29 Temmuz 2010

Bu kez "Keramet'te evlilik var"!

Gelenek ve göreneklerimizin yaşatıldığı köy düğünleri yavaş yavaş tarih oluyor. Son zamanlarda eğer yazsa yemekli kır düğünleri, kışsa yemekli salon düğünleri gözde. Takılar bile artık gelin ya da damada takılmayıp küçük bir kesenin içine bırakılıyor. Kimi stadyumda evleniyor, kiminin hayali balonda evlenmek, kimisi de 'evet' demekte bile zorlandığı denizaltını tercih ediyor. Bu tercihleriyle gazetelere konu oluyorlar. Bizim size anlatacağımız düğünse, bu kadar uç değil, Orhangazi'nin Keramet Köyü'nde sade bir düğün. Düğün yolculuğumuza eşlik etmek isterseniz buyurun:
Yenikapı'dan 13.30'da bindiğimiz feribot, saat 15.00'de Yalova'da oluyor. Neredeyse yarım saat sonra Orhangazi'ye geliyoruz. Orhangazi Keramet arası yaklaşık 20 km. Köy meydanındaki asırlık çınarlar karşılıyor bizi. Köy, daha çok zeytincilikle geçiniyor. Köyün, Ilıca denen şifalı kaplıcasının romatizma, siğil, egzama gibi hastalıklara iyi geldiği söyleniyor. Açık havuz gibi olan kaplıcaya kışın da girmek mümkün. Ilıca'nın kükürtlü olan suyu, yörenin en güzel zeytinlerinin Keramat'te yetişmesine yardımcı oluyor. Eee, her işte vardır bir keramet.. Bizim düğünde de keramet vardır inşaallah diyoruz.
Halaybaşı, mendil yerine Yeni Rakı salladı.
Biz kız eviyiz. Keramet Köyü'nde düğün davetiyesi kına. Küçük keseciklere konan kına, kapı kapı dolaşılarak yakınlara verilirken, "kınamıza, düğünümüze bekliyoruz" deniyor. Düğün gününden bir gün önce tüm köy yemeğe davetli. Yemeğe, tellal bağırarak davet ediyor. Biz düğün evine gittiğimizde bahçeye konan masalarda yemekler yeniyordu. Kapıda gelin ve damat karşıladı bizi. Hemen biz de yemeğe buyur edildik. Büyük kazanların başında aşçı, tabaklarımıza et, patates kızartması, nohutlu pilav ve Kemalpaşa tatlısından oluşan yemeği koyarken, düğüne yardımcı komşular da zeytin ve lokum getirdiler sofraya. Lokum denince bildiğimiz lokum gelmesin aklınıza. Bu, ekmek benzeri bir şey, lokum kokusu denen bir baharat, mayalı hamur ve cevizle yapılıyor. Lezzetli bir yemeğin üzerine, temiz havayı soluyarak içtiğimiz çayla yorgunluğumuzu atıyoruz.
Kına dönülürken türküler söylendi.
Şimdi sıra Kına gecesi'ne hazırlanmakta. Gelinin kına gecesi kıyafeti, fuşya rengi bir tuvalet, bir de kına yakılırken giyeceği 'kaftanı' var. Kırmızı, sırma işlemeli bir kaftan. Kına, açık havada değil, köyün bu tür davetler için hizmet veren bir salonunda yapılacak. Gelinimizi kına gecesi için hazırladık. Herkes telaşlı. Ben de kırmızı elbisem ve fotoğraf makinesi çantamla kına gecesi için hazırım. Yürüyerek ulaşıyoruz salona. Salonun dışında köyün gençleri bekliyor. Gelin ve damat burada da kapıda karşılıyor gelenleri. İçerisi müzikten yıkılıyor. Yaşlılar gençler, çocuklar.. Salonun ortası henüz boş, çocuklar koşturuyor oyun alanında. Bir bayan kameraman tüm olanları şimdiden görüntülemeye başlamış. Biz ne hikmetse tam müzik aletlerinin dibine yerleşiyoruz. Ertesi gün bile kimimizin kulağında telefon çalması, kimimizin çağlayan sesi duyması bu yüzden. Bir çoğunu tanımadığım yüzler "hoşgeldin" diyor. Duyduğumdan değil, dudak hareketlerinden anlıyorum. Meramını anlatmak isteyen elini siper edip diğerinin kulağına eğiliyor. Karşı taraf bir kulağını kapayıp dinliyor gibi yapıyor ama nafile. Sonuçta iki taraf da anlamış gibi ya baş sallıyor ya tebessüm ediyor ama kimsenin sesten bir şey anladığı yok. "Müziğin sesini biraz kısın" diye işaret ediyorum, 'tamam' diyor baş hareketiyle müzisyen ama nafile. Ben en iyisi işime bakıp, fotoğraf çekeyim.
