29 Aralık 2008

Umarım yeni yıl, giden yılı aratmaz!

Adettendir yeni yılı kutlamak; ümitle yaşamak.
Giden yıla bakmaz kimse, ders çıkarmak için.
Ümitler yeni yıldadır.
Ne diyelim,
"her yıl" olduğu gibi olmaz, yeni yıl giden yılı aratmaz.

27 Aralık 2008

Siyasetin tavuk refleksi !

Aval aval dinlemek hiç hoşuma gitmiyor… Ama dinlemek zorunda kalıyorum… Anlayarak da değil... Aval aval….Yüreğimdeki karaltı hüzün sınırlarını aşıyor….YAS oluyor…vah vah diye diye anamın öldüğü gün gibi dünyanın başıma yıkıldığını hissediyorum…
Dehşet verici bir dünya sıkıntısının 3 milyonu aşan bir işsizliğin kol gezdiği ülkemde afyonlu görüntülere bakın… Yuva kurmak isteyen 70 yaşındakilerin izdivacınıza talip oldum cümlesi çok geç kalmış mutluluk hamlesi değil mi?
Belki de gündemden düşmeyen yemeklerde kıl çıkması, ne yediğimizi tarif ederken kriter oluşturuyordur. Göz önündekiler bunlar…
Siyaset sofrasında ise millete sunulan geç kalmış evlilikler, içinde at kuyruğu kılı çıkan yemekler var! Göz önünde olmayan uzun menzilli planlar yürüyor…
Bu planlama devleti dönüştürme olarak uygulanıyor…
Cumhuriyete karşı yürütülüyor. Kötüleyerek…
Akıl karıştırıcı şikayetleri tekrar tekrar gündeme getirerek…
Ne oluyor dersiniz?.. Sofraya gelen kıllı yemekler yüzünden iştahınız kapanıyor…
Sana varacağım diyen kişinin dizleri titrerken seninle nasıl yürüyeceğini kara kara düşünür oluyorsunuz…
Demokrasi uğruna söylemleri dinlerken, hangi eylemler sıralanıyor. AKP ben sandıktan çıktım… Güç bende… Ben ne istersem yaparım… Cumhurbaşkanımı da ben seçerim… Dengeleri de ben kurarım… Hatırlayın… Başbakan bu ülkenin doktoru ya!
İşte bu tavır beni hasta ediyor… Tedavi umudu da yakın bir gelecekte yok… Korkutuyor… Zira sonunda şu yapılıyor.
"Bak görüyorsunuz ya… Bir Anayasa mahkemesi bile karar alamıyor… Bu sorun zaten uzun süredir iş yapılmasını da önlüyor… Bunu da değiştirmemiz şart". Yani muhteşem demokratik alışkanlığımız içinde evet diyenler, kaldır elini tamamla görevini…
Sadece hatırlayalım…
Cumhurbaşkanı seçimi partiler arası bir uzlaşmaya dayanmadan gerçekleştirildi. İnatlaştık… YÖK Başkanını seçerken dediğim dedik uygulaması sürdü… İnatlaştık…
Adrese dayalı sisteme geçerken kimseyi dinlemedik… Seçmen listelerinin güvenilir olması gereğini öne almadık… Böyle olursa iyi olur dedik… Hayale dayalı listelere uzandık… İnatlaştık…
Boş arsalarda hayali seçmenleri, kümeslerde tavukları seçmen listesine aldık… Seçmen sayısını önce tekrarlar var deyip düşürdük… Sonra yerel seçimlere 3- 5 ay kala 6 milyon birden arttırdık... Ve yanlışta ısrarı sürdürüp kargaşaya kargaşa kattık… Aaaa Parmak mı boyanırmış deyip parmak boyasını da kaldırdık, çağ atladık… Leke başka noktalara taşınmadı mı?
Danıştayı- Sayıştayı, sayanı, saymayanı şaşkın yaptık… Anayasa Mahkemesine Hukukçu olmayan biri tayin edilmesin dendi. Bizim Haşim iyidir deyip, üstelik onu başkan da yaptık… İnatlaştık…
Siyasi Partiler Kanunu değişmeden temsildeki sıkıntı geçmez dendi..Duymadık. İnatlaştık…
Bu seçim kanunu ile mecliste adil bir temsil olmuyor dendi… Yürüdük… İnatlaştık…
Anayasa Mahkemesi Başkanı kendi tayfasını yanına alıp Ülkemin Doktoru olan Başbakanımız için eczacılığa soyundu. Tartışmaya 800 ün üzerindeki Belde belediyesinin seçime girip girmemesi yol açtı. Danıştay ve YSK belli şartlarla girebilirler deyince iş karma karışık oldu..Başbakan " ikinci bir Anayasa Mahkemesi mi çıktı" siteminde bunundu ve Kılıç derhal yatıştırıcı olsun diye ilaç gibi bir destek çıktı…
"Anayasa Mahkemesi ne derse o olur ha!" ihtarını geciktirmedi… İtiraz edilecek oldu ise de cevap hızlı geldi.. "Ben bu kararı benim gibi düşünen 6 arkadaşımla birlikte aldım…
Tek başıma şahsi kararım değil" dendi.… İşte ne oldu ise o anda oldu…
Başkan Yardımcısı ve diğer 8 üye itiraz etti "Biz bu düşüncede değiliz. Ve Başkan bu kararı bizim dışımızda aldı" itirazı geldi.
KILIÇ'ı bilmiyor musunuz.. AKP’ nin kapatılma davasında da tutumunu gördük… Belde Belediyeleri konusu ile işin kokusunu daha da yakından hissettik… Kılıç kör düğümü çözerim diyerek teraziyi bir vuruşta ortadan ikiye bölüverdi. Ve şunu da ekledi: "Onlar muhaliftiler… AÇIKLAMA İÇİN DÜŞÜNCELERİNİ ALMADIM."
Hâlâ görülmüyor mu? Baskı mahalleyi aşalı yıllar olmuş… Cumhuriyetin bacakları kırılmak üzere… Çankaya fethedildi… Ordu susturuldu… Yüksek Yargı çatladı… Yaşasın kargaşa…
Çevremizdeki toz duman beni korkutuyor…
Zihinlerdeki ÖTEKİLEŞME tamamlanmış gibi… Güven sıfır… Daha da yakın bir felâket görmezden geliniyor... Neden?.. Başbakan teğet dedi ya!.. Ciğerimi de sökse o TEĞETTİR ARKADAŞ. Veya Psikolojiktir…

Hızlı bir büyüme… Paranın bolca girdiği bir ülke… Genişleme… Ve duraksama… 2002-2008 arası bu… Ülkem işsizleri artarken… Çiftçisi, esnafı kan ağlarken zaman kısalıyor… Daha içine kapalı… Daha sert ifadeler kullanan bir ortama gebe yarınlarımız... Ve daha gergin bir topluluk geliyor aklıma. (2009 seçim ve sonrası). Bu kere teğet geçmeyecek pek çok şey! Ekonomi cehennem ateşinin ağzında… Siyasetin tavuk refleksine kapılıp tilkilere yem olmayalım…
(* Tavuklar yakın tehlikeyi göremez.. .Bilhassa yemlenirken dikkatini sadece önündeki yeme verir ve tilkilere kolay yem olurlar)
..................................................................
KARANLIK KAFANIN GRİ DUMANI!

Bu leke kimin?

