26 Ocak 2010

Bitkilerle karların kaynaştığı an!...

Kaldığım sitenin karlı günlerde bir güzel bir de zorlu yanı var. Zorlu yanı çok kar alması ve tabiatla mücadelede zorlanılması. İyi yani görsel yanı bitkilerle karların ahengi. Bir kaç fotoğrafla bu ahengi sizlerle paylaşıyorum:

25 Ocak 2010

Sahipsiz meslek balıkçılık!

Her iş kolunun arkasında onları koruyup gözeten bir kuruluş olmasına karşın balıkçılar bu ülkede sahipsiz deniz emekçileridir.
Her ne kadar kooperatifleri dernekleri olsa da o görevlere seçilenlerde balıkçı olduklarından denizde dolaşmaktan dışarı işlerine pek bakamazlar. Bunun sonucunda onlara zarar veren bir çok şey yapılır ama zamanları olmadığından fazla ilgilenemezler ve o zararları çekmek zorunda kalırlar.
Örneğin İstanbul Boğazı’nın iki yakasındaki gemi demir yerleri olumsuz anlamda onları en çok etkileyenlerin başında gelir.
Karadeniz girişindeki Rumelifeneri’nin hemen batısından başlayıp Moloz tahlisiye istasyonuna kadarki demir yeri, balıkların boğazdan girmeden önceki yığıldığı yerdir.
Ama demir yeri yapıldıktan sonra gerek sesten, gerekse gemilerin ışıklarından balık oraya inemiyor ve doğruca açıktan gelip boğaza giriyor.
Arada bir inen balık olsa da gemilerin demirleri ağları parçaladığı için ağ atılamıyor.
Marmara tarafında ise Kumkapı, Yeşilköy arası demir yeri yapıldığından aynı şey orada da oluyor.
Balıklar kanaldan doğru Ege’ ye gidiyor.
Benim balıkçılık yaptığım dönemlerde biz balığı Kilyos ve Kumkapı Yeşilköy arasında tutardık.
Bunun gibi Kartal Tuzla açıkları, Çanakkale girişinde Şarköy’den Doğan aslan’a kadar gemi demir yeri olarak ilan edilmiş ve balıkçılara çok büyük zararlar vermiştir.
Ayrıca Adalarla sahil arasına birçok kablo ve boru devresi çekilmiş, denizin dibi adeta ağ gibi örülmüş olduğundan balıkçılar burada da çalışamıyorlar.
Şimdilerde zarar etmedikleri tek sezon Orkinos sezonu. Onda da kota meselesi gündeme geliyor, her halde o iş bir süre sonra bitecek.
Böyle giderse işsizler ordusuna yakında balıkçılarda katılacak gibi görünüyor.

KAY KAY DENİLEN BAŞKA BİR BELA!
Son yıllarda balıkçıların başının bir başka bela “kay kay” çıktı. Marmara’da görülen kay kayın ne olduğu hakkında kimse bir şey bilmiyor. Denizde jel gibi bir madde oluşuyor, balıkçıların attığı ağlara sıvanıyor ve ağların denizden tekneye alınmasını zorlaştırıyor.
Kimilerine göre ölen deniz analarının eriyip denizdeki kirlilikle karışımından meydana gelen bir madde. Kimine göre ise fabrikaların denize kaçırdığı kimyasal artıkların oluşturduğu bir şey.
Ama ne olursa olsun gerçek olan balıkçıların zaten zor olan hayatlarını daha da çekilmez hale getirdiği.
Balıkçılar kay kay yüzünden Marmara’da avlanamıyorlar. Mecburen Karadeniz’e çıkıyorlar oranında mevsimi geçtiğinden bir hayli sıkıntı içindeler.
Teknelerde çalışan personelle şubata anlaştıklarından sezonu da bitiremiyorlar. Yıllardır doğaya verilen tahribatın sonuçları artık kendini iyice gösteriyor. Bütün bu olumsuzluklardan ders alabiliyor muyuz acaba? Bence ders almıyoruz ve tahribata devam ediyoruz.

20 Ocak 2010

Denizlerdeki hayat, Dünya'nın üçünçü büyük akvaryumuna sığdırılmış!

İstanbul'daki akvaryum gezimizi sizinle paylaşmıştım. Kelaynak'da Amerika'da gezdiği bir akvaryumu sizlerle paylaşıyor. İki akvaryumun "hizmet felsefesinin" ne olduğunu sizlerin takdirine bırakıyorum.