Buraları, oraları aratmıyor
Salonun ortasında gelin, arkadaşları ve akrabalarıyla oynuyor. Erkek evi onları yalnız bırakmıyor. Düğünlerin, kız ve erkek tarafının kaynaşmasında etkisi olduğu kesin. Biraz sonra klasik oyun havaları yerini disko müziğine bırakıyor.
Gelin davul, zurnayla evinden alındı.
Salonun için rengarenk ışıklarla doluyor. "Müziğin kulaklarımızı harap etmesinin ardından ışıklar da gözlerimizi bitirecek herhalde" diyorum, kendi kendime. Bütün gençler zıplıyor, hopluyor, parmaklar havada, bir o yanı, bir bu yanı işaret ediyor. "Nasıl, buraları sizin oraları aratmıyor di mi?" diye bağırıyor kulağıma, bir tanıdık. Başımı sallıyorum, gülerek.
Kına gecelerinde dağıtılan kuruyemişin yerini, burada ambalaj içine yerleştirilmiş lokum ve zeytin alıyor. Kadınlar sepetlerin içindeki lokum ve zeytinleri davetlilere dağıtıyor. Derken köyün gençleri çağırılıyor içeriye, damatla birlikte. Sigara ağızlarında oynuyor 15-16 yaşlarındaki gençler. Sigara yasağı burada geçerli değil. Sonra hepimizin etrafında halay çekiyorlar. Halay başının elinde mendil yerine Rakı şişesi. Gençlerin vurduğu yerler inliyor. Gelin bu arada kaftanını giymeye gidiyor.
Gece yarısına yaklaşırken kına zamanı geliyor. Kırmızı örtüsü, kaftanı ve kırmızı terlikleriyle gelin geliyor. Bir sandalyeye oturan gelinin etrafında yakınları kına dönüyor. Gelinin eline kına yakılırken, o bildik hüzünlü türkü söyleniyor, hep bir ağızdan:
"....Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim, hem annemi hem babamı, ben köyümü özledim..."
Gelinin annesi ve anneannesi hıçkıra hıçkıra ağlıyor, hüzün tüm salonu kaplıyor. Gelinin ellerine kına yakıldıktan sonra dağılmasın diye kırmızı kesecikler geçiriliyor.
Damadın, gelinin yüzündeki örtüyü kaldırmasıyla hüzün yerini neşeye bırakıyor. Gelin ve damat bu gecenin son oyununu oynuyor. Yakınlar, gelin ve damatla fotoğraf çektiriyor. "Bir mutlu gecenin daha sonuna geldik" diyen müzisyen, kına gecesinin bittiğini ilan ediyor. Gelinle damat arabalarına biniyor.
Biz de evimizin yolunu tutuyoruz.
Gelinle aynı evde kalıyoruz. Evdeki son gecesini rahat geçirmesi lazım. Ama yatılı misafir o kadar çok ki...Hepimizin uyuması saat 3'ü buluyor.
Kuş yuvadan uçuyor
Bugün büyük gün. Yaşamını geçirdiği evden ayrılacak bugün kızımız, yuvadan uçacak kuş...
Önce kahvaltı, sonra kuaför, gelinlikle eve gelme, davulla kız alma ve akşama Orhangazi'deki salonda düğün. Bugün yapılacak işlerin sırası böyle.
Gün boyu misafirler ağırlanıyor yine. Yakın köylerden gelen akrabalar, akşam düğüne gelemeyecekler, köylüler gün boyu gidip geliyor. Saat 18.00 gibi kızımız geliyor nihayet. Çok güzel olmuş. Herkes özenerek bakıyor. Maşallah..Annesiyle, babasıyla, kardeşiyle fotoğraflarını çekiyorum. Çaylar içilirken davul sesleri duyuluyor. Damat ailesiyle birlikte gelmiş. Kapının önünde davul ve zurnalar çalınırken, evin içinde baba, üç kere kırmızı kurdela doluyor çok sevdiği kızının beline. Bu kırmızı kurdelanın kızını, ondan ayıracağını bile bile. Buğulanan gözleri, biricik yavrusuna sarılmasıyla pınar oluveriyor.
Kapının önünde gelin ve damadın mutlu olması için dua ediliyor. Hepimiz avuçlarımızı açıp, mutluklar diliyoruz, allahtan.
Düğün de çok güzel geçiyor.
Evlilikte keramet vardır derler ya. Ne diyelim onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine...