Özür dilerim Frank!
Sen ana baba sözü dinlemedin..Bu iyi olmadı..Bari pişman ol..Ruhun temizlensin
.Bak RTÜK bizi duman etti..Senin sigara dumanını öyle sansürleniyor ki yüzüğünü de göremiyoruz artık!
Daha çok demokrasi lafını çiklet gibi çiğneyen, daha çok baskı için kullanan bir zihniyetle karşı karşıya değil miyiz?
Bu baskı nereye kadar... Hangi mahalleden? Bundan 60 yıl önce çekilmiş bir filmde Frank Sinatra sansür ediliyor. Onu bile rahat bırakmıyorlar... Bir nefes sigaradan çekecek ya.. Bastır lekeyi! Kapa... Görmesinler... Adam bilse 60 yıl sonra nasıl sansür edildiğini 60 kere daha düşüp ölecek.. İnanılır gibi değil...
Filmi çekene, yapana, saygı sanat değeri denen şeyi korumak nerede?..
Bizde YASSAK AĞABEY!
Sadece Film mi bozuluyor... Seyredenin asabı da bozuluyor... Adamın arabasının motorunu sökmüşsün, park etmek yasak der gibisin... Ne alâkası var? 60 yıl önce çekilmiş filmi 60 gün önce aldığın bir kararla karala dur..
Filminde yer alan tüm sigaralı sahneleri gri balonlarla doldura doldura mahvet “biz de yasak de”.. Frank Sinatra’nın elinde ve ağzında sigara olmayan nerede ise hiç bir kare resmi yok... Güzelim müzikali seyrederken “bu kafadan” utandım...
Sadece Sinatra değil ki... Kaliteli bir dizi idi... Aktörün canlandırdığı rol içkici, ağzından sigarası eksik olmayan ve bu yüzden de sağlığını kaybetme noktasına gelen bir tip... O kadar balon var ki...
Sisler arkasında aktörü bir iki kere bütün olarak görebiliyorsun... Öyle bir an geliyor filmi bırakıp sigarayı kapatan gri balonu takip eder hale geliyorsun...
Sonra mı ne oluyor... Sigaraya başlıyorsun...
....................................................
Mesele TAM 1 KURUŞLUK bir MESELE!

Cumhurbaşkanı Gül, “Gül'ün annesinin etnik kökeni araştırılsın” sözleri nedeniyle CHP'li Arıtman'a 1 YTL'lik manevi tazminat davası açtı. Dava dilekçesinde “Davalının ırkçılık ve ayrımcılık temelli bu iddiası, müvekkilin kişisel ve ailevi değerlerine, haysiyet ve şerefine ağır saldırı teşkil eder niteliktedir” denildi..
Anladığım kısmı, olmayan bir iddiayı siyasi amaçla kullanmak... Ayıp.. Yersiz... Ama dilekçede anlamadıklarım inanmadıklarım da var!
“Siyaset üstü görev ve sorumluluğu olan Cumhurbaşkanının görevini ifade tarafsızlığından şüphe duyulmasına neden olmaya çalıştığı” belirtildi.
(Şüphesiz sayın GÜL rektör seçerken bunu kesin kez ispat da edecektir ve eşi türban takanı takmayanla aynı terazide tartacaktır!.)
Dilekçede, “Davalının ırkçılık ve ayrımcılık temelli bu iddiası, basın yoluyla müvekkilin kişisel ve ailevi değerlerine, haysiyet ve şerefine ağır saldırı teşkil eder niteliktedir” deniliyor.
Ben bu saldırıyı tam olarak anlayamadım... Umarım mahkeme anlar, anlatır ve biz de anlarız... Irkçılık temeline itiraz ediliyor.. Ermeni olmak suç mu?
Ananız ermeni ise ne oluyor ki? Ben farklı bakıyorum... Şöyle hayal ediyorum... GÜL EVET ANNEM ERMENİ diyor... Ve dönüp soykırım iddiacılarına bu topraklar beni yetiştirdi ve ben de Cumhurbaşkanlığına kadar geldim... Çok mu kötü.. Mesele 1 kuruşluk mesele ya.. Tazminat tutarı kadar kıymeti var zannediyorum...
...............................................
Gökçek tartışmaya susamış!

Yenilen pehlivan güreşe doyamaz derler... Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek “Kumpasa geldim. Kılıçdaroğlu ile yeniden karşılaşmak istiyorum”feryadında ısrar ediyor... Ve ekliyor: Ama tarafsız bir kanalda..
Düşünün... Ona göre tarafsız kanal kim olabilir?.. Nerede buluşursa mutlu olur?
Mesela SES TV rıhtımında saat 10 da..Benim ülkemin tarafsızlık isteyen tarafı GÖKÇEK... Bir yayın düşünün elde mikrofon soru Gökçek... Cevap ondan iyisini bulamayız... Şunu da yaptı, bunu da yaptı... Sıkılmadan, bıkmadan kim gelirse gelsin aynı cevap...
Tabii ki Gökçek... Üç kere, beş kere baktım... Vıcık vıcık... Ses sahibinin sesi... Gökçek TV... Şu anda gündemde tarafsızlık var... Şikayetçi Gökçek...
Hangi yayın ilkesi ile 24 saatin 24 ünde kendini göklere çıkaran bir yayıma imkân sağlar?... Sonra kalkıp şikâyetim var diyebiliyor... Neymiş ona haksızlık edilmiş... Açık oturumda hakkı yenmiş. Yanlı davranılmış!.. Yeniden tartışmak isterim, beni oraya çıkarın dediği yer devlet televizyonu...
Neden GÖKÇEK.. tarafsız olarak TRT 1 i gösteriyor... Taraf da ondan!
Kim yönetiyor burayı... Tertemiz bir isim değil mi? Deniz Feneri davasında adı geçen bir üstat.. Sistem ne? Bastır parayı satın al medyayı... Uyut bütün dünyayı...
..................................................
Kama

KRİZİ FIRSATA ÇEVİREN İLK İŞLETME!

Başbakan Erdoğan, Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin 41 numaralı simit tezgâhının önünde durdu... İşte bu an ekonomik, ve psikolojik durgunluğun fırsata dönüşünün ilk ö
rneği de gerçekleşti... Simitçi Özer gelenin Başbakan olduğunu görünce yüreği kabardı... Başbakan “Merhabalar yeğenim. 10 simit ver” dedi. Özer heyecanla en taze simiti en yeni torbayı aradı... Sonra şeytan zihnine olmayacak bir soru soktu... Yahu bu IMF’e gidiyor... Cebinde nakit var mı?. 4 adetini 1 ytl’den verdiği simitlerden 10 tanesini paket yaptı.. Ve ekledi.. Dayı...! Borcun 2 ytl..İkisi de benden. Bu kadar borç ne ki! Başbakan olur dedi... Ama parayı hemen çıkaramadı... Zorlayarak cebine sıkışmış 2 ytl yi bulup uzattı.. Ayrıca 100 ytl daha verdi... Simitçi Özer’in psikolojisi düzeldi... “Bu 100 ytl geri ödemesiz kredi oldu”derken yeniden yapılanmayı başlattı.. Bu büfeden Başbakan simit alıyor yazısı ile reklama geçti... Ve böylece krizi fırsata çeviren ilk işletmemiz doğmuş oldu...

24 Aralık 2008

Değirmendere’de “o acı günleri” hatırlarken!....

