29 Kasım 2010

Rumelifeneri'nde Boğaz'ın "SIFIR" noktası!

Haritaya baktığınızda İstanbul Boğazı'nın Karadeniz'e dönen iki noktası vardır: "Sıfır noktaları".
Bu noktalardan biri Rumeli'de diğer Anadolu'dadır.
Ben sizinle Rumeli tarafının sıfır noktasını paylaşıyorum.
Fotoğrafta bu noktayı görüyorsunuz.
Buralarda gezen İstanbullular işin bu yönünü pek düşünmezler.
Çocukluğumun bir kısmı bu yamaçlarda geçti. Ben de bu sıfır noktasını hiç aklıma getirmemiştim.
 Gazetelerde çalıştığım dönemlerde ise muhabir arkadaşlardan bu noktanın fotoğrafını istemiştim ama bu fotoğrafı bir türlü yazı işleri  masasına getirememiştim.
Kısmet bugüne ve bu bloga imiş.
Geç de olsa bu açıyı sizlerle paylaştığım için mutluyum.

26 Kasım 2010

‘Sadaka Taşı’ndan ‘Giysi Kumbarası’na…

Bursa’da arabamızla hızla geçerken bir şey dikkatimi çekti. İstanbul’da caddelerde ‘geri dönüşüm kutusu’ olarak olarak kullanılan büyük hacimli kutular burada ‘Giysi Kumbarası’na dönüşmüştü. Kutuların üzerinde ‘sevdiğin giysileri temizle, poşetle ve buraya bırak’ yazıyordu…Çok hoşuma gitmişti. İhtiyaç sahiplerini rencide etmeden, ‘sevdiğimiz giysileri’ bırakıp onları memnun edebilecek bu sistemi kuranları tebrik etmek istedim.
Bayram tatili bitip eve gelince, daha fazla bilgi edinmek için ‘giysi kumbarası’nı araştırdım. Bursa Merkez Yıldırım Belediyesi bu uygulamayı 2008 yılında başlatmış. Sevgi Market adlı bir projenin ayağıymış ‘giysi kumbaraları’… Şimdiye kadar herhalde bir çok ihtiyaç sahibinin yüzü güldürülmüştür.
Osmanlı’da 1500’lü yıllarda veren el ile alan eli buluşturmak amacıyla cami önlerine konan sadaka taşı uygulaması varmış. İslam dinine göre hali vakti yerinde olanların, alanları rencide etmeden yardım yapması gerekir. İşte böyle bir niyetten doğmuş sadaka taşları. Bu taşlar 1.5-2 metre yüksekliğinde mermerden olurmuş. Üst kısımlarının ortasına çanağa benzer bir oyuk açılır ve sadaka verenler parayı bu oyuğa bırakırlarmış. Taşların yanında tepesine rahatça ulaşılabilmesi için birkaç basamak konurmuş. Dilenmekten çekinenler gece geç saatlerde para almaya gelir ama sadece ihtiyacı olduğu kadarını alırmış.
İstanbul’un dört yerinde sadaka taşı varmış: Üsküdar’da Gülfem Hatun Camii’nin avlusunda,Üsküdar Doğancılar’da, Karacaahmet’te ve Kocamustafapaşa’da. Bugün sadece Doğancılar’daki sadaka taşı, o da yarısı toğrağa gömülü olarak duruyormuş.
Yıldırım Belediyesi’nin uygulaması da bir çeşit sadaka taşı projesi. Böyle sosyal sorumluluk projelerinin yaygınlaşması alanı da vereni de memnun edecektir.
Geçtiğimiz günlerde Vogue Türkiye’nin İstinye Park’ta düzenlediği Fashion’s Night Out etkinliğinde de Off Season adıyla dev bir giysi kumbarası oluşturulup, ziyaretçilerin verecekleri giysileri buraya bırakmaları sağlanmış. Bu giysilerin satışından elde edilen gelir de Çağdaş Eğitim Vakfı’na bırakılmış..

