27 Haziran 2009

Babıali'ye kar yağmayınca!...

Fatih Sultan Mehmet Köprüsü bakıma alındı biliyorsunuz. Ortalık karıştı. Trafik felç oldu, televizyonlar, gazeteler veryansın ettiler.
Bir profesör çıktı, "ben bu onarımı 40 saatte yaparım" dedi. "Yine o çekik gözlülerin işidir" diye ilave etti. O onu dedi bunu dedi, birkaç gün sonra hepsi unutuldu.
Neden hatırlattık size bunları?
Gecenin yarısı. Saatler 01.00’i gösteriyor. Silivri’ye doğru yola çıktık. Milliyet’in önüne kadar rahat geldik. Mahmutbey gişelerine yaklaşırken trafik sıkıştı. Eh dedik cuma trafiği. Olur bu trafik. Birazdan açılır.
Ne gezer. Kilitlendik. Bir saatte elli metre gittik gitmedik. O zaman kaza var zannettik.
Sabırla bekledik.
Neyse.
Felaketi gördük. Silivri’ye gidiş yolu asfalt çalışmaları için tamamen kapanmış. Trafiği geliş yoluna aktarıyorlar. Sekiz şerit gişelerden giriyor, yüz metre sonra iki şerit halinde geliş yoluna geçiyorsunuz. Geçebilirseniz tabii. Bu arada ağır vasıtalar da trafiğin içinde.
Bu arada geliş yolu da iki şeride indiği için dört beş kilometre kuyruk oluşmuş. Yani iki taraflı kaymaklı kadayıf.
İnsan düşünüyor, neden cuma akşamı bu çalışma? Şunu cumartesi yapsan ne kaybedersin? Yaz günlerinin en kalabalık gününde yol kapamak hangi aklın işi?
Ertesi gün baktım tek bir satır yok medyada. Sanırım gecenin o saatinde medyadan kimse kalmamış o kuyrukların içinde.
Gazeteciler bazen kendilerini eleştirirler; Babıali’ de kar yağmazsa kar haberi yapılmaz.
Doğru söze ne denir?

24 Haziran 2009

Görüntü hoş, gerisi boş!...

“…Bir taşın ya da dalın üzerine tüneyip kakasını yaptığında bile, kuşun da kakasının da bir hikmeti vardır.
Bir de bakarsınız ki erişilmez duvar gibi yalçın kayalıklar arasında, yemyeşil bir incir ağacı var...
Bu kuşun kakasının hikmetidir...
Ya da karganın yedek yiyecek olarak sakladığı bir cevizden filizlenmiş bir görkemli ceviz ağacı...
Kargaya cevizi saklama aklını veren de, gömdüğü yeri unutacak kadar akılsız yapan da bu müthiş düzenektir...
Aslında ormanları ekenler kuşlardır...”
Bu satırlar Bekir Çoşkun’un 29 Mayıs 2009 tarihli Hürriyet’teki köşe yazısından.
Gerçekten hep merak etmişimdir kayaların arasından fışkıran bitkileri.
Beypazarı gezimiz sırasında Bolu’da konaklamıştık. Otelin bahçesinde dekor olarak kullanılan ağaç gövdesinden yükselen "çiçekler" ilgimi çekmişti.
Aklımdaki soruya cevap bulamadım henüz. Ağaca toprak koyup çiçek mi ekmişlerdi, yoksa bir kuş kakası mı bu işi halletmişti?
Ne olursa olsun görüntü hoş değil mi?

22 Haziran 2009

Manavgat akar akar, biz de bakar bakarız!.

LOKANTALAR SULAR ALTINDA: Manavgat'a ikinci gidişimiz. İlk gidişimiz eylül sonlarıydı. sular azalmış, şırış şırıl akıyordu şelale. Bu kez mayıs başında gittik. Sular insanı ürkürten bir sesle akıp gidiyordu denize doğru. Lokantaları müşteriler değil, azgın sular doldurmuştu.

