30 Temmuz 2007

Oya ağacının bizden istediği “kuru bir hayat”!...

Bilgi ne kadar önemli değil mi dostlar? Peki biz millet olarak bilgiye ulaşma konusunda çok mu istekliyiz, yoksa her şeyi biliyor muyuz?
Baksanıza kime sorsanız seçim sonuçlarını yorumluyor, kime sorsanız takımlarımızın hangi taktikle oynaması gerektiğini biliyor, ekonomiyi sor, hemen cevabını al.
Aklınıza ne gelirse kime sorsanız mutlaka bir şeyler biliyordur. İsrar ederseniz o da bilgisi konusunda israr edecektir.
Bunları neden yazıyorum?
Biz yazlığı alınca balkonun önüne dikilmiş iki ağaç karşıladı bizi. Biri beyaz leylak, diğeri oya ağacı.Oya ağacını anlamıştım zira yazın açıyordu ama mayısta açan leylak ne işe yarardı ki. Tabii iki ağaca da dokunamadık. Mayısta yazlığa gelip leylakları kesiyorum, eve getirip vazoda bir süre seyrediyoruz. Gelelim oya ağacına. Bizim oya ağacı her yıl küfleniyor, daha doğrusu hastalığının bilimsel adıyla “külleme” oluyor. Kayınvalide eksik olmasın tecrübeli olduğu için “Böceklenmiştir. İlaç sıkın” dedi. Bastık ilacı, para etmedi. Ertesi yıl yine aynı. Biraz bu işlere kafa yorunca sitedeki oya ağaçlarında da aynı küllenmeyi gördüm. Rahatladım. Demek ki sadece bizim oya ağacında olmuyordu bu iş.Kime sorduysam bu küllenmenin nedeni olarak herkes kendine göre bir şey söyledi. Sonunda dayanamadım, araştırmaya başladım. Komşu evlerin önündeki bu oya ağacı hayatını yaşıyor. Ne karışanı var, ne de benim gibi sulayanı. Yıllardır kendi başına sağlıklı bir şekilde büyüyüp gidiyor.
Nedenini öğreniverdim hemen.
Oya ağaçları rutubet istemiyor, buna karşılık bol güneş istiyordu. Doğru olabilirdi bu tez. Zira ben bu bilgileri bilmediğim için oya ağacının iki yanına çok gerekliymiş gibi iki gül dikmiştim. Gülleri suladıkça oya ağacını da suluyor, gövdesini ıslatıyordum.
Bu bilgi doğruydu zira sitede de oya ağaçları çim alanlara dikilmiş, çimler sulandıkça oyalar da baştan aşağı yıkanıyordu sürekli.
Ne kadar basit değil mi? Bilmeden dikilen bir çok bitkiyi zor şartlarda yaşamağa mahkum ediyoruz.
Şimdi yaz sonunu bekliyorum. İlk işim o iki gülü oradan almak ve oya ağacına "kuru bir hayat" verip sağlığına kavuşturmak.

27 Temmuz 2007

Kar yolları kapasın ama barajlar da dolsun!...

Bu kavurucu sıcaklarda, hareket etmeden, şöyle gölge bir köşede oturup pineklemek geliyor insanın içinden. Ben de öyle yapmaya çalışıyorum ama bir yandan da şu günlüğe ne koysam diye düşünüyorum. Bazen bir şiir, bir fotoğraf çok şey ifade ediyor. William Shakespeare’in “Korkuyorum” şiiri gibi.
Hiç aklınıza gelir miydi "kar"ın yağmasını, yağmurun şakır şakır yağıp barajları doldurmasını özleyeceğiniz.
Evet! Susuzluğun kapımıza dayandığı şu günlerde tek ümidimiz önümüzdeki kış. Çok kar yağsın, yağmur yağsın.
Varsın yollarda kalalım, trafik felç olsun, tipi altında eve ulaşmaya çalışalım.
Yeter ki barajlar dolsun, kuraklık olmasın. Susuz kalmayalım.

Korkuyorum
Yağmuru seviyorum diyorsun,
Yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun...
Güneşi seviyorum diyorsun,
Güneş açınca gölgeye kaçıyorsun...

Rüzgarı seviyorum diyorsun,
Rüzgar çıkınca pencereni kapatıyorsun...
İşte,bunun için korkuyorum;
Beni de sevdiğini söylüyorsun...
William Shakespeare

25 Temmuz 2007

Medyada sansür yok, baskı var

24 Temmuz biliyorsunuz Gazeteciler Günü’dür. Sansürün kaldırılması her yıl 24 Temmuz’da kutlanır. Gazeteciler Cemiyeti bir törenle bu günü kutlar. Son yıllarda bu kutlama Dolmabahçe Sarayı’nın Has Bahçe’sinde yapılıyor.
Özellikle emekli gazeteciler gider bu toplantıya. Eski arkadaşları görüp hasret gidermek için. Gençler pek gelmezler. Onlar da sanırım emekli olmayı beklerler.
Konuşmalar yapılır, ödüller verilir ve yemek yenir.
3-4 yıldır ben de gidiyordum bu törenlere. Geçen yıl medyanın düştüğü durumdan hoşlanmadığım için istemeye istemeye gitmiştim. Bu yıl gitmedim. Neden mi?
Yılmaz Özdil Sabah Gazetesi’nde yazıyordu. Bildiğini yazan biri olarak seviyordum. Ayrıca birlikte çalışmış, ağabeyliğini yapmıştım.
TMSF’nin elindeki bir gazetede iktidara karşı yazmak her babayiğitin harcı değildi. O son dakikaya kadar inandığını, bizim de inandığımızı yazdı.
22 Temmuz günü "bana eyvallah" deyip istifa etti. Mertçe. Tam ona yakışacak şekilde.
Telefonla ulaştım Yılmaz’a. "Ne o" dedim. "Neden ayrıldın"?
"Ağabey bir araya geldiğimizde anlatırım. Ancak bu kadar dayanabildim"? dedi.
Evet! Dostlar. Biz gazeteciler sansürün kaldırılışını kutluyoruz ama farklı bir sansür çeşidi olan "baskı" faktörünü es geçiyoruz.
Sahi biz neyi kutluyoruz ki. Bugün sansür yok, baskı var baskı !...
İşte sansürün kaldırılışını kutlaması gereken Yılmaz Özdil'in "medyada dik duruşunun" veda yazısı:
...
Çok muhabbet...
Tez ayrılık.
Vatandaşlık görevi olduğunu düşündüğüm için, nefesim yettiğince yazdım; namusumla.
Vakit tamam.
Büyüklerin ellerinden...
Küçüklerin gözlerinden...
Hakkınızı helal edin. Eyvallah.