20 Kasım 2010

Bir bayram kaçamağı: TİRİLYE

Gençlerin ağzından pek duymadığımız bir söz vardır: “Nerede o eski komşuluklar…” Çünkü onlar bilmezler “akşam evdeyseniz annemler size gelecek” klişesini, pişirilen yemekten bir kap da komşuya verilen günleri ve birlikte gidilen açık hava sinemalarının tadını. Orta yaşlardaki bizlerse son dönemlerine rastladığımız için, o günlerin tadı damağımızda kalmıştır. İşte böyle günlerin tadını alır olduk son zamanlarda…
Çardakta içilen çaylar, kahve sohbetleri, ev yemekleri derken otobüsle güle oynaya gidilen gezilere kadar vardırdık sitedeki komşuluğumuzu. Son gezimiz de eskiden kopup gelen, sararmış fotoğrafların hazzını aldığımız Tirilye’ye yani pek de benimsenmeyen yeni adıyla Zeytinbağı’naydı…İki günlük gezi için bir midibüs tutuldu önce. Bayram tatili fırsat bilindi ve 8 aile, 20 kişilik komşu ekibi yola düştük..
Tirilye, Bursa’ya 40, Mudanya’ya 12 km uzaklıkta. İDO’nun hızlı feribotlarıyla 1 saat 30 dakikada Mudanya’ya gidebilir oradan da Tirilye’ye ulaşabilirsiniz ya da bizim yaptığımız gibi Eskihisar-Topçular feribotuyla Yalova-Bursa-Mudanya güzergâhını izleyebilirsiniz. Biz Bursa’da Saitabad, Cumalıkızık ve Gölyazı’ya da uğradığımız için Tirilye’ye vardığımızda akşam olmuştu. Önce otelimiz Hotel Tirilye’ye yerleştik. Küçük bir otel ama odalarımız rahat ve temizdi. İlgilenenler için fiyatlar oda+kahvaltı, kişi başı 50 TL.

SAVARONA: Hayran bırakan bir hediyelik eşyacı...
Tirilye, zeytin ağaçları arasında geçimini zeytincilik ve balıkçılıkla sağlayan küçük şirin bir kasaba. Son dönemlerde günübirlik gezilerin de uğrak yeri olduğundan turizmden de para kazanılıyor. İstanbul’dan birkaç arkadaşımızı daha görünce son dönemde ilgi çeken yerlerden biri olduğuna kanaat getirdim. Ancak Tirilye bu bayrama hazırlıksız yakalanmışa benziyordu. Otelde yer ayırtmıştık ama restoranlarda yemek bulmak zordu. Bir restoran sahibi “size sadece 1.5 ekmek verebilirim” dedi, neyse Liman Restoran’da 20 kişilik grubumuzu doyurabilecek 10 adet karagöz balığı bulmuştuk. Herkese yarım karagöz balığı, kalamar, karides güveç, yeşil salata deniz börülcesi ve kayakoruğu otundan oluşan lezzetli, keyifli bir yemek yedik.

 MERDİVEN: Tirilye'nin merdivenleri bulutlara çıkıyor...
Bir parantez: Benim için yeni lezzet kayakoruğu otuydu. Hafif ekşimsi bir tadı vardı ve şekli zeytin yaprağını andırıyordu. Ertesi gün soruşturmama rağmen izine rastlayamadım. Araştırdım kayakoruğuotuna kulakotu da denirmiş yeşil kısımları zeytinyağı ile karıştırılıp merhem yapılırsa cilt iltihaplarına, egzamaya ve nasıra iyi gelirmiş. Parantezi kapatıyorum, devam:

KAHVELER: Orta kahve, huzur veriyor...
Komşularımızın on parmağında on marifet. Levent Bey, ustaca çaldığı akerdeonuyla sadece bize değil her zamanki gibi tüm restorana unutulmaz bir gece yaşattı. Ertesi gün Tirilye’nin tarihi yerlerini ve eski evlerinin bulunduğu sokakları gezmek üzere başımızı yastığımıza koyduk. Sabah otelin bahçesinde yaptığımız kahvaltının başrolünde zeytin vardı.
TİRİLYE ZEYTİNİ
Çünkü, Tirilye zeytini ünlü. Osmanlı döneminde sadrazamlar, yabancı büyükelçiliklere verilecek davetlerde büyükelçilerden ne yiyeceklerine dair bir liste isterlermiş. Her büyükelçi listesinde iki şeyden vazgeçemezmiş Türk rakısı ve Tirilye zeytini. Dünyada ve Türkiye’de Tirilye olarak anılan bu zeytin cinsi Büyük Atlas’ın fihristine ve dünya literatürüne geçmiş. Tirilye zeytini sofralık zeytinler içinde “yeryüzünün en iyisi” olarak tanımlanıyor. Orta büyüklükte, ufak çekirdekli ve çekirdeği etine yapışmayan ince kabuklu, dolgun ve lezzetli.

