30 Mayıs 2013

AYRAN KABARMASI!

FORT WORTH- Ninem önce sıkı sıkıya tembihlerdi. “Yarıda bırakmak yok! Ben şimdi ekmeği ateşe koyuyorum. (Mısır ekmeği... Sert kabuklu mısır ekmeği... Pişmesi uzun süren ekmeğin dayanamadığım yeri çok kalın kabukları idi) Ninem bacaklarımın arasına yerleştirdiğim ayran küpünü son kez yoklar ve mutlaka küpün ağzını kapatan deriyi yeniden kontrol eder, ondan sonra komut verirdi... Hadi bakalım küpü salla... Ayranım kabarmazdı. Bıkmadan sallama kararlılığım sadece tereyağını ortaya çıkarırdı! Bu SALLAMA İŞİ belli bir süre aksamadan hemen hemen aynı tempo ile sürerdi. Yorgunluk belirtilerini bastırmak ve bir gram soluk almak için mısır koçanının tıkadığı deliği açar, küpün havasını da alırdım. Bu önemliydi. Benim de çok hoşuma giderdi... Bu hava alma ayrıca çok da faydalı bir işti! Ayran üzerinde tereyağı parçacıkları belli belirsiz meydana gelirdi. “Bakalım olmuş mu?” der kontrol çubuğuna yapışan mini tereyağı parçacıklarını da afiyetle yalardım... Mis gibi kokardı.
Ayranı milli içkimiz ilan edilip aslımıza dönme gayreti hızlanınca, piyasaya yasaklar, aklıma diğer milli içecekler düştü... Aslan sütünden inek sütüne terfi ederken Kımız inkâr mı ediliyor?. Haşaa!. Mesele kaynak meselesi olmalı!. Sütünden Kımız yapacak kadar kısrağımız kaldı mı?. Buna karşılık İnek stoklarımız hem sayıca hem de çeşitlilik açısından rekor sayılara ulaştı... Yani ineğimiz katlandı! İneklerimiz kıymete bindi... Geçmişimizi unutma lüksümüz yok! Bence hizmet kapıdan kapıya ulaşır hale de gelebilir. Ninemle geçen mutlu çocukluğu, eve dönmeyen ineğimizi dağ bayır elde gaz lambası aradığım günleri ve geceleri düşününce ne ilerlemişiz nereye gelmişiz deyip gururlanıyorum! Bir de buna sırtlarına aldıkları süslü çıngıraklı güğümleri ile her kapıda hazır olabilecek ayrancılarımızı eklersek... Tabloya sokak aralarını şenlendiren “Ayraaannnnn... Buz gibi bunlar... Buyriiinnnnn” narasını eklersek. Milli içkimizin dirilişi ile kimin ayranı kabarmaz! Göğsümüz de kabarmaz mı?!
Şahlanan  “Dediğim dedik” özgürlüğü!. Demokrasimizi de belli noktalara taşıdı. Ülke olarak çevresine yön veren uzak ve yakın olayları yaptığı planlarla kurgulayan büyüklerimin hizmetleri ecdadımızın fetihlerini aratmayacak! Kent çevresinde kazılmadık tepe, sökülmedik ağaç, kalesine girilmedik eski eser kalmayacak...
Dediğim dedik özgürlüğü eline geçirdiği düdüğü asla elden bırakmıyor. Başka hiç bir sesi de duymuyor! Bizi iki sarhoşun yaptığı kanunlara da ezdirmiyor!. Kendi dilediği usulle bildiği gibi içkiden arındırıyor. Kamu spotları ne oluyor diye endişe edenlerimizi rahatlatmıyor mu? Kapısında sıra da beklesek, eczaneleri sıra sıra dolaşıp ilaçta arasak gerçeği görüyoruz. Tüm hastanelerin alesta bizi beklediğini bilmek, evhamlarımızı yok ediyor. Ve bu sistem bizi kafası kıyak bir nesil olmaktan alıkoyuyor. Kafası uygun kılıyor! Ve itiraf etmem gerek bu tempo içinde çevremde kafamızın uyacağı yerler de hızla azalıyor! Anadolu’nun hemen hemen tüm illerinde içkili mekânlar hızla silinirken içki içme özgürlüğü son kesekâğının insafına kalıyor... İki sarhoşla, inancın emrini dengelemek bir hoş oluyor... Yapılanları özgürlükle anmak, ülkeyi ayyaş bir nesilden kurtarmak görev sayılıyor! Sandıktan % 50 oyla çıktım muktedirim bastırması AKP’ yi coşturuyor. Müşterek aklı aklının ucundan geçirmez kılıyor. Sonradan offf çekmemek için bugünlerde hangi konuda olursa olsun yoğurdu üfleyerek yemeliyiz. Zira her yerde KÜPLERE binilmiş bir durum var! Çocukluğumun küpü Sır küpü olmuş...
Alışkanlık işte!. Anlamsız soruları sormaktan geri durmuyor beynim... Reyhanlı’da istihbarat çalışmış... Patlama olacak denmiş... Tarih belli... Arabaların plaka numaraları belli... Rapor da gelmiş. Savcı da geciktirmemiş. Gereğinin yapılmasını isteyip evrakları yollamış. Gene de tedbir gelmemiş. Yoksa geç mi kalmış! NEDEN?. Ve 52 kişi hayatını kaybetmiş.... Bugün karanlıkta kalan öyle işler var ki. Hangisini kurcalayıp sallasan öfkeler nefrete dönüyor. Nefret söylemi “bu ülkede hiç bir şey değişmez” umutsuzluğu ile körüklenmiyor mu? Koy sloganı öne çekil gölgeye... Analar ağlamasın! Ağlasın diyen kim? Kimse yok! Olsun önce slogan. Analar ağlamayacak. PKK’ nın hangi pazarlıkları yaptığını ne söz aldığını ve nasıl bir çekilme kararı uyguladığını bilmiyorsun. Ne kadarı gitti. Gidenler ne yapıyor? Çekiliyor ya sen ona bak denmiyor mu? Suriye de başımıza gelecekler uzun boylu bir nefretin ithali olabilir! Sadece Reyhanlı ile kalmaz. O toprağın kini, nefreti, çatışma kültürü hafife alınamaz. Sınırın delik deşik olduğunu görmek zorundayız. Dışı kanayan yaranın içinde mezhep kavgası yatıyor... Bulaşıcıdır... Elimizi uzatırken kolumuzu korumalıyız...
Uzunca bir süredir kavramları o kadar yerli yersiz ve yanlış kullanıyoruz ki. Ne dense ne kadar yumuşak dense kavga çıkıyor. Ak diyene kara diye saldırıyoruz! Liderlerin salvoları ağır top atışı gibi. İçki yasağının hemen ardından evlere kesekâğıdı içinde götürebileceğimiz kıymetli şişeleri “sosyal yaşam düzenlemelerinin” özgür tercihi sayacağız! Şimdilik haftanın tek günü yaşanan AYRAN KABARMASI fırtınası giderek sabah akşama ulaşıyor. Erdoğan haykırdı “Kılıçdaroğlu ve arkadaşları derhal ama derhal istifa etmelidir” Kılıçdaroğlu da ilk kez aynı kanaate sahipti... “En ufak bir saygısı varsa Başbakan derhal istifa etmeli”. 
Eskiden yoğurdu küpe koyup salladıkca ayrana ve tereyağına ulaşacağını biliyordun. Çalkantının yaratacağı şişmeyi, küpün havasını alma zamanını, kapağı saran derinin davul haline gelmesinden anlıyordun. İktidar ve muhalefetin öfkesi dinmiyor! Şu sıra aynı kelimeyi tekrarlıyorlar. “Derhal istifa et”. Hazır dillerinde iken ikisi de istifa etse... Ülkenin ayranı kabarmasa...

