27 Kasım 2007

Anlayamadığım bir sistem; “kabzımallık”

60'lı yıllardı. Lapa lapa kar yağıyordu. Ortaköy’ün sırtlarında Boğaz’ı gören bir evde oturuyorduk. Kar yağdığı için eve kapanmıştım ve ders çalışıyordum. Kapı zili uzun uzun çaldı. Hemen fırladım. Bu şekilde zili ancak hukuktan bir arkadaşım vardı o çalardı. Tahminim doğru çıktı. Arkadaşım Demir nefes nefese anlattı; Ortaköy Camii’nin önündeki koyda sandallar palamutları bitiriyordu. “Hadi hazırlan balığa gidiyoruz” dedi.
Yıldırım gibi hazırlandım. Rahmetli annem içeriden sesleniyordu; “sıkı giyin üşütürsün”.
Koşa koşa Ortaköy’e indik. Hızla Kabataş Lisesi’ni geçtik. Galatasaray Lisesi’nin ilk kısmının kapısından içeri daldık.
Demir’in annesi, Galatasaray Lisesi’nin ilk kısmında müdür muavini idi ve deniz kenarındaki küçük tarihi saray yavrusu binada kalıyorlardı.
Demir balık tutmağa çok meraklı idi. Küçük bir sandalı vardı. Sandal lisenin rıhtımına çekili dururdu.
Oltaları hazırlamıştı bile. Sandalı suya indirdik ve balık tutan sandalların arasına daldık.
Kürekler bendeydi, akıntıya arkamızı vermiş hafif hafif siya (kürekleri geriye doğru çekerek) yaparak sandalı aynı yerde tutuyordum.
Palamutları yemli tutuyorduk. Misinanın ucundaki zokaya yem takıyor, dibe inmeden balık vuruyor, hemen çekiyorduk.
Müthiş bir balık akını vardı o gün. Tipi tüm şiddetiyle devam ediyordu. Parmaklarımız soğuktan “dolma” gibi şişmişti.
Oltayı indiriyoruz, balık takılıyor ve çekiyoruz. Islak misina parmaklarımızı ıslatıyor, soğuk rüzgar donduruyordu. Ama o heyecanı şimdi bile hatırlıyorum.
Nasıl bir hırstı bizimkisi? Yemeklik balığı çoktan tutmuştuk, tutmuştuk da bu kadar balığı ne yapacaktık?
İlk defa bu kadar çok balık tutuyorduk.
Atıp çekiyorduk ve o heyecanla soğuk moğuk dinlemiyorduk.
Sandal balık dolmuştu.

34 YIL ÖNCE ÇEKTİĞİM FOTOĞRAF: Fotoğrafı Meydan-Larousse Ansiklopedisi'nden aldım. Anlattığım dönemdeki balık akınını çok güzel anlatıyor. Görüntü kötü tabii. Kaynak göstermek gibi bir derdim yoktu aslında. Zira ansiklopedide bu fotoğrafı benim çektiğim yazılı.
Balıkçı sandallarının arasında dolaşan büyükçe bir tekne dikkatimizi çekti. "Gümüş gümüş" diye bağırıyordu. Bir sandal yanaştı tekneye. Balıklarını ona aktardı. Biz de yanaştık yanına. “Kaçtan alıyorsun balığı” diye sorduk. Hatırlamıyorum bir fiyat söyledi. “Tamam” dedik ve biz de tuttuğumuz balıkları o tekneye aktardık.
Şaka maka iyi para kazanmıştık.Bu şekilde para kazanma işimiz hep devam etti. Torik akını mı var?. Biz oradayız ve tuttuğumuz balıkları "gümüş gümüş" diye bağıran tekneye satıyoruz.
Arkadaşım da ben de hiç düşünmemiştik tuttuğumuz bu balıkları bu tekne ne yapıyor diye. Para kazanıyorduk ya. Biz ona bakıyorduk.
KABZIMALLIK DOĞRU SİSTİM Mİ?
Bu anımı neden hatırladım?İş hayatına atılana kadar da düşünmemiştim bizim yüzen “kabzımal gümüşçüleri”.
Düşündüğüm zaman da çok hayıflanmıştım.Balıkçılar, tipi altında parmakları "dolma" olmuş balık tutarken, o akıllı adam eli cebinde teknesi ile sandalların arasında dolaşıyor, bire aldığı balığı ikiye balıkhaneye satıyordu. Emek vermeden, sadece teknesinde makine olduğu için. Gençliğimden beri kafamın almadığı bir uygulamadır "kabzımallık". Bir çok ürünün üreticiden tüketiciye ulaşmasında vardır bu aracılar.
Örneğin fabrikadan çıkan otomobil, önce aynı firmanın baş bayiine gider. Baş bayii kârını koyar, bayilere satar. Bayilerde kârlarını koyar, tüketiciye satar otomobili. Devlet de vergisini alır bu arada.
Üniversite yıllarında dayımlarla profesyonel balıkçılığa "tanık" oldum. Onlarla balığa çıktım, azgın dalgalı denizde can pazarının içine çok düştüm. Balıkçıların en büyük varlıklarından biri olan ağlarının “elişkana” yani dipteki bir batığa takıldığını ve ağların parçalandığını gördüm. Kısacası tüm risklerin alındığı bir uğraşıdır balıkçılık. Tarım kollarında da vardır büyük riskler.
Balıkçı tuttuğu balığı ne yapar? Balıkhaneye götürür. Balıkhanede sözüm ona açık artırma ile satılır balıklar. Maksat balıkçının tuttuğu balıklarının değer kazanmasıdır.
Ama öyle mi oluyor? Hayır.
Balıkhanedeki kabzımallar anlaşıp istedikleri fiyattan alıyor balığı ve kârlarını koyup perakendeci balıkçıya satıyor. Onlar da kârlarını koyuyor ve tüketici yüksek fiyattan balık almak zorunda kalıyor.
Balığın çok tutulduğu dönemlerde soğuk hava depoları olmadığı için balıklar Sarayburnu’ndan denize dökülürdü. Sebep çok basitti. Kabzımal balığı almaz, balık satılmayınca da balıkçı bin bir zahmetle tuttuğu balığı denize dökerdi.
Gençliğimizin verdiği heyecanla balıkçıların bir araya gelip, kooperatif kurmalarını ve tuttukları balığı kendilerinin satmasını savunduk.Bir ara denendi bu uygulama. Ama yürümedi.
Neden yürümedi bilemiyorum.
"Emek vermeden para koyarak para kazanma sistemi".
Doğru bir sistem midir bu hâlâ bilemiyorum.
Siz ne dersiniz?

