28 Kasım 2008

Doğayı koruyarak para da kazanılır!...

EN GÜZEL ÖRNEK POLONEZKÖY: Geçenlerde bir televizyon programında Türk sinemasının eski jönlerinden İzzet Günay, Boğaz’ın karşı yamaçlarını göstererek “bizim film çektiğimiz bu yerlerden bakılınca karşıları yemyeşildi” diyordu.Benim çocukluğumda da Boğaz’ın iki yakasında betonlaşma yoktu, ağaçların farklı tondaki yeşillikleri güzellik katardı görüntüye.İnsanlar hep doğayı katledip para kazandılar. Doğayı koruyup da para kazanan var mıdır? Diye hiç düşündünüz mü? Elbette var.En güzel örnek Polonezköy.
KÖY YAŞANTISINA ÖZLEM DUYUNCA: Sonbaharın son güzel günlerinden birinde ailece Polonezköy’de kahvaltı yaptık. Tek katlı eski bir evin bahçesinde. Çiçeklerin arasında. Kuş seslerinin eşliğinde. Doğa ile iç içe.Ne kadar özlemişiz çocukluğumuzun köy hayatını. Polonezköy kendini betonlaşmaya karşı korumuş önemli, tarihi bir yerleşim alanı.Kuruluş tarihi 1800’lere kadar gidiyor. Kısaca özetlersek 1842'de Prusya, Rusya, Avusturya Polonya’yı işgal ediyor ve paylaşıyorlar.
KIRIMDAN GELEN POLONYALILAR: Prens Adam Czartoryski bu paylaşıma karşı çıkıyor ve mücadele ediyor.1856'da Türkiye Kırım Harbi'ne girerken Polonya'dan kaçan asker ve siviller Osmanlı ordusuyla beraber Kırım'a gidiyor. Bu Polonyalılar savaş sonrası Türklerden alınan oturma izni ile Polonezköy'e yerleşiyorlar.Tarih kitaplarından hepimiz biliriz; Osmanlı İmparatorluğu, Polonya'nın parçalanmasını hiç bir zaman tanımadı. Hatta bu konuda bilinen hikayedir; gelmesi beklenen Leh Elçisi için, Bâb-ı Âli'de verilen her ziyafette, devamlı boş bir iskemle bulunduruldu. Polonezköy’e yerleşenlerin kurduğu koloninin tarihi sürecini tarih kitaplarından bulmak mümkün. O kısmı meraklıların araştırmalarına bırakıyorum.PANSİYONCULUK GELİR KAYNAĞI: Polonya kültürünün devamını sağlayacakları düşünülerek, kolonideki bekârlarla evlendirilmek üzere, Polonya'dan genç kız gönderilmesi için Paris'e ricada bulunuldu. Poznan yakınındaki bir yerden üç kız geldi. Geldikleri yıl üç nikâh kıyılarak, 3 kolonistin eşi oldular.Köy'ün, Polonya karakterinin korunması için en önemli unsur, yeni kuşak çocukların eğitim ve öğretimi idi. Öğretim ana babalar tarafından veriliyordu. XIX. yüzyılda, önce büyükbaş hayvan yetiştirilmesine çalışıldı. Çayır ve otlak azlığı karşısında kümes hayvanları ve süt ürünleri üretimine önem verildi.XIX. yy.'da pansiyonculuk bu bölge için yeni ve önemli bir gelir kaynağı oldu. Tam ve yarım pansiyon olmak üzere, misafirlere odalar kiralandı. Bölge halkı, yakacak odun ve odun kömürü satışından da gelir sağlanıyordu.
ŞİMDİ ÇOĞU EVLER TÜRKLERİN ELİNDE: Bölge 150 yıllık varlığı ile küçük Polonya izlenimini uyandırıyordu. Sık ormanlık, evlerin kapısında asılı olan dinî sözcüklü levhalar, bir tepedeki Polonya mezarlığı, kilise, çan kulesi, her şey, Polonya'yı hatırlatıyordu. Türkiye'de 1950-1960 yıllarında sanayide kaydedilen büyük gelişme ile, Polonya köyü ile ekonomik ilişkiler fazlalaştı. O zamana kadar bir kaç çeşit ürün istanbul'da satılırken, bölgenin ekonomik karakteri değişerek, tarım karakteri, yerini turistik fonksiyona bıraktı. 2. Boğaziçi Köprüsü yapılınca bu bölgeye gelişler kolaylaştı. Bölgede yerleşim ve yapılaşma kapıları açılmış oldu. Köyde bu kez betonlaşma korkusu başladı. 1989 tarihinde, köyde açık bir toplantı düzenlendi.Toplantıda Köy Muhtarı, 3-4 dönümün altında parsel oluşmasına karşı çıktı. İnşaatların ev-villâ ölçeğinde kalmasını istedi. Bölge şu anda devlet ormanı niteliğindedir. İnşaat izni verilmemektedir.Son yıllarda bölgede oturan Polonya asıllılar üçte bir orana düşmüş. Çoğu evleri Türkler almış. O bölgenin sonunu hiç düşünemiyorum.