Londra’ya gidenler iyi bilir. Bana göre bir yön tabelaları şehri. Biraz lisan bilen birini atın Londra’nın bir köşesine, mutlaka gideceği yeri bulabilir.Dört yıl önce Gaziantep’e gitmiştik. Koca şehirde şehrin merkezini gösteren tabelalardan başka bir yön gösteren işarete rastlamamıştık. Dönüp dönüp durmuştuk.İstanbul’un diğer bölgelerini bilmiyorum; ama bizim bölgede gerçekten Londra’yı aratmayan bir tabela bolluğu var. Kim akıl edip çoğaltıyorsa bu tabelaları tebrik etmeliyiz.İnsan bilmediği bir bölgeye gittiğinde sudan çıkmış balığa dönüyor.Bunları neden yazıyorum?
SESSİZLİĞİ BOZAN MOTORLU TESTERE: Yağmurlu bir havada her yer gibi Değirmendere sahili de boş ve kasvetli bir görüntü içindeydi. Sakin ve sessiz ortamı bozan ise yaşlı bir incir ağacını kesip dallarını doğrayan belediye işçilerinin motorlu testeresinin sesiydi.
Geçenlerde yolumuz Değirmendere’ye düştü. Hani fındığı ile şöhretli bölgeye.Tarif üzerine bir ev aramaya kalktık, kaybolduk. Değirmendere Belediyesi’ni tebrik ediyorum. Bir tek tabela gördük, sınır tabelasını.Her beldede o meşhur “şehrin merkezi” tabelasını görmek mümkün. Yolunuz Değirmendere’ye düşerse ve otomobil kullanıyorsanız böyle bir tabela aramayın, ana yoldan hemen deniz tarafına sapın, yoksa kendinizi bir anda Karamürsel’de bulursunuz.
BOŞ ARSADA DEPREMİN İZLERİ: Yer yer bazı bitişik evlerin araları boş. Bu boşluklar insana hüzün ve acı veriyor. Ehliyetsiz kimselerin yaptığı birçok bina yerle bir olmuş. Çoğu insan bu yıkıntıların altında kalmış. Depremden değil tabii, kul hatasından, kontrolsüzlükten, kadercilikten…
Değirmendere büyük depremde en çok hasar gören ve canlar veren bir belde. Asıl ismi “Değirmenderesi”. Bu isim zamanla "Değirmendere"'ye dönmüş.Gölcük’ten daha çok nüfusa sahipken, tersanelerin Gölcüğe kurulmasıyla nüfusu gerilerde kalmış ve Gölcük’e bağlı bir belde haline gelmiş.
YÜRÜYÜŞ YOLU VE MARTILAR: Değirmendere sahil yolu yürüyüş için biçilmiş kaftan. Sabahları özellikle subay emeklilerini uygun adım yürürken görmek mümkünmüş. (Üstte fotoğraf). Sakin sakin pinekleyen martılar başka bir güzellik katıyor sahil yoluna(alttaki fotoğraf).
Değirmendere'nin fındığını bilmeyen yok. Her yaz fındık festivali düzenleniyor beldede. Değirmendere'nin bir başka özelliği de dünyanın ilk açık hava ahşap heykel müzesine sahip olması. Sahil boyunca ahşap heykeller sizlere “merhaba” diyor.
DENİZ OTOBÜSÜNÜ GÖRÜNCE: Değirmendere’den karşı sahillere bakarken bir deniz otobüsü dikkatimizi çekti. Deniz otobüsü beni gençlik yıllarıma götürdü. O yıllarda yaşadığımız Üsküdar Vapuru faciasını hatırladım. Biliyorsunuz Üsküdar Vapuru 1 Mart 1958’de Derince açıklarında batmış, yüzlerce yolcu sulara gömülmüştü. Ölen yolcuların çoğunun İzmit lisesi’nden çıkan ve evlerine giden öğrenciler olması yürekleri yakmıştı.

22 Aralık 2008

Seçmen listesi eksikti! dedemi yazdırdım. Şimdi tamam!

Yerel seçimler öncesinde seçmen sayısı açıklandı ama açıklık kazanmadı! Hayretler aynı..
Nasıl birden bire bu kadar çoğaldık üzerinde.. Hem hayret hem de yeni fazlalıklar hızlı bir tempo içinde sürüyor....
Bu kere biz bir önceki seçime göre 6 milyon fazlalık ortaya çıkardık..
Şipşak artmışız. Bu tamam da nasıl artmışız? Bunca mahalle baskı altında nasıl olmuş bu iş? 6 milyon Neden fazla çıktık nedenleri bulunamıyor!.
Herkes yeni listeye bakıyor..Oysa fazlalık yok, eski listede eksikler vardı…Şimdi tek tek ortaya çıkanlar tamamlanan o eksikler…
Durum şu:
Ben çok sıkı TV izlerim..
Kim kiminle evlendi kimin yemeğinde kıl çıktı, kim kıllık yaptı bilirim.
Seçmen listesi işi beni bu iş çok sardı...
O sabah hayretle başlayan haberlerden birinde dağdaki teröristin de seçim listesinde yer aldığını anlattılar. Yetkililer şaşkınlığa şaşırmıştı.. NORMAL dedi..
Biz yazarız Adama değil evraklara bakar ve yazarız...
Bu beni daha da cesur yaptı...
Yanlış anlaşılmasın..
Bu işi çözmek için dağa çıkma kararı filan almadım...
Hak arayacaktım..
Tam o sıra yeni bir heyecana kapıldım.
Yeni Haber şöyleydi:
"İncilipınar Mahalle Muhtari'nın itirazına rağmen, kesinleşmiş seçmen listede 1967 yılında ölen bebeğin adı yer almıştı.. 6 günlük bebek Nadire Dokcu'nun doğduğunda 35 yaşında olan emekli işçi babası İsmail Dokcu, şaşkındı... “Kızım öleli 41 yıl oldu. Tetenoz rahatsızlığından ölmüştü. Kızım yeniden hayata döndürülmüş. Üstelik TC kimlik numarası bile var. Muhtar beni çağırdı, ‘Senin adreste Nadire Dokcu isminde seçmen var. 41 yaşında, bu senin neyin oluyor?’ diye sordu. Çok şaşırdım. Muhtara kızımın öldüğünü söyledim. O da askıya çıkan listeye itiraz süresi bitmeden, kızımın öldüğünü bildirdi. Ardından kesinleşen seçmen listesi geldi.Gene Kızımın ismi var.”
Tamam artık dedim. BU İŞ KÜTÜKLÜK!.Yürü muhtara..
-Üstat..Bu işin 1967 den sonrası da var mı?
-Neyin sonrası?
-Hayata döndürmenin! Liste tamamlamanın!
-Nasıl?
--Dedemin adı Muhittin...Soyadı Kemankaş...Adresi....
Başını kaldırdı baktı..
-Nufüs kimlik bilgileri?
Yoğundu ne dediğimi anlamış gibi baktı..Anlamamıştı!.
-Listeler duvarda..Alfabetikte..
-Listeye hiç girememiş dedim...Padişah dönemini yaşamış…Ne seçimi ?
Siz kaç yılına kadar geriye dönüp isim yazıyorsunuz?
-Neden soruyorsun?
-Valla hayırlı bir iş için dedim..
Ninem anlatır dururdu. Kendini hiç göremedim..Şunu bir listeye ekleseniz...O da bir kere olsun kendi padişahını seçebilse...
-Ne padişahı kardeşim?
-Siyaset padişahları. Yok mu bugün?.Onlardan birini seçebilir....Hem böylece demokrasimiz daha erken tarihte başlamış ve kökleşmiş olmaz mı?
--tirazın var belli..Ama buna ben cevap veremem..Yetkim yok.İşim çok..

Muhtarlıktan çıkarken şikayet özgürlüğüm aklım geldi..Yazdım bir dilekçe…Ekleyin dedim Yüksek Seçim Kuruluna..
Dedemin neyi eksik…
Bebesi, eşkıyası var bu listede …
Benim gazi dedem neden yok…
Dedemi de yazdırdım!Bana göre liste yerli yerine oturdu..
KÜTÜK kendine geldi.

Ve böylece kör kütük olmaktan da kurtulmuş oldu!
.......................................................

Avustralya’da kadın çok kötü araba kullanır.. Ya bizde?
Avustralya’da araç sigortası yapan en güvenilir şirket, resmi bir devlet kurulusu olan RACVsöylüyor..

Resmi bir test yapılıyor.Pek çok sorunun yanında cinsiyet sorusu da var... Eğer “bayan şoför” olarak işaretlemişseniz risk artıyor, sigorta bedeli de artıyor.
Büyük risk oluşturduğunu görüyorum. Yani devletin en büyük sigorta şirketi diyor ki “kadınlar kötü araba kullanır” .
İşte bu nedenle risklidirler..
Bizde şartlar başka ülkelere uymaz......
Kadınlar risklidirler..Tamam. Hemen her şeyi daha iyi yaparlar.
Kötü uygulama oto yolda meydana çıkmaz...
Evde çıkar...
Zira çoğu kadınlar çok kötü koca kullanırlar!