24 Kasım 2007

Öğretmen "Büyük Nene’den" Mete’ye!...

Torun Mete dün akşamüzeri bizdeydi. Büyük nene eğilmiş Mete’ye bir şeyler söylüyordu. O da anlar gibi dikkatli bir şekilde dinliyordu. Kulak misafiri oldum.

İşte öğretmen "Büyük Nene’nin" anlattıkları:
Sevgili Mete;
Bugün 24 Kasım Öğretmenler Günü.
Henüz okula gitmiyorsun. Gelecekteki öğretmenlerinden önce ilk öğütleri sana ben vermek istedim:
1- Dürüst ol!
2- Çalışkan ol!
3- Bir karşılık beklemeden yardım sever ol!
4- Büyüklerini say, küçüklerini sev, aile kavramına bağlı ol!
5- Atatürk ilkeleri, senin hayat ışığın olsun!
6- Ülkeni ve bayrağını hep yükseklerde tut!

Ben de bizlere çok emeği geçen tüm öğretmenlerimizin Öğretmenler Günü’nü kutluyorum.

21 Kasım 2007

Ege’de bir köy düğününe misafir oluyoruz!...

Üç dört yıldır dikkatimi çeken bir gelişme var. Düğünler.
Bizim dönemlerde nikahı yaptın mı tamam derdik. Düğüne ayrılacak para ile de balayına çıkardık. Olur biterdi. Şimdilerde düğünler kentlerde de vazgeçilmez oldu. Sanayileşti adeta.
Bir yerlerde okumuştum, Çin’deki düğün adetlerini.
Damadın ailesi, önce astroloji uzmanına başvurarak evlenmeyi düşünen çift hakkında yorum istiyor. Eğer astroloji uzmanının hazırladığı horoskopu damadın ailesi uygun bulursa, çocuklarının doğum saatini ve tarihini kızın ailesine göndererek, aynı işlemi onların da yapmasını istiyor.
İlginç değil mi?Bitmedi daha.
Yine Çin’de düğünden önce damat evlilik yatağını hazırlıyor ve üzerine portakal, fıstık ve çeşitli meyveler koyuyor. Ailenin küçük çocukları yatağın üzerine oturtuluyor ve meyvelerle oynamalarına izin veriliyor(Bizim torun duymasın).
Yatağın üzerinde ne kadar çok çocuk olursa o kadar çok doğurganlığı sembolize ettiğine inanıyorlar. Gelin düğünde kırmızı ayakkabı giyiyor ve kırmızı duvak örtüyor.
Ayrıca Ay takviminin 7. ayının son 15 gününde evlenmenin uğursuz olduğuna inanılıyor; zira o dönemde cehennemin kapısının açılıp kayıp ruhların serbest kaldığına inanıyorlar…
Çin’den ülkemize gelirsek Anadolu’da çok farklı düğün adetleri olduğunu biliyoruz. Hatta birbirine yakın köylerde bile farklı adetler var.Bu da ülkemizin gerçekten kültürlerin bir mozaiği olduğunu gösteriyor.
Tüm bunları neden mi yazdım?. Şundan;
Şimdi Sevgili Suzan Abla sizi Bir Ege düğününe misafir edecek. İşte Suzan Abla’nın kaleminden bir Ege düğünü:

Nasıl evlendiniz, köy düğünüyle mi? Ben nikahtan gittim..Yani öyle analarımızın dediği gibi, davullu zurnalı düğünle değil. Belki içinde uktedir, annemin..Ama bize hiç çaktırmadı. Bize kalsa kotla evleneceğiz. Bizim dönemlerimiz öyleydi ya. Ama ben çevreme çok önem veririm. O yüzden çok uç olamadık. Sade bir nikah töreni...Ve o gündür bugündür evliyiz ve mutluyuz çok şükür...
Neyse konumuz bu değil..Konumuz bir köy düğünü...Bugün köy düğünü kaldı mı diyeceksiniz. Kalmış, hem de ne kalmış. Edremit’in Narlı köyünden olan kuzenimle, yine Edremit’in eski adıyla Şekveren, yeni adıyla Çamdibi köyünden damadımız, geçtiğimiz ay, 3 gün 3 gecede evlenebildiler. Bundan bize ne diyeceksiniz..Ama bana ilginç geldi gelenekler..Şimdi bir bir anlatayım;Gelin adayıyla damat, yaklaşık 1 yıldır nişanlıydılar. Bu arada iki bayram, anneler günü, babalar günü, sevgililer günü ve aklımıza gelecek her türlü günü atlattılar. Ama her günde ayrı hediyelerle..
Gelinle damadın yalnız buluşması ayıp olduğu için, hep anne babayla gidildi dünürlere. Kurban bayramında, süslü bir koç getirildi geline, dört ayağına da altın bağlanmış. Koçun boynuzları arasına altın set takılmış. Koç süslü mü süslü..
Kurbanlık ama İstanbul’da günlerce beni kim alacak diye, çadırlarda bekleyenlerden değil, şanslılardan...
Annem her gün neler olduğunu anlattı ama ben böyle şeyleri çok çabuk unuturum. Diğer günlerin de faturası kabarık..
Neyse dünürler her gelişlerinde böyle bin bir masraf edip gelmişler. Gelelim baştan sona elimde fotoğraf makinemle belgelediğim düğüne...
İstanbul’dan iki günlüğüne Altınoluk’a gittik. Gittiğimizde saat gündüz 14.00 dolaylarıydı. Köy halkına kız evinin karşısındaki restoranın bahçesinde sokakta yemek veriliyordu. Kazanlarla yemek pişirilmişti. Ege’nin adeti düğün yemeğinin menüsü burada da vardı: Keşkek, pilav, taskekabı, helva..
Gelinin babası ve ağabeyi, her türlü hizmet için koşturuyordu...Biz yemeğin sonuna yetişebildik, kalabalık dağılmıştı. Aşçıyla konuştum, fotoğraflarını çektim. Aşçımız Rengin öyle bildiğimiz köy aşçılarından değilmiş. Şimdi adını hatırlayamadım bir kanalın yemek yarışmasında birinciliği varmış. Yemekler gerçekten lezizdi. Ben keşkek sevmem ama harikaydı.
İrmik helvasının da bu kadar güzelini yememiştim..Gelini görmek istedik, ama yoktu, kına gecesine hazırlık için kuaföre gitmişti.
Damat gelmiş, gelini almış, 35 km uzaktaki Edremit’e götürmüştü. Biz evimize gidip yerleştik. Akşamüzeri düğün evine gittik. Ev, 15 dönüm içinde. Bahçesi portakal, mandalina, şeftali ağaçlarıyla kaplı. Bahçedeki asırlık çınar ağacını da içine alan sofasında oturmaya bütün yaz doyamayız.. Gelini, tarihi bindallı elbiselerinin içinde gördük.