24 Temmuz 2010

Rengarenk, rengarenk Adrasan

Adrasan yazılarına pardon gezilerine devam... Geçen yazıda Adrasan isminin güzelliğinden bahsetmiştim ya. Adrasan adı, 'ada arası'ndan geliyormuş. Eee, biz de bu isme haksızlık etmemek için mekik dokuduk adalar arasında. Bu seferki rotamız Olympos ve yol üzerindeki koylar; Fosforlu Mağara, Korsan Koyu, Sazak Koyu, Ceneviz Koyu ve Olympos sahili. Ramazan Kaptan'ın teknesinde bir önceki günden yerimiz hazır. Teknenin üst kısmı kapılmış bu kez ama alt kat, tümüyle bizim. Kaptan'ın, yeğenim Orhun'la yaşıt kızı Sude de teknede. İlk durağımız Fosforlu Mağara. Denizin içinden yüzerek girdik içeriye. Elimize fener verdi kaptan, denizin dibi gerçekten fosforlu gibi görünüyor, dipte bir sürü siyah balık. Gözlük takmadan üstten görebiliyoruz balıkları, keyfimize diyecek yok. Kaptan'ın dediğine göre daha ileriye gitmeye cesaret edenler kendilerini de suyun içinde fosforlu görebiliyorlar. Bunu yapamıyoruz ama aklımızda kalıyor. Mağaranın daha ilerilerine foklar gelip yumurtalarını bırakıyorlarmış, belli dönemlerde. Fosforlu Mağara'ya foklar yumurtalarını bırakıyor..
Hadi artık denizden çıkma zamanımız geldi, bu güzelliği bırakıp nasıl çıkacağız.. "Bizi burada bırakıp, dönerken alın" mı desek acaba kaptana. Neyse yeni yerler görmenin heyecanıyla yola devam. Derin mavide beyaz köpükler bırakarak ilerliyoruz. Biraz sonra Sazak Koyu'nda olacağız. Burada çok boncuk varmış, öyle diyor Sude. Boncuk dediği deniz kabuklarıymış meğer. Bizim çocuklar çok sevindiler, dalıp çıkaracaklar. Sazak Koyu'na kıyıdan erişim var. Kıyıdaki bir kaç piknikçi ve bırakılan çöpler bunun kanıtı. Burasının denizi kum, altımızda yürüyen yengeçleri görebiliyoruz. Kaptanın 9 yaşındaki kızı Sude, kaptan olma yolunda ilerliyor.
Kıyıdaki çamların rengi, denizin üstünde, o yüzden burası yeşil. Kıyıdan biraz tepeye doğru yürürsek tatlı suya ulaşacağımızı söyledi kaptan ama çok çekmiyor bizi kıyı. Hepimiz tekneden denize girmeyi yeğledik yine. Kaptan ile 'Caner Abi' de bu arada levrek tava, havuçlu pilav ve meşhur salatadan oluşan yemeği hazır etmişler. Yine afiyetle yedik. Bu seferki yemek de Kaptan eşinin bizim için yaptığı 'boy boncuklu' biber dolması da var. Boy boncuğu bir çeşit ot, pişerken dolmanın üzerine konuyormuş, dolmaya çok güzel bir rayiha vermiş.
Sazak Koyu, bonuk zengini
Çocuklar, çıkardıkları boncuklar için kavga ederken, 'Caner Abi' teknenin ipini çözdü. Şimdi Olympos'a doğru yol alıyoruz. Hava biraz bulutlu. Denizin mavisi ve bulutların güzelliği, çok güzel fotoğraflar için ortamı oluşturmuş, bana deklanşöre basmak kalıyor. Seneler önce karadan gittiğimiz Olympos, eski tadı vermiyor. Dalgalı tertemiz, turkuaz bir denizdi benim beklediğim. Dalga yoktu, turkuaz renk de yeşile dönmüştü. Ağaç evlerde kaldığı izlemi edindiğim gençler, kayalıklardan ardı ardına denize atlayarak gösteri yaptılar. Ramazan Kaptan bu yılki selin kıyıdan sürüklediği toprağın denizin rengini değiştirdiğini söyledi. Sel, aralarında traktörlerin de olduğu 20-25 aracı denize sürüklemiş. 10'a yakını bulunamamış bile. Çıralı'yı denizden gördük. Girenlerin söylediğine göre deniz "buzzz gibi". İlk defa canım girmek istemiyor.
Tekne burnunda gitme keyfi ...
Olympos'tan geri dönüyoruz. Şimdi gençleşme zamanı. Ceneviz Koyu'na doğru ilerlerken, bilgi alıyoruz. Bu koydaki çamur insanı en az 10 yaş gençleştiriyormuş. Yaşasın.. Ceneviz Koyu da Sazak Koyu'na benziyor. Karadan da erişimi var. Biz yüzerken Caner, karadaki bitkilerin köklerinden özel bir çamur çıkarıp kovaya dolduruyor. Kıyıya çıkanlar ellerini bandıra bandıra yüzlerini vücutlarını çamurla kaplıyor.
Olympos'taki kayalar gençlerin atlama yeri..
Teknedeki Kahramanmaraşlı komşumuz bir an önce gençleşmek için çamur kovasına batıp çıktı sanki, sadece gözlerini görebiliyoruz. On yaşındaki oğlu kaptanın sözlerini ciddiye aldı, bas bas bağırıyor: "Ben sürmem, ben sürmem 10 yaş gençleşirsem yok olurum".
Ceneviz Koyu'ndaki çamur 10 yaş gençleştiriyormuş..
Herkes birbirine gülüyor. Biz kıyıda gençleşme iksirinden pet şişeye dolduruyoruz. Üzerimizdeki çamurdan kurtulmak kolay olmuyor. Ama gençliğe ulaşmak da kolay değil. Çamura bulandıktan sonra, teknedekiler birbiriyle artık daha samimi. Burada çaylarımızı içiyoruz, yanındaki bisküviler de gençleşme çabalarımızın bonusu.
Korsan Koyu nefis.. .
Günün en çok keyif aldığım yeri Korsan Koyu. Tertemiz, pırıl, pırıl bir deniz, laciverte çalan, turkuaz bir renk. Denizin dibinde farklı özellikte kayalar, kayalılarda balık sürüleri..İşte bu son durak kaymaklı ekmek kadayıfı oldu. Nefis..Tavsiye ederim.
Dalma ayrı bir keyif...
Teknemiz dönerken kaptan bol neşeli bir müzik koyuyor. Bu yıl teknelerin gözde müziği Sertap Erener'in rengarenk'i..Bu bilgiden de mahrum kalmayın istedim, bakarsınız lazım olur.
Deniz rengarenk, Adrasan rengarenk, gökyüzü rengarenk...