24 Kasım 2008

Çevre katliamı nasıl başlar, nasıl seyredilir?

Geldiler, köşeyi incelediler. Yamacın altında iki okul, karşıda yedi yüz haneli bir site, etrafta diğer siteler ve onlara giden büyük bir yol.
“Olabilir” dediler kafalarında.
“Kime ait bu küçük alan acaba?”
Araştırmaya başladılar.
Eğitim alanı ama belediyeye terk edilmiş olduğunu öğrendiler.
Belediyeden işlerini hallediverdiler. Nasıl hallettilerse öyle hallettiler.
Bir gece üç dört çamı yok ettiler, kimse görmeden.
Sonra toprağı düzeltip mıcırı döktüler.
Çevre halkı ne oluyor orada diyene kadar, elektriği bağlattılar hemen. Bu ne hız dedirten çabuklukla.
Herkes birbirine sordu ne oluyor burada?
Her kafadan bir ses çıktı. Kimse ne oluyor diye öğrenemedi. Çoğu vatandaş da merak bile etmedi.
Bir sabah kalktılar, mıcırın üstüne betonun çekildiğini gördüler. Yine kimse kıpırdamadı.
Ve sonunda anlı şanlı TIR, yanaşıverdi beton alanın dibine.
Gecekondu gibi, TIR konmuştu o köşeye.
Kimi üzüldü çevre için, kimi de ayağımızın dibine dürümcü geldi diye sevinmişti.
İş işten geçtikten sonra “TIR lokantanın” kaldırılması için imza toplandı. Kimileri imzaladı, kimileri de imzalamadı.
Atı alan Üsküdar’ı geçmiş, çevrenin katledilmesi sadece seyredilmişti.
Yurdun bir çok yerinde büyük çevre katliamlarının seyredilmesi gibi.

21 Kasım 2008

Suzan Abla'dan "Özgürlük" !

Güzel öykülerini okuduğunuz Suzan Abla aslında şiir de yazıyor. İşte o şiirlerinden biri:

ÖZGÜRLÜK

Güne selam durdu çiçek,
Sonra üstündeki böcek
'Uçurayım seni göğe' dedi
Böcek,
Kabul etmedi çiçek,
'Ben toprağın malıyım
Ayağımdan prangalıyım'.

'Özgür olmalısın' dedi böcek,
'Yaşamak bu demek'
'Köküm toprakta benim,
Atam toprakta;
Hiçbir çiçek uçmadı
Toprağından kopup da'.

'Sen ilk ol işte' dedi
Böcek.
'Yaprağını kanat yap
Kökünü kuyruk,
Esaretten kurtul'.

Düşündü çiçek,
Neyi vardı kaybedecek?
Bir tek can
Bedenden çıkacak
Ama özgürlük var ucunda tadılacak.


Kollarını uzattı çiçek,
Çekti onu böcek;
İçi pırpır etti çiçeğin
Kökü el salladı toprağa.

Yapraklarını maviliklere uzattı,
Derin derin nefes aldı,
'Özgürüm işte' dedi,
'ilk kez ben başardım'
Çiçeğe selam durdu güneş.