NEW ORLEANS AKVARYUMU (ABD)
"Geçen yıl oğullarım benim için beklenmedik bir gezi düzenledi.70 yaşına girerken bile “baba beğeneceksin” dedikleri kapıda heyecanlanmıştım....Ve “neden İstanbul gibi bir kentin akvaryumu yok” diye de hayıflanmıştım.Kıskançlığımı o zamanda bir iki yerde, dile getirmiştim...
Punto Amca İstanbul’da açılan Akvaryuma yaptığı geziyi özetlenmiş.Bunu yaparken göze çarpan eksiklikler için Punto Amca şu yorumu eklenmiş:
"Akvaryumu şehrin uç kesimlerden gelen ilk öğretim çocuklarıyla çığlıklar arasında gezdik. İki şey dikkatimizi çekti; birincisi her çocuğun elinde bulunan dijital fotoğraf makineleri. İkincisi ise hiç birinin bilgi panolarını okumamaları. Tüm balık havuzlarını laylay lom içinde gezdiler. Bazı öğretmenlerin "bilgileri okuyun. soracağım" uyarısına rağmen. Elindeki kağıda not alan bir kaç öğrencinin hakkına da yemeyelim. Bu manzara karşısında derin derin düşündüm: Bakıp geçen, bilgiye ulaşmayan bir nesil mi geliyor aşağılardan".
Ben size Dünyanın üçüncü büyük Akvaryumundan bahsedip umarız bizdeki de giderek aynı felsefeye ve büyüklüğe gelir temennisi tekrarlamak istiyorum.Ve beğeneceğinizi umduğum bir kaç fotoğraf ve iki satır bilgi eklemek istiyorum. NEW ORLEANS Akvaryumu ABD’nin göz bebeği gibi.. Hem onunla övünüyorlar hem de gelişmesi için çok gayret gösteriyorlar.

DEV MAKETLER: Akvaryumun girişinde uzunca bir rıhtım var.Denizi yalayan rıhtım parkta düzenleme yapılmış. Dinlenme, oturup soluk alma imkanı yanında çocukların ilgisini çeken dev maketler oluyor. Dinozor maketi kendi etrafında hem dönüyor hem de dinozor sesi çıkarıyor...Okullar için özel bir dikkat gösteriliyor. Öğrenciler Gruplar halinde akvaryuma alınıyor ve mutlaka başlarında en az iki öğretmen veya daha çok eğitimci oluyor.
İŞTE DENİZ ATI:Doğal yaşamı içinde görmek öyle kolay değil...Dikkatli bakarsanız eşi ile onu bir deniz yosununda göre bilirsiniz.

ÇIĞLIKLAR, SU SAMURUNA: Deniz canlıları bölümü diğer bölümler gibi hayvanların doğal yaşamına uygun yapılmış...Ve hacim çok geniş.Su samurunun çocuklarla ilişkisi inanılmaz. Belli ki çok alışkın kalabalığa...Gösterisi uzun sürüyor...Bir elinde öğle yemeği balığı, ağzında oyuncağı cam kenarından ayrılmıyor....Çok kere çocuklar ellerini ve yanaklarını cama dayayıp onu sevmeğe gayret ediyor...
AMAÇ DOĞAYI SEVDİRMEK: Akvaryumun hedefi hemen belli oluyor.Doğayı tanıtıp sevdirmek ve korumak.Hemen her salonda neyi göreceğiniz hangi canlıyı tanıyacağın belirlenmiş.Tablolarla bilgi verilmiş.Kendini dikine kuma saplayıp korunan balık gibi pek çok canlı hakkında yeni şeyler öğreniyorsunuz.
KORKUTUCU VE SEVİMLİ: Akvaryumun içinde göz alan renkleri ile kocaman bir sürü halinde dolaşıyorlardı.Renkleri inanılmaz parıltılı ve göz alıcı idi.Belki de balıkların en cazibi ve en yırtıcısı onlardı...Prinhalar..

