30 Nisan 2014

Haksızken haklı çıkma taktikleri!

“…İnsanlık onurunun varlığı, temel hak ve özgürlükleri de evrenselleştirmiştir. Tehditler karşısında savunmak anayasa mahkemelerinin en temel görevidir”.
 “…Bu kutsal görevin başarıyla yürütülmesi bağımsız olan yargıçlarla mümkündür”.
“…Yargı milletin iradesine tuzak kurulacak yer değildir ve olmamalıdır. Son dönemde yargı, paralel devlet ve çete diye nitelendirilen çok vahim ağır bir suçlamayla karşı karşıyadır”.
“…Herkes bu iddialarla ilgili bilgi belge ve delilleri zaman geçirmeden ortaya koymak zorundadır. Gerek yargıda gerek yürütmede var olduğu iddia edilen bu kişilerin, tayin edilerek sorunu çözmenin anlamsızlığı açıktır”.
“…Bunun adaletin sonunu getireceğini olaylar bizlere göstermektedir. İddia edilen kayıt dışı yapılanma, korku, endişe, belirsizliklerin doğmasına, mesleki ilişkinin çok olumsuz etkilenmesine yol açmaktadır. Yargının karşı karşıya kaldığı bu iddianın adı vicdan yolsuzluğudur”.
 “…Amacımız sorun üretmek değil sorun çözmek olmalıdır. Bir eylemin işlemin, siyasi bir belge olan anayasaya göre denetlenmesi nedeniyle ortaya çıkan AYM kararının siyasi sonuçlar doğurması doğaldır. Anayasa Mahkemesi’nin siyasi amaçlarla hareket olduğunu söylemek ya da milli olmamakla suçlamak sığ eleştirilerdir”.
“…Bizler gömlek değiştiren bir karakterin sahibi olamayız. Dün hak ihlali uğrayanların nasıl yanında yer alınmışsa, bugün de herkesin karşısına çıkmaya devam edeceğiz”.

Bu cümleler Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’a ait.
Haşim Kılıç kim? Bir iktisatçı. Turgut Özal kontenjanından mahkemeye seçilmiş, sonraları başkan olmuş. Emekliliğinin kapısına dayanmış durumda.
Muhafazakar. İktidarın sahiplendiği zihniyetten.
Sözlerinde haksız mı?
Değil. Değil ama bunca hukuksuzluğa karşı yıllarca sesini çıkarmamış. “Zihniyetlerinin” savunuculuğunu yapmış. Hak ihlalleri ise almış başını gitmiş. Şimdi hukukun üstünlüğünü savunmak ne kadar saygı değer bir davranış?
Bu savunmanın emekliliğe yakın bir zamana denk gelmesi de düşündürücü.
İktidar ne demiş bu sözlere karşılık?
Koro halinde linç kampanyası.
Haksızken haklı çıkma taktikleri. Bir düşman yarat ve saldır. Durmadan, bıkmadan saldır. Bunun için medyan hazır kıta.
Bir hukukçu olarak ibretle seyrediyorum ileri demokrasimizi!

28 Nisan 2014

CEHENNEME ÇOK YAKIN! Ulusal Egemenlik! Ve….

Bayram günü henüz 13-14 yaşındaki kız çocuklarını da kahraman polisimiz hırpaladı darp etti, gözaltına aldı! Geleceği düşünürsek polisin işi zora giriyor mu ? Çığlık çığlığa bağıran kız çocuklarını susturmak için ana okulu önlerinde nöbete girebilirler! Kadroları arttırıla…
Hemen her olayda gençleri Anayasal hak olarak, yürüdükleri, pankart açtıkları için su sıkarak, biber gazı mermilerini hedefleyerek yaralayıp ölümlere yol açacak kadar sert davranan polinin sırtı okşanmıyor mu? Dediğim dedik bir Başbakan ile yetkileri at dizgini gibi elinde toplayan ve böylece dört nala çok çok ileri bir demokrasiye koşan ülkemizde anamız ağlamıyor mu? Polis bunca tepkiye kalkanla, copla, toma ile biber gazı ile göğüs gererken kahramandı. Nihayet küçük kızları da darp ederek süper kahramanlığa ulaştı!
Ve o kızlarımız… Berkin Elvan için yürekleri kanayan, burkulan duyarlı kızlarımız… Tutuklandılar… Korkutuldular… Darp edildiler… İsyan ettiler… Ağlatıldılar... Ağlayan bu kız çocukları bizim kız çocuklarımızdı. Bizim bacılarımızdı… Yarının anaları idi… Daha da acısı… Olay polis kayıtlarında bitti, onların hayatlarında bitmeyecekti!. Bu daha başlangıçtı!
Nerede olay olsa bir kadın ölüyor gibi algılıyorum… Rakamların katı gerçeği polisin gaz mermisinden daha acımasız…
Kadınların boşanma başvurularında kocaların uyguladığı ŞİDDET % 85 i geçiyor… Sadece İstanbul için yılda iki bin boşanma başvurusu oluyor… Geçimsizliğin temel sebebi şiddet! Kadınlar eskisi gibi evlilikle gelen şiddete katlanmamayı öğrenmişe benziyor… Dayağı sineye çekip dizini kırıp oturanların sayısı azalıyor! Bu nasıl bir teselli ise.
Kadınların “beni kocamdan koruyun” başvurusu da meseleyi çözmeye yetmiyor. Yani şiddeti önlemiyor. Her nedense kadını korumak hakkında geliştirilmiş imkanlar kocayı çok geç fark ediyor gibi… Anaların erkek çocuklarını yetiştirirken ayrıcalıklı davranmaları kadına saygı duymayan erkek çocukların artmasına yol açmıyor mu?. Ve gün geliyor şiddete yönelen kişinin de tedavi altına alınması, psikolojik durumunun araştırılması şart oluyor.
Adalet Bakanlığı'nın verilerine göre, Türkiye'de kadınlara yönelik cinayet oranı 2002 ile 2009 yılları arasında yüzde 1400 artış gösterdi. Bu artış durmuş değil… Daha da şaşırtıcı olanı Adalet Bakanlığı kadınları ülkemin nerede ise çoğunluğu gibi yok saymış… Yaşananları, kadınlara yapılanları hiç görmemiş, öldürülenleri ise haberim yok saymadık diyebilmiştir. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’a ne soruldu ne cevap alındı? Vah kadınlarımız vahhh..
“Bakanlığınızın elindeki bulgulara göre 2008'den başlayarak son 6 yılda öldürülen kadın sayısı kaçtır? Bu yıllar itibariyle kadın cinayetleri kapsamında kaç kişi yargılanmıştır?” şeklindeki sorularına gönderilen yanıtta, “bilgimiz yok” denildi.
Bakan Bozdağ, yanıtında şu ifadelere yer verdi: “5237 sayılı Türk Ceza Kanununda kadına yönelik kasten öldürme eylemleri için özel düzenleme bulunmaması, adli istatistiklerin sanık ve suç esasına dayalı olarak derlenmesi, mağdur esasına dayalı derleme yapılmaması ve farklı suç tiplerinin aile içi şiddet kapsamı içinde değerlendirilmesinin mümkün olması nedeniyle, soru önergesine konu edilen hususlarda ve talep edilen ayrıntıda Bakanlığımızda istatistik bilgi bulunmamaktadır.”
Ülkemin hemen her yerinde her gün bir kadın cinayeti bulunur ama Adalet Bakanlığında bu bilgi bulunmaz! Yoklar mı? Seyahatteler mi? Yaşamıyorlar mı? Yoksa yaşayamıyorlar mı? Kadınlar kaçıncı sınıf vatandaş? Sadece size dert değiller öyle mi?
Uygulamadan utanılacağına reklamı da yapılıyor! Bir takımın seyircisiz maç oynama cezası alıyor. SEYİRCİ… BİREY... İNSAN… CEZA nasıl uygulanıyor? Stadlara kadınlar ve çocuklar doluyor… Seyircisiz… Seyirci kim?. Sadece erkekler mi? Palalı, sopalı, çatapatlı erkekler mi? Kadın normalde seyirci de değil mi? Onu da mı olamıyor? Değersiz mi sanıyorsunuz? Adamdan mı saymıyor sunuz?. Böylece adam mı oluyorsunuz?
“Cennet anaların ayakları altındadır”

Kadınların ve kadın haklarının ayaklar altına alındığı bir yer cennetten çokca uzak, cehenneme çok yakın değil mi? 