 Tirilye'nin tarihi yapıları restorasyon bekliyor ...

Taş mektep 1989'dan beri metruk halde...


Turistler için her türlü hediyelik eşya var... 
TİRİLYE’NİN İSMİ
Tirilye Mudanya’nın fethi sırasında Osmanlılar tarafından ele geçirilmiş. Tirilye adının kökeni tam olarak bilinmemekle birlikte birkaç varsayım üzerinde duruluyor:
Barbunya Balığı: Tirilye eski Yunanca’da Barbunya balığı anlamını taşıyan Trigla sözcüğünden türemiş. Triglia, barbunya bulunan ter anlamındadır.
Bryllion: Tirilye’nin Bryllion diye tanınan ilk çağ yerleşiminin devamı olduğu kabul edilir.
Üç Papaz: Bu görüş Tirilye’nin İznik konsülünden kovulan Aya Yani, Aya Yorgi ve Aya Sotiri adlı üç papaz tarafından kurulmasına dayanır ve Tri-ilya ‘üç papaz’ anlamına gelir.
Nedense bana bu tez çok yakın geldi..
TARİHİ EVLER
Kahvaltıdan sonra Tirilye sokaklarında dolaştık. Geçmişten günümüze uzanan evler hepimizin ilgisini çekti. Türk tarzının yanı sıra Bizans-Rum mimarisi de etkin. Rum evleri genelde üç katlı yapılmış. Giriş katında taşlık, ocak ve zeytin mahzeni bulunuyor. Zemin katlar serin olduğundan oturmak için tercih ediliyor. İkinci katlar genellikle açık tavanlı. 30-40 yıl öncesine kadar bu alanlarda ipekböcekçiliği yapılırmış. Üçünçü katlar ise yine oturma mekanları olarak kullanılırmış. Rum evlerinde banyo yok. Odaların birinde gusulhane olarak anılan yıkama yerleri varmış. Altınoluk’taki Rum evlerinde de odaların içindeki dolaplarda bu tür gusulhanelerin bulunduğunu anımsıyorum. Evlerin bitişik ve bahçesiz oluşu da Tirilye halkının sokak yaşamını sevdiğini gösteriyormuş.

Tarihi kilise, kiralık ev olmuş.
Tirilye’nin tarihi yapıları arasında gezerken en dikkatimizi çeken yapılar şunlar:
KİLİSE’DEN EV
Eski bir kilise binası ama Rumlar’ın mübadeleyle bölgeyi terk etmesinin ardından özel mülkiyete geçmiş. Bu kilise binasının içinde bugün üç aile kirada oturuyor. “Böylesi ancak Türkiye’de olur” dediğinizi duyar gibiyim. İlginç değil mi?
TAŞ MEKTEP
1989 yılına kadar Tirilye Ortaokulu olarak kullanılan bu binada, hala öğrencilerin izleri var. Demir parmaklıkların arasından baktığımızda okul tahtasını ve öğrencilerin duvar yazılarını görebildik. 1924’teki mübadeleden sonra yetim ve öksüzlerin eğitim görmesi için Darü’l-eytam olarak açılmış, 1957’de Tirilye Ortaokulu’na dönüşmüş, 1989’dan sonra da kaderine terk edilmiş. Restore edilerek günümüze kazandırılması gereken yapılardan biri.
FATİH CAMİİ
Selanik’teki St. Sophia ve Demre’deki St. Nichola kilisesi gibi 610-850 yılları arasında yapılmış ve günümüze kalabilen üç-beş kiliseden biri olan Hagios Stephonas-Hinoklakkos Kilisesi, bugün Fatih Camii olarak hizmet veriyor. Fatih Camii, ‘kare içinde haç’ tipi kiliselerin en eski örneklerinden.
Trilye sokaklarında dolaşırken bir çok zeytinciye rastlamak mümkün. Zeytini ve zeytinyağını butik marka haline getiren işletmeler var. İsmail Emil bunlardan biri. Biz zeytinimizi fotoğrafını çektiğimiz tonton amcadan aldık. Kilosu 10 TL…
Burada butik şarapçılık da yapılıyor. Bakus Şarapları yörenin ünlülerinden. Bozcaada üzümleriyle yapılan Bakus şarapları 15-25 TL arasında satılıyor.
“YAVAŞ ŞEHİR” OLMAYA ADAY
Trilye’ye de Seferihisar gibi “yavaş şehir” Cittaslow olabilir. İtalya’da 1999’da başlayan Cittaslow’un sembolü salyangoz. Yavaş şehir olabilmek için kültürel ve tarihi değerlerin korunması ve geliştirilmesi, bisiklet yollarının yapılması, yerel yiyeceklerin ön planda tutulması, fast fooddan uzaklaşılması gibi kriterler gerekiyor. Tirilye’nin potansiyeli mevcut ancak biraz uğraş verilmeli. Tarihi dokusu, yeşili ve en önemlisi sade bir yaşam tarzı var gördüğüm kadarıyla. Nostalji desen en hakikisini yaşatıyor gelenlere....