KALKIP OYNAMANIN ZORLUĞU
Suzan Abla, güzel olmadım, çekme" dedi, objektifi doğrultunca. Bence çok güzeldi...Damat da “hoşgeldiniz” dedi..O da şıktı. Giysilerini kız evi almıştı. Adet böyleymiş...
Akşam Küçükkuyu Belediye Gazinosu’ndaki kına gecesine gidildi. Gelinle damat küçük bir odada “kız ve oğlan evinin” toplanmasını bekledi. Bu arada İzmir’den geldiğini ve herkes oynamazsa gideceğini iddia eden bir solist, korkulu rüya gibi herkesi oynatmaya çalışıyordu.
Tabii, benim korkulu rüyamdı.
Oynamaya can atan onlarca insan vardı..Ama kolundan tutup kaldırılmayı bekliyordu. Kına geceleri ve düğünlerde bu işi yapan kız ve oğlan evi yakınları hep vardır. İnsanlar kendiliğinden kalkıp oynamaya utanır sanki. Ben elimde fotoğraf makinesi, çat orada çat burada, çat kapı arkasındaki süpürge gibiydim. Nihayet oğlan evi geldi. Dünürler birbirlerine sarıldılar. Kına süslü bir tepsideydi. Kınayı yaşlı bir teyze tutuyordu. İki görümce, gelinin iki yanında ortaya çıktılar. Ellerde mumlar kına dönüldü. Sonra gelinin eline kına yakıldı. Bu arada bir de bilezik kazanmış yine gelin...Kazanmış diyorum çünkü ben sonradan öğrendim. “Geline ne taktı, kayınvalide” diye soran meraklılara, “Ne bileyim” dedim. Her yerde hazır ve nazır kameraman Cevat Kelle gibi olduğum için herkes benden bilgi edinmek istedi ama ben de ne gezer. Neyse Cevat Kelle olmanın mükafatını aldım. Kayınvalide “Biz de kına yakana verilir ama senin de emeğin büyük” diyerek bana çok güzel bir şal hediye etti. Elbiseme de çok uydu laf aramızda. Eskiden kınalarda erkek olmazdı” dedi annem, şimdi her şey asri”...Kınada erkek de vardı artık, zamane kına gecesi...Saat onbiri geçerken bitti kına. Ama eve gitmek yok. Oğlan evine çerez almaya gidilecek. Bir gece önce oğlan evi, kız evine çerez almaya gelmiş. Biz ona yetişemedik. Ama bunu kaçırmak olmaz. Haydi atlayın arabalara, kim kimin arabasına binecek. Narlı Belediyesi’nden tutulan otobüsler geldi mi? Kargaşası arasında biz kendimizi 6 kişi eşimin arabasına atmayı başardık. Uzaktan akrabalarla hiç olmadığımız kadar samimi bir şekilde kucak kucağa kız evine gittik önceden.
Allahtan 3-4 km’lik yoldu. Sonra gecenin on ikisinde konvoyla Şekveren köyüne. Şekveren Edremit’ten sonra Havran’a giderken.. En az kırk kilometre.. Damat, “Ben gidiyorum, siz de çabuk gelin. Havai fişek için bire kadar izin aldık” dedi. Allah’tan yetiştik. Köye girişte, tüm arabaları, otobüsleri bekledik. Gövde gösterisiyle girdik damadın köyüne. Damadın evi, köy meydanında. Meğer orada düğün dernek 3 gündür sürüyormuş. Meydanda masalar kurulmuş, erkekler durmadan yiyor, bir yandan da çay bardaklarıyla “demleniyor.” Davul, zurna ve kemancı başrolde.
Evin geniş bir avlusu var. Avlu da “aile yemek yeri”. Burada da keşkek, taskebabı menüsü var. Kadın aşçılar gecenin bir yarısı kazanlara domates doğruyor, yarınki yemeğe hazırlık...Bu arada gelini iki yanından tutan arkadaşları ellerini bağlamış, damadın gelinin ellerini açması için çağırıyor. Damat tez bir hareketle gelinin ellerini açıyor ve alkış. Sonra meydanda davullu zurnalı eğlence..
Bir gece önceki çerez alma töreninde soğuktan telef olanlar, bu sefer gelememişler, gelenler de hazırlıklı, kalın paltoları var. Köyün iklimi karasal. Biz, “zemheri zürafası” olduğumuz için donuyoruz..”Yarına hastalanmasak bari”.