SULARIN SESİ EŞLİĞİNDE YEMEK: Şelaleyi görmeye gelen özellikle yabancı turistler hızla akan nehir kenarında yemek yemenin zevkini çıkarıyorlar.
Bir tarafta gürül gürül akan su, karşı bölgede ise tarihin derinlikleri. Manavgat ve Side. Ana yolun ikiye ayırdığı farklı iki belde. Manavgat, Şelalesi ile ünlü. Şelaleye gitmek için Manavgat’ın içinden geçiyorsunuz. Beldenin girişi güzel. Belediye iyi çalışmış. Beldeden çıkıp şelaleye yaklaştığınızda çevre sizi isyan ettiriyor. Eşime “turistlerin gözlerini son bir kilometre yi geçerken bantla kapamalı. Bu çirkinlik Manavgat’a yakışmıyor”dedim.
İnsan ister istemez boşa akan o sulara üzülüyor. Hele susuzluk ülkenin kapısına dayandığı zaman.
Manavgat 1220 yılında Selçuklu, 1472 yılında da Osmanlı İmparatorluğu'nun idaresine geçmiş. 1914 yılında ilçe olmuş, Taşağıl ve Beşkonak Nahiyeleri kurularak ilçeye bağlanmış.
SİDE NAR DEMEK: Manavgat'ın deniz tarafında kalan Side'nin kuruluş tarihi kesin olarak bilinmiyor. Side adı Anadolu dilinde "Nar" anlamına geliyor. Yazıtlardan elde edilen bilgilere göre Side tarihi Hitit'lere kadar uzanıyor. Kent bir yarımada üzerine kurulmuş. Side, Helen ve Roma devirlerini yaşamış. Surları ve giriş kapısı dikkati en önce çeken yapıları. Side'nin en önemli yapısı 15.000 izleyici alabilen tiyatrosu. Roma eseri olan tiyatronun bölgedeki diğer antik tiyatrolardan farkı, oturma yerlerinin eğimli bir arazi üzerine kurulmamış olması.dır. Tiyatro iki katlı ve 20 m. yükseklikte kemerli bir yapı üzerine oturtulmuş.

20 Haziran 2009

Babalar Günü ve düşündürdükleri!...

Oldum olası bu “özel günler”i pazarlama aracı olarak görmüşümdür.
Bizim kuşak aileye önem veren bir anlayışla büyüdü. Cumhuriyet’e bu anlayış çerçevesinde sahip çıktı. Tüm Türkiye’yi bir aile gibi gördü. Ülkenin başarısı ile öğündü, başarısızlığı ile üzüldü. Paylaşmayı öğrendi.
Geldiğimiz noktada aile kavramının yerini, bireyselliğin aldığını görüyorum.
Gençlerin ailelerinden ayrı yaşamak istemelerini önceleri anlamıyordum ama şimdi daha iyi anlıyorum.
Aile kavramını bir şekilde parçaladılar.
Çocuklar büyüklerini hatırlamaz oldu. Herkes kendi derdine düştü.
O zaman diyorum ki anneler günü, babalar günü, babaanneler, anneanneler, dedeler günleri çoğalsın.
Çoğalsın ki aile kavramı tekrar güçlensin.
Tüm babaların, yeni babaların ve baba olmayı bekleyenlerin “BABALAR GÜNÜ" kutlu olsun.

18 Haziran 2009

Çan dörtten fazla çalınırsa kim ölmüştür?