18 Kasım 2010

13 Kasım 2010

Tatile gitmeyenlerin Kurban Bayramı'nı kutlarım!

Bir parça "kırıntı" bulabilmek de kolay değil artık!

9 Kasım 2010

Atatürk'ün sözlerini şimdi daha iyi anlıyoruz!!

* "Biz doğrudan doğruya millet severiz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur."

* "Bilelim ki milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar."

* "Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır."

* "Bizim dinimiz, milletimize hakir, miskin ve zelil olmayı tavsiye etmez. Tam tersine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini korumalarını emrediyor."

* "Bir memleketin, bir memleket halkının düşmandan zarar görmesi acıdır. Fakat kendi ırkından büyük tanıdığı insanlardan vefasızlık, felaket görmesi daha acıdır."

* "Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını söyler. Bazı kimseler modern olmayı kafir olmak sayıyorlar. Asil kafirlik onların bu inanışıdır."

* "Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müridler, meczuplar memleketi olamaz."

* "Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir."

* "Sayın öğretmenler, hiç bir zaman düşüncelerinizden çıkmasın ki cumhuriyet sizden "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" nesiller ister."

* "Kadınlarımız erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha çok bilgili olmak zorunluluğundadır. Gerçekten ulusun anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar."

* "Millete efendilik yoktur. Ona hizmet etmek vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur."

* "Beni görmek demek ille yüzümü görmek değildir. Benim düşüncelerimi, benim duygularımı anlıyorsanız bu kafidir."

* "Ey yükselen yeni nesil, gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak olan sizsiniz."

* "NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE"

1 Kasım 2010

Oktay Ekşi'nin başına gelenler sürpriz değil!