KÖYDE HAVAİ FİŞEKLER
Gelinle, damat geleceklerine doğru mutlu mutlu bakarken, köyün tek katlı bir evinin üzerinden de havai fişekler fırlatılıyor. “Kuyruklu yıldız altında bir izdivacı” hatırlıyorum.
Gelinin ağabeyi, “Yeter Suzan Abla, fotoğraf çektiğin, gel şimdi oynama zamanı” diyerek beni halayın içine çekiyor.
Damın dibine sıralanmış sandalyelerde köylüler bizi seyrediyor. Köyün erkekleri oyuna devam ederken, biz kına yakmak için damat evine giriyoruz. Evin içi tıklım tıkış. Bir odada yaşlı kadınlar harmandalı oynuyor. Yere çöküyor ama bacakları yaşlılıktan kıvrılmadığı için doğrulamıyor. Bu hallerine gülmekten kırılıyorlar.
Diğer odada soba yanıyor, sıcacık. Ben kendime bu odayı seçiyorum. Derken kına yakma faslı başlıyor. Aslında kına, kız evinde yakılırmış. Ama Allah’tan bizim kuzen yani gelin, oğlan evine ve de bize acıyor da, çerez alındıktan sonra yeniden 40 km uzaktaki kız evine kına yakmaya dönmüyoruz. Gelmişken kınamızı da yakıyoruz.
Kendime her yeri görecek bir köşe ediniyorum, elimde fotoğraf makinem...Gelin başında kırmızı tül örtüsüyle yere oturtuluyor, önce ellerine sonra ayaklarına kına yakılıyor. Kına yakıcıların biri kız, diğeri oğlan evinden.
Kınanın ortasına bir altın konuyor. Gelin ağlasın diye türküler söyleniyor ama bizimkinin gözünde tek yaş yok...
Eee ayakları kınalı gelin nasıl yürür? Hoop, damadın kucağına...
Damat kucağında gelini arabaya bindiriyor. Biz de arabanın kaloriferini sonuna kadar açıp buzlarımızı çözerken, eğlenceli köy meydanını geride bırakıyoruz.. Ertesi sabah bizi, gelinin annesi olan teyzem uyandırıyor.
“Hadi, kahvaltıya gelin. Saçlarınızı yaptırmayacak mısınız? Saat üç gibi gelin almaya gelecekler. Çabuk olun.” Apar topar yine gelin evindeyiz. Sadece biz değil, yaklaşık 30-40 kişilik dost topluluğu. Haydi bir araya gelmişken bu anı ölümsüzleştirelim diyoruz. Basıyoruz yine deklanşöre.
Asırlık çınar ağacının altında asırlardır süren akrabalık bağlarının son düğümlerini fotoğraflıyoruz. Sonra da soruyoruz. Daha bu resimde kimler yok ki..."Bir araya gelsek kareye sığmazdık”. Gelini beklerken kahveler, çaylar içiliyor.
Bu kadar telaş arasında misafire saygıda kusur yok. Köyün gençleri gelip yemek yiyor, bahçede. Biz de tüm akrabalar, dün akşam söke söke aldığımız çerezleri çıtlıyoruz.
Gelin daha gelmiyor mu diye soruluyor. Gelin telefon ediyor. Gelinlik, ünlü terzi Ayten'den, kirli gelmiş, temizlemeciye gitmiş. “Aaa, şunun yaptığına bak, gelinliği kesin birine verip giydirdi” diye ayıplanıyor Ayten. Artık ayıklasın pirincin taşını Ayten. Küçük yer burası...Saat dörde geliyor. Gelin nihayet geldi. Yine çok güzel. “Bayraklar geliyor” diyor küçük çocuklar. Bayrakla gelin alma. İlk defa görüyorum. Annem, “eskiden köylerde sancakla gelin alınırdı, sonra yasaklandı” diyor. Hemen hazır ediyorum fotoğraf makinemi. İlk ben karşılıyorum sancakları. İlerde otobüsten inen Şekverenli gençler bunlar. İki kişi, iki sancak taşıyor. Sancakların uçlarına bezler bağlanmış. Sancaktarlar, sancağı üç defa sağdan sola sallıyor. Dün akşamki davul, zurna, kemancıdan oluşan ekip, yine gelmiş. Bayraklarla bahçeden giriyorlar. Sancaktarlara paralar veriliyor. Düğünün ve yaşamın en unutulmayacak anlarından biri. Gelin alma. Gelin evinden çıkıyor, artık. 23 yıllık yaşamı boyunca anne, baba ve ağabeyiyle paylaştığı evden ayrılıyor. Hüzün ve sevinç birarada. Acı bir mutluluk...Gözyaşlarını tutamayanlar çok fazla. Gelin, babasını bekliyor. Baba elinde kırmızı kurdela, kızının belini saracak. En zor anlardan biri. Ben de ağlamıştım. O da ağlıyor, çenesi titriyor. Sadece gelin mi?. Babanın da en zor anlarından biri. Baba, “Ben yapamicam” diyor, kurdelayı dayıya uzatıyor.."Yaparsın” diyor herkes. Baba-kızın sevgiyle sarılmasını çekemiyorum, makinemin azizliğinden. En güzel kareyi kaçırdığım için hayıflanıyorum, bir yandan da ağlıyorum. Üniversite öğrencisiyken, oyun oynadığım küçük kız, gelin oluyor. Orta okuldayken gördüğüm annesinin düğününü hatırlıyorum.
KAPI AÇTIRMAK PARA İLE
Gelin odaya kaçıyor sonra, kapıyı kapatıyor. Adetten. Kapıyı açtırmak için para verilecek. Bir yanda hüzün, bir yanda adetler. İroniye bakın. Belki de hüznü unutturmak, biraz neşe katmak için yaratılmış adetler. Para veriliyor, gelin de. Kuzenim merdivenlerden inerken peri kızı gibi. Anneanne ve babaannesi mürüvvetini gören en yaşlılardan...Gelin arabasının üzerine iki küçük oturtturuluyor, havaya bereket getirsin diye ufak paralar saçılıyor. Alanın şansı artıyor, kısmeti açılıyor.
Gelin arabası, sancakların arasından geçerek Şekveren köyüne doğru yol alıyor. Gelin el öpecek. Akşama süslenip düğüne gideceğiz. O yüzden önce doğru kuaföre..Saçlarımızı fönlettik, elbiselerimizi giydik, şıkız artık, düğün bizi bekliyor. Fotoğrafçı olarak düğüne geç kaldım. Salondaki nikaha yetiştim.
Otelin resmi fotoğrafçısı var ama benden kaçmaz..Topuklu ayakkabılarla yine fotoğrafçılık peşindeyim. Burası artık klasik...Hepimizin bildiği gibi bir düğün..Pastalar kesiliyor, fotoğraflar çekiliyor. Harmandalı oynanıyor, dans ediliyor.
Takı takma da uzun bir merasim. Akşamüzeri yaşanan hüzünden eser yok, burası artık madalyonun neşeli yüzü. Ne diyelim, hayatları hep neşeli geçsin...Darısı diğer kuzenlerin başına...
DÜĞÜNDEKİ KEŞKEK'İN TARİFİ Düğünlerde kazanlarla yapılan keşkeği dövmek için köyün erkekleri ellerindeki büyük tahta kaşıklarla kazanın başına geçer ve kuvvetli bir şekilde keşkeği dövmeye başlar. Keşkek dövenlerin kollarında mendil bağlıdır. Bu mendil düğün sahibi tarafından onlara hediye edilir.