18 Kasım 2008

Gülhane Parkı'nın yeni yıldızları:FAYTONLAR

SONUNDA BİRİLERİ AKIL ETMİŞ: Küçük tur otuz, büyük tur elli lira. Artık Gülhane Parkı'nın faytonları var. Sizi Sultanahmet Meydanı'ndan alıyor, Gülhane'yi gezdirip bindiğiniz noktaya getiriyor. Geç kalınmış uygulama ama birileri akıl etmiş işte. HAVUZ BAŞI, DİNLENDİRİR İNSANI: Havuz etrafında oturup suyun sesini dinlemek insanı dinlendiriyor. Bu sese bir de kuşların cıvıltıları eklenince keyfin doruğuna ulaşıyor insan. Bir an şehrin sersemleten uğultusundan uzaklaşıyorsunuz.
Son zamanlarda hiç Gülhane Parkı’nı gezdiniz mi? Gezmediyseniz sizi bir sürpriz bekliyor. Faytonlar.Büyükada’nın faytonları Sultanahmet Meydanı’na gelmiş. Fayton sizi Sultanahmet’ten alıyor, verdiğiniz paraya göre küçük turla ya da büyük turla çevreyi, Gülhane’nin içini dolaştırıyor ve tekrar Sultanahmet’te bırakıyor. Güzel bir uygulama. Sultanahmet’te turistlerin peşinden koşan ve kartpostal satmaya çalışan çocuklar yok artık.
OTURMA GRUPLARI AŞIKLARIN İŞGALİNDE: Parkın ana yolunun dışında üst tarafta bir yol daha var. Bu yol üzerinde dinlenmek için oturma grupları konmuş. Bizim gezdiğimiz hafta arası aşıklar bu oturma gruplarını tek tek işgal etmişlerdi.
Gülhane Parkı’na gelince; bir hayli yeni düzenleme var parkta. Parkı ikiye bölen ve trafiğe kapatılan ana yolda öyle salına salına yürümeniz çok zor. Her an bir görevli aracıyla geçebilir yanınızdan. Hem de son sürat.Vatandaşa kapalı olan yol ilgililere açık tabii.
Gülhane Parkı’nın tarihçesini incelersek şunu görüyoruz; Park aslında Topkapı sarayı’nın dış bahçesi. İçinde güller ve koru olan bir bahçe.163 dönümlük alanın park haline getirilip halka açılması Cemil Paşa’ya nasip olmuş. 1912 yılında.
Parkın bir başka özelliği Atatürk’ün halka Latin harflerini ilk gösterdiği yer olması. Tarih 1 Eylül 1928. Yıllardır çok kötü ve harap bir şekilde bulunan park, 2003 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edildi.
İSTEYENE KLOZETLİ, İSTEYENE NORMAL TUVALET: Parkın içinde bir de tuvalet var. Güzel bakımlı. Ücretli tabii. Belediye her türlü vatandaşı düşünmüş. Normal tuvalet arayanlara normal tuvalet yapmış. Alafranga tuvalet arayanlara da klozetli tuvalet yapmış. İki tuvalet karşılıklı. Sıkışan vatandaşları bekliyor. Böyle bir uygulamayı ilk kez gördüğüm için sizlerle paylaşmak istedim.

15 Kasım 2008

Sarı basın kartı ve emekli gazeteciler!...