26 Nisan 2014

Köy Enstitülerini anarken! CEP BÜYÜDÜ VE FINDIKLARI BÖLÜŞTÜK!

Yalçın Kamacıoğlu yazıyor:

Beşikdüzü belleğimde silinmeyecek bir yere sahip... PUNTO'nun resimlerini dikkatle izledim. İlk gün açık renk kısa pantolonlu Akın, genel konunun arasında kaynamıştı..
O tarihte Beşikdüzü sakinleri okuldan uzak bir alanda oturuyordu... Okulun büyük binalarına (ki ben göz alabildiğine boş doğal plaj halini de hatırlıyorum... Öğrenciler arılar gibi çalışıyordu) sahile paralel ve çok yakın bir yolla gidiliyordu. Oturduğumuz kiralık ev okula yakındı... Babam evden erken çıkar, okula kadar her gün yürürdü. Bana da ders çalışmamı falan değil keman çalışacağım işaretli yerleri hatırlatırdı.
Bildiğim kadar fındık depolarının bulunduğu alanda bir kiralık evde oturuyorduk... Diğer evlerin pek çoğunda da öğretmen aileleri vardı. Akın bir akşamüstü annem sormadan, ben aramadan hangi sokak arasında demeden eve geldi... Pantolonundan şikâyetçi olmuştu... Sahne çok canlı... Dün gibi..
---Anne offf, olmuyor olmuyor!
--Nedir oğlum?
Akın bir eliyle kemerini tuttuğu pantolu gösteriyordu..
Annem “dar değil oğlum... Paçaları iyi... Hemen büyüyorsun... Bir ay sonra içine zor girersin!”
Akın öfke içinde tarifini sürdürdü; “Anne paçalar değil cepler dar... Ceplere bir şey girmiyor ki?
Mesele anlaşılmıştı. Akın her sabah düzgün bir iş yapardı... Diğer çocukları (bazen 6 bazen daha az olurdu) talime tabi tutardı... Onlar da, ki çoğu ondan daha büyüktü ses çıkarmazdı! Önce düzgün bir şekilde sıraya girerlerdi. Askercilik oyunu oynarlardı... Akın mutlaka elinde bir çubuk ile mangasının yanında yürürdü. Sağa dön sola dön İleri marş.. Hemen öğlene kadar mini sokak Akın’ın komutları ile dolardı... Yapamayanlar, yürüyüşü aksatanların cezası kesilirdi. Sopa derhal inerdi. Bu ceza bazen şikâyete de yol açardı... Önce çocukların dayak yiyenleri bir kaç gün uğramazdı. Sonra yapacak başka şey yoktu ki... Gelir sıraya girerlerdi. Akın onları sıranın en arkasına almayı da ihmal etmezdi...
Depo sahibi bütün gün Akın’ın komuta ettiği ekibi seyrediyormuş... Oyun sonrasında Kumandan dediği Akın’a mutlaka fındık verirdi... Okulun haberlerini takip eder, babama da her seferinde birşeyler sorar onunla konuşurdu..
“Doldur ceplerini kumandan... Bu günde iyi talim yaptırdın”.

Akın’ın sıkıntısı belli olmuştu... Pantolunun mini cebine ya 5 veya 6 fındık anca sığıyordu... Eline de alsa alsa 5 fındık alırdı... O gün annemin başından ayrılmadı... Annem benim eski pantolunlarımdan birini kesti. Akın’a daha büyük bir cep yaptı... Sağ tarafı paça değil boydan boya cep oldu! İyi de oldu... Ancak ondan sonra Akın fındıklardan bana da pay vermeye başladı.

20 Nisan 2014

Köy enstitüsü öğretmeninden " BUGÜNE NOTLAR"!

Sosyal medyada blog açıp yazmaya başlayınca babamın anılarını gençlerle tanıştırmak önemliydi. 2007 yılında bu anıları punto-punto.blogspot.com adresinde paylaşmıştım.
7 yıl olmuş. Her geçen yıl Köy Enstitüleri projesinin değerini bir kez daha anlıyoruz.
Bu anıları yeni nesille özellikle “gezi nesli” ile paylaşmak benim için mutluluk verici.
Anıları altı bölümde yayımlamıştım. Bu kez tek yazıda yayımlıyorum. Sabırla okursanız cumhuriyetin ilk yıllarını daha iyi anlarsınız:
Akın Kamacıoğlu”
  
54 yıllık öğretmenlik yaşamının büyük bir bölümünü Trabzon’un Beşikdüzü Köy Enstitüsü'nde geçiren rahmetli babam Mehmet Ali Kamacıoğlu’nun anılarını okuduğunuzda “nereden nereye geldik ” sorusunun cevabını sizlere bırakıyorum:
 Bugün Anadolu'nun hangi kentinde böyle bir orkestra var? Yıl 1945. Beşikdüzü Köy Enstitüsü'nün orkestrası. Bir çalışmadan önce objektiflere poz vermişler. İyi ki poz vermişler, bize nereden nereye gelemediğimizi çok güzel gösteriyorlar.
Bilindiği gibi köy Enstitüleri 17 Nisan 1940 yılında büyük ümitlerle kurulmuştu. Köy çocukları bu enstitülerde eğitilecek, çevrelerinin kalkınmasında lokomotif görevini üstleneceklerdi. 1946'lardan sonra üzerinde çok tartışıldı, ve sonunda tümüyle kapatıldılar.
Elimde, Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nde müzik öğretmenliği yapan Mehmet Ali Kamacıoğlu’nun anılarından bazı bölümler var. Bu anılarda Atatürk’ün öğretmenlerinin bir ulusun yaratılması sırasında üstlendikleri rollerin ne kadar önemli olduğunu göreceksiniz.
Köy Enstitülerine bugünkü pencereden bakacak, ülkenin köylerden kalkınması projesinin yok edilmesiyle çok büyük bir fırsatın kaçırıldığına şahit olacaksınız.
Önce, Köy Enstitülerini anlamak için Cumhuriyet yayınlarından çıkan “Köy Enstitüleri Üzerine” isimli Sabahattin Eyüboğlu’nun kitabından bazı alıntılar yapalım:
 “Atatürk köylünün aydınlanmasını, çağdaş bir dünya görüşüne ermesini istiyor. Bakıyor ki sözde bilim adamlarının, İstanbul’un birkaç kilometre ötesine bile çıkıp bakmadan, Fransa’da, İsviçre’de gördükleri, görebildikleri okul sistemleriyle Anadolu köylerinde dikiş tutturmak mümkün değil. Bakıyor ki Batı okullarının sadece biçimlerini, dış görünüşlerini görmüş aydınlarımızın kurdukları okul havanda su dövüyor.[…] Atatürk önce Batılı bilginlere başvuruyor. John Dewey de ona kuracağı okulların Türkiye’nin gerçeklerine uyması gerektiğini söylüyor. Atatürk çevresindeki eğitimcileri köy gerçeklerini inceleyip bir rapor hazırlamak üzere köylere yolluyor. Bu heyet üç bilimsel gözlemle dönüyorlar:
1- Batı taklidi öğretmen okullarından köylere gidenler ya dayanamayıp gitmiş ya da kalıp köyün karanlığında erimiş, ağanın imamın yoluna girmiş.
2- Köy okulunda sadece okuma yazma öğrenmiş köylü dört beş yıl sonra okuma yazmayı bile unutmuş.
3- Ordudan dönüp tarlasını işleyen bazı çavuşlar, köylü çocuklarına kendiliklerinden okuma yazma öğrettikten başka Cumhuriyet’in padişahsız bir düzen olduğunu, şimşekle elektriğin bir anadan doğduğunu, sıtmanın sivrisinekten geldiğini, otomobilin benzinle, trenin buğuyla işlediğini anlatmışlar.”
Bu gözlemler Köy Enstitüleri’nin doğmasında önemli rol oynuyor.
Eyüboğlu devam ediyor:

“ İlerde İlköğretim Genel Müdürü olacak İsmail Hakkı Tonguç tarafından değerlendirilen gözlemler, önce Eskişehir’deki köy eğitmeni yetiştirme kurslarının, sonra da Köy Enstitüleri’nin temelini teşkil etmiştir.
İsmail Hakkı Tonguç tarafından düşünülen ve bir 1940 yasasında yer alan Köy Enstitüsü yalnız bir okul değil, aynı zamanda modern bir çiftlik ve öğrencilerin kendi binalarını bizzat kendileri yapmayı, toprağı işlemeyi öğrendikleri, başlangıçta lise derslerinden çok farklı olmayan derslerini bir yandan izlerken, bir yandan da yaşantılarını düzenledikleri bir yatılı kurumdur.”