Suzan Abla Ege düğününü çok güzel anlattı bize ama bir şey daha istedim ablamızdan. Keşkek tarifi. İşte tarif:
1 kg aşurelik buğday
1 kemikli tavuk göğsü
2 küçük soğan
3-4 kaşık zeytinyağı
Tuz

Akşamdan ıslatılan aşurelik buğday, küçük doğranmış soğanla birlikte pişirilir. İyice pişinceye kadar sıcak su eklenir. Tavuk, kemikleriyle haşlanır. Haşlanmış tavuk bir yanda “didilir”. Tavuğun suyu, pişmiş buğdayla karıştırılır.
“Didilmiş” tavuk ve biraz zeytinyağı keşkeğe eklenir. Tahta kaşıkla dövülmeye başlanır..Uzun bir dövme sürecinden sonra keşkek hazırdır. (Bu süreci mikserle de yapabilirsiniz, ama pek aynı tadı vermiyor.)
Tabağa çıkarılır, ortasına açılan çukura sıcak sıcak tereyağı dökülür. Afiyet olsun..

20 Kasım 2007

DDD etkinliğinde konumuz “Edebi Sanatlar” !...

Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi Koruyalım etkinliğimizin bu kez ev sahibi Sevgili Annemin Mutfak Kokusu . Annemin Mutfak Kokusu , Edebi Eserler’i işleyerek değişik ve farklı bir pencereden etkinliğe renk katıyor.
Annemin Mutfak Kokusu ,yazısına şu cümlelerle başlıyor:
“Yahya Kemal Beyatlı, "Bu dil ağzımda anamın ak sütüdür" der Türkçe için. Fazıl Hüsnü Dağlarca ise "Türkçem benim ses bayrağım" diye simgeler ana dilimizi bir şiirinde. Kuşkusuz Türkçe milletçe var olmamızın en önemli unsurlarından biridir. Tarih, kültür ve din birliği dışında insanları birbirine yaklaştıran, bilgi alışverişinde bulunmasını sağlayan yegane unsurdur dil”.
Edebi Eserler konusunu hafızanızda tazelemek için lütfen Annemin Mutfak Kokusu ziyaret edin.

15 Kasım 2007

Eski meslekleri geleceğe taşıyan ressam!...

Sevgili dostlar. Bir sergiyi haber vereceğim size. Mehmet Ali Diyarbakırlıoğlu’nun resim sergisini.
Diyarbakırlıoğlu Gaziantep doğumlu. Kişisel bir çok sergi açtı. Ressamlığının yanında basın hayatına da girdi. Yıllarca gazetecilik yaptı. Bir çok ödülün sahibi oldu.
En büyük özelliği, bitmeğe yüz tutan eski meslekleri fırçası ile gelecek yıllara taşıması. Diyarbakırlıoğlu’nun birkaç resmini sizlerle paylaşıyorum:

Türkçe’miz işte böyle kalıp değiştiriyor!...

Elektronik postalarda bazen çok güzel çalışmalar var. Türkçe’nin Evrimi diye bana gelen ve muhtemelen sizlere de gelmiş olan bir yazıyı dostlarımla paylaşmak istedim;

Yıl: 1965
"Karşıma âniden çıkınca ziyâdesiyle şaşakaldım. Nasıl bir edâ takınacağıma hükûm veremedim, âdetâ vecde geldim. Buna mukâbil az bir müddet sonra kendime gelir gibi oldum, yüzünde beni fevkalâde rahatlatan bir tebessüm vardı. Üstümü başımı toparladım, kendinden emin bir sesle 'akşam-ı şerifleriniz hayrolsun' dedim.."

Yıl: 1975"
Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım.. Ne yapacağıma karar veremedim, heyecandan ayaklarım titredi. Ama çok geçmeden kendime gelir gibi oldum, yüzünde beni rahatlatan bir gülümseme vardı. Üstüme çeki düzen verdim, kendinden emin bir sesle 'iyi akşamlar' dedim."

Yıl: 1985
"Karşıma âniden çıkınca fevkalâde şaşırdım. Nitekim ne yapacağıma hükûm veremedim, heyecandan ayaklarım titredi. Amma ve lâkin kısa bir süre sonra kendime gelir gibi oldum, nitekim yüzünde beni ferahlatan bir tebessüm vardı. Üstüme çeki düzen verdim, kendinden emin bir sesle 'hayırlı akşamlar' dedim."

Yıl: 1995
"Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım. Fenâ hâlde kal geldi yâni. Ama bu iş bizi bozar dedim. Baktım o da bana bakıyor, bu iş tamamdır dedim. Manitayı tavlamak için doğruldum, artistik bir sesle 'selâm' dedim."

Yıl: 2006
"Âbi onu karşımda öyle görünce çüş falan oldum yâni. Oğlum bu iş bizi kasar dedim, fenâ göçeriz dedim, enjoy durumları yâni. Ama concon muyum ki ben, baktım ki o da bana kesik.. Sarıl oğlum dedim, bu manita senin. 'Hav ar yu yavrum?"

Yıl: 2026
"Ven ay vaz si hör, ben çok yâni öyle işte birden.. Off, ay dont nov âbi yaa. Ama o da bana öyle baktı, if so âşık len bu manita. 'Hay beybi.'"

12 Kasım 2007

Bir anı ve bir hakem hikayesi!...

Günlüğümde yaklaşık 190 küsur yazı yazmışım. Bu yazılar içinde sporla ilgilisi pek yok. Aslında küçüklüğümden beri sporun bir çok dalını seyretmeyi severim.
TRT zamanında yani özel televizyonların olmadığı dönemlerde hakemler yine hata yaparlardı ama bugünkü kadar tartışılmazlardı.
Hele son günlerde her maçtan sonra hakemler hep ön planda.
Bakıyorum da daha önce futbol hakemliği yapmış bazı kişiler spor programlarında meslektaşlarını acımasızca eleştiriyorlar. Hem de cevap hakkı tanımadan.
Biliyorsunuz hakemler hakkında her şeyi söylersiniz ama hakem konuşamaz. Hakem ancak kişisel haklarına tecavüz varsa tazminat davası açabilir.
Tüm bunları yazarken bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum:
Hikmet Erdem ismini duymamışsınızdır. Hikmet Erdem uzun yıllar önce kaybettiğimiz önemli basketbol hakemlerimizden biriydi.
Hikmet Ağabeyi Kumburgaz’daki yazlıktan tanırdım ve ağabeyim kadar severdim.
Yönettiği çok fazla maçını seyredemedim. Kızardı bana maçlarıma gelmiyorsun diye.
Önemli bir maç öncesi “tamam ağabey” dedim. “Maça geliyorum. Maç bittikten sonra da bir yerde oturur, konuşuruz”.
Maça gittim. Maç Spor Sergi Sarayı’nda oynanıyor. Basın tribünündeki bir koltuğa yerleştim. Maçı görevleri icabı izleyen gazeteciler de bana takıldılar. “Hayrola ağabey ne iş? Sen maçlara gelir miydin?” Şaka yollu cevap verdim; “Ben maçı izlemeğe gelmedim. Hakemi izlemeğe geldim” Şaşırmışlardı.