21 Temmuz 2007

Tarihi yaşamak için Cumalıkızık sizi bekliyor!...

Gölyazı’yı anlatmıştım size. Hazır Bursa çevresinde dolanırken Cumalıkızık’a uğramadan olmazdı. Hani hatırlayın bir fotoğraf koyup bu “cin aralığı nerede?” diye sormuştum. İşte şimdi o cin aralığının bulunduğu Cumalıkızık’tayız. Tarihi sevenler için bulunmaz bir yer Cumalıkızık. Allahtan koruma altına alınmış. Köyün dokusuna dokunulmamış ama yerlihalkı bu tarihi dokunun farkında değil gibi. Neyse. Buna da razı oluyor insan.
Cumalıkızık köyünü ilginç yapan evlerin mimari yapısı. Evler yapılırken aile mahremiyetine özen gösterilmiş. Evlerin dış kısımlarında zemin ve birinci katlar ile avlular üç metre yüksekliğinde moloz taş ve ahşap hatıllı duvarlarla örülmüş..Pencereler üst katlarda kafesli veya cumbalı. Camlarda kafesler, dışarıdan içerinin görülmesini engelliyor. İçerdekilerin de dışarıyı rahat görmesini sağlıyor.
Cumalıkızık evlerinde genellikle giriş kapısı ile evi ayıran dış avlu, elde edilen ürünlerin ve gerekli malzemenin depolandığı hayat kısmı, odaların bulunduğu birinci ve ikinci katlar var.
Tarihi köyde yaşam devam ediyor. Yaşamla birlikte soba bacaları da sizi karşılıyor ve tarihin içinde gezerken birden ayılmanıza neden oluyor.

Köy Meydanındaki evler, ara sokaklardakilere göre daha bakımlı. Meydanda köylü kadınların kurduğu tezgahlar var. Ahududu, böğürtlen reçeli, köy eriştesi en çok satılan ürünler..
Cumalıkızık, konaklardan birinde bir televizyon dizisi çekilince gündeme gelmişti. Biz bir kaç yıl önce gittiğimizde köyü ziyarete gelenler, sadece dizinin çekildiği konağı görüp geri dönmüşlerdi. Köyü gezen yoktu, eşim ben ve bir kaç turistten başka.
Bu da tarihle pek barışık olmadığımızı gösteriyor. Gelenler için konak dışında tarih diye bir şey yoktu anlaşılan Umarım bu aralar daha bilinçli insanlarımız gidiyordur oralara.
Cidden biz neden böyle bir milletiz? Hatırlıyorum, Efes harabelerini ilk gezdiğimizde taşlara bakıp bakıp geçmiştik. Taşların üzerine oturup, elindeki kitabı okuyup zaman zaman kafasını kaldırarak harabeleri inceleyen turistlere hayretle izlemiştik.
Şimdi bu işin ne olduğunu daha iyi anlıyorum. Detayları öğrenmek. Ne kadar önemliymiş meğerse.
Artık nereye gitmeye niyetlensek orası hakkında bilgi toplamaya ve bilinçli gitmeye başladım. Siz zaten bunu yapıyorsunuzdur ama üşenenlere diyorum ki; siz siz olun. Görmek için gittiğiniz yerlere, bilgisi kafanızda birlikte gidin.
Biz şimdi gelelim Cumalıkızık’a.
Cumalıkızık, Osmanlı sivil mimarisinin köy yerleşimini günümüze ulaştıran nadir yerlerden biri. Osmanlıların Bursa'da ilk yerleştikleri bölgelerden biri olarak biliniyor Cumalıkızık. 270 ev var köyde ve bunların 180'i halen kullanılıyor. Bazıları da koruma altında.
Cumalıkızık vakıf köyü olarak kurulmuş ve bu özelliğini yerleşim yaşam biçimine yansıtmış. Uludağ'ın kuzeyindeki dik etekler ile vadilerin arasında sıkışıp kalan yöre köylerine bu konumlarından dolayı ''kızık'' adı verilmiş. Köylerin birbirlerinden ayrılması için de dereye yakın olanına Derekızık, Fidye verene Fidyekızık ve Kızık köylerinden topluca gidilerek cuma namazı kılınan köye de Cumalıkızık adları verilmiş.
Kaynak: Kültür Bakanlığı

20 Temmuz 2007

İyi ki doğdun Pınar, iyi ki sevdik seni!...

Bir sardunya olmak isterdim şu dünyada
Kırıldıkça kırıldıkça yeşeren
Öylesine al al veren
Bir sardunya
Bir sardunya olmak isterdim şu dünyada
Bir avuç toprağım olsun ama benim olsun
İster bir saksıda olsun ister dağda olsun
Yeter ki gönlüm razı rahat olsun
(Halim Yağcıoğlu, SARDUNYA)
...................................................

İyi ki doğdun Pınar;
Sardunya zamanı.
İyi ki tanıdık seni,
Bu bir Armağan bize.
İyi ki sevdik diyorum,
Bir ömür boyu.

19 Temmuz 2007

Seçim yatırımı yazlıklara da uğradı!...