FARKLI İSİMLER: Sıkıntı tüm bu deniz canlılarının adlarının ülkelere göre değişmesi...Hatta bazı coğrafyada hiç bulunmamaları.Akvaryumu cazip kılan da bu...New Orleans çeşit olarak çok zengin.. Kaplan balığı gerçekten suyun içinde kendinden emin ağır hareketlerle dolaşıyordu.Akvaryumu düzenleyenler onların bir grup halinde bulunduğu bölümü görsel olarak da düşünmüşler.Kaplan heykeli ile çok yakışan bir, uyum sağlamışlar.
IŞIKLI DENİZ ANALARI:Bölümler sergilenen canlıların hem doğal hayatına uygun, hem de daha iyi görünebilmesi için ışık ayarlamaları ile donatılmış. Normalden daha küçük bu deniz anaları inanılmaz ışık içinde...Alan bu ışığı iyice görebilmek için karartılmış.Tablo gibi pırıl pırıl bir alanda her an değişen görüntü...
RENK CÜMBÜŞÜ: Akvaryum deyince akla gelen dar bir hacim oluyor...Tam tersi...Sizi okyanusa açılır gibi saran bir büyüklük var.Ve balıklar sürüler halinde geçiyor ... Bazen düşünceli..Kafa kafaya verip ne yapacağız der gibi...Bazen yorgun ve ürkek.Vücudunun yarısını kuma sokmuş korunma durumunda.Bazıları ise renkleri katmış önüne savurmuş durmuş...Renk cümbüşü içinde...
New Orleans Akvaryumu sadece balıklar değil nerede ise tüm deniz canlılarının var olduğu sayılı bir mekan. Ve akvaryum eğitim sistemi ile bağlantılı. Haftanın iki günü toplu gezilere açık. Öğretmenler belli konuları akvaryumda işliyorlar. ve ders planlamasına göre gün alıyorlar. Onlara hatırı sayılır bir de indirim var. Her grup planlı bir şekilde Akvaryuma geliyor. Görüyor notlarını tazeliyor ve öğreniyor.
Öğrenci gruplarının yaşları 5 ile 13 arasında...Kameralar çalışıyor resimler çekiliyor. Çoğu kez çocuk çığlıkları arasında koca bir gün nasıl geçti farkına bile varamıyorsunuz...
*Bu yazıyı ve resimleri TORUN Mete için hazırladım...Dedesi olarak ona oku benim yerime...Umarım diğer tüm çocuklar ve Meteler de severler..
Kelaynak

16 Ocak 2010

Köpekbalıklarıyla burun buruna 2 saat!

Akvaryumu gezen çocukların en büyük ilgisini köpekbalıkları çekiyor. Çocuklar köpekbalığını görünce çığlık çığlığa deklanşöre basıyorlar.
Balıkların bulunduğu havuzların yanında bilgi panoları var. Bu panolardaki bilgileri okuyan pek yok. Ezbere geziyor insanların çoğu.
Eşimle birlikte geçenlerde yolumuz Bayrampaşa’ya düştü. Hadi dedik tanıtımı günlerce süren “Akvaryum Turkuazoo”yu gezelim, balıkları bir görelim.
Sekiz bin metrekarelik alan üzerinde kurulmuş akvaryum. Yeni Zelandalı bir şirket tarafından yapılmış.
Yetkililere göre akvaryumla çocuklarda “doğal hayatı koruma" bilincini geliştirmeyi ve deniz canlılarına ilişkin bilgilendirmeyi
amaçlanmış. Akvaryumun yapılışına 17 milyon avro harcanmış.
Akvaryumda tropikal iklim balıkları dikkati çekiyor.
Köpekbalıklarının içinde en sevimlisi beyaz köpekbalığı. Balığın devamlı cama yakın yüzmesini sağlamak için arkadaki balıkadama çok iş düşüyor.
Kompleksin içinde yer alan akrilik su tünelleriyle balıklar "onlarla birlikte yüzüyormuşçasına" 270 derece açıdan izlenebiliyor. 80 metre uzunluğundaki iki duvarı ve tavanı tamamen akvaryum olan tünelde de, yürüyen bant üzerinde sadece balıkları izleyerek dolaşma imkanı da bulunuyor.
Akvaryuma giriş, tam bilet 25, öğrenci ve 65 yaş üzeri ise 18 lira. 0-3 yaş grubu çocuklara ise giriş ücretsiz.
Akvaryumda ne ararsanız var; tatlı su, tuzlu su, okyanus balıkları, tropikal balıklar ve herkesin ilgi odağı olan beş farklı türden köpekbalıkları.
Akvaryumda yedi kişilik dalgıç kadrosunun gün boyunca akvaryumdaki bölümlerin temizliğini yapıyormuş. Köpek balıklarını elle, diğer balıkları da yukarıdan yem dökme yöntemiyle besleniyormuş. Ayrıca günde yaklaşık 100 kilo yem tüketiliyormuş.
Akvaryumu şehrin uç kesimlerden gelen ilk öğretim çocuklarıyla çığlıklar arasında gezdik. İki şey dikkatimizi çekti; birincisi her çocuğun elinde bulunan djital fotoğraf makineleri. İkincisi ise hiç birinin bilgi panolarını okumamaları. Tüm balık havuzlarını laylay lom içinde gezdiler. Bazı öğretmenlerin "bilgileri okuyun. soracağım" uyarısına rağmen. Elindeki kağıda not alan bir kaç ögrencinin hakkına da yemeyelim.
Bu manzara karşısında derin derin düşündüm:
Bakıp geçen, bilgiye ulaşmayan bir nesil mi geliyor aşağılardan?