MAÇI BİTİREN DÜDÜK
Maç başladı. Maçın şöyle bir önemi vardı. Takımlardan biri şampiyonluğa oynuyordu. Diğer takımın iddiası yoktu ama o takım galip gelirse üçüncü bir takım şampiyon olacaktı.
Ne demiştik. Maç başladı; sayılar başa baş gidiyor; Sadece iddiasız takımın en uzun boylu oyuncusunun adı Zeki. Zeki, milli takımın da oyuncusu ve çok önemli.
İlk yarı bittiğinde bu oyuncunun faul sayısı dörde çıkmıştı. Bir faul daha alırsa oyun dışında kalacak ve takımın gücü sıfıra inecek.
İkinci yarı başlamak üzere. Biliyorsunuz basketbol o zamanlar iki hakemle oynanıyor. Başlangıçlarda da hakemin biri topu havaya atıyor, iki uzun oyunca sıçrıyor, en yükseğe yükselen topu çeliyor ve arkadaşlarına kazandırıyor. İkinci hakemde orta sahadan bu başlangıçı seyrediyor.
Hakemlerden biri topu havaya attı. İki uzun oyuncu yükseldi ve biri topu çeldi. Yükselenlerden biri de dört faullü oyuncu.
Hikmet Ağabey baş hakem. Orta çizgide. Oyunun başlamasını izliyor.
İki oyuncu yere düşerken birden düdüğünü çaldı ve dört faullü Zeki’ye faul çaldı. Zeki böylece beş faulle oyun dışı kaldı mı?.
Aman Allahım!... yer yerinden oynadı. Önce oyuncular itiraz etti. Sonra seyirci. Ayran kutuları, çakmaklar, paralar yağmağa başladı sahaya. Hikmet Ağabey’in de ne annesi kaldı ne ailesi.
Polis seyirciye müdahale etti, bir kısım seyirci dışarıya çıkarıldı.
Uzun süre beklendikten sonra maç yeniden başladı. Zeki’nin takımı yenildi tabii.
Yerin dibine girmiştim. Kırk yılın başı Hikmet Ağabeyi seyretmeğe gelmiştim. Bir çuval inciri berbat etmişti.

“HAKEM VAR HAKEMCİK VAR”
Hikmet Ağabey maç bittikten 2 saat sonra soyunma odasından çıkabildi. Salonun dışında buluştuk. Bir süre konuşmadan Dolmabahçe’ye doğru yokuş aşağı yürüdük.
Sonunda dayanamadım, “ağabey o faulü nasıl çaldın?” diye sordum.
Yüzüme öyle bir baktı ki o bakışı yıllar boyu unutamam. “Sen de hatalı düdük çaldığımı mı ima ediyorsun” dedi ve anlattı:
“Bak. Ben hakemim. Hakemcik değilim. Hakem topu havaya atarken nereye bakıyordunuz? Seyirciler hepiniz nereye bakıyordunuz? Topa! Top havalanınca kimi takip ediyorsunuz? Topu! Top havadayken herkes nereye bakıyor? Havaya! Ama ben yere bakıyorum. Dört faullü oyuncu, nasıl olsa hakem çalamaz diye rakip oyuncunun ayağına basmış. Yükselmesini engelliyor. Bu faulü kimse görmez. Çoğu hakem de görür ama çalmaz. Ama ben çalarım. Zira ben hakemim. Hakimcik değilim”.
Nutkum tutulmuştu. Doğru söylüyordu. Biz hepimiz topu takip ediyorduk. O ise görevini yapıyordu.
Bu olaydan sonra hep hakemlerin yanında oldum. Konuşma yasağı olan insanların haklı olabileceğini aklımdan çıkarmadım.
Şimdi size soruyorum; hakemler her zaman haksız mı?
Son söz: Hikmet Ağabey son derece dürüst bir insandı. "Bir hakem bir maçta 350'ye yakın düdük çalar. Bunların 300'ü doğru ise o hakem başarılıdır" derdi.
Benim savunduğum hakemler dürüst olan bu hakemler.
Dürüst olmayanlara lafım yok!

10 Kasım 2007

Sitemizde biz de Atatürk'ümüzü andık!...

Bizimkisi büyük bir tören değildi.
Küçük bir tören.
Kimse davet edilmemiş.
Gönlünde Atatürk sevgisi olanların töreni.
Azdık ama anlamlıydık.
Atamızı bir kere daha andık, anladık.

9 Kasım 2007

Seni şimdi daha iyi anlıyoruz!...

"Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim düşüncelerimi, duygularımı anlıyorsanız, hissediyorsanız bu yeterlidir".
Mustafa Kemal Atatürk

6 Kasım 2007

Bir balıkçı hikayesi ile etkinliğe katıldım!...

Sevgili Mahzun Prenses , benim de Geleneksel Kış Hazırlıkları etkinliğine katılmamı istedi. Ne yazabilirdim ki. Benim mutfakla ilgim, sadece orada yapılanları yemekle sınırlı.
Ama Sevgili Mahzun Prenses'i kıramayacağımıza göre ben de etkinliği bir anımla katılayım dedim;
20 yıla yakın bir süre yazlarımızı Kumburgaz’da geçirdik. 6.25 metre uzunluğunda bir ahşap teknem vardı. İş dönüşü akşamları balığa çıkmak insanı dinlendiriyordu.
Havanın durgun olduğu bir tatil günü bir arkadaşla balığa çıktık. Tek tük istavrit tutabiliyorduk. Birden aklıma esti, arkadaşa “hadi ağabey kanala gidiyoruz” dedim.( Balıkçılar Marmara Denizi’nin ortalarına rastlayan dip akıntısının olduğu yere kanal derler). Şaşırmıştı, “kanal” benim tekne ile iki saat gidilebilen bir yerdeydi. Yani Marmara’nın ortasında. Arkadaşım biraz da korkmuştu. Hayatında denizde sandalla hiç bu kadar açılmamıştı. Hoş Kumburgaz sahillerinde kanala gidebilecek pek balıkçı yoktu aslında.
Motoru çalıştırdık, yola koyulduk.
Sanırım iki saat yol almıştık. Arkamızdaki kara görüntüsü kaybolmuştu. Denizin ortasındaydık artık.