20 Aralık 2008

Kuşların hayatımızdaki vazgeçilmez yerleri!

Elime Türkiye Büyük Millet Meclisi Vakfı’nın hazırladığı bir çalışma geçti. Saray süslemelerinde KUŞ.Çalışmanın girişinde özetle şöyle bir açıklama var:“Çağlar boyunca kuş önemli bir öğe olmuş. Bir büyü, bir sırlar dünyası olarak görülmüş kuşlar. Mısır tanrılarının arasında bir çok kuş-tanrı vardır.
Kırlangıçlar baharı getirir;
Leylekler yazı alıp götürür.”
Selçuklu’dan Osmanlı’ya minyatürlerde, süslemede, halıda, çinide; şiirde her yer de kuş vardır. 19.yüzyılda yapılan ve döşenen Dolmabahçe Sarayı ve diğer saraylarda her çeşit malzemede kuş motifleri kullanılmış.
İşte onlardan birkaç örnek:
GÜVERCİNLER: Floransa mozaiği. Güvercinler. Duvar Panosu. 19. yüzyılda yapılmış. Dolmabahçe Sarayı’nın Mabeyn-i Hümayûn kısmında bulunuyor.
PAPAĞAN VE KERTENKELE: Floransa mozaiği. Masa tablası: 19. yüzyıl yapımı. Yıldız Sarayı Şale Köşkü. Sedefli salonda bulunuyor.
MAVİ KUYRUK KUŞLARI: 19. yüzyılda yapılmış masa tablası. Floransa mozayiği. Bulunduğu yer Dolmabahçe Sarayı Süfera Salonu.
GÜVERCİNLER VE GÜLLER: Dolmabahçe Sarayı Cariyeler Dairesi’nde bulunan ve 19.yüzyılda yapılmış bir masa tablası. Floransa mozaiği.
SAKA KUŞLARI: Floransa mozaiği. Dolmabahçe Sarayı Süfera Salonu’nda bulunuyor. Masa tablası. 19.yüzyıl yapımı.
SERCELER: Dolmabahçe Sarayı’nın Mabeyn-i Hümayûn kısmında bulunan masa tablası da 19.yüzyıl yapımı. Floransa mozaiği.

16 Aralık 2008

Ya başkan Bush’a cüzdan atılsaydı!

Hızla sola eğildi ve pabuç sol yanak hizasından teğet geçti! ABD’nin günleri sayılı Başkanı Bush'un Irak'a veda ziyaretinde nezaketten ırak bir tablo sergilendi…Protestocu gazeteci ABD ordusu Saddam'ı kovmak için “ben geldim” dediği günlerde çiçek atmıştı. Şimdilerde pişmandı, sol pabuçla isabet kaydedemedi…Ne varsa sağda var deyip ikinci hamleyi de yaptı..Sağ pabucu da salladı…İşler sallama olmuyordu…Bush yılların alışkanlığı ile aniden yana çekildi. Bunu iyi yapardı! Gider ayak pabuç saldırısına pabuç bırakmadı. Kadere bak!..Ağır bir krizin ortasında hızlı bir değişimin başında başına pabuç atılıyordu. Hayıflandı..Savaşta harcadığını alamamıştı.
Keşke CÜZDAN atılsaydı…
TARİHLER MUHTELİF PABUÇLAR AYNI: 2003 SADDAM’A(üstte) 2008 BUSH’A (altta).
En kolayı pabuç bırakmak!
Iraklı gazeteci Muntazır El Zeydi ayakları çoraplı iken yani iki pabucunu da karavana attıktan sonra kapıdaki ulaşım aracı sudan gelinceye kadar dayak yemiş...
Aile “can güvenliğimiz yok” demeğe başlamış..
Dayak Irak Başbakanlık korumalarının işi deniyor. Sadece keskin pabuç nişancısı değil kameramanda dayaktan aslan payını almış...
Millet ne diyor diye bakınca ne kadar dövülüyorsa ise halk gözünde on katı ÖVÜLÜYOR....
Bir hayli ilerleme de var gibi...
Pabuç bırakmaktan pabuç atmağa kadar gelmediler mi?
...............................................................
Zihninizde başka bir ışık daha mı yandı!
Tayip Erdoğan resmi Benim ülkemde sıkça ve çokca araya kaynayıp giden öylesine işler var ki...
Medya artık eskisi kadar başladığı bir yayının nereye vardığını hangi sonuçla kapandığı aktarmaz oldu...
Konu bu kadarla da sınırlı değil..Bazen öyle ince detay bilgiler gözden kaçıyor ki...
İşte onlardan bir aktarma..
Hindistan'da Mahatma Gandi'nin mezarını ziyaret eden Erdoğan'a, ülkesinin bağımsızlığı için ömrünü veren bu büyük insanın Mahatma Gandi'nin yazdığı GÜNAH LİSTESİ armağan edildi..
Armağanı verenler ne düşündü bilemem..
Bu 7 ölümcül sosyal günah listesi şöyle:
(Türkçe-İngilizce)
İlkesiz siyaset (Politics without Principal) ,
Emeksiz zenginlik (Wealth without Work) ,
Vicdansız haz (Pleasure without Conscience) ,
Niteliksiz bilgi (Knowledge without Character) ,
Ahlaksız ticaret (Commerce without Morality),
İnsaniyetsiz bilim (Science without Humanity),
Özverisiz ibadet (Worship without Sacrifice).
Kelaynak

15 Aralık 2008

Eğitimcilere asansördeki "paspas uyarısı"!...

EN PRATİK ÇÖZÜM: Bir öğretmen evi asansörü. Asansörü kullananların çoğu eğitimci. Ama öğretmen evi yöneticileri böyle bir uyarı da bulunmayı uygun bulmuşlar. İnsanın aklına hemen neden acaba? sorusu geliyor. Bilemediniz tabii. Çok güzel bir yerde yapılmış öğretmen evinin otoparkı toprak. Öyle bildiğiniz topraklardan değil. Bastınız mı ayakkabınız toz içinde kalıyor. Bir nevi tozlu toprak. Sanırım ödenek bulunamamış, otoparka bırakın betonu asfaltı, mıcır bile dökülememiş. Yöneticiler çareyi tozlu ayakkabıların asansör paspasına silinmesinde bulmuşlar. Uyarıyı patlatmışlar.

14 Aralık 2008

Arapçanın etkilediği bir dil: MALTACA

Uzun zamandır ben dahil DDD yani Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi Koruyalım etkinliğimizi ihmal ettik. Büyük bir heyecanla başladık, dilimizle ilgili kaynak olabilecek konuları paylaştık, sonra uzun bir süre ara verdik.
Dil benim aklımdan hiç çıkmıyor. Özellikle medyada dilin yanlış kullanımı çoğaldıkça delirmemek elde değil.
Sevgili Dilek, bir hafta önce Punto'ya Sitemeter yani türkçe adıyla sayaç koydu. Hangi konular daha çok tıklanıyor diye şöyle bir baktım. En çok tıklanan konu yine "anlatım bozuklukları".
Demek ki dil konusunda yazılacak her yazıya, birileri özellikle öğrenciler tarafından mutlaka kaynak olarak bakılacak. Bu tespit bile insanı heyecanlandırmaya yetiyor.
Sevgili Evren, Basit Bir Yaşam bloğunda Bir dil yazısı yazmış. Maltaca hakkında.
Çok ilginç bir yazı. Okumanızı öneririm.
Yazı şöyle başlıyor:
".....Maltaca öylesine kendine özgü bir dil ki hakkında ayrıca bir yazıyı hak ediyor. Pek çok kaynakta Maltaca'nın kaynağının Arapça veya Arapça'nın Sicilya'da gelişmiş bir diyalekti olduğu söyleniyor. Maltaca Avrupa'nın Sami dil ailesinden gelen tek dili ve aynı zamanda bu ailenin Latin alfabesiyle yazılan tek üyesi. Özellikle temel kavramlar ve dilbilgisi kuralları Arapça'dan geliyor. Pek çok sözcük ise İtalyanca ve İngilizce'den ödünç alınmış. Bu haliyle Maltaca yoğun olarak sözcük ödünç alan dillerden sayılıyor. Ancak adanın tarihi göz önüne alındığında bu eleştirilecek değil, tam tersine takdir edilecek ve ders alınacak bir durum olmalı. Malta 10. yüzyılda Arap hakimiyetine geçiyor ve uzunca bir süre de böyle kalıyor. Günlük konuşmada çok rastlanan pek çok Arapça sözcük bu dönemden kalma. Kbir( büyük), triq (yol), xemx(güneş), dar(ev), sayf (yaz), sabiha (güzel), bahar (deniz), leyl (gece) gibi.."
Yazının bütününü Basit Bir Yaşam - Wegwarte'de bulabilirsiniz.