Müzik öğretmeni Mehmet Ali Kamacıoğlu Beşikdüzü Köy Enstitüsü’de Müzik öğretmenliğine başlamadan önce Rize’de kemençe çalıyordu. Kemençeden keman yaptı, kendi kendine öğrendi notayı. 1943 yılında Rize'de Kurtuluş İlkokulu başöğretmeniyken, ondan önce okulun başöğretmenliğini yapıp Beşikdüzü Köy Enstitüsü'ne atanan Ziya Işıkdemir'den bir mektup alır. Arkadaşı mektubunda, onu enstitü müdürüne tanıttığını, enstitünün müzik çalışmaları için onun gibi bir öğretmene gereksinim olduğunu, böylece aradığı müzikle ilgili çalışma alanı bulacağını söyler.

Kamacıoğlu’dan bir anı:
 "İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Rusların Kars ve Ardahan'ı istemeleri üzerine Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Kars'a gitmişti. Dönüşte Trabzon'a uğradı. Enstitüyü görmek istediğini ancak sahil yolunun uygun olmaması nedeniyle Beşikdüzü’ne gelemeyeceğini, Trabzon'dan Ankara'ya döneceğini söylediler. Enstitüden öğrencilerin Trabzon’a gitmesi ve bir gösteri yapmaları istenmişti. Biz de hazırlandık. Koro, orkestra ve milli oyunlardan ibaret ekiplerle. Müdür Fehim Akıncı'nın başkanlığında Trabzon'a vardık. Gösteri yeni yapılan lise binasının bin kişilik salonunda yapılacaktı. Akşam salon tıklım tıklım doluydu. Ön sıralarda İsmet İnönü ile yanındakiler yerlerini aldıktan sonra, dört sesli İstiklal Marşı'nı söyleyip bitirdiğimiz zaman, salon alkıştan inlemişti. Halbuki, İstiklal Marşı alkışlanmaz. Alkışlanan çokseslilik ve köy çocuğunun ulaştığı uygarlık düzeyiydi. Kaval ve kemençe eşliğinde söylediğimiz mahalli türküler de ayrıca alkışlanmıştı.”

Beşikdüzü Köy Enstitüsü Müzik Öğretmenliğine atanan Mehmet Ali Kamacıoğlu hemen sınıflarda öğrencilerle tanışmaya girişir. Kız-erkek karışık olması çok daha elverişlidir. İşe keman çalmakla başlar. Öğrencilere keman çalmayı öğrenmek isteyip istemediklerini sorar. Yanıtlar olumlu, ilgi büyüktür. Kamacıoğlu buna çok sevinir.Öğrenmeye can atan bir öğrenci grubu bulmuştur.

Geriye yer ve en önemlisi çalgı sorunu kalmıştır. Çalgıları sağlayıncaya dek müzik eğitiminin temeli olarak insan sesini kullanacaktır. Sınıflardan sesi güzel kulağı müziğe uygun 40 dolayında kız-erkek öğrenci seçer. Koro çalışmalarına başlayacaktır, ancak çalışacak yer bulamazlar.
Hemen okul binasının bahçesine bitişik ilkokul binası dikkatini çeker. Burada gündüzleri ilkokul öğrencileri eğitim yapıyor, ancak saat 15.00’den sonra okul kapatılıp gidiliyor. İlkokul başöğretmeni Hasip Ataman müziğe meraklı bir kişidir, çocuklara toplu olarak şarkılar, marşlar söyletmektedir. 
Mehmet Ali Kamacıoğlu Hasip Ataman’la görüşür. "Paydostan sonra okulun bir iki dersliğini kullanmak istiyorum" der. Hasip Ataman, "Olur. Ancak biz okulu temizleyip sıraları düzeltip çıkıyor, ertesi günü öğretime hazır olarak bırakıyoruz. Siz de aynı biçimde bırakırsanız sorun yok” yanıtını verir.

Kamacıoğlu anılarına şöyle devam ediyor:
"Enstitüye geldiğimin üçüncü günü akşam paydosunda seçtiğim öğrencilerle koro çalışmalarına başladık. Bir hafta sonra bir akşam müdürümüz Osman Ülkümen’i koromuzu dinlemeye çağırdım. Tek, iki, üç sesli “solfej” notalarla seslendirme çalışmalarımızı dinleyince sevinçten ne yapacağını bilemedi, kendisi de bize katıldığı gibi, bundan sonraki çalışmalara geleceğini söyledi. Olanak buldukça da geldi.
Koro çalışmalarını böyle başlattıktan sonra sıra çalgıyla çalışmalara gelmişti. O sırada Hidayet Sayın öğretmenin aldırdığı 20 kadar mandolin depolarda duruyordu. Üç öğrenci de pratik olarak alaturka keman çalıyordu. Bunlar Lütfü Baykan, Mehmet Erkan ve Osman Işık’tı.
Lütfü Baykan ayni zamanda kemençe de çalıyordu. Kemençe çalan öğrenciler daha çoktu. Artık bu koşullar içinde işi başarmaya karar vermiştim. Keman çalanları metoda başlattım. Mandolinleri derslerde kullanıyorduk.
Koro çalışmalarına hız verdik. Solfej ve iki sesli çalışmalar yanında İstiklal Marşı’nın düzgün söylenmesine, öbür marşlarla şarkıların öğrenilmesine çaba gösterdik.

İdareye başvuruyor, keman, nota, müzik malzemesi alınmasını istiyordum. Ancak olur deyip geçiştiriyorlardı. Önümüzde yılbaşı vardı. Müsamereye hazırlanıyorduk. Öğretmen arkadaşların bazılarında keman vardı, onları da kullanarak çalışmalarımızı sürdürdük. Öğretmen ve öğrencilerin katıldığı 9 kişilik bir keman orkestrası kurmayı başardık.
Yılbaşı gecesi için okulun yemekhanesinde, merdivenin altında sıraları birleştirerek meydana getirdiğimiz sahnede müsamere hazırlıklarını bitirdik. Yılbaşı gecesi orkestra eşliğinde söylediğimiz İstiklal marşı, diğer marşlar, şarkılar, temsil ettiğimiz piyes, tüm müsameremiz dakikalarca alkışlandı. Tebrik teşekkür yağmuruna tutulduk.
Konuklar arasında kaymakamla ilçenin ileri gelenleri de vardı. Bu başarının büyük heyecan yaratması beni umutlandırmıştı.
Artık ne istersem alınacağı sözü veriliyordu. Gerçekten Samsun’a eşya ve malzeme almaya giden büyük motorumuz döndüğünde bir tane Fransız piyanosu, bir viyolonsel, bir alto, üç keman, bir akordeon getirmiş, bizi çok sevindirmişti. Piyano çok eskiydi, önce onarıma sonra da akorda gereksinim vardı.
Onarımı öğrencilerle birlikte yaptık, demirci atölyesinde yaptırdığımız akort anahtarı ile akordunu yaparak çalar hale getirdik.

Kamacıoğlu iki öğrencisinin arasında.
1944 yılı Nisan’ında enstitüden birkaç arkadaşla birlikte askere alındık. 45 gün sonra terhis edildiğimizde tatil iznimi kullanmak için eşimin, çocuklarımın olduğu İstanbul’a geldim.
Beşikdüzü’ne dönmeden İstanbul’dan keman, müzik malzemesi almak istiyordum.
Durumu Müdür Ülkümen’e yazdım.
Terhis edildiğimiz gün mayısın ortasıydı. O zaman mali yılbaşı 1 Haziran’dı. Kurumlarda ödeneklerin tümü tükenmiş oluyordu. Müdür Ülkümen bu durumu anlatan mektubunda olanaksızlıktan yakınıyordu. Sonuç olarak para yoktu.
Aklıma başka bir çare gelmişti.
Okula yiyecek, erzak vs. sağlayan yerel müteahhitler vardı. Onlardan bir miktar para alarak onların hesabına müzik malzemesi almak, daha sonra enstitüye satmak olmaz mıydı?