Yazın ortası gelmiş. Hava sıcaklığı tavana vurmuş. Sular gürül gürül akıyor. Biliyoruz bir kaç gün sonra suların kesileceğini. Bir faaliyet, bir faaliyet. Asfalt çalışması son hızla devam ediyor. Hemen bitmeli bu iş. Şunun şurasında seçime ne kadar zaman kaldı ki.
Yazlıklar genelde sakin yerlerdir. Çocukların tatil sevincinden doğan aşırı çığlıklarından başka fazla gürültü duymazsınız.
Silivri’de bir sabah büyük bir çalışmanın gürültüsüyle şaşırdık. Bizim oturduğumuz yerde sokaklar denize doğru iniyor ve evler iki yana sıralanmış. Bu sokakları kesen geniş bir yol var. Eğri büğrü. Asfaltı dökülmüş, yer yer toprak çıkmış ortaya. Yollar da aynı. Kazan kazmış, öyle bırakmış. Toz toprak içinde...
Biliyorsunuz, belediyeler yazlıkçılara pek hizmet vermek istemezler. Zira yazlıkçılar devamlı oturdukları evin bulunduğu semtte oy kullandıkları için yazlıklarda oy vermezler. Belediyeler de esnaf da onlara sadece yolunacak kaz olarak bakar.
Bir komşumuza Silivri’deki bir eczanede söylenen şu söz manidardır; “Leylekler geldi”.
30 sene boyunca kimi leylek, kimi kaz olduk bu sahillerde.
Bir anımı paylaşayım, sonra bu gürültünün sebebini anlatırım;
Dedim ya 25 yıl Kumburgaz’a gidip geldik. İlk yıllar köydü Kumburgaz. Muhtarın ne gücü olacak? Herkes kendi yağıyla kavruluyordu. Sonra belediye oldu. Belde belediyesi. Sevinmiştik. Belki hizmet alabilirdik. Ne gezer?
İsmi önemli değil bir belediye başkanı bizi tam olarak kaz yerine koymuştu. Anlatacağım nasıl kaz olduğumuzu.
Kumburgaz’daki yazlıklar, biliyorsunuz E-5 yolu ile sahilin arasına sıkışmış durumdadır. E-5 ile yan yol yani servis yolu arasında bir boşluk vardır. Genelde yazlıkçılar, o arayı otopark olarak kullanırlar.
Bir yaz başı Kumburgaz’daki yazlığın - yazlık dediğime bakmayın. 100 daireli bir site- önüne geldik. Eşyaları boşalttık, aracı o araya çektim. Başıma biri dikildi, "buraları ücretli artık" dedi. Şaşırmıştım. Gazetecilik var ya. "Kim kiraladı buraları size" diye sordum. "Belediye" dedi. Aylık belli bir para verirsem bana yaz boyunca otopark yeri ayırabileceklerini, söyledi. Uzatmadım, aracı site tarafındaki yolun kenarına bıraktım.
Siteye girdim, arkadaşlara sordum. Belediye tüm iki yol arasını düzeltmiş ve ücretli otopark olarak kullanıma açmış.
O yıllar Milliyet’in yazı işlerinde çalışıyorum. Ertesi gün telefonla Karayolları’nı aradım. Durumu anlattım, belediyenin park yasağı tabelalarının fotoğrafını faksla geçtim. Yetkili müdür: "Nasıl olur böyle bir şey, o şerit bizim malımız. Biz onlara sadece düzetme yetkisi verdik" dedi. Ben de "bana o bölgenin Karayolları’na ait olduğuna dair bir yazı geçip geçemeyeceklerini" sordum. "Geçeriz" dediler. Geçtiler de. Tapu gibi elimde bir yazı olmuştu.
O akşam yine damladı otoparkçılar. Yazıyı gösterdim. "Peki" dediler ama uygulama devam ediyordu.
Karadenizli bir ağabeyimiz de aracını bırakmış ve para vermemiş o gece. Ertesi günü aracını çekmişlerdi. Üşenmedik, Kumburgaz karakoluna aracın çalındığı ihbarını yaptık. Karakol amiri bizi güzel karşıladı, ifadeleri aldı ve evrakları savcılığa sevk edeceğini söyledi. Bu arada aracı çekenleri de buldurdu. O zaman anladık ki belediye otopark işini birilerine ihale etmiş, kendi aradan sıyrılmış.
Neyse. Evraklar savcılığa gitti. Biz de peşinden. Karadenizli arkadaşın tesadüf sınıf arkadaşı o bölgede savcılık yapıyordu. Ona gittik, çayını içtik.
Durumu anlattım, Karayolları’nın yazısını gösterdim. Uygulamanın yasal olmadığını söyledim. Savcı bey beni dinledi, kafasını salladı ve sonunda konuştu; "Yahu neden bu kadar israr ediyorsunuz. Başkanı tanırım. Söylerim. Size ücretsiz iki otopark yeri ayarlar".
Kafamdan kaynar sular döküldü bir an. Hemen toparlandım, “bize müsaade Savcı Bey” dedim.
Ve ayrıldık oradan. Evraklar öyle kaldı masada.
Merak ediyorsunuz değil mi? “O” uygulama belediye başkanının değişmesine kadar devam etti. Kimse sesini çıkaramamıştı, zira ipten kazıktan kurtulmuş tipler itiraz edince aracınızı çiziyor, ya da lastikleri yarıyorlardı.
Devlet otoritesi mafyaya yenilmişti o yıllarda.
Gelelim bizim gürültülü çalışmaya. Yıllardır yazlıkçıları unutan belediye, seçime bir hafta kala bizim buraları asfaltlıyor.
Güler misin ağlar mısın? Tabii gülmüyoruz ve "keşke her yıl seçim olsa da asli görevi hizmet olan belediyeleri buralarda görsek" diyoruz.
... Ve kaz olmaktan kurtulsak.

18 Temmuz 2007

Ayrı yazılan birleşik kelimeler!...

'Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi Koruyalım' etkinliğimizde bu kez Morkoyun ’a misafir oluyoruz. Sevgili Morkoyun “Ayrı yazılan birleşik kelimeler”i işliyor ve yazısına şöyle başlıyor:
Sizi, öyle miydi, böyle miydi, birleşik miydi, ayrı mıydı kararsızlığına sürükleyen iki kelimelik bir problemle karşılaştığınızda, önce sakin olun. Elinizin altında hemen danışabileceğiniz bir kılavuz yoksa, kelimelerin arasına mesafe koyun, ayrı ayrı bir daha okuyun. Zaten, çoğu zaman sadece bir kılavuz, kanunlar dahilinde kah birleşip kah ayrılan kimi kelimelerin medeni durumu hakkında kesin karar vermenize yeterli olmayabilir. Ayrı yazılan birleşik kelimeler için madde madde düzenlenmiş dil bilgisi hükümleri mevcut, ancak, ezberci zihniyetle işimiz olmaz diyenlerdenseniz, kelimelerin birleşirken uğradığı şekil ve anlam kaymalarına dikkat etmelisiniz”. Geniş bilgi Morkoyun ’da…

Kendin yetiştir, kendin ye!...

Bizim yazlık Silivri’de. Küçük bir bahçesi var. Biliyorsunuz yazlıkların en güzel çiçeklerinden biri sardunyadır. Biz de balkona sardunya saksılarını asarız. Geçen kış çok soğuk olmadığı için sardunyalar kurumadı. Bu yıla kaldı.
Ben de nisandan itibaren yazlığa gidip geldim, bahçeyi suladım, tabii sardunyaları da. Evdekiler gidip geldikçe sardunyaları sorup durdular. Ben de iyi görünüyorlar dedim hep.Ama evdekileri bir sürpriz bekliyordu. Biberler!
Biberler, sardunyaların yerini almıştı. Birkaç yıl bu biberlerle başım beladaydı. Fideleri Silivri pazarından alıyordum ve bahçeye ekiyordum. Büyüyorlar, büyüyorlar ama biberlerden bir haber yok. İşi bilmiyoruz ya. Kime sorduysam bir şeyler söyledi. Aynı noktada buluşanlara rastlamadım.
Dedim ki Punto Amca, bunun doğrusunu kimse bilmiyor. Saksıda neden denemiyorsun?Öyle de yaptım. Bu düşüncemde Sevgili Şefika’nın (nicomedian) günlüğünde okuduğum “balkonda domates” denemelerinin etkisi de oldu tabii.
Sonuç mu? Bizimkiler sardunya niyetine biberleri görünce biraz şaşırdılar. Olur mu diye burun kıvırdılar. Sonuçta biberler arzı endam edince de sevindiler.
Şunu gördüm; biberlerin kökleri o kadar derine gitmiyor. Suyu ve güneşi görünce pıtır pıtır sallanan biberleri alıyorsunuz. Tabii pazarcının verdiği fidelerde bir sorun çıkmazsa.
Şimdi her sabah birkaç biber yiyoruz. Görüntüleri de sardunya ile kıyaslayınca öyle bakılmayacak kadar çirkin değil.
Bir şeye inanıyorum; bugün sayıları az ama bir gün tüm balkonlarda sebze yetiştirilecek. Bu düşünceme çevremde dudak büken bir hayli fazla. Biz görür müyüz bilemiyorum. Ama bu “hormonlu dünyada” çocuklarımız bir gün “kendin yetiştir, kendin ye” sloganına yapışacaklar ve balkonlar sebzelere kucak açacak.

15 Temmuz 2007

Şimdi yaylalarda olmak varmış!...

Sultan Murat Yaylası'nın dumanlı görünüşü. Sabah pırıl pırıl bir manzaranın ardından akşam üstü her taraf duman altında kalıyor ve muhteşem bir manzara çıkıyor ortaya.

Yayla Dumanı
Gümüş bir dumanla kapandı her yer,
Yer ve gök bu akşam yayla dumanı,
Sürüler, çimenler, sarı çicekler
Beyaz kar, yeşil çam yayla dumanı!

Ben de duman olsam senin yerine,
Dağılsam dağların şu mahşerine;
Güzelim saçına ve gözlerine
Ben girsem, ben dolsam yayla dumanı!

Beni içerine aldın ağ gibi,
Doldun gözlerime bir rüya gibi.
Ben de güneş gibi, yüce dağ gibi
İçinde kaybolsam yayla dumanı!..

Ömer Bedrettin Uşaklı( 20.yüzyıl Türk şiiri Antolojisi)

Minibüste 8 kişiyiz. Karadeniz'in içlerine doğru yol alıyoruz. Yol yol değil; çukuru ile, iri iri taşları ile hop oturup hop kalkıyoruz. Minibüsün Karadenizli şöfürü espri deposu.
Araca binerken herkese tek tek sormuştu; böbrek taşı düşürmek istiyor musunuz? diye. Hepimiz şaka yapıyor sanmıştık. Ama biraz gidince bu sözlerin şaka olmadığını anladık. Minibüsün teybi sürekli Karadeniz havaları çalıyor. Kah kemençe, kah tulum zurna. Arada bir Volkan Konak şarkıları hüzünlü bir hava estiriyor. Hoplaya zıplaya yükseliyoruz. Şoför alışmış gelenlere. Karadeniz fıkralarının biri bitiyor, biri başlıyor. Rumca bildiğini söylediğinde şaşırıyor yolcuların bazıları. Bir yolcu var ki dikkat çekici. İngiliz. Ama Hintli. Çok güzel Türkçe konuşuyor ve sürekli siyasi sorular soruyor şoföre. Bir ara sorulardan bıkan şoförümüz karşı soruyu patlatıyor: “Ha bu sorulari sorayısın bağa. Yeşilliği sormayısın da hangi partiyi tuttuğumuzu sorayisun. Yoksa sen İngiliz casusu misun?”
Soğuk bir rüzgar esiyor ve Hintli-İngiliz bir daha ağzını açmıyor.
Yükseldik, yükseldik bir dumanın içine girdik ki sormayın. Hiç bir yer görünmüyor ama minibüs ezberlemiş yolu. Hız kesmeden tırmanıyor. Karadeniz fıkraları da ard arda dökülüyor şofürün yerel lehçesinden.
"Yaklaştık" dedi şoför bir virajı döndükten sonra. Yeşilin tüm tonlarıyla, orman içindeki yolculuğumuzu kesif bir duman örtmüştü. Herkes merakla cama yapıştı.
Birden dumanın üstüne çıktık. Alabildiğine bir çimen yeşili karşıladı bizi. Ağaç yok tabii. 10-15 binanın yanından geçtik. Bir otelin önünde durduk. Yerleştikten sonra kendimizi dışarıya attık. Ve muhteşem manzara ile karşılaştık. Sanki bulutların üzerinde yüzüyorduk.
Evet dostlar. Geldiğimiz yayla, Sultan Murat Yaylası idi.