10 Aralık 2008

Göstere göstere sosyal yardım olur mu?

Medyada son günlerde bir kargaşadır gidiyor. Yerel seçimler yaklaştı ya. Kömür yardımları, alışveriş çekleri... Bir yarış, bir yarış...
Bakıyorum da bu yardımları alanlar televizyonlarda açık açık "bilmem ne partisine oy verdik. Tabii alacağız yardımları. Hakkımız” diyebiliyorlar.
Kimsenin alenen yapılan yoksulluk yardımından gocunduğu falan yok. Tam tersine yoksulluğunu ispatlamak için didinen insanlar var.
Bu kargaşa beni biraz gerileri götürdü. Medyadaki günlerime.
Hatırlarsınız, bayramlarda gazeteler yayımlanmaz, piyasaya sadece bayram gazetesi çıkardı. Çok da beğenilen bir gazete değildi. Süper haberleri olmazdı. Ama gazetenin yayımlanmasının nedenleri de vardı.
Gazeteciler Cemiyeti bayram gazetelerinden aldıkları reklamlarla kasasını doldururdu. Şimdi hemen aklınıza bir soru gelebilir?
Bu paralar nereye giderdi?
Anlatacaklarımın püf noktası da burada.
Bayram gazetelerinde prensip olarak sadece işsiz gazeteciler ve emekli ağabeylerimiz çalışırdı. Aslına bakarsanız gazeteyi beş on kişi çıkarır, diğerleri ya yazı gönderir ya da gazetenin çıktığı binaya uğrar, çayını kahvesini içer, akşam ayrılırken de bir maaşa yakın parasını alıp giderdi.
Cemiyetin amacı meslektaşların onurlarını kırmadan yardım etmek, bayram boyunca en az iki yüz, üç yüz işsiz gazeteciye para sağlamak, bunu da bir emek karşılığı alıyor görüntüsünde verebilmekti.
Gerçekten uygulama bir sosyal dayanışmanın güzel örneklerinden biriydi.
Sonra ne mi oldu da bayram gazeteleri silindi piyasadan?
Mesleğimizin aç gözlü, tuzu kuru takımı, gözünü bayram boyunca alamadıkları, kaçırdıkları reklamlara dikti. Zarar ettiklerini söylemediler, tam tersine her zaman olduğu gibi "halkın haber alma hakkı kısıtlanıyor" bahanesine sığındılar.
Yasa ile düzenlenmiş “bayram gazetesi”ni hiçe saydılar, yasayı çiğnediler, bayramda gazetelerini çıkardılar. Diğer patronlar da tabii atladılar bu fikrin üzerine.
Bayram Gazetesi “bir anda tarih oluverdi”.
Bugüne gelirsek;
O aç gözlü patron yok piyasada. Gazetesi, tesisleri elinden alındı. Devlete büyük borcu olduğu için ortalıktan çekildi.
Onun tuzu kuru ve cemiyetin elini kolunu bağlayan gazetecileri de bir başka adla gazete çıkardılar, batarlarken medyanın büyük patronuna sığındılar.
Şimdi o gazeteden hak, hukuk, dağıtım yolsuzluğu haberleri ile halkı avutup duruyorlar.

6 Aralık 2008

Kurban Bayramı'nızı kutlar, "dürüstlüğün" ön plana çıktığı Bir Türkiye dilerim!

Fotoğraf Hürriyet internet sitesinden alınmıştır.
“Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlâklısını severim.”
Bu sözler hepinizin bildiği gibi Atatürk’e ait.
Denizli’de Denizlispor ve Fenerbahçe maçı var. Maçın ikinci yarısı ve Denizli 1-0 mağlup maç devam ediyor.
Fenerbahçeli bir futbolcu uzaklardan şut çekiyor. Top üst direğe çarpıyor, kale çizgisinin bir metre içine vuruyor, tekrar zıplıyor, bir kez daha üst direğe vuruyor ve topu başından beri seyreden kalecinin kucağına düşüyor. Kaleci hiçbir şey olmamış gibi topu tutuyor ve oyuna sokuyor.
Maçlar dört hakemle oynanıyor. Dört hakem de görmüyor topun kale çigisini bir metre geçtiğini.
Olabilir. İnsanların basireti bağlanabilir. Kaleci de görmüyor mu? Görmez olur mu? Görüyor ama hakemler görmediği için zekasını kullanıyor ve sesini çıkarmıyor.
Ne demişti Atatürk?
“Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlâklısını severim.”
Demek ki zeki, çevik sporcular yetiştiriyoruz ama dürüst yani ahlâklı olmayı aşılıyamıyoruz bu sporculara. Hatta spor yorumcularına.
Bu vesile ile Kurban Bayramı’nızı kutlar, dürüstlüğün ön plana çıktığı bir Türkiye dilerim.

3 Aralık 2008

Zatürreeye karşı bağışıklık sistemine takviye!

Tüm ailelerin korkulu rüyası bir hastalık var. Son zamanlarda medyada çokca adından bahsettiren bir hastalık. ZATÜRRE.
Zatürree, akciğerlerin derinliklerindeki bir enfeksiyonu ifade eden bir terim. Buna karşılık bronşit, akciğerlerin girişindeki bronşlardaki enfeksiyon.
Zatürreeye bakteriler, mantarlar, tek hücreliler ya da virüsler neden olabilir.
Zatürreeyi kendi kendinize tedavi edemezsiniz. Hemen bir doktora gitmekte fayda vardır.
Zatürreeye yakalanmadan bazı tedbirler almak mümkün. Bunun için de yapılacak en önemli şey bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi olmalı.
Bağışıklık sistemini güçlendiren çeşitli bitkiler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
KARAHİNDİBA: Bitkinin kökleriyle yeşil kısımları pişirilerek yenebilir. Yeşil kısımları pişirdikten sonra kalan su içilebilir.
EKİNEZYA: Yapılan çok sayıda bilimsel araştırma, ekinezyanın bakterilerle, mantarlarla ve virüslerle yapılan mücadelede vücuda yardımcı olduğu kanıtlanmış.
SARIMSAK: Zatürreeye yakalanan bir doktor antibiyotik yerine günde 8-10 diş doğranmış sarımsak yemiş ve hastalığı yenmiş. Sarımsağın kuvvetli bir antibiyotik olduğu artık herkesçe biliniyor.
HANIMELİ: Bitkinin çiçeklerinden elde edilen özütün ( eski deyimle hulâsanın) bir çok bakteri ve virüs türüne karşı etkili olduğu saptanmış. Yaz aylarında bir bardak hanımeli çiçeğini bir bardak suda kaynatıp içebilirsiniz. Kışın ise kartlaşmış yapraklardan çay yapılabilir.
SOĞAN: Soğan da sarımsak gibi aynı sülfün içerikli bileşikler taşır. Zatürree için soğan çorbası içilmesi önerilebilir.
Kaynak: Yeşil Eczane kitabı

28 Kasım 2008

Doğayı koruyarak para da kazanılır!...