Elektronik postalarda dolaşan kaynağı bilinmeyen bir hikâye var. Anlamlı bir hikâye. Bu hikâye size de ulaşmışsa boşverin ama ulaşmamışsa mutlaka okuyun; “Çok eski yıllarda krallıkla idare edilen bir ülke varmış. Ama bu hukuk ve hâkimler de varmış. Töreler göre bir vatandaş öldüğünde şehir merkezindeki dev çan bir defa çalınırmış. Uzun uzun da yankılanırmış.
Eşraftan bir ölürse çan iki defa, büyük bir devlet adamı ölürse çan üç defa çalınırmış.
Ya kral? O öldüğünde çan dört defa çalınırmış.
Gel zaman git zaman şehirde bir olay olur. İş mahkemeye intikal eder. Davanın sanığı olarak mahkeme huzuruna çıkarılan kişinin masum olduğunu herkes inanmaktadır”.
Sanığın beraat etmesi beklenirken davadan sürpriz bir karar çıkar. Sanık para cezasına mâhkum olmuştur. Hâkim sorar “bir diyeceğin var mı”. Sanık “hayır” der. Mahkeme biter. Dinleyiciler kafalarda soru işaretleri ile dağılırlar.
Kısa bir süre sonra dev çanın sesi duyulur.
Acaba kim öldü?
Çan bir defa daha çalar. Eşraftan biri öldü. Şehir çan sesi ile bir defa daha inler. Büyük devlet adamı kim diye düşünür halk.
Çanın sesi bir kez daha duyulur ; halk eyvah. Kralımız öldü diye panikler.
Ancak törede görülüp işitilmemiş bir şekilde çan beş ve altıncı kez çalar. Yer gök inler. Ve ses kesilir.
Herkes çan görevlisine koşar. Neler oluyor diye. Bir de bakarlar ki çanı haksız yere ceza alan kişi çalmaktadır. Hemen sorarlar. Beş defa altı defa çan çalmak da ne oluyor. Kraldan büyük ne olabilir ki.
Haksız yere ceza alan vatandaşın cevabı anlamlıdır:
Evet. Kraldan büyük biri öldü: ADALET!...”

14 Haziran 2009

On sekiz yaş gururu ve hüznü!...

Üniversite giriş sınavları yapıldı. Binlerce çocuğumuzun kalbi bir üniversiteye girebilmenin heyecanı ile çarptı. Ya anneler?
Anneler bir başka heyecan duyuyor çocukları için. Bir yandan çocuklarının bir üniversiteyi kazanmalarını, iyi bir işe girmelerini hayal ederken, bir yandan da çocuklarının on sekiz yaşına basmalarının gururunu ve hüznünü yaşıyorlar. Minik kuş artık yuvadan uçmak üzere diye.
Suzan Abla da oğlu on sekiz yaşına basanlardan. Suzan Abla, bakın on sekiz yaş gururunu ve hüznünü nasıl dörtlüklere dökmüş:

On sekiz

Daha dün doğmadın mı sen
Bizi sevince boğarak.

Ne çabuk on sekiz oldun
Gözlerimizi mi kapattık yoksa biz.


Aslında aceleci değilsindir
Peki bu telaş niye?
Niye zorluyorsun kendini on sekiz diye
Hayal mi görüyoruz yoksa biz.

Yok yok on sekizsin on sekiz
Düpedüz on sekiz.
Yani reşit olunan yaş
Yani yaşamın direksiyonuna geçilen yaş
Yaşlandık mı yoksa biz.


Şimdi senin
saçların rüzgara takılacak.
Gönlün aşka
Aklın kimbilir ne tarafa
Biz seni izliyor olacağız
Senin tarafında.


On sekiz oldun diye
Öyle büyümek yok hemen.
Her zaman ilk günkü gibisin gözümüzde
Göndermem sütünü içmeden
.

12 Haziran 2009

Nesilden nesile geçen “tavşan pastası”!...

İkizlerimiz doğduktan sonra eşim, her yaş gününde tavşan pastası yapardı. Pasta doğum günlerinin maskotu olmuştu. Çocuklar büyüdüler, çoluk çocuğa karıştılar, doğum günlerinde annelerine takılırlar " hani bizim tavşan pastası" diye.
Geçenlerde torunumuz Mete’nin doğum günü vardı. Eşim sürprizi patlattı, yıllarca çocuklarına yaptığı tavşan pastasını bu kez torunu için yaptı.
Ben de nesilden nesile geçen bu pastanın tarifini eşimin anlatımı ile sizlerle paylaşmak istedim:

Malzemeler:
10 kaşık irmik
10 kaşık şeker
1,5 kg. süt
60-75 gr.tereyağı
Hindistan cevizi, (istenirse) vanilya

