvekiline değil, biraz da millete ait olursa çok da uygun olur! Ya iktidar öfkesi kime aittir? Bu öfke ve bu hazımsızlık iktidar olma şımarıklığı mı?.. Gazetecilerin işi, Başbakanın patronlar ve genel yayın müdürlerini topladıktan ve sohbet edip dertleştikten sonra biraz daha çıkmaza girmiştir. Bırak hesap sormayı soru soramaz hale gelinmiştir. En masumunu sorabildik mi? Öğrendik mi?
Başbakanımızın hastalığı ne?
Önümüzde ne var? Bu viraj nereye kadar, incesini, geri planını kıvrımını, inişini yokuşunu soramıyoruz! Akıl almaz ne varsa aklımıza sığdırdık... Bu doğru olabilir mi? Düşünemiyoruz! Sığlaştık... Gerçeği nereye koyarsak koyalım görünmez oluyor... Göremiyoruz... Bilemiyoruz... Varamıyoruz... Yüzleşe yüzleşe düzleştik...

2 Aralık 2011

Bir anı: KÖYÜMÜZÜN GEÇİRDİĞİ TEHLİKE

Yurdumuzda tek kanallı siyah beyaz televizyonun yeni yeni izlenmeye başladığı 70’li yılların başlarında köyümüz Rumelifeneri’nin bir kahvehanesinde televizyon vardı. Akşam olunca sandalyeler sinema salonundaki gibi dizilir köyün erkekleri erkenden gider yer kaparlardı. Hele Brezilya dizisi Mariyana başladı mı herkes nefes almadan seyrederdi. Hatta bazıları yatsı namazının duasını beklemeden camiden çıkar yer kapmaya koşarlardı. Yine o dizinin olduğu bir akşam kahvehanenin kapısı açıldı. Rahmetli Sadık ağabey (Alaman Sadık) “siz burada film seyrediyorsunuz. Koca Rus tankeri Roke taşına bindirdi haberiniz yok” dedi.
Kahvehanedekiler hadi oradan kalkalım da sandalye kap değil mi deyip inanmadılar. Tabii ki ben de kalkmadım. Ama o ısrarla “doğru söylüyorum, yüklü Rus gemisi karaya bindirdi yahu bir baksanıza” deyince cam kenarında oturan birkaç kişi dışarıya bakıp çarşının içinden geminin ışıklarını gördüler ve “doğru söylüyormuş” diyerek yerlerinden fırladılar. Ben de kalktım Fener’in altındaki tepeye doğru koşmaya başladım. Doğruydu, tam bizim evin altında küçük Roke’nin orda karaya oturmuştu.
On beş bin tonluk yüklü bir Rus tankeriydi. O tarihlerde köyün muhtarı amcamdı. Jandarma karakol komutanını ve bir de Hayrullah Ağabeyi (Hayrullah Güzey) alarak bizim motorla gemiye gittik. Hayrullah ağabey İngilizce biliyordu ve tercümanlık yapıyordu. Gemide on beş bin ton  nafta olduğunu, tehlikeli bir durum olmadığını ve yardım istemediklerini söylediler. Tahlisiye ve Jandarma botlarına haber verildi.( o zaman sahil güvenlik yoktu) Limana döndük. Eve çıktım, bizim ev köyün kadınlarıyla doluydu. Tehlikenin farkında olmadan seyre gelmişlerdi.
Gece yarısına doğru Kilyos’tan Tahlisiyeliler kürekli tahlisiye sandalıyla geldiler, geminin siperinde durup yardım talebinde bulundular.Tabii ki kabul edilmedi.
Aslında sandalla nasıl yardım edeceklerdi biz de anlayamadık. Gemi sabaha kadar orada kaldı. Sabah kalktığımda aynı tonajda bir yüklü bir boş tanker ve bir de daha büyük tonajlı Rus tankerin gelmiş olduğunu gördüm.
Bizim Alemdar isimli gemimizde orada bekliyordu. Roketle öteki gemilere halat gönderdiler. İki gemi asılarak oturan gemiyi yüzdürdüler. Gemi baş tarafından yara almıştı ve geminin başı iyice suya girmişti. Çok ince bir yağ izi de vardı. 
 Yetkililer gemiye boğaz dan geçiş izni vermediler. Gemiler açığa karasularımızın dışına çıktılar, hava sakindi, orada üst üste yanaşıp petrolü boş gemiye aktardılar. Böylece köyümüz ve İstanbul Boğazı büyük bir faciadan kurtulmuş oldu.