Bu düşüncemi Ülkümen’e yazdım. Buluşuma çok sevinmişti.
Müteahhit Mustafa Baykan, öğrencim Lütfü Baykan’ın amcasıydı. Beşikdüzülü olup, İstanbul'da ticaretle uğraşıyordu. Okula okul çalışmalarına yakın ilgisi, yardımlarıyla hepimizin sevgisini, saygısını kazanmıştı. Osman Dilek’ in ağabeyi Mustafa Dilek aracılığıyla bana 1500 TL, okul kooperatifi eliyle de 250 TL para çıkardılar. Dünyalar benim olmuştu.
 Hemen piyasaya çıktım. Odeon’u yöneten Mösyö Yani’yi eskiden tanıyordum. Önce ona gittim. O yıllarda Milli Korunma Kanunu vardı. Faturasız mallar kaçak sayılıyordu. Mösyö Yani elindeki kemanlardan ancak 15’ini verebileceğini söyledi. Tanesi 16 liradan 15 kemanı Odeon’dan aldım. Elimde daha çok para vardı. En iyi biçimde yararlanmak, elden geldiğince fazla alet ve malzeme almak istiyordum.
Müzik Öğretmeni Mehmet Ali Kamacıoğlu İki öğrencisi ve küçük oğlu Akın Kamacıoğlu ile…
 Kapalıçarşı’da müzik aletleri alıp satan dükkanlar vardı. Önceden tanışıp ahbap olduğum saz ustası Agop Ohanyan’a gittim. Konuştuk. Kendim piyasadan almaya kalkarsam herkes fiyatı artıracaktı. Bir çare düşündük, okula alacağım sazları kendisinden almam koşuluyla, satıcılardan alacağı her keman için kendisine 2.5 lira kar vermek üzere anlaştık. Bir hafta içinde satın aldığı kemanların ederini nakit olarak ona veriyordum. Hafta sonu kemanları teslim alıyor, eve taşıyordum. Böylece 33 adet kemanı Kapalıçarşı’dan sağladım. 5 adet en iyi kalitede sazı da Agop Ohanyan’dan aldım. Hemen Beşikdüzü’ne hareket ettik. Gemideki kamaramız müzik aleti, metod ve malzemeyle dolmuştu.
Kamacıoğlu iki oğlu Yalçın, Akın enstitü öğrencileri ile birlikte.
Beşikdüzü’ne geldiğimizde kemanları bir an önce okula mal edip öğrencilere dağıtmak istiyordum. Fakat faturayı kesecek kurum bulamıyorduk. Zahire tüccarı Mustafa Baykan haklı olarak “kemana fatura kesemem” diyordu. Sonunda okul kooperatifi kemanları kendine mal ederek sorunu çözdü. Büyük bir heyecanla çalışmaya başladık”. Mehmet Ali Kamacıoğlu sağladığı kemanları, çok hevesli yetenekli gördüğü öğrencilere dağıtır; okulun 48 kemanı olmuştur. O sırada gelen bir haber hepsini heyecanlandırır. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel enstitüye gelecektir. Tüm öğleden sonralarını kemana, orkestra çalışmalarına ayırırlar. M.Ali Kamacıoğlu saatlerce bir taburenin üstünde oturup keman ve orkestra çalıştırır. Arkadaşları, öğrencileri “Siz yorulmak nedir bilmez misiniz? diye uyarırlar. Aldığı sonuçtan öylesine sevinçlidir ki zerrece yorgunluk duymamaktadır.
Çimento taşımaktan, briket yapıp bina örmekten, kazma, kürek tutmaktan, marangozhanede çalışmaktan elleri nasırlaşmış, köyünde kemençe, kaval ve sazdan başka saz görmemiş köy çocukları hem de nota ile çalıyor, orkestra kuruyorlar. Bunun heyecanını duymak mutlulukların en büyüğüdür. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, yanında kalabalık bir grupla gelir. Akşam yemeğinden sonra ilkokulun önündeki bahçede kendilerine orkestra ve koronun konserlerinden sonra şiirler ve halk oyunlarıyla devam eden bir gösteri düzenlenir. Konsere 16 kişilik bir öğrenci orkestrasıyla 40 kişilik bir koro katılır. Orkestra programında İtalyan Dancla’nın trioları, koroda da marşlar şarkılar seslendirilmiştir. Konserden sonra Hasan Ali Yücel’in öğrencileri söylediği şu sözler Kamacıoğlu’nun hatırından hiç çıkmadı: “Çocuklar. Çok şeyleri başaracağınızdan emindik. Ama keman gibi çok zor bir müzik aletini, bu kadar kısa bir zaman süresinde öğrenebilmiş olmanız gözlerimizi yaşarttı. Umutlarımızı kat kat artırdı. Sizleri candan kutlarım”.

Kamacıoğlu daha sonra şöyle diyor:
Bundan sonra müzik çalışmaları hızla yayılmaya başladı. Heveslenen öğrenciler, kendilerine keman vermem için peşimi bırakmaz oldular. Kooperatife keman, mandolin, metot, tel gibi müzik malzemesi getirtmeye başladık. Maddi durumu iyi olan öğrenciler, bir müzik aletine sahip olmayı yeğliyorlardı.


Yeni atölye binaları, balıkhane gibi yapılar tamamlandıkça müzik çalışmaları için de yer ayrılmaya başlandı. Artık ilkokul binasından, kendi binamızın altındaki dersliğe taşınmıştık.
Bir yandan çok sesli koro çalışmaları, öte yandan keman, viyolonsel, alto, mandolin, kemençe gibi çalgılar ve orkestra çalışmaları büyük bir hevesle sürüyordu. Hepsine yetişemez olmuştum.
Birinci keman metodunu bitiren her öğrenciye, dörde kadar yeni başlayan öğrenci veriyordum. Böylece başkasına öğretirken kendi eksiklerini de gidermiş oluyorlardı".

1944 yılının sonbaharında, enstitü ilk mezunlarını verecekti. Bir tören ve gösteri düzenlenmesi kararlaştırıldı. Orkestra ve korodan başka bir de müzikli piyes sahneye konacaktı. Oyunun adı “Tırtıllar”dı. Bunun için tüm arkadaşlar seferber olmuştuk. Çalışmalar ders saatleri dışında okulun çeşitli yerlerinde sürdürülüyordu. Sahne dışarıda hazırlanacak, törenle gösteri açık havada yapılacaktı.

Kamacıoğlu tüm zamanını öğrencileriyle geçirdi( Ortadaki çocuk büyük oğlu Yalçın Kamacıoğlu ).
 Elektriğimiz henüz yoktu, lüks lambaları, gemici fenerleriyle aydınlanıyorduk. Tören gününe dek hep içerde çalışmıştık. Temsil ve konser geceye kalmıştı. Parçaları çalarken temsile eşlik ettiğimiz sırada yay kıllarının gevşediğini, yayın ağaç kısımlarının tellere değdiğini fark ettik. Konserle temsil bittiğinde kılların tamamıyla gevşediğini gördük. Konseri ve temsili kazasız belasız bitirmiştik. Artık müzik çalışmalarını iki bölüme ayrılmıştı:
1- Derslerdeki müzik çalışmaları,
2- Bir sanat alanı olarak özel müzik çalışmaları.
Derslerde her öğrencinin, ilkokuldaki müzik derslerini yürütecek solfej, şarkı, genel müzik bilgisi, İstiklal Marşı ile okul şarkılarını bir çalgı ile çalıp söyleyebilecek yeteneği kazanması amaçlanıyordu.