Altına imza attığım bir Yılmaz Özdil yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum. Özdil, gazetecilere verilen sarı basın kartından bahsediyor.
Bu konuda kafanızın karışmaması için bazı bilgiler vermek istiyorum:
Sarı basın kartının gazetecilere verildiği ilk yıllarda, gerçekten bu karta ihtiyaç vardı. Ben o dönemlere yetiştim.
Gazetecilerin çoğunda araba yoktu, gazetelerde de muhabirler için özel araçlar tahsis edilmemişti.
Gazeteci vatandaş gibi otobüse, vapura, trene, uçağa biner, habere, röportaja öyle giderdi. Bunun için yasa ile sarı basın kartı olanlara muafiyetler getirildi. Otobüs, tren, vapur bedava idi, uçak da ise indirim vardı. Hatta ev telefonlarına da basın indirimi uygulanırdı. O dönemde bu muafiyetler ve indirimler önemliydi.
Düşünsenize günde 8-9 habere giden gazetecinin cebinden çıkacak parayı.
Bugün ise durum farklı. Gazeteden habere gitmek için araç vermezlerse muhabir kılını bile kıpırdatmaz. Çoğu gazetecinin özel arabası vardır artık. Yani sarı basın kartı asıl amacından uzaklaşmıştır.
Nitekim hükümet, basın kartına muafiyetleri ve indirimleri kaldırdığında kimseden ses çıkmamıştır. Aksine bazı sırtı kalın gazeteciler sarı basın kartının kaldırılmasını bile istemişlerdir.
Şu gerçeği de belirtmek isterim;
Bugün emekli olan çoğu gazeteci, sarı basın kartını belediyeler izin verdiği için otobüslerde ve metroda kullanmaktadırlar.
Unutmayalım ki gazeteciler SSK emeklisidir ve aldıkları emekli maaşı da herkesin malumudur.

İşte Yılmaz Özdil’in yazısı:
************************
Deniz Fenerci’yi Başbakanlık uçağına da alın
Namusuyla haber yapan ’’7’’ gazeteciye yasak getiren Başbakanlık, Kanal ’’7’’ ile içli dışlı olan, vicdan hortumcusu Deniz Fenerci’ye sürekli basın kartı vermiş!
Şimdi siz bu haberi okuyunca, basın kartı denilen zamazingoyu önemli bi şey zannedebilirsiniz...
Değildir.
*İzmir’de mesleğe başladığımda çakal bir polis muhabiri vardı. Polisi dinlediğimiz telsizle giderdi pazara...
Telsiziyle şöyle sallaya sallaya işaret ederek, "Şu domates kaça?" filan diye sorardı. Pazarcı da, "Herhalde sivil zabıta" diye düşünerek, domatesi kabağı beleşten verirdi...
Basın kartı budur!
*Belediye otobüsüne avanta binmekten başka işe yaramaz. Eskiden vapura da avanta biniliyordu, artık binilmiyor.
Uganda dahil, dünyanın hiçbir ülkesinde geçmez. Bizim gibi dandik ülkelerde gösterirsin, adam sanırlar. Hepsi bu.
*Yalakaların olmadığı dönemlerde böyle değildi. Denk getirirse, "babasını bile haber yapmaktan çekinmeyen" ağabeylerimiz beyaz gömlek giyer, sarı basın kartını da gömlek cebine koyardı, dışardan bakıldığında görülsün diye...
Manevi önemi vardı. Şimdi yok. Ahali, tenhada kıstırsam da, ağzını burnunu kırsam diye gazeteci kolluyor sokakta.
*Bugün için, dünyanın en lüzumsuz kurumudur Başbakanlık Basın Yayın Enformasyon Müdürlüğü...
Bana sorarsanız, kapatılması gereken KİT’lerin başında gelir. Zaten aslına bakarsanız, tek kart vardır, tek kart...
Gazetelerin insan kaynakları müdürlüğünün verdiği kart... Ki, o kart cebinde olmazsa, istersen Pulitzer’in olsun, binaya giremezsin!
*Ve, sakın ola ki, "kart"ı olduğu halde Başbakanlığa sokulmayan gazeteci arkadaşlar üzülmesin...
Bakın mesela, CHP Milletvekili Atilla Kart...
Adı üstünde ama, o bile giremiyor!
*Peki nedir?
*Başbakanlığa girmesi yasaklanan, Akşam Gazetesi muhabiri Ali Ekber Ertürk, dolandırıcıya sürekli basın kartı verildiğini "ampul" gibi astı mı manşete? Astı...
Budur.

11 Kasım 2008

Kuşdili Çayırı’nda kuşlar ötmüyor artık!