17 Temmuz 2010

Bir saklı güzellik:ADRASAN

Suluada su altında balık avlamak için de uygun..
Tatilimizin bu yılki durağı Adrasan'dı. "Nereye gidiyorsunuz" diye soran arkadaşlara "Adrasan'a" deyince, "Orası neresi?" sorusuyla karşılaştık. İsmi güzeldi ama; ADRASAN!
Tatil için bayağı havalı. Bir adı daha var: Çavuşköy..
Bir an havası söner gibi oldu değil mi? Neyse burası Antalya'ya 90 km uzaklıkta, Olympos'un biraz batısında şirin bir koy. Pek bilinmiyor olması biraz da yolunun zorluğuna bağlı galiba. Dağların arasından geçerek 18 km'lik dolambaçlı bir yolla sahile iniyorsunuz. Denizi tam da sahile vardığınızda görüp şaşırıyorsunuz. Bizim gittiğimiz otelin adı Aslıhan Otel. Aslıhan Otel, üç katlı şirin bir mimariye sahip evlerden oluşuyor. İlk kat, tek ailelik. Üstteki iki kat ise dubleks. Burada iki aile çok rahat kalabilir. Biz kardeşimle birlikte çocuklar dahil 7 kişi kaldık. Aslıhan Otel ve İkizler Motel'i Rıza ve Mehmet kardeşler işletiyor.
Önce bungalovlardan oluşan İkizler Motel'e son bir kaç yıldır Aslıhan Otel'i de eklemişler. Aslıhan ikiz kardeşlerin anneannelerinin adıymış. Rıza Bey'in 6 aylık şirin kızının adı da Aslı. Peki ben bu kadar özel bilgiyi niye veriyorum. Çünkü insan burada kendini aileden biriymiş gibi hissediyor. Rıza ve Mehmet Bey, yemek servislerini bile kendileri yapıyorlar. Personel de titiz, hızlı ve cana yakın.
Sırtını Bey Dağları'na dayayan Adrasan'ın 2 km'lik bir kumsalı var. Deniz bazı yerlerde sığ, bizim kaldığımız yerde ise bir kaç kulaç sonra derinleşiyor. Tıpkı bizim sevdiğimiz gibi. Denizde yüzerken sabah saatlerinde gökyüzünde bir kaç yamaç paraşütünü görmeniz olası. Burası yamaç paraşütü, su kayağı, dalış sporları için uygun. Rüzgar çoğu zaman sabahları denizden karaya, öğleden sonra karadan denize doğru esiyor. Bu nedenle eski yıllarda yelkenliler bu koya yanaşamayıp medeniyetlerini de Olympos, Antalya gibi limanlara taşımışlar.
Suluada'da yüzmek ayrı bir keyif.
Tatilimizin en keyifli kısmı (yemekler dışında) tekne gezileriydi. Yörenin karadan gidilemeyen güzel koyları olduğunu duyduk. Nereye kiminle gitsek derken otel komşumuz "İlla da Ramazan Kaptan ve illa da Suluada" dedi. Rıza Bey'den rica ettik, bize Ramazan Kaptan'ın teknesinde yer ayırttı. Ramazan Kaptan işini severek yapan güleryüzlü, cana yakın; yardımcısı, çocukların 'Caner Abi'si de öyle.. Antalya'ya inerken Atatürk'ün kayalara yazılan şu sözü bizi çok şaşırtmıştı: "Şüphesiz ki dünyanın en güzel yeri Antalya'dır".
Dalgaların oyduğu kayalar..Burada denizin 20-25 metre altındaki balıkları izlemek mümkün..(üstte ve alttaki fotoğraflar)