Özel müzik çalışmalarına gelince; Genel kültür dersleri dışında tarım, balıkçılık, marangozluk, demircilik, dikiş, nakış, dokuma, inşaat alanları gibi bir de müzik alanı kabul edilmişti. Her gün öğleden sonra öğrenciler ayrıldıkları alana giderek çalışmalarını sürdürüyorlardı. Özel müzik alanı içinde en az 40 kişi keman ve orkestra, 40 kişi de çoksesli koro için ayrılmıştı. Ayrıca iki kız öğrenci de piyano öğrenimine başlamıştı. Koro–orkestra çalışmaları için yeni yapılan balıkhanenin salon bölümünü kullanıyorduk. Balıkhane enstitüden biraz uzaktaydı. Gidiş gelişlerde koronun çokça söylediği iki sesli marş ve şarkılar çevrede büyük ilgi uyandırmaya başlamıştı. Artık koro ile orkestra kendini dinletecek düzeye gelmişti. Sabah sporlarıyla birlikte sabah müziği yapılması öğretmenler kurulunca kabul edildi.
Öğrencilerin oynadığı "Tarih diyor ki" oyunundan bir sahne.
 Her gün derslere başlamadan önce yarım saat toplu müzik, yarım saat toplu spor yapılıyordu. Spor çalışmaları çeşitli halk oyunlarının, hep birlikte halkalar halinde müzik eşliğinde oynanmasıyla başlar, çeşitli spor hareketleriyle sürdürülürdü. İlk sabah müziğine koro ve orkestra ile katıldık. Koro İstiklal Marşı’nı dört sesli söyleyecek hale gelmişti. dört sesli İstiklal Marşı’nı söylediğimiz sabah ilk tepki öğretmen arkadaşlardan geldi. “Mehmet Ali İstiklal Marşı’nı karma karışık ettin” dediler. Sabırlı olmalarını söyledim. Her sabah, dört sesli İstiklal Marşı ile başlıyor, öbür tek ve çok sesli şarkı ve türkülerle sabah müziklerini aksatmadan sürdürmeye çalışıyorduk. Bir ay sonra bir sabah İstiklal Marşı’yla şarkıları tek sesli olarak söylettim. Aynı arkadaşlar bu kez “ Bu sabah İstiklal Marşı’la şarkılar yavan oldu” dediler. Bir aylık bir çalışma sonunda müzikteki yavanlık fark edilmişti. Kamacıoğlu bir gün balıkhanede 40 kişilik keman orkestrasını çalıştırıyordu. Müdür kalabalık bir ziyaretçi grubuyla geldi. Gelenler sessizce çalışmaları izlediler. Gelenler arasında o zamanın Gümrük ve Tekel bakanı Suat Hayri Ürgüplü de vardı. Orkestrayı dinleyen Ürgüplü yanındakilere şöyle dedi: 
biz Galatasaray Lisesi’nde okurken içimizde keman çalanlar vardı, fakat dört beş kişiyi geçmezdi. Bir okulda böyle bir çalışmayı ilk kez görüyorum.” 
Müzik Öğretmeni Kamacıoğlu, bir gün kasabanın otobüsüyle Trabzon’a gidiyordu. Şoförün bir şarkı mırıldandığını fark etti. Melodi yabancı gelmemişti. Biraz dikkat edince, sabah müziklerinde söyledikleri “Ankara” şarkısının ikinci sesi olduğunu anladı. İçini tatlı bir sevinç ve heyecan doldurmuştu. Düşleri gerçekleşecekti.Sabah müziği çalışmaları aksamadan sürünce tüm kasabanın ilgisini çekmeye başladı. O saatte, hemen tüm kasaba halkı, hatta yoldan geçenler okul bahçesinin çevresini dolduruyor, orkestra ve koroyu zevkle dinliyorlardı. Nasılsa bir gün çalışmalara ara verilmişti. Kasabanın ileri gelenlerinden biri : “ Bu sabah neden bülbüller hâmûs (susmuş) diye takılmıştı.
Yine bir gün Trabzon’dan konuklar gelmişti. Rastlantı bu ya o gün koro çalışması vardı. Dikkatle koroyu dinlediler. Alkışlarından çok memnun oldukları anlaşılıyordu. Bunlar Trabzon’daki İngiliz Başkonsolosu'yla konsolosluk görevlileriydi. Başkonsolos hafta sonları en geç onbeş günde bir enstitüye gelir, koroyu dinlemek isterdi. Bundan öğretmenler de, öğrenciler de mutlu olurlardı.
Beşikdüzü’nde ikinci okul binası bitirilmişti. Binaları da öğrenciler yapıyorlardı. İdare ile müzik salonu bu binaya taşınmıştı. 100 tane tabure alındı, dolaplar yaptırıldı. Belli başlı klasikleri içine alan plak koleksiyonu, gramofon, radyo, hoparlörlü pikapları vardı.

Zevkle heyecanla yorulmadan çalışıyorlardı. Kamacıoğlu şöyle diyor: 
Yatmaya giden öğrenci beni müzik salonunda bırakıyor, sabahleyin derse gelen beni salonda buluyordu. Şöyle düşünüyordum: Burada yetişecek öğrenciler köye gidecek. Okulda kuracakları okul korosu, zamanla okulla birlikte köy korosu olacak. Okul bitimi tüm köy birlikte İstiklal Marşı’nı, öbür marşları, şarkıları, türküleri, tek ve çok sesli söyleyecek duruma gelecek. Orada kendini gösterecek yetenekli çocuklar, enstitüye, belki de konservatuara gönderilerek Türkiye hatta Dünya çapında sanatçıların yetişmesi sağlanacak. Böylece uygarlık düzeyine ulaşmış Türkiye’nin gelişmesine katkıda bulunacak”.
 Bu çalışmalar 17 Nisan 1948 yılına kadar aralıksız sürer. Kamacıoğlu’nun enstitü müdürlüğüne yazdığı şu rapor müzik çalışmalarının kapsamıyla ilgili yeteri derecede bilgi verecek niteliktedir.

“Enstitü Müdürlüğüne;
Beşikdüzü Enstitümüzün demirbaşında kayıtlı 1 piyano, 48 keman, 1 alto, 1 viyolonsel, 20 mandolin, 1 akordeon, 10 kemençe, 2 zurna, 4 saz, 1 büyük salon gramofonu, 60 klasik plaklık koleksiyon, 1 adet hoparlörlü amplifikatör ve pikap teşkilatı, biri bataryalı, diğeri elektrikli olmak üzere iki radyo mevcuttur. Bunlara halen öğrencilerin şahıslarına ait olmak üzere mevcut olan 135 keman, 34 mandolin, 4 kemençe, 3 kaval da ilave edilirse, toplam 1 piyano, 183 keman , 1 alto, 1 viyolonsel, 54 mandolin, 1 akordeon, 4 saz, 3 kaval, 4 kemençe, 2 zurna mevcut olup bu aletlerle metotlu ve düzenli olarak çalışan öğrencilerin toplamı şimdilik 320 dir. Gerek alet alanların, gerekse çalışmalarının sayısı süratle artmaktadır. Yeniden kooperatifce sipariş edilmiş olan aletlerin de yola çıkarılmış olduğunun öğrenildiğini saygılarımla sunarım. 
Müzik Başı Mehmet Ali Kamacıoğlu”