Yapılışı:
Süt, şekerle karıştırılıp kaynama noktasına gelince irmik içine azar azar akıtılır, devamlı karıştırılarak pişirilir. İndirmeye yakın tereyağı da katılarak biraz daha kaynatılır ve ateşten alınır. Biri büyük, biri biraz daha küçük iki yuvarlak tepsi biçiminde kap seçilir, dipleri ıslatılır ve bütün dibi kaplayacak şekilde Hindistan cevizi tozu serpilir. Hazırlanmış olan koyu irmik muhallebisi, iki kaba da düzgünce taksim edilir.
Buzdolabında bir gece bekletilir. Bir bıçağı, muhallebi ile kalıbın arasında dikkatlice gezdirerek kalıba yapışan kısımlar ayrılır. Servis edilecek uygun tabak veya tepsiye büyük kalıp ters çevrilir. Bu, tavşanın yüzü olacaktır. Yüzün daha fazla beyaz görünmesi istenirse biraz daha Hindistan cevizi serpilir. Küçük kalıp da aynı şekilde bir yere ters çevrilir ve boşalmış olan küçük kalıp ile küçük pastanın iki tarafından kulaklar kesilir. Kalan parça papyonu olacaktır. Tavşanın gözleri, ağzı, burnu, bıyıkları, papyonu vs. uygun şekilde istenilen malzeme ile (kiraz, bonibon, çikolata, gıda boyası ile boyanmış kremşanti vb.) süslenir.
Bu pastayı yapacak olan annelere kolay gelsin, çocuklara afiyet olsun.

6 Haziran 2009

Alanya, Alman kenti olmuş artık!...

Gazetelerde bir haber vardı il olmayı isteyen ilçelerle ilgili. Alanya bu ilçelerden biri. Antalya’ya 130 kilometre uzaklıkta ilçe mi olurmuş. Bence il olmaya hak ediyor. Alanya göç alan bir kent. Her yerden göç alıyor ama asıl göçü Batı’dan, Almanya’dan alıyor. Yedi bin Alman yaşıyor şu anda Alanya’da. Sabahın alacakaranlığında sahilde yürüyenleri, spor yapanları hangi kentte görebilirsiniz. Alanya'da bu görüntü artık doğallaşmış olmuş. Bizimkiler Almanları görünce onlarda katılmış bu sabah sporlarına. Almanların çoğu yaşlı. Yani emekli. Şehir Toros Dağları’nın yamaçlarına doğru genişlemiş. Genişlemeğe de devam ediyor. Bahçe içindeki evler yerlerini yavaş yavaş büyük apartmanlara bırakıyor. Alanya’dan bir kaç kareyi sizlerle paylaşmak istedim:

MASMAVİ BİR DENİZ: Alanya'yı cazip bir kent haline getiren güneş, uzun kumsallar ve masmavi denizi. Kent'te yaşayan yabancılar nisan ayından itibaren denizin keyfini çıkarıyorlar.
DAMLATAŞ MAĞARASI: Mağara Kale bölgesine çıkmadan hemen tepenin dibinde yer alıyor. Toplam uzunluğu 30 metre. Kuru, yatay mağara tipinde. 200 metrelik bir alanı kaplıyor. Mağara 15 metre yükseklikte. Astım hastaları için son derece yararlı olduğu söyleniyor. Mağaradaki sarkıt ve dikitlerin M.Ö. 20.000-15.000 yılları arasında meydana geldiği sanılıyor.
SELÇUKLU TERSANESİ: Tersane 1228 yılında SuItan Alaaddin Keykubat tarafından yaptırılmış. Tersane 56,5 m. uzunluğunda, 44 m. derinliğinde ve beş gözlü. Her göz 7,70 m. genişliğinde, 42,30 m. derinliğinde.
ALANYA KALESİ: Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubat tarafından 1225 yılında Roma kale kalıntılarının yerine yaptırılmış. 83 kule ve 140 burca sahip, üç sıra surlarla çevrili olan kale, bütün olarak iç ve dış kale bölümlerinden oluşuyor. Alanya Kalesi 'nin etrafını 6 km lik surlar ile 140 gözetleme kulesi çevreliyor. Eski Alanya bu surların içine kurulmuş.
TEK KAREDE İKİ ALANYA : Kaleden kuş bakışı baktığınızda iki kültürü bir arada görmek mümkün. Kale içinde tarihle birlikte yaşayan eski Alanya, dağlara doğru yaslanmış yeni Alanya.
Kaynak:Antalya web sitesi