10 Ocak 2010

Hep beraber denizleri kirlettik!

Daha önceki bir yazımda balıkçı tekneleriyle birlikte ağların da büyümesi, elektronik cihazların, sonarların devamlı gelişmesinin denizlerimizdeki balık nesillerinin azalmasına neden olduğunu yazmıştım. Bunlar daha çok göçmen balıkların azalmasına etki etmekteydi. ( Palamut, torik, lüfer, kalkan, uskumru) gibi.
Uskumrunun 1966 yılında, çok güçlü jeneratörlerle yakılan lambalar sonucunda, İstanbul Boğazı’ndan Çanakkale Boğazı’na kadar çok miktarda yakalayarak adeta neslini kuruttular.
1967 yılında son dip ağcılığını yaptık, o yıl çok az miktarda uskumru oldu ve bir daha da uskumru balığını göremedik. Şimdilerde Çanakkale Boğaz girişine kadar geliyor ve oradan geri dönüyor.
DENİZ KİRLİLİĞİ
Denizlerimizdeki balık neslinin bitmesine daha başka şeyler de etki etmektedir. Bunların başında deniz kirliliği geliyor.
Benim gençliğimde kirliliğe pek dikkat edilmezdi. Yazları tekneyi Balat’ taki çekek yerine çekerdik. Her sabah atların çektiği çöp arabaları peş peşe gelir, getirdikleri çöpleri Balat vapur iskelesinin yanındaki çöp iskelesinden Haliç’ e dökerlerdi.
Bu örnekte gördüğümüz gibi İstanbul’ un ve ülkenin her yerinde çöpler denize dökülüyordu.
Tüm yük gemileri tankerler dahil ambar ve tank temizliklerinden sonra bu çöp ve yağlı suları denize ( denizci deyimiyle büyük ambara) boşaltıyorlardı.
Bu atıklar dibe çöküyor ve oradaki balıkların beslenmesini sağlayan canlıların ve balıkların bıraktığı yumurtaların yok olasına neden oluyordu. Bunlara teknolojik gelişmeleri , Avrupa ülkelerinin ve Karadeniz’e sahili bulunan ülkelerin fabrika atıklarını da eklemek gerekiyor. Bu atıklar ve kimyasallar akarsulara karışarak Karadeniz’e ulaşıyor.
KUM GEMİLERİ
Bir başka etken de kum gemileridir. Bütün balıklar havyarlarını (yumurtalarını) dibe bırakır, kum gemileri yıllarca inşaatlarda kullanmak için denizden kum çekti ve kumlarla birlikte yumurtaları da aldılar. Balıkçılık yaptığım zamanlarda derinliği 5 metre olan yerler, kumlar çekildiği için şimdi 15 metreye çıktı.
Terkos Gölü’nün deniz tarafı, bu alınan kumlardan dolayı çökmeye başlayınca o kısma taş dökmek zorunda kalınmıştı.
KÖMÜR OCAKLARI
Bu arada Kilyos’un yanındaki Kısırkaya’dan Darboğaz’a kadar kilometrelerce sahil kesiminde açılan kömür ocakları da büyük oranda kirliliğe etki etti. O sahil harika bir kumsaldı.
Bu günkü şartlarda İstanbul’ un tüm plaj ihtiyacını karşılayacak uzunlukta ve güzellikteydi. Şimdi açık ocaklardan çıkarılan taşı toprağı denize döktüklerinden 1.5 kilometre denize girdiler.
Hatta 2. dünya savaşında sahilden 1.5 kilometre açıkta batan Alman denizaltısının enkazı bile karada kaldı.
Tabiî ki denize dökülen toprak çamur olarak dibe yattı ve oradaki tüm canlıların yok olmasına sebebiyet verdi.
TROL VE ALGARNALAR
Bir başka etken de trol ve algarnalardır. Her ne kadar kime sorsanız trol dese de büyük gırgırlar da en az trollar kadar zarar verip balık neslinin yok olmasına etki ediyor.
Sonuç olarak bütün etkenleri üst üste koyarsak bir iç deniz olan Akdeniz (Karadeniz, Ege, Marmara) de balık nesillerinin tükenmesi kaçınılmaz olacaktır. Balıkları detaylı gösteren bir ansiklopediye sahip olamazsak balıkların tipini bile unutacağız.