Beşikdüzü Köy Enstitü öğretmenlerinden bir grup, Kamacıoğlu ile birlikte.
 17 Nisan 1948 törenleri için hazırlanıyorlardı. Bu sırada enstitü müdürü değişmişti. Yeni müdür bu çalışmalarını anlayacak yetenekte değil miydi? Ama yine de bir faaliyet olsun istiyordu. “Tarih diyor ki” adlı müzikli piyesi temsil edeceklerdi.Bu onlar için opera temsili gibi bir şeydi. Çünkü içinde üç sesli şarkı ve aryaya benzeyen sololar, düetler vardı. 21 saatlik bir çalışma sonunda oyun hazırlanmıştı. Vilayet erkanı tümen bandosuyla birlikte gelmişti. İstiklal marşını bandonun çalması istendi. Kamacıoğlu bando eşliğinde hep birlikte söylenmesini önerdi. 700 öğrenci ve tüm çağırılanlar geniş bir daire biçiminde Çamlık düzü’nde toplanmışlardı. Bando dairenin ortasında yer almıştı. Müzik Başı Kamacıoğlu bir masanın üzerine çıktı. Hiç prova yapmadan bando eşliğinde İstiklal marşı söylenecekti. Heyecanlıydı. Bandoya başlama işaretini verdi. Dördüncü tempoda 700 hançereden çıkan pürüzsüz sesin en küçük bir ritim yanlışı yapmadan söylediği İstiklal Marşı herkesi şaşırtmıştı. Böyle bir İstiklal Marşı’nı ilk kez dinlediklerini söylüyorlardı.
Öğrencilerin tek tip elbise giymeleri bile kapatılma sebeplerinden biri olmuştu.
Kurmay başkanı, Tümen Komutanı General Hasan Atakan’a “bizim şehir çocuklarının bunlara ulaşabilmesi için daha çok çalışmaları gerekir paşam” diyordu.
Vali ise şöyle dedi:
Bu müsamerenin Trabzon, hatta Türkiye’nin diğer yerlerinde tekrarı çok iyi olur.” 
Herkes tebrik ediyordu. Sadece yeni müdür tebrik etmemişti. Şöyle dedi:
“Ben o kadar intizamı sağlamaya çalıştım. Herkes çocukları ve Mehmet Ali’yi tebrik etti. Beni kimse tebrik etmedi”.
Müdür bununla kalmamış, ertesi günü de oyunda başrolü oynayan öğrenciyi derse kaldırarak, “Orada oynamak marifet değil. Dersi bilin bakalım” biçiminde konuşarak öğrencilerin başarılarını küçültmeye çalışmıştı.
Grup Trabzon’ dan başka bir yere de gidemedi. Beşikdüzü’ndeki müzik çalışmaları da böylece sona erdi.
Kamacıoğlu, yıllarca öğrencileri ile bağlantısını kesmedi. Zaman zaman o öğrencilerini buldu, zaman zaman da öğrencileri onu aradı. Enstitülerin yıldönümlerinde anılarını anlattı.
O yıl Mehmet Ali Kamacıoğlu da enstitüden ayrılmak zorunda kaldı.
Anılar Müzik Öğretmeni Mehmet Ali Kamacıoğlu’nun şu sözleriyle bitiyor:
“Kırk yıl sonra, şimdi hangi eğitim veya öğretim kurumunda, bu şekilde bir eğitim çalışması ve öğrenci çalışması vardır? Çok üzülerek bir şey daha söyleyeyim. Beşikdüzü Köy Enstitüsü’ndeki müzik aletlerinin daha sonraki yöneticilerce hurda eşya olarak satıldığını ve müteahhit tarafından bir kamyonla götürülmüş olduğunu öğrendim. Halkevlerini ve köy enstitülerini ortadan kaldıran zihniyetin Türkiye’yi Atatürk ilkelerinden uzaklaştırıp nerelere götürmek istediği bugün daha iyi anlaşılmıyor mu? En üzüldüğüm şey, bütün bunların Atatürkçülüğü dillerinden düşürmeyenlerce yaptırılmış olmasıdır.”
Rahmetli babam son günlerine kadar kemanını elinden bırakmadı. Keman onun ruhu olmuştu.
Şöyle devam ediyor M.Ali Kamacıoğlu: 
 Burada enstitü çalışmalarımızın ilginç bir yanını da anlatmayı yararlı buluyorum. Enstitüde bütün işler öğrencilerce yapılırdı. Her alanda bir öğretmen veya usta öğretici gözetiminde bütün çalışmalar öğrencilerce yürütülürdü. Bunun içinde okul yönetimin yanında, bir de öğrenci yönetimi vardı. Her enstitüde olduğu gibi, Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nde kız-erkek karışık 700 öğrenci, memur, işçi, öğretmen 1000 kişilik bir eğitim-öğretim toplumu, birbirine bağlı iki sorumlu kurumca yönetiliyor. Biri devletçe atanan müdür, yardımcıları, öğretmenler, yani yetiştiriciler; öbürü büyük kitle öğrenciler yani yetiştirilenler. Her işin öğrencilerce yapıldığı bir kurumda, öğrencilerin kendi kendilerini yönetmesinin ve denetlemesinin daha başarılı olacağı düşünülmüştü. Günlerce öğretmenler kurulunda, daha sonra tüm öğrencilerin katıldığı toplantılarda nasıl bir öğrenci yönetimi kurulması gerektiği üzerinde tartışmalar yapıldı. Sonunda en demokratik bir sistemin gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı. Bir yönetmelikle yürürlüğe kondu. Öğrenci yönetim biçimi kısaca şöyleydi: Bir yıl için seçimle işbaşına gelecek bir öğrenci başkanı; Her alanda kendisiyle çalışacak kol başkanlarını kendisi seçecek, onların çalışmalarından da sorumlu olacak. Bunlar yemekhane, yatakhane, balıkhane, tarım alanları, atölyeler, aletlerin korunması, eğlence işleri, misafirhane, kız öğrencilerin gereksinimleri gibi tüm alanlarda işlere bakacak birer başkan, hükümetin bakanları gibi. Bir de yine bir yıl için tüm öğrencilerce seçilecek toplantı başkanıyla yardımcısı, meclis başkanı gibi. Bu seçimler, çok hareketli, çetin geçerdi.

Her aday, kendi izlencesini hazırlar, toplantılarda okur, üzerinde tartışmalar yapılır, propagandalar bir ay kadar sürerdi. Sonunda seçim günü gelir, gizli oylar sandığa atılırdı. Başkan seçildikten sonra hemen işe koyulurdu. Hafta sonlarında eğlenceler düzenlendiği gibi, ay sonlarında da okul işlerinin tartışıldığı toplantılar yapılırdı. Bu toplantıları toplantı başkanı yürütürdü. Öğrenci ve toplantı başkanı son sınıflardan, öbürleri ara sınıflardan da olurdu.
Müdür ile bütün enstitü mensupları bu toplantılarda hazır bulunurdu. Her öğrenci, her enstitü mensubu bütün isteklerini bu toplantılarda dile getirebilirdi; önerilerde bulunur, eleştiriler yöneltebilirdi. Müdür dahil her toplantıda bulunan, toplantı başkanından söz alır, yanıt istek ya da eleştirilerini dile getirirdi.Müdürün önerilerinin bile reddedildiği olurdu.


Birini anımsıyorum; bir kitap tanıtma saati nedeniyle tartışma açılmıştı. Toplantı uzuyordu, yatma zamanı gelmişti. Müdür toplantıya ertesi akşam devam etmeyi önerdi. Toplantı başkanı “o akşam inkılâp tarihi toplantımız var, isteğinizi oya koyuyorum” diyerek oylattı. Müdürün önerisi reddedilmişti.
Bu müdür saygıyla rahmetli anılması gereken büyük eğitimci Fehim Akıncı’ydı. Böyle bir yönetimin okulda gerçekleştirilmesi kolay değildi. Fehim Akıncı, Osman Ülkümen gibi müdür ve o dönemin öğretmen kadrosunun da büyük payı olmuştu bunda.”
Evet dostlar! Bugünden o günlere baktığınızda bir şeyler hissediyor musunuz?


19 Nisan 2014

Köylüyü anlayacak “yeni aydın” tipi!

Köy Enstitüleri üzerine çok şey yazıldı, çok şey söylendi. Ben kısaca tüm sorunu özetlemek istiyorum:
O dönemlerde köye hizmet götürmek çok zordu. Köye doğru hizmeti götürebilmek için köylünün dilinden anlayan "yeni bir aydın" tipine gereksinme vardı. Bu da köylünün kendi içinden çıkarılabilecek bir tipti. Bu “püf” noktasını ilk yakalayan ve kendisi de bir köylü çocuğu olan İsmail Hakkı Tonguç’tur. Tonguç, Köy Enstitüsü Sisteminin hem kuramcısı, hem de kurucusudur.
Tonguç şöyle diyor:
“Kanımızı ve iliklerimizi isteyerek köyün içine akıtmadıkça, kırk bin köyün kenarına münevver insanın mezar taşı dikilmedikçe, bu köyün sırlarını anlayamayız. Köyü anlayabilmek, ... duyabilmek için onunla kucak kucağa, nefes nefese gelmek lâzımdır. Onun içtiği suyu içmek, yediği bulguru yemek, yaktığı tezeğin ifade ettiği sırları sezebilmek ve yaptığı işleri yapabilmek gerekir. Bizim köyün ne olduğunu evvelâ büyük âlimler, artistler değil kahramanlar anlayacaklar, sonra âlimlere ve sanatkârlara anlatacaklardır. Türk köyü, daha belki yirmi beş yıl âlim değil, kahraman isteyecektir. Bataklığı kurutmak, sıtmalıya kinin rejimi yaptırmak, trahomlunun gözüne ilâç damlatmak, okul binasını yapmak, yaralının yarasını sarmak, gebeye çocuğunu doğurtmak, pulluğun nasıl kullanılacağını veya tamir edileceğini öğretmek, bozuk köprüyü yapmak, ıslah edilmiş tohumu tarlaya saçmak, fidan dikerek onu büyütmek ve step köylüsünün ‘dal’ diye adlandırdığı ağacı hakikaten ağaç hâline getirmek; ulemanın işi değil, kahraman teknisyenler ordusunun işidir... O bu kahramanları içinden yetiştirmeğe mahkûm. Bütün felâketlere katlanarak, ıstırabı zehir yutar gibi yutarak çalışan ve başlarının üstünde şereflerle örülü birer taç taşıyan bu kahramanlar köyü dile getireceklerdir... O zaman yeni sesler duyacağız. Bu seslerden ürkmeden onları dinlemek lâzımdır. Köyden yeni renk ve seda getirenleri saygı ile karşılamak gerekir. Hakiki köyü ve memleketi o zaman anlayacağız...”
Evet dostlar! Köy Enstitülerinin kuruluş hedefini ve bu sisteme karşı çıkan “zihniyeti” iyi anlamak gerekirdi. Halkımız anladı mı? İyi anlatılabildi mi?
Ülkenin temel sorunu budur.