“Bize yani Hürriyet'in köşe yazarlarına kendi yazılarını, “eğer ifade düşüklüğü, bilgi yanlışı, eksik anlatım gibi bir kusur varsa düzeltmesi için” bir fırsat verilir yani ya evine gazetenin erken baskıları gönderilir veya yazısı fakslanır.
Bu profesyonel mükemmeliyetçiliğin gereğidir ve yıllardır yapılır.
Biz yazarlar -en azından ben öyleyimdir- geç vakit de olsa, o metni bir kere daha gözden geçiririz. Zaman olur yazıya ilave yaparız. Zaman olur yazının bütününü değiştiririz. Zaman olur içindeki bir ifadeyi yeterince açık yahut çarpıcı bulmaz, onun yerine başka bir cümle yazarız.
Şimdi bu yazıyı yazmamıza sebep olan makalenin başından aynen öyle bir şey geçti.
Geçen gece, yani 27 Ekim günü saat 23.30 sularıydı. “Okuyucunun önüne çıkacak metinde hata olmasın” diye, eve fakslanmış yazıyı gözden geçirdim. Gerçekten metinde ufak tefek hatalar vardı. Onları düzelttim”.
Bu satırlar geçenlerde yazdığı bir yazısından dolayı Hürriyet gazetesinden istifa eden Oktay Ekşi’ye ait.
Oktay ağabey devamla yazının son cümlesini değiştirdiğini ve maksadı aşan bir cümle ilave ettiğini, bu yazının şehir baskılarına girdiğini söylüyor, özür diliyor ve istifa ediyor.
Oktay Ağabey ile yaklaşık altı yıl Hürriyet’te birlikte çalıştım.
Son derecede dikkatli, kılı kırk yaran bir yapısı vardır. Böyle bir hatayı nasıl yaptı anlamıyorum.
Oktay ağabeyin düştüğü durum bana bir anımı hatırlattı. O anımı da 31 Ocak 2009 tarihli yazımda anlatmıştım. O yazıyı güncellemekte fayda var diyorum:
“SEN İKİ GÜN İZİN YAP”
Büyük gazetelerden birinin yazı işlerine yeni girmiştim. Çoğu arkadaşları tanımıyordum. Genel yayın müdürü de o gazetede yıllardır çalışıyordu.
Bir akşamüstü beni odasına çağırdı. Bana bir yazarın yazısını gösterdi. Sayfalar hazırlanmış, o sayfaların provasını elime tutuşturdu.
Yazının bu cümlesini çıkar” dedi. Sanırım Merkez Bankası başkanını eleştiren bir cümle idi.
Sayfanın başına gittim. Yazıyı buldum ve operatöre çıkarılacak yeri gösterdim. O da o cümleyi yazıdan çıkardı.
Başıma böyle bir uygulama gelmemişti daha önceleri. Sakıncalı bulunan cümleler, genellikle yazarın kendisi ile konuşulur, çıkarılması öyle istenirdi.
Gazeteye yeni girdiğim için burada uygulama demek ki böyle dedim içimden.
Taşra gazetesi döndü.Yazıdan o cümle çıkarılmıştı..
Tabii iş bitmemişti. Ben de burada hata yapmış, yaptığımız değişikliği gece ekibine söylemeyi unutmuştum. Ama genelde yazarların yazılarına dokunulmazdı gece ekibi tarafından. Gece ekibi daha çok gazeteye yeni haberleri koyar ve şehir baskılarını hazırlardı.
Ertesi gün yazı işlerine girdiğimde “genel yayın müdürü seni bekliyor” dediler.
Odasına girdim. Mosmordu. Beni görünce haykırmaya başladı. “Gördün mü rezaleti?”
Şaşırmıştım, “Yeni geldim gazeteye bakmadım” dedim. “O yazarın yazısından atacağın cümle aynen duruyor. Git. İki gün gelme. Eğer patron görür ve küplere binerse, kusura bakma seni kapının önüne koyarım”.
Bu kez ben sinirlendim. Fırladım, dışarıdan bir taşra gazetesi buldum. Yazıyı açtım, gösterdim ve “Tamam giderim ama taşra gazetesinde o cümleler yok. Sorumluyu başka kapıda ara. İnsanları hemen harcama” dedim. Kapıyı çektim çıktım. Garanti kovulmuştum.
İki gün geçti, gazeteden aradılar. Neredesin diye. Durumu anlattım. “Gel yahu. Ortalık süt liman” dediler.
PATRONDAN SES ÇIKMAYINCA...
Ertesi gün gazeteye gittim. Baktım genel yayın müdürü hiçbir şey olmamış gibi davranıyor. Odasına girdim. Beni görünce “Patrondan ses çıkmadı. Otur çalış. Zaten yazı işlerinde tek güvendiğim adam sensin” dedi.
Evet. Dostlar patron ses çıkarmayınca ben de kovulmaktan kurtuldum.
Gececilerden öğrendim ki taşra baskısını gören yazar, yazısında birkaç cümlenin eksik olduğunu görünce gececilere telefonla bildirmiş. Onlar da o cümleleri yazıya tekrar koymuşlar.
Devir değişti artık. Bugün,  gazete patronu ne der korkusunun yerini başbakan ne der korkusu almış durumda!