8 Ocak 2010

Naklen yayımlanan ilk soruşturmalar!

Siz bir şey anladınız mı bu olup bitenlerden?
Ben anlamadım ve düğümü de çözemiyorum.
Ayrıca düğüm üstüne düğüm eklenince sanki hiç çözüm olmayacak gibi bir hisse kapılıyor insan.
Televizyonlarda her akşam darbeler, suikast planları, hakim takibi, kozmik odalardaki aramalar.
İkiye ayrılmış bir medya. Bir kısmı "çok güzel şeyler oluyor”, bir kısmı da “gülünecek hale geldik” diyor.
Hukukçulardan bazıları “ilk soruşturma gizlidir” dese de kimseye dinletemiyor.
Bu blogda ilk soruşturmanın gizli olduğunu, bu gizliliğin kişilik haklarını korumak için yasalara konduğunu yazmıştım.
Bazı yazarlar ilk soruşturmanın da haber olması gerektiğini haber alma özgürlüğü ile savunuyorlar.
Unuttukları tabii “kişilik hakları”.
Kendileri hakkında bir soruşturma başlatılsa ve medya başlarına üşüşse “imdat. Kişilik haklarım ihlal ediliyor” diye ver yansın ederler.
Tüm bu kargaşanın altında yatan gerçek çok basit. İlk soruşturmayı göstere göstere naklen yayımlarsanız olacağı budur.
Kargaşa.
Zira ilk soruşturma adı üstünde delil arama ve toplama safhasıdır. Ortada bir iddia vardır ve savcılık delil bulabilmek için araştırma yapacaktır. Delil bulursa iddianamesini hazırlayıp dava açacak, bulamazsa takipsizlik kararı verecektir.
Bu nedenle ilk soruşturmanın gizliliğine emniyet, yargı mensupları ve medya uyarsa kişilik hakları da korunmuş olur. Kargaşa yaşanmaz. Hukuk korunur.
Hukuka saygının bittiği yerde yaşadığımız bu kargaşa ve belirsizlikler vardır.
Bugün yaşananlar budur.

2 Ocak 2010

Hürriyet’teki “DEĞİŞİM” işte budur!

“Gazeteci haber olmaz, haber yapar”. Bu sözleri ilk kez rahmetli Nezih Demirkent’ten duymuştum. Nezih ağabey özellikle haberlerde bırakın resmi isminin geçmesini bile istemezdi.
O dönemlerde yazar imzaları da fotoğrafsızdı. Sonra imzalara küçük fotoğraflar kondu, bu fotoğraflar büyüdü.
Televizyonlar farklı bir çizgi getirdi gazetecilere. Program yaptılar, programlara çıktılar. Sanatçılar gibi tanınmaya başladılar.
Bu tanınma onların da haber olmasını doğurdu.
Bunları neden yazıyorum?
Yeni yılla birlikte Hürriyet Gazetesi genel yayın müdürünü değiştirdi. Bizim dönemlerde bu değişikliklerden kimsenin haberi olmazdı.
Televizyonlarda yorumlar, gazete köşelerinde övgüler, yergiler.
Şimdi tüm dikkatler yeni genel yayın müdürünün üzerinde. Ne yapabilir ki yeni müdür.
Şunu yapabilir, gazetenin muhalif çizgisini biraz hükümet yanlısı bir çizgiye çekebilir ya da aynen devam edebilir. Çizgi değişikliği olursa okuyucunun ne kadar tepkisini çeker onu da zamanla göreceğiz.
Tüm bu gelişmeler beni biraz gerilere götürdü.