EN GÜZEL ÖRNEK POLONEZKÖY: Geçenlerde bir televizyon programında Türk sinemasının eski jönlerinden İzzet Günay, Boğaz’ın karşı yamaçlarını göstererek “bizim film çektiğimiz bu yerlerden bakılınca karşıları yemyeşildi” diyordu.Benim çocukluğumda da Boğaz’ın iki yakasında betonlaşma yoktu, ağaçların farklı tondaki yeşillikleri güzellik katardı görüntüye.İnsanlar hep doğayı katledip para kazandılar. Doğayı koruyup da para kazanan var mıdır? Diye hiç düşündünüz mü? Elbette var.En güzel örnek Polonezköy.
KÖY YAŞANTISINA ÖZLEM DUYUNCA: Sonbaharın son güzel günlerinden birinde ailece Polonezköy’de kahvaltı yaptık. Tek katlı eski bir evin bahçesinde. Çiçeklerin arasında. Kuş seslerinin eşliğinde. Doğa ile iç içe.Ne kadar özlemişiz çocukluğumuzun köy hayatını. Polonezköy kendini betonlaşmaya karşı korumuş önemli, tarihi bir yerleşim alanı.Kuruluş tarihi 1800’lere kadar gidiyor. Kısaca özetlersek 1842'de Prusya, Rusya, Avusturya Polonya’yı işgal ediyor ve paylaşıyorlar.
KIRIMDAN GELEN POLONYALILAR: Prens Adam Czartoryski bu paylaşıma karşı çıkıyor ve mücadele ediyor.1856'da Türkiye Kırım Harbi'ne girerken Polonya'dan kaçan asker ve siviller Osmanlı ordusuyla beraber Kırım'a gidiyor. Bu Polonyalılar savaş sonrası Türklerden alınan oturma izni ile Polonezköy'e yerleşiyorlar.Tarih kitaplarından hepimiz biliriz; Osmanlı İmparatorluğu, Polonya'nın parçalanmasını hiç bir zaman tanımadı. Hatta bu konuda bilinen hikayedir; gelmesi beklenen Leh Elçisi için, Bâb-ı Âli'de verilen her ziyafette, devamlı boş bir iskemle bulunduruldu. Polonezköy’e yerleşenlerin kurduğu koloninin tarihi sürecini tarih kitaplarından bulmak mümkün. O kısmı meraklıların araştırmalarına bırakıyorum.PANSİYONCULUK GELİR KAYNAĞI: Polonya kültürünün devamını sağlayacakları düşünülerek, kolonideki bekârlarla evlendirilmek üzere, Polonya'dan genç kız gönderilmesi için Paris'e ricada bulunuldu. Poznan yakınındaki bir yerden üç kız geldi. Geldikleri yıl üç nikâh kıyılarak, 3 kolonistin eşi oldular.Köy'ün, Polonya karakterinin korunması için en önemli unsur, yeni kuşak çocukların eğitim ve öğretimi idi. Öğretim ana babalar tarafından veriliyordu. XIX. yüzyılda, önce büyükbaş hayvan yetiştirilmesine çalışıldı. Çayır ve otlak azlığı karşısında kümes hayvanları ve süt ürünleri üretimine önem verildi.XIX. yy.'da pansiyonculuk bu bölge için yeni ve önemli bir gelir kaynağı oldu. Tam ve yarım pansiyon olmak üzere, misafirlere odalar kiralandı. Bölge halkı, yakacak odun ve odun kömürü satışından da gelir sağlanıyordu.
ŞİMDİ ÇOĞU EVLER TÜRKLERİN ELİNDE: Bölge 150 yıllık varlığı ile küçük Polonya izlenimini uyandırıyordu. Sık ormanlık, evlerin kapısında asılı olan dinî sözcüklü levhalar, bir tepedeki Polonya mezarlığı, kilise, çan kulesi, her şey, Polonya'yı hatırlatıyordu. Türkiye'de 1950-1960 yıllarında sanayide kaydedilen büyük gelişme ile, Polonya köyü ile ekonomik ilişkiler fazlalaştı. O zamana kadar bir kaç çeşit ürün istanbul'da satılırken, bölgenin ekonomik karakteri değişerek, tarım karakteri, yerini turistik fonksiyona bıraktı. 2. Boğaziçi Köprüsü yapılınca bu bölgeye gelişler kolaylaştı. Bölgede yerleşim ve yapılaşma kapıları açılmış oldu. Köyde bu kez betonlaşma korkusu başladı. 1989 tarihinde, köyde açık bir toplantı düzenlendi.Toplantıda Köy Muhtarı, 3-4 dönümün altında parsel oluşmasına karşı çıktı. İnşaatların ev-villâ ölçeğinde kalmasını istedi. Bölge şu anda devlet ormanı niteliğindedir. İnşaat izni verilmemektedir.Son yıllarda bölgede oturan Polonya asıllılar üçte bir orana düşmüş. Çoğu evleri Türkler almış. O bölgenin sonunu hiç düşünemiyorum.

24 Kasım 2008

Çevre katliamı nasıl başlar, nasıl seyredilir?

Geldiler, köşeyi incelediler. Yamacın altında iki okul, karşıda yedi yüz haneli bir site, etrafta diğer siteler ve onlara giden büyük bir yol.
“Olabilir” dediler kafalarında.
“Kime ait bu küçük alan acaba?”
Araştırmaya başladılar.
Eğitim alanı ama belediyeye terk edilmiş olduğunu öğrendiler.
Belediyeden işlerini hallediverdiler. Nasıl hallettilerse öyle hallettiler.
Bir gece üç dört çamı yok ettiler, kimse görmeden.
Sonra toprağı düzeltip mıcırı döktüler.
Çevre halkı ne oluyor orada diyene kadar, elektriği bağlattılar hemen. Bu ne hız dedirten çabuklukla.
Herkes birbirine sordu ne oluyor burada?
Her kafadan bir ses çıktı. Kimse ne oluyor diye öğrenemedi. Çoğu vatandaş da merak bile etmedi.
Bir sabah kalktılar, mıcırın üstüne betonun çekildiğini gördüler. Yine kimse kıpırdamadı.
Ve sonunda anlı şanlı TIR, yanaşıverdi beton alanın dibine.
Gecekondu gibi, TIR konmuştu o köşeye.
Kimi üzüldü çevre için, kimi de ayağımızın dibine dürümcü geldi diye sevinmişti.
İş işten geçtikten sonra “TIR lokantanın” kaldırılması için imza toplandı. Kimileri imzaladı, kimileri de imzalamadı.
Atı alan Üsküdar’ı geçmiş, çevrenin katledilmesi sadece seyredilmişti.
Yurdun bir çok yerinde büyük çevre katliamlarının seyredilmesi gibi.

21 Kasım 2008

Suzan Abla'dan "Özgürlük" !

Güzel öykülerini okuduğunuz Suzan Abla aslında şiir de yazıyor. İşte o şiirlerinden biri:

ÖZGÜRLÜK

Güne selam durdu çiçek,
Sonra üstündeki böcek
'Uçurayım seni göğe' dedi
Böcek,
Kabul etmedi çiçek,
'Ben toprağın malıyım
Ayağımdan prangalıyım'.

'Özgür olmalısın' dedi böcek,
'Yaşamak bu demek'
'Köküm toprakta benim,
Atam toprakta;
Hiçbir çiçek uçmadı
Toprağından kopup da'.

'Sen ilk ol işte' dedi
Böcek.
'Yaprağını kanat yap
Kökünü kuyruk,
Esaretten kurtul'.

Düşündü çiçek,
Neyi vardı kaybedecek?
Bir tek can
Bedenden çıkacak
Ama özgürlük var ucunda tadılacak.


Kollarını uzattı çiçek,
Çekti onu böcek;
İçi pırpır etti çiçeğin
Kökü el salladı toprağa.

Yapraklarını maviliklere uzattı,
Derin derin nefes aldı,
'Özgürüm işte' dedi,
'ilk kez ben başardım'
Çiçeğe selam durdu güneş.