Acaba gerçekten söylemiş mi diye düşünmüştük. Ama Suluada yolunda ve gördüğümüz tüm koylarda biz de "Şüphesiz dünyanın en güzel yeri Antalya'dır' deyip durduk. Amerikan Koyu, Fener derken Suluada'ya vardık. Ramazan Kaptan yolda "Suluada Maldivler gibidir" dediğinde 'güzel deniz delisi' olarak çok heyecanlanmıştık. Maldivler'i görmedik ama fotoğraflardan biliyoruz. Galiba haklı diye düşündük, turkuaz rengi su ve siyah beyaz kumunu gördüğümüzde. Turkuaz sulara kendimizi bıraktığımızda yılın bütün yorgunluğu su gibi akıp gitti üzerimizden. Daha çok denizi hissetmek için; daldık, kayaların arasından geçtik, yine daldık, yine yüzdük...
Ramazan Kaptan adadan çıkan buz gibi tatlı suyla yabancı turistlere duş yaptırdı.
Kumuna hayran kaldık, kaptandan aldığımız pet şişenin içine siyah, beyaz inci gibi kumlardan doldurduk, belki İstanbul'un kışında bakar da avunuruz diye. Yemeklerimiz de en az deniz kadar güzeldi. Levrek tava, Kaptan'ın karışık salatası, Caner'in fesleğen soslu makarnası..Bir başka koyda buzlar içinde karpuz ve kışın bile yiyemediğimiz sululukta portakallar..
Oğlumla derin mavi sularda çay keyfi yaptık..
Peki niye Suluada bu adanın ismi. Adada çıkan tatlı sudan. Şimdi sırada bu suyun kaynağına gitmek var. Adanın etrafını teknemizle dolaşıyoruz... Sarp kayalar, mağaralar, dalgaların ince ince oyduğu kaya oluşumlarında hep deklanşöre basıyoruz. Buralarda denizin 20 metre altındaki balıkları görebiliyoruz. Şifalı suyun kaynağına ulaşmak için keçi gibi olmak lazım galiba. Ama teknede meraklı çok, özellikle oğlum ve yabancı turistler. Kaptanımız alışık bir çırpıda çıkıyor. Şişelerle alınan suyla çay yapılacak. Ama önce buz gibi suyla yabancı turistlere, duş yaptırıyor Ramazan Kaptan. Biraz titrediler galiba.
Adanın şifalı suyuyla yapılan çay, tamam. Çay zili çaldı ama ben ve oğlum denizden çıkmak istemiyoruz. "Kaptan biz burada içsek olmaz mı ?" diyorum şaka yollu. Bakıyorum kaptan ciddiye almış. Biraz sonra derin mavi sularda oğlumla birlikte sıcacık çayımızı yudumluyoruz, bir gram bile deniz suyu karıştırmadan.
Ramazan Kaptan.
Maalesef, bu pırıl pırıl kumsalları bile kirletmeyi becermişiz..
Haydi artık tekne kalkacak, gün batımına doğru denize girmenin keyfini de Fener Burnu'nda çıkarıyoruz. Sabah giderken kayalıklarda balık avlaması için bıraktığımız arkadaşı, dönüşte buradan alıyoruz. Zıpkınla vurduğu balıkların fotoğraflarını çekenler var.
Adrasan Koyu'na girerken deniz ve güneşin tatlı yorgunluğunu hissediyoruz.
Hafif bir rüzgar esiyor, kıyıda çocuklar oynaşıyor, güneş dağların ardına kaçmak için dakikaları sayıyor.
Otelimize girerken nefis yemek kokuları geliyor..
Bu yazıya para kelimesini katmak istemedim ama meraklısı için tekne turları yemek dahil, içkiler hariç kişi başı 35 TL..

15 Temmuz 2010

“Biz ne yaptık şimdi?”