Çocukluğumun büyük bölümü Kadıköy Yeldeğirmeni semtinde geçti. Kaçamak yaptığımız ve nefes aldığımız iki yer vardı; biri Çamlıca tepesi diğeri de Kuşdili Çayırı.O dönemlerde daha park kültürü gelişmemişti. Biz çocukları çayıra salarlardı.Kuşdili Çayırı Fenerbahçe Stadına yakın olduğu için arkadaşlarla çok giderdik.Çayır ayrıca o semtin piknik yerlerinden biriydi. Kuş cıvıltıları arasında oynardık.Bildiğim kadarı ile Kuşdili Çayırı, Kurbağalıdere’nin taşma alanına giriyordu ve bataklık bir zemini vardı. Adını ise kuşbazlardan almıştı.Kuşdili Çayırı’nın Altıyol’dan gelen cadde tarafındaki küçük sahada iddialı futbol maçlarını seyretmek ayrı bir zevkti bizim için.
PAZARIN BOŞ VE DOLU HALİ: Kadıköy'ün sembolü semt pazarlarından “Salı Pazarı”, (üstte boş hali, altta pazar kurulmuş hali). Pazarın İstanbul Büyükşehir Belediyesince inşaatı tamamlanan Hasanpaşa'daki yeni pazar yerine taşınacağı söyleniyor. (Fotoğraflar o bölgede MOROUTLET isimli dükkanı olan Suzan Abla'ya ait).
Zamanla çayır yavaş yavaş betonlaştı. Kuşlara yol görünmüştü. Ağaçlar kesildi. O güzelim çayır cav cavlak ortada kaldı.
Acıbadem’e giden yolun yamacında kurulan Salı Pazarı buraya taşındı.Ortada ne çayır kaldı ne de piknik alanı. Uzun yıllar otopark olarak görev yaptı semt sakinlerine.Şimdilerde ise bir kavga var "O" yer üzerinde.Büyük Şehir Belediyesi bölgeyi ihaleye çıkardı. İhaleyi son zamanlarda yıldızı parlayan firmalardan biri kazandı. Böylece “Kuşdili Çayırı Sabit Pazar, Kültür ve Rekreasyon Merkezi Kentsel Tasarım Projesi” hayata kondu.Pazarcılara bir yer gösterildi, "hadi bakalım çıkın buralardan" dendi.
PROJESİ ÇİZİLMİŞ BİLE: 50 milyon dolara mal olması hesaplanan projeye göre pazar, 45 bin metrekarelik alanda 22 bin metrekareye kurulacak. Alışveriş ve yemek alanlarının üzeri dev bir kubbeyi andıran çadırla kapatılacak. İçinde pazar tahtası esprisine uygun üç cepheli dükkânlar bulunacak. Kubbenin ortasında yükselen kulenin tepesinde ise 700 metrekarelik özel bir restoran yer alacak. 300 bin araçlık otopark, sinema, tiyatro, çocuk eğlence merkezi ve spor alanları da bulunacak. Zemin katta geleneksel sokaklar, meydanlar oluşturulacak. Ayrıca yiyecek içecek üniteleri için birimler olacak. Her sokakta ayrı bir ürün grubu hizmet verecek.
TAM BİR CAZİBE MERKEZİ: Salı Pazarı'nın kurulduğu Kuşdili Çayırı'nın kuşbakışı görüntüsü. Etrafında hiç boş alan kalmamış. Tam bir cazibe merkezi haline gelmiş.
Pazarcılar ve Seyyar Esnaf Odası 2 bin 400 pazarcıyı ilgilendiren ihalenin iptali ve yürütmenin durdurulması için dava açtı.
Kuşdili Çayırı'nın 2002 yılında Anıtlar Kurulu tarafından doğal SİT alanı olarak ilan edildiğine dikkat çeken Mimarlar Odası “Orası yeşil alan olarak kalmalı" dedi.
"O onu" dedi "bu buna itiraz etti", ama sonuç her zaman olduğu gibi sıfıra sıfır görünüyor.
Belediye bir kere oraya göz koydu ya mutlaka oraya bir şeyler yapacaktır.
Sonuç olarak temennimiz, çocukluğumuzda “nefes almak için” gittiğimiz Kuşdili Çayırının yine o bölgenin nefes aldığı bir yer olmasıdır.