Sultan Murat Yaylası'nda bir tabela. "De da" yanlışına bakmayın siz. Silah o kadar bütünleşmiş ki Karadenizlilerle, kendileri bile bundan şikayetçi.
İstanbul’da kavurucu sıcaklarda hareketsiz otururken aklıma iki yerde olmak geldi. Biri yollarında şırıl şırıl derelerinden geçilen Karadeniz yaylaları, diğeri de püfür püfür esen rüzgarıyla ruhunuzu dinlendirdiğiniz deniz yolculuğu..Yaylaları anlattım size, artık şimdi sıra deniz yolculuğunda....

13 Temmuz 2007

Yok mu bir Kovboy filmi?...

Gene gözümde tütmeğe başladı o filmler... El değmemiş topraklar... Çiçekler, kırlar gök yüzüne ha ulaştı ulaşacak kadar yakın duran dağlar... Atların tozu dumana karıştırdığı, üzerinde hemen her geçenin izi kalan toprak yollardaki çılgın koşular...
.............
TV de seçim sürecini anlatan hemen her şey, bana o kadar yabancı geliyor ki. Çok yabancı kalması gerek. KOVBOY filmlerini arar hale geldim!... Siz bıkmadınız mı? Hemen her birinin yorgun, kısık, hırçın sesleri, gerçekmiş gibi anlatılan yalanları, yalan dinlemeğe alışmışlığın beklenen sonucunu olarak! tekrar tekrar anlatıldığı halde inanılmayan gerçekleri, sıkıştırılmış bir programın çaresizliği içinde, sandık başına gitmeğe çeyrek kala duymak istemiyorum artık. Sı-kıl-dım...
Son birkaç gündür “ahhh şöyle akıllı bir TV kanalı çıksa da üst üste KOVBOY filmleri yayınlasa... Her gün üst üste... Her gün sadece onları seyretsem... Ta 22 Temmuza kadar! Ancak kendime gelebilirim!
Başka bir şey seyretmek, dinlemek, doğmamış çocuğa don biçmek durumunda kalmasam... Seçimi yapılmamış ve belli olmayan bir parlamentodan kimin Cumhurbaşkanı olacağını tahmine kalkmasak!.. Kuralları sarsa sarsa dut ağacına çevirmesek! Dün ne oldukları, neyi nasıl yazacaklarını tahmin edebildiğim belli yazarların, bugün de gene neyi yazmadıklarını merak etmesem!...
Türkiye kör uçuşta ya.... Pompalayan pompalayana... Borsa rekor üstüne rekor kırıyor... Kimin borsası ise? Gerçekte kırılan kim dersiniz? İşsiz kalmış, sıkıntısını dişlerini sıkarak atlatmağa çalışan kim? Yok olan benim ülkemin ekonomisi... Ezilen benim işçim... Emeklim değil mi? Yarın ne olacağını, nerede nasıl iş bulacağını bilemeyen, imtihanlara sokulup sokulup seçilen, binbir fedakarlıkla okutulup diplomaları verile verile sokağa salınan binlerce beyaz yakalı genç! Ülkemin kreması kimlerin sofrasında? Henüz umudumuz sonlanmadı... Medya medya deyip suçun tamamının ona yüklemek kimin kolaycılığı?.. Medyanın nerede ise hepsi kimin elinde? Gerçeği yazan da var! Çok azda olsa ısrarla bildiklerini söyleyenler de var.Var olmasına var da dinleyen var mı? Dinleyenleri yok gibi...
*AKP hemen hemen bütünü ile dış borçlanmaya dayalı bir ekonomik politika izlemekte bunun bedelini de dışarıya kaynak transferi yaparak (ülke zenginliğini dışarıya yollayarak) ödemektedir. Türkiye’ye AKP döneminde 87.2 milyar dolar yabancı sermaye girişi gerçekleşmiştir. Buna karşılık Türkiye dışarıya 54.2 milyar dolar net kaynak (milletin olmayan parasından ) aktarmıştır... Bu kaynak transferi esas olarak emekçi sınıfların sömürülmesi ile finanse edilmiştir .
(Erinç Yeldan-Cumhuriyet)
*AKP nin 4.5 yıllık iktidarında toplam borç 187 milyar dolar artarak 221 milyar dolardan 408 milyar dolara ulaştı. Borç oranı artışı % 85 oldu. Nerede ise tüm Cumhuriyet dönemi borçlarına eşit... Toplamı dört yılda 129.7 milyar dolardan 213.4 milyar dolara yükselen dış borcun % 59’u özel sektörün. Ani bir kur artışı özel sektörü krize sokar..
Şükrü Kızılot-Hürriyet
(Biraz düşünebilirsiniz... AKP kaybederse zincirleme kaza gibi kaç araç hasar görecek?...) *Yüksek faiz ucuz döviz politikası ekonominin altını oyuyor. Üretim ve üretim verimliliği bir türlü ekonominin kendi kendini besleyen bir büyüme ve istikrara kavuşmasına izin vermiyor. Ege Cansen-Hürriyet
*Hesapsız kitapsız özelleştirmeler sonunda Türklerin elinde tuvalet işletmeciliği bile kalmayacak. Ancak yabancıların işlettiği tuvaletlerde ücretli bekçilik yapabilecekler! Yurtdışından dolar getirene yılda yüzde 38.8 getiri verdik. İşte bunun için yurtdışından oluk oluk dolar geliyor. İşte bunun için yabancılar AKP iktidarının devamını istiyor.
Güngör Uras -Milliyet
Şöyle atlasam atıma, ne çoluk çocuk yutan Belediye çukuru var, ne bitmeyen geçit inşaatları, ne yapış yapış caddeye yaslanmış arabaların kestiği yollar... Ne para istenen yollar!. Ne trafik ışığı. Sadece kırların yeşili... Gözün görebildiği yere, yöne, yeşile doğru sür... Atın benzin istemez. Yediği Belediye çimi de değil ki yasak olsun!... Su sıkıntısı da moralini bozamaz... Tema reklamlarını alacak TV yok! Bir dere kenarında avucunu dolduran su yeterli! Manzara dört dörtlük... Hiç değilse filmin sonunu da bilirsin... En olmadık şartlarda bile kötüler ne yaparlarsa yapsınlar kaybeder... Kanun onların yakasını bırakmaz... İyiler asla kaybetmez! ... Şimdilerde olsa da bir kovboy filmi seyretsek.
... ....................................................
KAMA!
............................................
Tema TV de traş olurken bir elin muslukta olsun reklamları verip damla hesabı yapıyor ya... Ve YILDA 40 ton suyu traş için harcamayın ikazını yaptığından bu yana nereye geldik dersiniz...!
BARAJ YÜZDELERİ İLE YÜZLEŞMEYENLERİN SAYISINI BİLİYOR MUSUNUZ?