18 Nisan 2014

BABAYASA!.

*Kartalı vuran kendi tüyünden yapılmış oktur.(Kızılderili atasözü)
Kim ölmüş yalandan? Kim bıkmış hileden, yolsuzluktan? Kim gerçeği kovalamış? Kimin haberi var olandan? Kim inmiş balkondan. Kim anlamış görüntüyü?.. Balkonda havaya kalkan ailenin kolları neyi anlatıyor? Egemenliğin kayıtsız, balkonsuz halkın olduğunu mu?
17 Aralık’ta ne oldu, hangi kutuya ne doldu? Neyin üstü kapandı? O gün ayakkabı kutularının doldurucusu olduğu iddia edilen müdür Süleyman Aslan bugün aslanlar gibi ülkenin en büyüklerinden birinde bankacılığa devam ediyor. 30 Mart’ta sandıkta ne aklandı? Yoksa yolsuzlukları tarihe gömecek iken sandığa mı gömdük?
Kimse üzerinde durmuyor diye haksızlık üzerine haksızlık yapmak hak mıdır? Cadı avı var… Cadılar kim? Hain cadılar! Yolsuzluk. Dosyasının kapağına el sürenler yanmıyor mu? Nerede ise aynı gün yıldırım tayinler, daha doğrusu sürgünler olmadı mı? El süren yanıyor! Cesur bir savcı çıkar beklentisini yüreğine sindirenler yüzlere, binlere varan SÜRGÜN işlemini mi parmaklarına doladılar!. Bir terslik yok mu? Suskunluk! Masumlar suçlu, suçlular kahraman mı? Kentler dönüşerek elden çıkmıyor mu? Rant kurbanı değiller mi? TOKİ ile başlayan kentleri yeme yutma işlemi sürüyor!. Güzelim İstanbul! Zaman zaman şunları da yaptık dedikleri içler acısı beton yığınları ile inleye inleye elden gidiyor… Her rant noktasında kimler var? Hangi havuzun mensupları... İstanbul’un efendisi AKP li Belediye Başkanı, Başbakan destekli ne derse o oluyor! Deprem yönetmeliğini hatırlıyorum… Binlerce çadır hazırlandı… Çadırların kurulacağı alanlar da açıklandı. 2008 yılında çadır alanları vardı ve açıklıktılar! Bugün çadır kurulacak alanlar var mı? Yok oldular. Binaya dönüştüler! AVM ye dönüştüler. Rant’ın hızı bu. Değişim dönüşüm ve deprem geliyor korkusu ile çok yerde aslan gibi sağlam binalara çürük dendi... Bina sahibi itiraz etti. Nerede ise o durumdakilerin hemen hepsi mahkemeleri kazandı. Ama evleri geri alamadı. Zira binalar yıkılmıştı!. Uğranılan haksızlıkları mı, günlerce yazdılar haksızlığa mı hayır dediler?. Üstüne üstlük ne seçimi olduğu tam olarak tarif edilemeyecek bir de hileli seçim gelip geçti!. İşlemler hızlanmadı! Demokratik ülkelerde önce suç işlenmesini önlemek, ve düzenin sağlanması için kanunlar çıkarılır. Bizde önce SUÇ İŞLENİR bunu kılıfına uydurmak için ardından kanun yapılır. AKP nin adalet ve kalkınma anlayışı bu değil mi? Başbakan yargı ve yasama ayak bağı oluyor diye şikayet etmedi mi?
Ayıkla ayıkla temizlenemiyor ki!. Şikayet değişmiyor ki. Bilmediğimiz kadar yolsuzluk, hırsızlık yok mu? Bugün de yapılmıyor mu? Bu tablo ile güvensizliği ve nefreti körüklemiyor muyuz? Ne çok hainimiz varmış… 12 yıl nasıl farkına varmadık dersiniz? Uyuduk mu yoksa hala uyutuluyor muyuz? AK Parti MKYK üyesi Prof. Mazhar Bağlı, cemaat ile çatışmayı değerlendiriyor, “Bu saatten sonra milletin öfkesini kavga kesmez, millet intikam istiyor... Kan kusturanlara kan kusturulsun istiyor”
Kim takar demeyin! Yalova 6 oy farkla kazandı. 6 gün sonra yoksuzluğa taktı! CHP li yeni Belediye Başkanı eski AK Partili başkanın seçim öncesi belediye adına verdiği 74 bin 700 porsiyon yemeğin ve dağıtılan küçük hediyelerin masrafları ödemeyeceğini açıkladı. Pilav üstü kavurma, kahvaltı, kokteyl, protokol ağırlaması not defteri, çanta, takvim, şemsiye, kitap gibi küçük hediyeler için toplamda 1 milyon 300 bin lira…
Rant kaldığı yerden devam ediyor. Fark bizim haberimiz olamıyor!Tape’ler şu anda sızamıyor. 17 Aralıktan bu yana tüm önlemler bunun için değil miydi? Gene de şüpheler beliriyor. Orman ve Su İşleri Bakanlığı sulak alanlar “ulusal önemdeki sulak alanlar” ve “mahalli önemdeki sulak alanlar” olarak ikiye ayrıldı. Eniştem durup dururken beni neden öptü demeyim. Yapılan düzenlemeyle Türkiye genelindeki tüm sulak alanların yapılaşmaya açılabileceğini savunanlar var. Çevreciler hükümetin bu düzenlemeyi İstanbul’a yapılacak Üçüncü Havaalanı’nı arazisini imara açabilmek için yaptığını düşünüyor! Neden olmasın!

Başbakan Anayasa’ dan bıkmış usanmış!. Kendi ayarlamış ama. HSYK den şikayetçi. HAİN PARALEL başının belası. İnlerin girip o yapıyı da inletecek!. Yeni cambaz Cumhurbaşkanlığı seçimi! Türkiyenin 76 milyon vatandaşına karşı iki isim yetiyor... Cumhurbaşkanını halk seçecek deniyor. Deniyor ama konuşan iki kişi... Karar Erdoğanın iki dudağına yapışmış... Meydan da Başbakan ve Cumhurbaşkanı var. Yasalar yetmiyor mu? Biz gene Demokrasinin dengeli yönetimini beklerken aşırı yetkinin esiri mi olacağız?. Gelişme karanlık. MİT yasası çıktı. Kanunsuzlukları KANUNİ yapan anlayışı kucakladık... Kardeş görünen küskün ikili ile çok daha tehlikeli bir dönem geliyor. Benim çıkış yolum var! Anayasa işe yaramıyor. Yeni bir BABAYASA yapalım... Erdoğan Cumhur-başbakanı olsun... Başbakanı tasarruf etmiş oluruz!

15 Nisan 2014

Zehir Köprüsü’ne oy verdiler!

Seçim sonuçlarını değerlendirirken herkes büyük fotoğrafa baktığı için detaylar kaynayıp gitti.
Oturduğum ilçe Sarıyer’de CHP kazandı ama ben en çok burunlarının dibine köprü ayakları dikilen Garipçe’yi ve hava kirliliğinden, gürültüden  en çok etkilenecek üç mahalleyi merak ettim.
3. Köprüden bahsediyorum.
Hani yer belirlenince protesto yürüyüşleri yapan Garipçe ve Rumelifeneri’nden.
Öyle ya.
Gürültü yolda, egzoz dumanlarıyla birlikte zehirli hava “ bekle geliyorum” diyor.
Hem de günün her saatinde.
Hele lodos esince.
İstanbul’un en temiz iki köyü, Anadolu yakasındaki Poyrazköy ve Anadolu Kavağı ile birlikte dört köyünü zehirli hava esir alacak.
Şimdi diyorsunuz ki bunca itirazlara rağmen köprüyü oraya diken AKP tabii ki az oy almıştır.
Değil mi?
Kazın ayağı öyle değil işte.
Gürültüden ve hava kirliliğinden en çok etkilenecek Garipçe’de AKP 226 oy aldı. CHP mi? Sadece 33. Sanırım onlar da köyün yeni nesil gençleri.
Rumeli Feneri mi?
O da aynı. AKP 778, CHP onun yarısı kadar 422.
Ne dersiniz bu sonuca?
Ben bu sonucu şöyle değerlendiriyorum;
Yolsuzluk, rüşvet gibi iddiaların üstelik yerel seçimlerde ileri sürülmesi, tüm seçim stratejisinin bu olgular üzerine kurulması seçmeni etkilememiş.
Köylerin aklı başında gençleri bu sonuçları büyük ölçüde iki şeye bağlıyor; Biri dinin kullanılması diğeri de mazotun balıkçılara ucuz satılması.
Biliyorsunuz bu köyler büyük ölçüde balıkçılıkla geçiniyor.
Demek ki “oylar” ın ucunda çıkar da var.
Garipçeliye “bak kardeşim burnunun dibine dikilen bu köprüden günde şu kadar, ayda şu kadar ağır vasıta geçecek. Sen bu vasıtaların çıkardığı gazları devamlı soluyacaksın, sağlığın bozulacak ve ömrün kısalacak. Buna razıysan kabul et. Çocuklarını, torunlarını geleceği düşünmüyorsan köprüyü yapanları alkışla” derseniz belki biraz düşünür oy verirken.
Ama yine de gider AKP’ye oyunu verir.
Detay dedik ya.
Bu detayı genelleyin.
AKP’nin niçin İstanbul’da, Ankara’da  ve hemen hemen orta Anadolu’ da kazandığını anlayın.
Takım tutar gibi parti tutanlara, çıkarına bakanlara doğru yolu göstermek mümkün mü?
Biraz zor gibi.