Bu blog da zaman zaman elektronik posta yolu ile dolaşan ilginç yazılara yer veriyorum. İşte onlardan biri:
"Günlerden bir gün şeytanın yolu bir köye düşmüş. Keyfi yerinde olan şeytan, sırtını bir ağaca dayamış ve buzağısı kazığa bağlı olan ineği sağan genç bir kadını uzaktan izlemeye başlamış.
Şeytan, kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp kazığa bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş. Buzağı bu, az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha fazla dayanamamış. Buzağı yerinde debelendikçe boynundaki ip biraz daha gevşemiş ve sonunda yular hepten çözülmüş.
Koşarak annesini emmeye giden buzağı, süt kovasına çarpmış ve bütün sütler yere dökülmüş.
Sağdığı süt ziyan olunca siniri tepesine çıkan genç kadın, eline geçirdiği odunu buzağının kafasına vurmasıyla yavru kan içinde yere yıkılmış.
Yavrusuna saldırılmasına kayıtsız kalmayan inek bir tekmede kadını yere serip öldürmüş.
Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi, ineğin gelinini öldürdüğünü görüp, elindeki tüfekle ateş ederek ineği öldürmüş.
Silah sesini duyan koca koşup gelmiş. Karısını yerde cansız yatar, babasını da elinde tüfekle görünce, belinden silahını çekip, tek atışta babasını öldürmüş.
Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam bu kadar acıya dayanamayacağını düşünüp, bir kurşun da kendi kafasına sıkarak canına kıymış.
Bütün bu olayları bir kenardan izleyen şeytan, Bu felaketi de bana yüklerler. “Buzağının ipini gevşetmekten başka ben ne yaptım şimdi” demiş.
........
Kıssadan şu hisse:
Son zamanlarda kurumlar arasındaki sinsi savaşı önlemek bir yana, daha da ateşlenmesi için körüklemeye devam eden AKP, olayların birinci sorumlusu olarak buzağının ipini gevşetmiştir. Süt kovası desen, çoktan devrildi. Peşinden oluşacak her türlü kötülüğü siyaset cambazlığıyla başka yerlere yamamak isteyip pişkince soracaklardır:
“Biz ne yaptık şimdi?”

11 Temmuz 2010

Rumelifeneri’inde kör taşın tapusu!

Yanlış hatırlamıyorsam 1995 yılıydı. O yıl Karadeniz de palamut çoktu. Yalçın ağabeyimin Kılçık isimli teknesi Fener’de duruyordu.
Bizim biraz uzatmamız vardı. Ali ağabeyimin uzatmalarıyla birleştirdik ve denize çıkmaya başladık.
Şansımız iyiydi, çok güzel balık tutuyorduk. Ağları biraz daha büyütelim dedik.
Necmi Ağabey de iki boy ağ yaptı, onu da ekledik. 6 boydan fazla ağımız olmuştu.ani bayağı süver takım olmuştuk.
Kaptan ve reisimiz Ali Ağabeydi. Ekip ise harikaydı. Ben, amcam, Necmi Ağabey, Ali Ağabey ve Şevki.
Arada bir Harun’da bizimle geliyordu.
Denizin en iyi ekibi bizdeydi. İyi de balık tutuyorduk.
Yine böyle bir akşam ağları kurduk ama hemen hava bozdu, çabucak ağları toplayıp Fener’e geldik.
Fener’de limanın ortasında “kör taş” dediğimiz, suyun 20 cm kadar altında bir taş vardır. Ali ağabey dümende ben de kaptan köşkünün kapısının dışında onunla bir şeyler konuşuyordum. İleri doğru baktığımda kör taşa gittiğimizi fark ettim.
“Ali ağabey kör taşa gidiyorsun” diye birkaç kez uyardım ama o hiç oralı olmadı, sanki basireti bağlanmıştı.
Kızağa çıkar gibi kör taşın üzerine çıktık. Ne kadar uğraşsak tekneyi yüzdüremedik.
Limana giren Bandırmalı bir tekne halat attı, bizi çıkardı.
İskeleye yanaştık. Ertesi gün fırtına devam ettiği için ağları rıhtımda bakıma aldık.
O gece Necmi ağabey denize gelmemişti, taşa oturduğumuzdan haberi yoktu.
Ali ağabeyimin en büyük korkusu da Necmi’nin onunla dalga geçmesiydi. Necmi ağabey yanımıza geldi, selam verdi.
Ali ağabey hemen atıldı; “nereden duydun, bu millet hiçbir şeyi saklayamıyor”.
Necmi “neyi duydum” diye sordu.
“Kör taşa” çıktığımı da” diye cevap verince “yahu sen kendini ihbar ettin, şimdi sen söyledin, senden öğrendim” dedi.
Tabii Ali Ağabey küplere bindi .
Bu olaydan 4-5 yıl sonra Şevki bizim tekneyle iskelenin bir tarafından kalkıp öteki tarafa geçerken kör taşa çıktı. Ali ağabeyim olayı evden görmüş ben de tepeden bakıyordum.
“Kaptan Kaptan” diye bağırarak bana doğru koşarak geliyor ve “tapuyu verdim, tapuyu verdim” diyordu.
Ben “ağabey ne tapusu” diye sorunca “kör taşın tapusunu Şevki’ye verdim diye” bağırıp seviniyordu.
Meğerse bizim özellikle Necmi Ağabeyin dalga geçmesi ona çok dokunmuş, gururuna yedirememiş, devamlı birinin kör taşa çıkmasını kolluyormuş.
Allah rahmet etsin.Nur içinde yatsın.
Aramızdan çok erken ayrıldı,Ondan sonra pek neşemiz kalmadı. Sıkıldığımızda şakalarımızı büyük bir olgunlukla karşılıyor ve bize moral veriyordu.