Uskumru çaparısını hazırladım. Kanaldan kolyoz akını olduğunu duymuştum balıkçılardan. Rastlarsak sürüye işimiz işti. Ben oltaları hazırlarken arkadaşım çaparıyı aşağıya saldı. Olta dibe doğru gittikten sonra birden durdu. Olta dibe değmemişti. Arkadaşım “misina koptu galiba” dedi. “Olta boş geliyor”. “Aman ağabey” dedim. “Hızlı çek. Eğer kolyoz takıldıysa oltaya, yukarı doğru yüzer. Oltayı boş zannedersin”. Hızlı hızlı çekti oltayı. Aşağıdan bir beyazlık belirdi. Tüm iğnelere balık takılmıştı. Saatlerce attık, çektik. Balıkları çaparıdan çıkarmaktan yorulduk. Akşam hava kararana kadar balık tuttuk. Livar dolup taşmıştı.( livar sandalın içinde özel yapılmış havuz. İçindeki su değiştiği için canlı balıklar uzun süre yaşayabilir). Geç saatte kıyıya döndük. Arkadaşımın ev halkı merak içindeydi. Bizimkiler ise merak etmemişlerdi. Onlar bana her zaman güveniyorlardı. Şimdi diyeceksiniz ki geleneksel kış yemekleri ile balık tutmanın ne ilgisi var? Sabredin onu da anlatacağım. Balıkların bir kısmını eşe dosta dağıttık. Ama yine de balık arttı. O dönemlerde buzdolaplarında derin dondurucular da yoktu. Balıkları ayıkladım. Ana kılçığının üzerideki kırmızı kısımları yok ettim ve balıkları kuyruklarından ikişer üçer bağlayıp balkondaki çamaşır ipine astım. Dairemizin adı “balkonunda balık asılı olan daire”ye çıkmıştı.Yaz sonuna kadar balıklar asılı kaldı balkonda. Ev halkı balık kokusuna alışmıştı. Komşular da!... Yaz sonunda çirozlar yenmeğe hazırdı.Bütün kış soframızın süsü olmuştu bu çirozlar.

BİRAZ DA BİLGİ: Biliyorsunuz çiroz uskumru ve uskumrunun büyüğü kolyos balığından yapılırdı. Uskumru balığı yaz aylarını Karadeniz’de geçirip eylülde Marmara’ya inerlerdi. Kışı Marmara’da geçiren ve burada yumurtlayan uskumrular marttan itibaren Karadeniz’e dönerlerdi. Bu dönemde uskumrular yağsızdır. "Çiroz" Karadeniz’den dönüşte uskumrunun aldığı addır. Bu balığın kurutulmuşuna da "çiroz kurusu" denirdi. Yakalanan dönüş uskumruları içleri temizlendikten sonra kuyruklarından ahşap ızgaralara asılarak kurutulurdu. Kurutulmuş çirozları eskiden balıkçılarda ve şarküterilerde bulmak mümkündü. Günümüzde uskumru zaten son derece azaldığından çiroz yapımı da eski çekiciliğini kaybetmiş durumda.

ÇIROZ SALATASI:Uskumru bulup yapabilirseniz çiroz salatası nasıl yapılırdı onu da anlatayım: Kurumuş uskumrular ıslatılarak yumuşatılır. Yağlı kağıda sarılır ve havan tokmağı ile dövülür. Sonra derisi ve kılçıkları temizlenir. Bir kaba alınır.Üzerine balıkları örtecek kadar sirke konur. İki saat kadar dinlendirilir. Servis tabağına konur, üzerine zeytinyağı ve limon gezdirilir. Dere otu ile de süslenir. Bilmem Mahzun Prenses 'in ricasını yerine getirip etkinliğe katılabildim mi?

Tabii son söz: Çiroz bulabilirseniz afiyet olsun!....

3 Kasım 2007

Suya giderken "cin"lerle karşılaşmak!...

Biliyorsunuz İstanbul bir yıldır kara, dolayısıyla da suya hasret. Barajlardaki doluluk oranı yüzde 10’un altına düştü. Meteoroloji bugünlerde İstanbul’da yağmur yağacak müjdesini verdi. Ve sabah yağmurla uyandık. Kasvetli havaya, yağmura bu kadar sevineceğimi hiç aklıma getirmezdim. Hele kar yağacak diye çocuklar gibi sevinmemiz.
Su ne kadar önemli hayatımızda değil mi? Su, su deyince aklıma bir anım geldi:

ÇEŞME BAŞINDAKİ İKİ IŞIK
9-10 yaşlarındaydım. Annem “Haydi bakalım” demişti, “İçme suyu bitmek üzere. Bir koşu taze su alıver çeşmeden”.Tamam anne” dedim. Babam, içme suyuna çok titizlenirdi. Hep taze su içmek isterdi.
Güğümü aldım. Tam kapıdan çıkacağım. Dışarısının zifiri karanlık olduğunu gördüm. Geriye dönüp gemici fenerini yaktım. Bir elimde güğüm, diğer elimde gemici feneri kapıdan çıktım. Kaldığımız ev, Rize’de denize sıfır bir noktada idi. Ana yola çıkmak için dar bir patikadan tırmanmak gerekiyordu. Elimdeki fener, ancak önümdeki yolu aydınlatıyordu. Yolu avucumun içi gibi biliyordum. Kolayca ana yola çıktım. Çeşme, Rize istikametinde 2 kilometre uzaklıkta idi. Issız bir geceydi. O yıllarda , gece vakti yollardan tek bir araba bile geçmezdi. Yavaş yavaş yürümeğe başladım. Gecenin ilerleyen bir saati idi ama kaçtı, hatırlamıyorum. Köy halkı tamamen evlerine çekilmişti.
Yolun yarısına gelmiştim. O sırada sert bir rüzgar çıktı. Gemici fenerini sallaya sallaya yürürken pat diye sönüverdi fener. Zifiri karanlığın içinde kalmıştım. Ne yapacaktım? Geri dönsem “baba azarı” işitecektim. Yolun da yarısına gelmiştim. Çeşmeye doğru yürümeğe başladım. Hafif hafif korkunun benliğimi sardığını hissediyordum. Karanlık bir bulutun içinde gider gibiydim.
Çeşmeye yaklaşmıştım. Yol düz giderken kıvrıyor, kıvrımın sonunda da çeşme var.
Çeşme oralarda bir yerde olmalıydı ama gördüğüm sadece iki ışıktı. “İşte cin bu” dedim; korkum daha da artmıştı. Cinlerle perilerle büyütmüşlerdi bizi o zamanlar.
Kendi kendime korkmamayı telkin etmeye, "yok canım, cin beni mi buldu" demeye çalıştım. Peki cin değil de neydi bu iki ışık.
Güğümle feneri tek elime aldım, diğer elime de kocaman bir taş. Bize öğrettikleri gibi bir yandan da dua okuyordum.
Çeşmeye 5-6 metre kala taşı ışıklara doğru fırlattım. "Miyav miyav" diye bir ses duydum ve hayal meyal siyah bir kedinin kaçtığını gördüm.
Çeşmeye nasıl vardığımı ve suyu nasıl doldurduğumu hatırlamıyorum. Sanırım dönüşüm muhteşem olmuştu. Eve soluk soluğa girdim. Annem “ne oldu” diye sordu.
“Bir şey yok” dedim ve doğruca yatağa koştum.