İşte su tasarrufu....Sen susuzluktan kork, elini yıkarken dişini fırçalarken TEMA da seni fırçalasın!
Resmi kurumlar ve de Belediyeler ise ÇİM merakını südürüyor olsun...
Silivri çıkışında çevre düzenlemesi var...(12 Temmuz 2007)
Caddelere taşan suyu görünce benimde içime ve de yüzüme su serpildi...
Durdum başımı camdam çıkardım çünkü..
Korktuğum için o sabah yüzümü yarım yamalak yıkamıştım...
Of beee dedim...Bir yıkandım bir yıkandım....
Alçak vatan hainleri bizi boşuna korkutuyor!
.................................................
Başını çıkarıp görmeyen bunca yönetici olduktan sonra ..
Kime ne anlatacaksın.
Kime...Tema bu lafım sana...

11 Temmuz 2007

İster gülün hallerine, ister acıyın!...


Uzun zamandır Sevgili Yılmaz Özdil'in yazılarını sizlerle paylaşmıyordum. Özdil'in 11 Temmuz tarihli yazısı günümüzün medyasını çok iyi yansıtıyor. Onun için bu yazıyı gülümseyerek mi yoksa acıyarak mı okursunuz bilmiyorum ama paylaşmak istedim sizlerle. İşte yazı:

Bu şartlarda yalakalık zor iş...
Galiba, Audi reklamıydı...
Karlı bir hava.
Yer, buz.
Audi kaptırmış geliyor...
Mahallenin köpeği takılıyor peşine.
İçgüdüsel olarak "güç" ü takip ediyor.
Koştura koştura...
Dili dışarda.
Ama o da ne...
Audi viraja bi dalıyor...
Köpek toparlayamıyor!
Savruluyor...
Takla makla atıyor.
Doooğru şarampole.
Audi'nin her türlü hava şartında ne kadar kıvrak manevra kabiliyeti olduğunu gösteren bu reklam bittiğinde, kamera yavaş yavaş zoom yapıyor...

Zavallı köpeğin şaşkın yüz ifadesi kalıyor ekranda...
Hem gülüyorsunuz. Hem acıyorsunuz.
E bakıyorum gazetelere...

Gücün peşinden koşan tüccar meslektaşlar, tıpkı, bu şaşkın köpeğe benziyor.
Başbakan, bi viraj alıyor...
Bunlar doooğru şarampole.
Nasıl mı? Şöyle...
Başbakan, "cumhurbaşkanını bu meclis seçer, uzlaşma aramama gerek yok" dedi mi? Dedi... Bunlar ne dedi hemen? "Evet, bu meclis seçer, uzlaşma aramasına gerek yok" dedi.

Sonra?
Olmadı...
Bi viraj.
Aynı başbakan çıkıp, "meclisin seçmesi doğru değil, cumhurbaşkanını halk seçmeli" dedi mi? Dedi...
Bunlar doooğru şarampole...
Şaşkın bir yüz ifadesiyle, yazdılar mecburen, "evet, meclisin seçmesi doğru değil, halk seçmeli..." Sonra?
O da olmadı...
Bi viraj.
Aynı Başbakan çıkıp, "yeni cumhurbaşkanını yeni meclis seçer, ben de uzlaşma ararım, bütün muhalefet liderlerini tek tek dolaşırım" dedi mi? Dedi...
Bunlar gene şarampole...
Takla ata ata bir hal oldular. Üstleri başları çamur içinde, savrula savrula yazıyorlar şimdi, "evet, yeni cumhurbaşkanını yeni meclis seçer, uzlaşma iyi bir şey..."
İşte böyle maalesef...

Hem gülüyorsun.
Hem acıyorsun.
O nedenle, "Allah bunları bildiği gibi yapsın be kardeşim" demeyeceğim. "Allah kimseyi bu arkadaşların durumuna düşürmesin" diyeceğim.
Çünkü, bu kaygan zeminde sağlıklı yalakalık yapmak, hakikaten zor iş valla.