10 Kasım 2008

Atam. “Sessiz güç” devrimlerini yaşatacak!...

Sevgili Atam;
"Ayrık otları" senin zamanında da vardı, bugün de var ve yarın da olacak.
Olsun.
Buna karşı senin yarattığın “SESSİZ VE KÖKLÜ GÜÇ”, devrimlerini sonsuza kadar yaşatacak.
Rahat uyu, Sevgili Atam!...

4 Kasım 2008

Atatürk sevgisini kimse söküp atamaz!..

Cağaloğlu’ndaki Hürriyet’te ve Günaydın’da çalıştığım dönemlerde çok bunaldığımız anlarda arkadaşlarla işi bırakır, 10-15 dakikalığına Gülhane Parkı’nı bir dolaşır sonra işe dönerdik. Orada teneffüs ettiğimiz temiz hava bize doping etkisi yapardı.
Medya İkitelli’ye taşınınca, Gülhane Parkı ve Sultanahmet ancak hafızalarımızda kalmıştı.
Geçen gün eşimle nostalji gezisi yaptık, Sultanahmet’te köfte yedik, Gülhane Parkı’nı gezdik.
Gülhane Parkı’nın yeni halini sizlere ayrı bir yazıda anlatacağım.
Şu aralar bir Mustafa belgeseli yapıldı ya. Sözde Atatürk’ün insani yanını gösteriyorlarmış. Sevsinler bu “ticari filmi” yapanları. Ben seyretmedim, seyretmem de. Para kazandırmam onlara. Bize insani yanı mı gerekli, yoksa ilkeleri mi?
Parkı gezerken yolun sol yanına yeni konmuş Atatürk heykeli dikkatimizi çekti.
Ben de fotoğrafını çekmek istedim.
O sırada bir anne kız, heykelin yanındaydı. Bekledim ve küçük kızın Ata’sıyla annesine verdiği pozu ben de fotoğrafladım.
Evde bilgisayarda fotoğrafı büyütünce o müthiş “doğal sevgi”yi yakaladım.
Küçük kız annesine poz verirken, bir yandan da Atatürk heykelindeki eli okşuyordu.
Ne abartı vardı bu sevgide, ne de zorlama.
Fotoğrafı eşime gösterdim şöyle dedim:
“Kim uğraşırsa uğraşsın, -zaten seksen beş yıldır uğraşıyorlar- bu sevgiyi kimse söküp atamayacak!”
Bu fotoğraf bunun en güzel kanıtı!!!!!
Genç Bakış programındaki gençlerin, filmi yapan ve süklüm püklüm cevap vermeye çalışan belgeselciye sordukları o "müthiş" soruları görünce içim çok rahatladı.
Tekrar ediyorum; kim ne yaparsa yapsın "o sevgi" sonsuza kadar yaşayacak.

2 Kasım 2008

Tezgahlarda bir Çin kökenli daha: PORTAKAL

Çarşı pazara çıktığınızda ne kadar çok Çin malları ile karşılaşıyoruz değil mi?
Her sektörü, ahtapotun kolları gibi sarmışlar.
Şaşıracağınız bir bilgi de ben vereyim size. Bugünlerde tezgahlarda yerini almaya başlayan "portakalın anavatanı da Çin".
Biz portakalın Akdeniz ülkeleri meyvesi olduğunu bilirdik ama o da bugün piyasayı dolduran mallar gibi taaa Çin'den kalkıp gelmiş.
Bir başka bilgi portakal dünyada en çok tüketilen ikinci meyve. Birincisi tabii elma.
Portakal önemli bir askorbit asit kaynağı. C vitamini yönünden çok zengin olduğunu hepimiz biliyoruz.
Portakalın suyu da meyvesi gibi çok tüketiliyor. Kabuğu da işe yarıyor. Kabuğundan parfüm yapılıyor, şeker sanayinde kullanılıyor.
Pastalarda, tatlılarda kullanıldığını ayrıca, reçel yapımında da kullanıldığını unutmayalım.