BALIKÇILIKTA NEREDEN NEREYE! TARİHİ BİR FOTOĞRAF: Teknolojinin gelişmediği yıllarda balıkçılar kancabaş denilen alamana kayıkları ile gırgır ağını serip toplarlardı. Radar olmadığı için tutulan balık sayısı azdı ve balıklar her yıl çoğalabiliyorlardı.
Orkinos avlamak için Akdeniz’e giden tekneler, yasağın başlamasıyla dönüşe geçtiler ve ilk tekneler İstanbul’a geldi.
Rumelifeneri’nde balıkçı kahvesinde 80’li yaşlarda olan büyüklerimizle, eski balıkçılıklarla ilgili sohbet ettik.
1940’lı, 1950’li yıllarda Fenerbahçe ve Beykoz dalyanlarında çalışan bir büyüğümüz, dalyanlarda özellikle orkinos ve kılıç yakaladıklarını anlatıyordu.
Fenerbahçe dalyanında bir seferde 203 tane orkinos yakaladıklarını, balıkların her birinin ortalama 400 kg. civarında olduğunu anlattı.
1960’lı yıllarda İstanbul boğazında Rumeli Kavağı ve Anadolu Kavağı’nda gerektiğinde Boğazı kapamak amacıyla döşenmiş mania ağları vardı.
Bu çelik ağların bir tarafı şamandıralarla suyun yüzünde tutuluyor, diğer tarafı ise dibe kadar uzanıyordu. O ağların Anadolu tarafındakilerin güneyine kılıç ağları seriliyor ve kılıç balığı yakalanıyordu. Ayrıca Marmara’da oltayla orkinos tutuluyordu.
Normal sezonda palamut ve uskumrunun içinden orkinos çıkardı.
Haziran, temmuz aylarında Rumeli feneri, Poyraz gibi balıkçı köylerinden zıpkınla kılıç avlamak için Marmara Denizi’ne gidilirdi.
Şimdilerde ise taaa Kıbrıs, Tunus, Cezayir’e orkinos avlamaya gidiliyor. Bu gidişle Akdeniz’de bitecek, Okyanuslara çıkılacak.
Sonuç olarak doğanın tahribatına bizde yardımcı olarak sonumuzu getireceğiz.

8 Temmuz 2010

Anayasa Paketindeki CİNLİKLER!

ŞAŞIRTAN GÖRÜNTÜ: Fotoğraf herkesin geçtiği yol üzerinden çekildi. Yoldan geçenler bu şaşırtıcı görüntüye bir türlü anlam veremiyorlar. Öyle ya bir araba ve üstünü örten! bir ağ.
Yazlıktaki evin yanında bir garajımız var. Kardeşimin arabasını genellikle oraya sokuyoruz. Karadenizliyiz ya üzerine de ağ geriyorum. Yoldan geçenlerin çoğu “aaaaa”. Diyorlar. “Arabayı güneşten ve tozdan korumak için üzerine ağ germişler”. Fısıldaşmaları, gülüşmeleri duyuyoruz. Bazıları da “herhalde bu evde bir Karadenizli oturuyor” diye espriyi patlatıp gülüşüyorlar.Doğru olarak bildikleri evin gerçekten Karadenizlilere ait olduğu. Tam laz fıkrası gibi değil mi? Biliyorsunuz çoğu laz fıkraları Karadenizlilerden çıkar, yayılır. Kendinle alay etmenin içinde “cinlik” vardır, zeka vardır.Bizimkisi de aynen öyle.İşin aslı ise şöyle:Bitişik komşunun yıllanmış erik ağacı tam arabanın üzerinde. Küme küme erikler düşmeyi bekliyor. Toplanacak mesafede de değil. Erikler olgunlaşınca dalından kopuyor ve arabanın üzerine “pat” diye düşüyor.Ben de alay edilmesine aldırmadan ağı gerdim. Ta ki erikler bitene kadar ağ öylece kalacak.Bir taşla iki kuş vuruyorum.Birincisi erikler arabanın üzerine düşmüyor.İkincisi ağa düşen erikleri toplayıp afiyetle yiyoruz.Üstelik ilaçsız, organik bedava erikleri.Onun için diyorum ki gördüğüz her şeye hemen inanıp karar vermeyin.Siz siz olun önünüze konan içinde “cinlikler” bulunan ANAYASA PAKETİ’nin içini iyice öğrenmeden karar vermeyin.
GÖRÜNTÜNÜN ASLI: Ağın hemen üstünde erik ağacının dalları var ve erik dolu. Olgunlaşan erikler yere düşmüyor, arabanın üzerine düşüyor. Ağ bu düşen erikleri tutuyor.