9 Temmuz 2007

Yaşama kök salan asırlık çınar!..

Dostlarım; yazlıkta ancak superonline ile internete girebiliyorum ve felaket yavaş çalışıyor. Bu nedenle günlüklerinizi ziyaret edemiyorum ve yorum bırakamıyorum.
Beni anlayacağınızı umurak hepinize sevgilerimi yolluyorum.
Punto Amca

Yazının başlığı çınar olunca ilk fotoğrafın da çınar olması gerekiyordu ama çınar kadar gölün içinden yeşeren ağaçlar da dikkatimi çekmişti. O nedenle yazının ilk fotoğrafı olarak bu kareyi seçtim.
Biliyorsunuz ben emekli hayatı yaşıyorum eşim ise çalışıyor ve çalışmakta direniyor.Zaman zaman eşimin yorgunluğunu gidermek için ülkemizi geziyoruz. Karadeniz'i anlattım size bir kaç yazımda.
Yine böyle bir dinlenme gezisinde yolumuz Bursa çevresine düştü. Eşim dersini iyi çalışmış "Gölyazı, Gölyazı" diye tutturdu. "Tamam" dedim ve Bursa-İzmir yolunu üzerinde Gölyazı tabelasını görünce saptım o yola. 6-7 kilometre gittik gitmedik köye ulaştık. Apolyont gölü yeni adı ile Uluabat ve gölün hemen kıyısı ve de kıyısına çok yakın bir adada kurulmuş Gölyazı beldesi. Bizi yarım adanın sonunda ulu bir çınar ile bir köprü karşıladı.
Çınarın bir dalı taşların üzerine oturtulmuş. Eşim yorgun ya espriyi patlattı hemen: "Çınar yorulmasın diye taşa oturtmuşlar". Çınarın hemen yanı bir çay bahçesi. Rahatlıkla çayınızı yudumlarken 700 yıl eskilere gidebilirsiniz..
Çınar hemen ilginizi çekiyor. Zira böyle bir çınarı başka bir yerde göremezsiniz. Beldeyi dolaştık, yanımızdaki kitaplardan belde hakkındaki bilgilere göz gezdirdik.Uluabat Gölü'nün doğu ucunda, derin bir yarımadanın üzerinde kurulmuş beldenin tarihi M.Ö. 6. yüzyıla dek uzanıyormuş. Bilgileri aktarmaya devam ediyorum: Gölyazı beldesinin antik adı, “Rhyndacum üzerindeki Apollonia” demek olan "Apollonia ad Rhyndacum". Antik çağlarda Anadolu'da kurulmuş "Apollonia" adlı dokuz kent olduğu biliniyor. Uzun yıllar Bizans egemenliği altında kalmış. 14. yüzyıl başlarında bölgede güçlenmeye başlayan Osmanlı akıncılarına dayanamayıp Prusa (Bursa) ve Apamea'dan (Mudanya) kaçanların toplandığı bir kent olmuş. Roma döneminde kent adına para basılmış. Bölgede, M.Ö. 1. yüzyıla tarihlenen Apollonia ad Rhyndacum sikkelerinin yanısıra, bol miktarda Bizans imparatorluk sikkeleri de bulunmuş. Bölgede çok miktarda tarihi kalıntılara rastlamak mümkün. Bölge SiT alanı ilan edilmiş ve koruma altına alınmış.
Beldeyi dolaştıktan sonra asırlık çınarın yanındaki çay bahçesinde çayımızı yudumlarken “bu çınarla ilgili hiç bir şey bilmiyoruz” diye kendi kendime söylendim. Çınar bir bilgiye göre 700 küsur yıllık. "Kökleri gölün altında kim bilir nerelere kadar gitmiştir" diye düşündüm. Günlük için çınarla ilgili bilgi toplamaya başladım.

Gölyazı'da eski yapılar hemen dikkatinizi çekiyor. Sokakların çoğu göle doğru uzanıyor.

İnternette Mehmet Okatan’ın bir yazısına ulaştım. Mehmet Okatan yazısında çınara “Ağlayan Çınar” ismini, bölgeyi tanıtmak için kendisinin verdiğini ve bu ismin tescili için çok uğraştığını anlatıyor. Çınardan 15 yıldır akan kırmızı bir sıvının esrarı çözülememiş. Okatan, bu sıvı nedeniyle çınara “Ağlayan Çınar” adını verdiğini yazıyor. Yani burada da tanıtım için bir formül bulunmuş. Bir de şiir yazmış çınar hakkında.

Belde de tarihi kalıntılara rastlamak mümkün.
Şiiri de şöyle;
Tarihin verdiği yorgunlukla, yan yatmış ulu bir çınar.
Lakin yaşamaktan umudunu kesmemiş, uzanmış öylesine,
Bağrı yanık, yaprakları hüzün, içi kan ağlarcasına,
Savaşlara, acılara, kara sevdalara, tercüman olurcasına,
Ardında, sevgi bahçesi açamayan gonca bir gül,
Önünde, oluk oluk göz yaşlarının eseri, koca bir göl...
Yolunuz düşerse Gölyazı’ya bir uğrayın, yaşama gölün içindeki kökleriyle tutunmuş bu asırlık çınarın altında bir çay için derim.

5 Temmuz 2007

Anıların üzerine dökülen asfalt!...