18 Kasım 2008

Gülhane Parkı'nın yeni yıldızları:FAYTONLAR

SONUNDA BİRİLERİ AKIL ETMİŞ: Küçük tur otuz, büyük tur elli lira. Artık Gülhane Parkı'nın faytonları var. Sizi Sultanahmet Meydanı'ndan alıyor, Gülhane'yi gezdirip bindiğiniz noktaya getiriyor. Geç kalınmış uygulama ama birileri akıl etmiş işte. HAVUZ BAŞI, DİNLENDİRİR İNSANI: Havuz etrafında oturup suyun sesini dinlemek insanı dinlendiriyor. Bu sese bir de kuşların cıvıltıları eklenince keyfin doruğuna ulaşıyor insan. Bir an şehrin sersemleten uğultusundan uzaklaşıyorsunuz.
Son zamanlarda hiç Gülhane Parkı’nı gezdiniz mi? Gezmediyseniz sizi bir sürpriz bekliyor. Faytonlar.Büyükada’nın faytonları Sultanahmet Meydanı’na gelmiş. Fayton sizi Sultanahmet’ten alıyor, verdiğiniz paraya göre küçük turla ya da büyük turla çevreyi, Gülhane’nin içini dolaştırıyor ve tekrar Sultanahmet’te bırakıyor. Güzel bir uygulama. Sultanahmet’te turistlerin peşinden koşan ve kartpostal satmaya çalışan çocuklar yok artık.
OTURMA GRUPLARI AŞIKLARIN İŞGALİNDE: Parkın ana yolunun dışında üst tarafta bir yol daha var. Bu yol üzerinde dinlenmek için oturma grupları konmuş. Bizim gezdiğimiz hafta arası aşıklar bu oturma gruplarını tek tek işgal etmişlerdi.
Gülhane Parkı’na gelince; bir hayli yeni düzenleme var parkta. Parkı ikiye bölen ve trafiğe kapatılan ana yolda öyle salına salına yürümeniz çok zor. Her an bir görevli aracıyla geçebilir yanınızdan. Hem de son sürat.Vatandaşa kapalı olan yol ilgililere açık tabii.
Gülhane Parkı’nın tarihçesini incelersek şunu görüyoruz; Park aslında Topkapı sarayı’nın dış bahçesi. İçinde güller ve koru olan bir bahçe.163 dönümlük alanın park haline getirilip halka açılması Cemil Paşa’ya nasip olmuş. 1912 yılında.
Parkın bir başka özelliği Atatürk’ün halka Latin harflerini ilk gösterdiği yer olması. Tarih 1 Eylül 1928. Yıllardır çok kötü ve harap bir şekilde bulunan park, 2003 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edildi.
İSTEYENE KLOZETLİ, İSTEYENE NORMAL TUVALET: Parkın içinde bir de tuvalet var. Güzel bakımlı. Ücretli tabii. Belediye her türlü vatandaşı düşünmüş. Normal tuvalet arayanlara normal tuvalet yapmış. Alafranga tuvalet arayanlara da klozetli tuvalet yapmış. İki tuvalet karşılıklı. Sıkışan vatandaşları bekliyor. Böyle bir uygulamayı ilk kez gördüğüm için sizlerle paylaşmak istedim.

15 Kasım 2008

Sarı basın kartı ve emekli gazeteciler!...

Altına imza attığım bir Yılmaz Özdil yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum. Özdil, gazetecilere verilen sarı basın kartından bahsediyor.
Bu konuda kafanızın karışmaması için bazı bilgiler vermek istiyorum:
Sarı basın kartının gazetecilere verildiği ilk yıllarda, gerçekten bu karta ihtiyaç vardı. Ben o dönemlere yetiştim.
Gazetecilerin çoğunda araba yoktu, gazetelerde de muhabirler için özel araçlar tahsis edilmemişti.
Gazeteci vatandaş gibi otobüse, vapura, trene, uçağa biner, habere, röportaja öyle giderdi. Bunun için yasa ile sarı basın kartı olanlara muafiyetler getirildi. Otobüs, tren, vapur bedava idi, uçak da ise indirim vardı. Hatta ev telefonlarına da basın indirimi uygulanırdı. O dönemde bu muafiyetler ve indirimler önemliydi.
Düşünsenize günde 8-9 habere giden gazetecinin cebinden çıkacak parayı.
Bugün ise durum farklı. Gazeteden habere gitmek için araç vermezlerse muhabir kılını bile kıpırdatmaz. Çoğu gazetecinin özel arabası vardır artık. Yani sarı basın kartı asıl amacından uzaklaşmıştır.
Nitekim hükümet, basın kartına muafiyetleri ve indirimleri kaldırdığında kimseden ses çıkmamıştır. Aksine bazı sırtı kalın gazeteciler sarı basın kartının kaldırılmasını bile istemişlerdir.
Şu gerçeği de belirtmek isterim;
Bugün emekli olan çoğu gazeteci, sarı basın kartını belediyeler izin verdiği için otobüslerde ve metroda kullanmaktadırlar.
Unutmayalım ki gazeteciler SSK emeklisidir ve aldıkları emekli maaşı da herkesin malumudur.

İşte Yılmaz Özdil’in yazısı:
************************
Deniz Fenerci’yi Başbakanlık uçağına da alın
Namusuyla haber yapan ’’7’’ gazeteciye yasak getiren Başbakanlık, Kanal ’’7’’ ile içli dışlı olan, vicdan hortumcusu Deniz Fenerci’ye sürekli basın kartı vermiş!
Şimdi siz bu haberi okuyunca, basın kartı denilen zamazingoyu önemli bi şey zannedebilirsiniz...
Değildir.
*İzmir’de mesleğe başladığımda çakal bir polis muhabiri vardı. Polisi dinlediğimiz telsizle giderdi pazara...
Telsiziyle şöyle sallaya sallaya işaret ederek, "Şu domates kaça?" filan diye sorardı. Pazarcı da, "Herhalde sivil zabıta" diye düşünerek, domatesi kabağı beleşten verirdi...
Basın kartı budur!
*Belediye otobüsüne avanta binmekten başka işe yaramaz. Eskiden vapura da avanta biniliyordu, artık binilmiyor.
Uganda dahil, dünyanın hiçbir ülkesinde geçmez. Bizim gibi dandik ülkelerde gösterirsin, adam sanırlar. Hepsi bu.
*Yalakaların olmadığı dönemlerde böyle değildi. Denk getirirse, "babasını bile haber yapmaktan çekinmeyen" ağabeylerimiz beyaz gömlek giyer, sarı basın kartını da gömlek cebine koyardı, dışardan bakıldığında görülsün diye...
Manevi önemi vardı. Şimdi yok. Ahali, tenhada kıstırsam da, ağzını burnunu kırsam diye gazeteci kolluyor sokakta.
*Bugün için, dünyanın en lüzumsuz kurumudur Başbakanlık Basın Yayın Enformasyon Müdürlüğü...
Bana sorarsanız, kapatılması gereken KİT’lerin başında gelir. Zaten aslına bakarsanız, tek kart vardır, tek kart...
Gazetelerin insan kaynakları müdürlüğünün verdiği kart... Ki, o kart cebinde olmazsa, istersen Pulitzer’in olsun, binaya giremezsin!
*Ve, sakın ola ki, "kart"ı olduğu halde Başbakanlığa sokulmayan gazeteci arkadaşlar üzülmesin...
Bakın mesela, CHP Milletvekili Atilla Kart...
Adı üstünde ama, o bile giremiyor!
*Peki nedir?
*Başbakanlığa girmesi yasaklanan, Akşam Gazetesi muhabiri Ali Ekber Ertürk, dolandırıcıya sürekli basın kartı verildiğini "ampul" gibi astı mı manşete? Astı...
Budur.

11 Kasım 2008

Kuşdili Çayırı’nda kuşlar ötmüyor artık!