ÇİLLER’E MUHALEFETİN SONU
Milliyet’in yazı işlerinde altı yıl çalıştım. Altı yıl boyunca dört genel yayın müdürü gördüm. Her gelen bir şeyler yapmaya çalışmıştı ama bir tanesi vardı ki çok farklıydı.
O dönemde başbakan Çiller’di.
Bir gün geldi gazete muhalefetini sertleştirdi. Hemen hemen her gün manşetten Çiller’in Amerika’daki malvarlıkları dahil her şeyi didik didik ediliyordu.
Tüm yazı işleri bu haberlere kilitlenmişti. Aydın Doğan’ın Çiller’le arasının bozuk olduğunu biliyorduk ama neden bozuk olduğunu bilmiyorduk. Biz haberlere devam ediyorduk.
Kavga iki cephede devam ediyordu. Bir gün Çiller’e vuruyorduk, bir gün de Sabah gazetesine.
Bir ara dedikodular dolaşmaya başladı. Genel yayın müdürü değişecek, bu kez dışarıdan bir müdür gelecek diye.
Evet, dışarıdan bir genel müdür geldi, hem de ekibiyle birlikte. ( O gruptakilerden çoğu şimdi silahlı kuvvetlere psikolojik savaş açılan yerdeler).
Ne kadar gün geçmişti hatırlamıyorum; yeni müdür Çiller’in eşi ile bir röportaj yapılmasını istedi.
Röportaj yapıldı, o gün sanırım ikinci sayfadan yarım sayfa kullanıldı röportaj.
Yeni müdür yazı işleri salonunda cep telefonu ile yüksek sesle biriyle konuşmaya başladı.
“ Abi” diyordu, karşıdaki kişiye. “yarım sayfa kullandık yazıyı. Birinci sayfadan da anons koyacağız”.
Hepimiz dikkat kesilmiştik. Yeni müdürün Çiller’in eşi ile konuştuğunu anlamıştık.
Bunca sene yazı işlerinde çalışmış biri olarak ilk defa alenen bu şekilde tekmil verildiğini görüyordum.
Şaşırmıştım. Ama genel yayın müdürlüğü değişikliğinin nedenini anlamıştım.
Gazetenin iktidarla bozulan ilişkilerini düzeltmek.
Bu benim için yeni bir kavramdı.
Son çalıştığım genel müdür ise Ankara temsilciliğinden gelmişti. Onun da ömrü kısa oldu.
Aydın Doğan ve akıl hocaları yazı işlerinden yetişmiş sapına kadar gazetecileri genel yayın müdürü yapmadılar, yapamadılar. Ankara Temsilciliği genel yayın müdürlüğüne çıkan yolun başlangıçı oldu.
Tarayın tüm gazeteleri. Bakın genel yayın müdürleri daha önce hangi görevde çalışmış.
Bence kural değişmedi Hürriyet’te.
Yıpranmış bir Ankara Temsilcisi kökenli gitti, yıpranmamış bir başka Ankara Temsilcisi kökenli geldi.
Bir şeyler olur mu Hürriyet’te. Olur. Olmaya da başladı bile.
Arka arkaya başbakanın ve cumhurbaşkanın Hürriyet’in manşetine taşınması size bir şeyler anlatmıyor mu?
Yılın son günü yağan zamların tek sütun kullanılması, manşete ne olduğu ilginç bir sonla biten iki aracın takibinin çıkılması size bir şey anlatmıyor mu?
Hürriyet’te değişim işte budur.
Halkın asıl dertlerinden, sorunlarından uzaklaşmak.
Yazıya ilave;
5 Ocak tarihli Hürriyet'ten bir kaç başlık:
Cumhurbaşkanının bir gün önce televizyondaki konuşması sür manşet.
"Ekonomide sevindiren rakamlar".
"Merkez mektuptan kurtuldu".
"Borsa 53 bini aştı".
"Alışveriş patladı".
"İhracat 100 milyar doları aştı".
Değişim nasıl olurmuş gördünüz mü?