Dillere destan Fırtına Deresi. Gürül gürül akan su sizi başka alemlere götürüyor.
Rize’den hareket ettik. Doğu'ya doğru gidiyoruz. Çocukluğumun geçtiği sahili ve oturduğumuz evi görmek için heyecanlıyım. Otobüsün camına yapıştım. Çayeli’nin Limanköy’ünde kalmıştık üç yıl. Evimiz neredeyse denizin içindeydi. Köyün kıyı şeridi irili ufaklı taşların bir armonisi gibiydi. Yalın ayak yürünemeyen bu kıyıda, yalın ayak koşturduğumuzu hatırlıyorum. Ev kıyı şeridi ile arkadaki yamaca dayanmıştı. Ön kısmı taş duvardı, pencereler yüksekteydi, zira fırtınalı günlerde dalgalar evi dövüyor, köpüklü sular binayı çepe çevre sarıyordu. Evin yanında bir cami vardı ve cami ile evin arasında da üzerine çakılarla ismimizi kazıdığımız yılların eskitemediği bir çınar olmalıydı. Ortası delik. Sanırım top mermisi ile yarılmış orta yerinden. 56 yıl sonra çocukluğumun geçtiği yerleri görecektim.
Fırtına Deresi'ni birbirine bağlayan tarihi köprülerden biri. Bu köprü fotoğraflarını görmüşsünüzdür çeşitli yerlerde.
Eşimle Karadeniz gezisine çıkmıştık. Rize’den hareket edince otobüsün camına yapıştım; dedim ya, hiç değilse evimizi, çınarı görecektim. Geçerken bir görsem yeterdi bana. Otobüsün camına yapışık 10-15 dakika gittik sanırım. Ne ev vardı, ne de çınar. Bir tabela beni camdan uzaklaştırdı. Çayeli’ne gelmiştik bile. Peki eve, çınara, camiye ne olmuştu? Evet dostlar! güzelim Rize sahillerine olan, bizim eve ve çınara da olmuş, sahil yolu anılarımın üzerini asfaltla kaplamıştı.
Hüzünlenmiştim. Otobüs Çamlıhemşin kavşağına geldiğinde canlandım. Fırtına Deresi'ni izlemeğe başlamıştık. Ayder’e 19 kilometre vardı ve bu kez otobüstekilerin çoğu camlara yapışmıştı. İki yanda müthiş bir doğa güzelliği ile nefes alamıyorlardı. Derin bir yarın ortasından akan nehri izleyerek bin bir çeşit ağaç ve rengarenk çiçek arasında Ayder’e çıktık. 300-400 metre aralıklarla akan şelaleler bizleri içine çekecek gibi gümbür gümbür akıyordu. Ayder doğa güzelliğinin yanında bir kaplıca cenneti bilesiniz. 1871 tarihli Trabzon Vilayeti salnamesinin 174. Sayfasında, “ Hemşin nahiyesinde Hala deresi civarında Ayder nam mahalde gayet sıcak bir kaplıca olup yel illetine devası meşhur olup lezzeti hiçbir maden suyuna benzemez” ibaresi geçer. Bakanlar Kurulu Kararı ile 1987 yılında "Turizm Merkezi" ilan edilen Ayder’de İl Özel İdaresi ve özel kuruluşlar tarafından otel, kaplıca tesisleri yapılmış. Yaz aylarında yerli ve yabancı turistler 55 derece sıcaklıktaki yeraltından gelen, şifalı kaplıca suyundan yararlanabiliyor.

Ayder'de kaldığınız otelde sizi bol bol karadeniz havaları bekliyor. Yörenin çalgısı tulum zurna. Tulum zurna sesini duyan otel çalışanları, işlerini bırakıp size horondan güzel örnekler sunuyorlar.
Uzun uzun size Ayder’i anlatmayacağım. Mutlaka gidin ve doğa harikası bu beldeyi gezin. Ayder’in havası suyu kadar balı da şifalı. Yaylada orman gülünden (rhodedendron) elde edilen balın birçok derde iyi geldiği gözlemlenmiş. Orman gülünden daha önceki bir yazımda bahsetmiştim. Buradaki balın en önemli özelliği tamamen doğal olması. Balı elde etmek için yöre halkı, tahta kovanları iplerle yüksek çam ağaçlarının tepesine çekiyor ve orada bırakıyorlar. Kafkas orman güllerinden polen alan arılar da işte burada tamamen doğal ortamlarında meşhur Ayder balını yapıyor. Balı, ilk bakışta diğerlerinden ayıran özelliği rengi. Klasik bal renginden daha açık, üstelik de berrak değil mum gibi bulanık. Bu bal, ağızda hemen eriyecek kadar yumuşak. Ayder'de karalahana sarması, peynir ve mısır unuyla yapılan mıhlama ve fasulye kavurması ilk akla gelen yemeklerden. Bir de harika bir tatlı olan Laz böreğini ve yayla yoğurdunu tatmayı sakın ihmal etmeyin. Siz yemek yerken tulum zurna eşliğinde tüm çalışanların işlerini bırakıp horon oynamalarına şaşırmayın. Siz siz olun bilmeseniz de kalkın, ritme ayak uydurun ve horona katılın.

3 Temmuz 2007

Birleşik sözcükler ve bitişik yazımı

“Doğru yazalım, Doğru konuşalım, Dilimizi koruyalım” etkinliğimizde Sanemcetamin ’e misafir oluyoruz.Sanemcetamin “birleşik kelimelerin bitişik yazımını” inceliyor. Sevgili Sanem yazısına şöyle başlıyor:
“Mart ayından beri süregelen etkinliğimizin bu haftaki ev sahibi benim ve konumuz birleşik kelimelerin bitişik yazımı. Hem birleşik hem bitişik nasıl olur, zaten birleşik sözcükler kelimelerin bitişik yazılmasıyla oluşmuyor mu diye düşünebilirsiniz. Mesela ben, birleşik kelimelerin bitişik yazılımı demek yerine, bazı kelimelerin bitişik yazılımı denilmesinin daha anlamlı olacağı kanısındayım. Ama biliyoruz ki bazı deyişler gelenekleşmiş, kalıplaşmıştır ve bunları bu saatten sonra değiştirmek de mümkün olamayacağından, ben konumu tüm detayları ile anlatmaya başlıyorum.”
Detaylı bilgi için Sanemcetamin'i ziyaret etmeniz gerekiyor.