4 Temmuz 2010

Hacı Bektaş Veli ve Köy Enstitüleri!

Yaz gelince insan okumaya daha çok zaman ayırıyor. Son okuduğum kitap Cumhuriyet ‘in ek olarak verdiği , 1997 yılında basılmış bir kitap. Yazarı Baki Öz. İsmi “Kurtuluş Savaşı’nda Alevi-Bektaşiler”.
Kitapta ilginç görüşler var. Bu görüşler daha çok Atatürk’ün Bektaşi öğretilerinden esinlendiği şeklinde.
Bu görüşleri tek tek sıralayacak değilim. Beni şaşırtmayan ilginç bir görüşü sizlerle paylaşmak isterim:
Köy Enstitüleri felsefesi ile Hacı Bektaş düşüncenin benzerliği.
Kitaptaki bu konudaki satırları aynen paylaşıyorum:
“Bektaşilikle Atatürkçülük arasında düşünce birliğinin en somut benzerliğini köycülük alanın da görmek olası.
Sanki Hacı Bektaş ile Mustafa Kemal köycülük düşünce zincirinin birer halkaları gibi. Aynı bakışı başka başka koşullarda, başka başka zaman dilimlerinde dile getiriyor ve yaşama geçiriyorlar.
Bilindiği gibi Atatürk’ün “…Türk Ulusunun gerçek efendisi, gerçek üretici olan köylüdür…” sözü Bektaşiliğin köycülüğü ile birleşmektedir. Atatürk, bu toplumsal yaklaşımı tarihsellik içerisinde değerlendirerek şunları söylüyor:
“Gerçekten de yedi yüzyıldan beri dünyanın dört bir köşesine yönelterek kanlarımızı akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüz yıldan beri emeklerini ellerinden alıp harcadığımız , buna karşılık her zaman aşağıladığımız; bunca özveri ve sunularına (ihsan) karşılık nankörlük, küstahlık, zorbaca uşak konumuna indirmek istediğimiz bu soylu sahibin önünde bugün utanç ve saygıyla kendimizi toplayalım”.
Hacı Bektaş Veli’nin Sulucakarahöyük’te köylü halkla birlikte oluşu; tarımla uğraşması, köylülerle birlikte üretimde bulunması, iş ortaklığı, yardımlaşma ve imece yollarını halkla birlikte uygulaması, salt tapınmayla (ibadet) zaman geçiren, yalnızlığa çekilen tekke anlayışını yıkması, halka iş öğretmesi ve üretimde bulunması , bizzat geçimini kendisinin sağlaması, köyü, köylüyü kalkındırması ve aydınlatması…Mustafa Kemal’in Köycülüğünün, köyü kalkındırma, geliştirme ve aydınlatma amacıyla kurulan “Köy Enstitüleri”nin köylere kadar yaygınlaştırılan birer iş-üretim-eğitim merkezleri olan “Halkevleri”nin anlamı , içeriği ve amacı birdi, aynıydı. Amaç üretimi arttırmak, üretmek, geçinmek, köyü geliştirmek, aydınlatmak…
13.yüzyılda Hacı Bektaş’ın yaptığıyla 20. Yüzyılda Mustafa Kemal’in yaptığı aynı. "Köy Enstitüleri” ve “Halkevleri” aynı amaçla ve aynı idealle kurulmuşlardı.
“ İnsanı yaratma, toplu üretme, toplu tüketme açısından Köy enstitüleri de Bektaşilikle buluşur
”.
İnsan, yakın tarihimizdeki alevilerin Cumhuriyetin kurulmasında ve yerleştirilmesindeki desteğini okuduğu zaman, bugünkü kavgaları, ayrışmayı ve en önemlisi Atatürk düşmanlığını çok daha iyi anlıyor.