ÇEŞME YAPTIRMANIN ÖNEMİ
Bu anımı neden hatırladım? Su bizim kültürümüzde önemli bir yer tutar. Su hayrattır zira. Çeşme yaptırmak bu bakımdan önemlidir.
Susuzluğun geliyorum dediği günlerde İstanbul’un çeşmeleri ile ilgili bir yazı hazırlamıştım. Araya o kadar çok konu girdi ki bugüne kadar geldik.
İstanbul tarih boyunca çeşitli çeşmelere ev sahipliği yapmış bir tarihi şehir. Şimdi sizlerle önemli çeşmelerden bazılarının bilgilerini paylaşacağım:
ALMAN ÇEŞMESİ: Sultanahmet meydanında parkın içindeki bu çeşmeyi sanırım görmeyen yoktur. Çeşmenin özelliği tümüyle Almanya’da yapılmış olması ve oradan İstanbul’a getirilmesidir. İmparatoru II. Wilhelm'in İstanbul'u ikinci ziyaretinin anısı için yapılan çeşme, burada hazırlanan kemerlerin üzerine konmuş. Çeşmenin önemli özelliklerinden biri üç kubbesinin altın mozaik kaplı olmasıdır.
İBRAHİM PAŞA ÇEŞMESİ : Ortaköy Meydanı’ndaki bu çeşme çoğu kimse tarafından fark edilmezdi. Yıkıntılar arasında kalan bu çeşme Beşiktaş Belediyesi’nin yaptırdığı restorasyon ile gün yüzüne çıkarıldı. Sadrazam İbrahim Paşa yaptırmış. Tek yüzlü bir meydan çeşmesi.
SALİHA SULTAN ÇEŞMESİ: Azapkapı’daki bu çeşme, yolla deniz arasında sıkışmış, pek göze batmayan bir çeşmedir; ama az bilinen ilginç bir hikayesi vardır:Valide Sultan’ın yolu bir gün Azapkapı tarafına düşer. Yol kenarında küçük bir çeşme vardır. Sultanın gözüne çeşme başında ağlayan bir kız çocuğu ilişir. Çocuğun ağlamasından etkilen Sultan onu sakinleştirmek için para vermek ister ama kız parayı almaz. Kızın derdi kırılan testisi değil, evine su götürememektir. Kızın ismi Saliha’dır. Valide Sultan kızı çok sever, saraya alır, büyütür ve oğlu II. Mustafa ile evlendirir. Küçük Saliha artık sultan olmuştur. Saliha Sultan kaderini değiştiren küçük çeşmeyi unutmaz. Küçük mahalle çeşmesinin yerine büyük bir çeşme yapılmasını ister. Ama bu arzusunu gerçekleştiremez. Yıllar sonra oğlu I. Mahmud tahta çıktığında annesinin bu arzusunu yerine getirmek için harekete geçer. Kayserili Mustafa Ağa'ya büyük ve her yanı taş işçiliğiyle süslü bir çeşme yaptırtır, suyunu da Taksim suyundan getirtir. Çeşme, Saliha Sultan Çeşmesi olarak günümüze kadar gelir.(Fotoğraf, İstanbul Büyük Şehir sitesinden alınmıştır)
SULTAN III.AHMED ÇEŞMESİ: Ayasofya Müzesi’ne girerken sizi karşılayan çeşme Sultan III. Ahmed Çeşmesi’dir. Bu bölgede "Géranion" adı verilen eski bir Bizans çeşmesinin var olduğu biliniyor. III. Ahmed Çeşmesi’nin kitabesinden, Lale Devri'nde 1728-1729 yıllarında inşa edildiği anlaşılıyor. Çeşmenin mimarı Mehmed Ağa.. Çeşmenin dışa doğru açılarak geniş bir saçak halini alan çatısının üstünde hepsi kurşunla kaplı bir büyük kubbeden başka çevresinde de dört küçük kubbecik yer alıyor. Çeşmenin duvarları bezemelerle ve on dört kıtalık bir kasidenin yazılı olduğu hatla süslenmiş. “Aç besmeleyle iç suyu, Han Ahmed’e eyle dua” mısraı da ebced hesabıyla çeşmenin yapıldığı tarihi belli eder.
HEKİMOĞLU ALİ PAŞA ÇEŞMESİ: Çeşme, 1732 yılında Hekimoğlu Ali Paşa tarafından yaptırılmış. Çeşmenin orijinal yeri Kabataş seddi üzerindeydi. Çeşme 1957 yılında Meclisi Mebusan caddesi açılırken bulunduğu yerden alınmış, iskele meydanına nakledilmiş. Bu nakilden sonra üzerine geniş saçaklı bir çatı inşa edilmiş. Denize dönük yüzünde Seyyid Vehbi’ye ait üç kıtalık bir kitabe, caddeye bakan yüzünde ise Şair Mahmud Efendi’ye ait altı kıtalık kitabe bulunuyor.
TOPHANE ÇEŞMESİ: Tophane semtindeki bu çeşme de, 1732 yılında Sultan I. Mahmud tarafından yaptırılmış. Çeşme İstanbul'daki çeşmelerin en yüksek olanı. Duvar süslemeleri, kitabesi, altları kabartmalarla ve oymalarla bezeli saçakları, çeşmeyi bir anıt haline getirmiş.