Çocukluğumun büyük bölümü Kadıköy Yeldeğirmeni semtinde geçti. Kaçamak yaptığımız ve nefes aldığımız iki yer vardı; biri Çamlıca tepesi diğeri de Kuşdili Çayırı.O dönemlerde daha park kültürü gelişmemişti. Biz çocukları çayıra salarlardı.Kuşdili Çayırı Fenerbahçe Stadına yakın olduğu için arkadaşlarla çok giderdik.Çayır ayrıca o semtin piknik yerlerinden biriydi. Kuş cıvıltıları arasında oynardık.Bildiğim kadarı ile Kuşdili Çayırı, Kurbağalıdere’nin taşma alanına giriyordu ve bataklık bir zemini vardı. Adını ise kuşbazlardan almıştı.Kuşdili Çayırı’nın Altıyol’dan gelen cadde tarafındaki küçük sahada iddialı futbol maçlarını seyretmek ayrı bir zevkti bizim için.
PAZARIN BOŞ VE DOLU HALİ: Kadıköy'ün sembolü semt pazarlarından “Salı Pazarı”, (üstte boş hali, altta pazar kurulmuş hali). Pazarın İstanbul Büyükşehir Belediyesince inşaatı tamamlanan Hasanpaşa'daki yeni pazar yerine taşınacağı söyleniyor. (Fotoğraflar o bölgede MOROUTLET isimli dükkanı olan Suzan Abla'ya ait).
Zamanla çayır yavaş yavaş betonlaştı. Kuşlara yol görünmüştü. Ağaçlar kesildi. O güzelim çayır cav cavlak ortada kaldı.
Acıbadem’e giden yolun yamacında kurulan Salı Pazarı buraya taşındı.Ortada ne çayır kaldı ne de piknik alanı. Uzun yıllar otopark olarak görev yaptı semt sakinlerine.Şimdilerde ise bir kavga var "O" yer üzerinde.Büyük Şehir Belediyesi bölgeyi ihaleye çıkardı. İhaleyi son zamanlarda yıldızı parlayan firmalardan biri kazandı. Böylece “Kuşdili Çayırı Sabit Pazar, Kültür ve Rekreasyon Merkezi Kentsel Tasarım Projesi” hayata kondu.Pazarcılara bir yer gösterildi, "hadi bakalım çıkın buralardan" dendi.
PROJESİ ÇİZİLMİŞ BİLE: 50 milyon dolara mal olması hesaplanan projeye göre pazar, 45 bin metrekarelik alanda 22 bin metrekareye kurulacak. Alışveriş ve yemek alanlarının üzeri dev bir kubbeyi andıran çadırla kapatılacak. İçinde pazar tahtası esprisine uygun üç cepheli dükkânlar bulunacak. Kubbenin ortasında yükselen kulenin tepesinde ise 700 metrekarelik özel bir restoran yer alacak. 300 bin araçlık otopark, sinema, tiyatro, çocuk eğlence merkezi ve spor alanları da bulunacak. Zemin katta geleneksel sokaklar, meydanlar oluşturulacak. Ayrıca yiyecek içecek üniteleri için birimler olacak. Her sokakta ayrı bir ürün grubu hizmet verecek.
TAM BİR CAZİBE MERKEZİ: Salı Pazarı'nın kurulduğu Kuşdili Çayırı'nın kuşbakışı görüntüsü. Etrafında hiç boş alan kalmamış. Tam bir cazibe merkezi haline gelmiş.
Pazarcılar ve Seyyar Esnaf Odası 2 bin 400 pazarcıyı ilgilendiren ihalenin iptali ve yürütmenin durdurulması için dava açtı.
Kuşdili Çayırı'nın 2002 yılında Anıtlar Kurulu tarafından doğal SİT alanı olarak ilan edildiğine dikkat çeken Mimarlar Odası “Orası yeşil alan olarak kalmalı" dedi.
"O onu" dedi "bu buna itiraz etti", ama sonuç her zaman olduğu gibi sıfıra sıfır görünüyor.
Belediye bir kere oraya göz koydu ya mutlaka oraya bir şeyler yapacaktır.
Sonuç olarak temennimiz, çocukluğumuzda “nefes almak için” gittiğimiz Kuşdili Çayırının yine o bölgenin nefes aldığı bir yer olmasıdır.

10 Kasım 2008

Atam. “Sessiz güç” devrimlerini yaşatacak!...

Sevgili Atam;
"Ayrık otları" senin zamanında da vardı, bugün de var ve yarın da olacak.
Olsun.
Buna karşı senin yarattığın “SESSİZ VE KÖKLÜ GÜÇ”, devrimlerini sonsuza kadar yaşatacak.
Rahat uyu, Sevgili Atam!...

4 Kasım 2008

Atatürk sevgisini kimse söküp atamaz!..

Cağaloğlu’ndaki Hürriyet’te ve Günaydın’da çalıştığım dönemlerde çok bunaldığımız anlarda arkadaşlarla işi bırakır, 10-15 dakikalığına Gülhane Parkı’nı bir dolaşır sonra işe dönerdik. Orada teneffüs ettiğimiz temiz hava bize doping etkisi yapardı.
Medya İkitelli’ye taşınınca, Gülhane Parkı ve Sultanahmet ancak hafızalarımızda kalmıştı.
Geçen gün eşimle nostalji gezisi yaptık, Sultanahmet’te köfte yedik, Gülhane Parkı’nı gezdik.
Gülhane Parkı’nın yeni halini sizlere ayrı bir yazıda anlatacağım.
Şu aralar bir Mustafa belgeseli yapıldı ya. Sözde Atatürk’ün insani yanını gösteriyorlarmış. Sevsinler bu “ticari filmi” yapanları. Ben seyretmedim, seyretmem de. Para kazandırmam onlara. Bize insani yanı mı gerekli, yoksa ilkeleri mi?
Parkı gezerken yolun sol yanına yeni konmuş Atatürk heykeli dikkatimizi çekti.
Ben de fotoğrafını çekmek istedim.
O sırada bir anne kız, heykelin yanındaydı. Bekledim ve küçük kızın Ata’sıyla annesine verdiği pozu ben de fotoğrafladım.
Evde bilgisayarda fotoğrafı büyütünce o müthiş “doğal sevgi”yi yakaladım.
Küçük kız annesine poz verirken, bir yandan da Atatürk heykelindeki eli okşuyordu.
Ne abartı vardı bu sevgide, ne de zorlama.
Fotoğrafı eşime gösterdim şöyle dedim:
“Kim uğraşırsa uğraşsın, -zaten seksen beş yıldır uğraşıyorlar- bu sevgiyi kimse söküp atamayacak!”
Bu fotoğraf bunun en güzel kanıtı!!!!!
Genç Bakış programındaki gençlerin, filmi yapan ve süklüm püklüm cevap vermeye çalışan belgeselciye sordukları o "müthiş" soruları görünce içim çok rahatladı.
Tekrar ediyorum; kim ne yaparsa yapsın "o sevgi" sonsuza kadar yaşayacak.

2 Kasım 2008

Tezgahlarda bir Çin kökenli daha: PORTAKAL

Çarşı pazara çıktığınızda ne kadar çok Çin malları ile karşılaşıyoruz değil mi?
Her sektörü, ahtapotun kolları gibi sarmışlar.
Şaşıracağınız bir bilgi de ben vereyim size. Bugünlerde tezgahlarda yerini almaya başlayan "portakalın anavatanı da Çin".
Biz portakalın Akdeniz ülkeleri meyvesi olduğunu bilirdik ama o da bugün piyasayı dolduran mallar gibi taaa Çin'den kalkıp gelmiş.
Bir başka bilgi portakal dünyada en çok tüketilen ikinci meyve. Birincisi tabii elma.
Portakal önemli bir askorbit asit kaynağı. C vitamini yönünden çok zengin olduğunu hepimiz biliyoruz.
Portakalın suyu da meyvesi gibi çok tüketiliyor. Kabuğu da işe yarıyor. Kabuğundan parfüm yapılıyor, şeker sanayinde kullanılıyor.
Pastalarda, tatlılarda kullanıldığını ayrıca, reçel yapımında da kullanıldığını unutmayalım.