AKP tam damardan giriyor yüzde 44’lük seçmenin kanına.

14 Nisan 2014

KAMA  
DİYARBAKIR’ın kadın Belediye Başkanı BDP ’li Gültan Kışanak, demokratik özerklik adımlarını atmaya başladıklarını açıklarken zaman kaybetmedi... “Petrol başta olmak üzere, bölgede üretilen enerjiden yerel yönetimlere pay verilmesi gerekir” dedi...Ağzının payını veren çıktı mı?

9 Nisan 2014

Milsiz irade!

*Honore de Balzac: bugünkü kanunlar, büyük sineklerin delip geçtiği, küçüklerinde takılıp kaldığı bir örümcek ağı gibidir.
Ülkemde, iktidarın meclis aritmetiğine dayayıp torbaladığı kanunlar, yüksekteki büyük sineklerin kanat çırpmaları ile vızır vızır delindi! Küçükler adaletin ışığını beklerken, kedilerin hışmına uğrayıp tam 44 ilde aynı anda oylar sayılırken karanlıkta kaldılar. Sevgiyi saygıyı, dürüstlüğü MUM ışığında aramak zorunda kaldık! Birey olmakla övünenler “milli irade deyip” durumu idare ettiler! Son söz Milli iradenin mi oldu? Oysa, dün de, önceki gün de, daha da öncesinde! Bilenler söylediler… Çömlekçilere kadar kapı kapı dolaşıp anlattılar. AMAN sandığa olan GÜVEN ZEDELENMESİN testi kırılmasın… Gözümüzü kör eden neydi? Demiri kesen emir… MİLLİ İRADE DEĞİL Mİ?
Matematiğim ATA -MADİK olduğu “biz ne dersek o olur” gerekçesinin itiraz kabul etmediği bir yerde denklem geçerli kılındı… Türkiye genelinde geçerli oy sayısı: 44.839.581. Seçime katılan 6 partinin aldığı oyların toplamı 73.593.947. Bu ne bereket? Nasıl mı oldu? Büyük sinekler kanunları ve de kuralları delip geçti. Gergin ve nefretin beslendiği, mantığın yorgun düşüp bir yere yaslandığı bu ortamdan CHP Genel Başkanına Meclisin güvenli koridorlarında bir de yumruk çakıldı… Yaşı  müsait olanlar İsmet İnönü’nün taşlandığı, Süleyman Demirel’in burnunun kırıldığı dönemi hatırladılar… Gene nefretin kral olduğu o yere, o kargaşaya, o çalkantılı günlere mi gidiyoruz? İtibarımız Türk Lirasından hızlı düştü… Uluslararası ortamda Twitter yasağı şaşkınlık yaratırken siyasetçiler de alay konusu oldu… Bu sahneleri AKP seyretmedi. Seyreden AKP liler kalkıp konuşamadı. O kadar özgürdüler işte! Ama Başbakanın bir yakını söyledi:
Şam Müftüsü Ahmet Bedreddin Hassun çevremizi saran ateşi, düştüğümüz batağı anlattı duyan oldu mu? “Yaşananların sorumlusunun Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’dır dedi. Ve özetledi “Başbakan Erdoğan’ı Belediye Başkanlığı döneminden beri tanırım. Dini bilgisi çok yetersizdir. Erdoğan benim Şam'ı terk edip, Türkiye’ye gelmemi istedi. reddettim. Din bunların yaptıkları değil. Dinde zorlama yoktur. Bunlar insanları zorluyorlar, olmaz ise öldürüyorlar. Her şeyden önce insanız. Sonra dinimiz gelir. İnsanlığımızı hiçbir zaman unutmamalıyız. Dini insanlığın önüne koymamalıyız. Herkes önce insan sonra Müslümandır”
Tayyip Erdoğan’ın Türkiye'de laiklikle savaştığını vurgulayan Ahmet Hassun, “Allah'ın bizi Erdoğan’dan koruması için dua etmeliyiz. Bölgede savaştan yana tavır aldı. Suriye için tek derdi Müslüman Kardeşlerin serbest bırakılmasıydı. Yıllar önce Erbakan Hoca beni uyarmıştı. Bu adama dikkat et, güvenme diye. O zaman çok dikkate almamıştım. Ama bugün görüyoruz ki, Erbakan çok haklıymış. Erdoğan mezhepsel bir politika izliyor. Sırf mezheplerinin egemen olması için, bu katilleri destekliyor. Allah bizi Erdoğan’dan korusun.”
Sadece Şam Müftüsü mü? AKP kurucularından Aptüllatif Şener “Bir saniye içinde döner… Bir dediği öbürüne uymaz… Koltuğunda kalmak için savaş dahi çıkarır ..” AKP kurucusu ve eski Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat Dışişleri Bakanı’nı eleştirdi. “Davutoğlu Başbakan Erdoğan'ı yanlış yönlendiriyor. Bizi savaşa götürme tehlikesi  var?” dedi.. Yolsuzluklar için de “Bu fezlekelerin üzeri kapatılamaz. Bunların aklanacağı veya suçlu bulunacağı yer de Yüce Divan'dır. Ben Başbakan'ın yerinde olsam Yüce Divan'a gönderirim” yorumunu yaptı. Başbakanın kahraman polisi nedense şimdi KAHREDEN polis oldu! Ülkenin tüm inlerinde aranıyorlar!
Ülkem sağırlar, körler dilsizler dönemini yaşıyor. Oysa yurt dışında tüm ülkeler görüyor, itibarımızı sıfırlıyor ve konuşuyorlar: ABD li gazeteci nedense ciddiye alınmamış gibi. CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün,de naklediyor: “Pulitzer ödüllü ABD'li ünlü gazeteci Seymour Hersh'in Ağustos 2013'te Şam Guta'da 1100 çocuk ve kadının öldüğü kimyasal saldırısının failinin Türkiye olduğuna dair yazısını okudunuz mu? Hersh'e göre, 21 Ağustos 2013'teki kimyasal silah sarin gazı ile yapılan saldırıyı Tayyip Erdoğan ve ekibi ABD'yi Suriye'ye çekmek için gerçekleştirdi, amaç bir provokasyon idi. Hersh MİT ve Türk Jandarmasının Suriye hükümetine karşı savaşan Cihatçı teröristlere silah ve kimyasal gaz kullanma eğitimi verdiğini de ortaya atıyor, Guta'da kullanılan kimyasal gazın Türkiye'de üretildiğini ve Türkiye'nin desteğiyle Suriye'ye getirildiğini belirtiyor” ifadelerini kullandı.”
Başbakan hala aynı yolda. Aynı söylemde. “Benim Bakanım… Benim Muhtarım… Benim Genel Müdürüm.. Benim memurum… Benim Polisim” Benim de kanaatim Suriye yanlışına, batağına saplanmadan önce kamu oyu yoklamalarında milli irade % 80 oranında bu işe HAYIR  demişti. Buna rağmen bu batağa balıklama dalınmıştır. Bu karar Milli İradenin  olamaz… Mezhepler ölçüsüne inen kinli bir iradedir… MİLSİZ İRADEDİR