28 Mayıs 2013

Yıllar sonra tutulan "baba nasihatı"!


İkiz oğullarımdan biri küçüklüğünde tutturmuştu eve köpek alalım diye. Ona köpeklerin evde bakımının ne kadar zor olduğunu, ev içinde yaşayan köpeklerin aslında doğadan koparıldığını anlatmıştım ve eklemiştim; müstakil bir evin olsun. Çocuklarına köpek yavrusu al. Hep beraber büyüsünler.
Geçen gün ziyaretine gittik oğlumun.
Evleri müstakil. Bahçeleri var. Güzel bir köpek evi koymuşlar bahçeye.
Ve bir sürpriz.
Komşularından bir köpek yavrusu almışlar.
İkiz oğulları ile yavru köpek "fındık" alt alta üst üste oynuyor.
Sevgiye doyuyor.
Evde köpek besleyen tüm hayvan sevenlere duyurulur.

20 Mayıs 2013

NEFRETİSTAN’a mı?

Kelaynak yazıyor:

Alışılmadık bir iklim gelişiyor… Doğayı koruyoruz diyenler, yeşili çimi önüne katmış azgın boğayı okşuyorlar! Siteler. Tüm TV’ lerde dağlara vadilere hasır sermiş gibi kalıcı bir varlık yok mu? Başrol her zaman sanatın mimarı mimarın yığma taş devri, ile gelen “aaa buralar daha dün kırlıktı, dağlıktı.. Koridor BİLE kalmamış!” hayretini tazeleyen gelişmeler hızlanmadı mı?
Ne tarafa bakalım? Ülkemin giderek rüzgârına kapıldığı SEÇİM fırtınası dilerim hasar bırakacak bir tusinami’ye, hortuma dönüştürmez! Cumhurbaşkanlığı-Yeni Anayasa-Referandum-Yerel Seçim… Iktidar seçim kampanyasını başlatmış!

Dışarıdan içeriden… Mutlak zafer parolası ve kazanmalıyız hırsı pirelerin deve yapıyor! 15 -20 yıl sonrayı tartışma şansı bırakmıyor… SANAL değil Kanal! Dünyanın en büyük Havaalanı…
Bugüne kadar ABD ye giden en kalabalık heyet… ABD çıkarması! Buyur devam et! OBAMA ile iki saat başbaşa… Bu içeriye yansıtılan resim… Peki dışardaki tablo! ABD deki gazeteciler için bu gezi sadece fırsattı… Kendi iç meselelerini güncelleme fırsatı… Bize de bir ÖZGÜR GAZETECİLİK dersi oldu… Soruların can alan noktaları ABD nin iç meseleleriydi… (Sağlık sigortası-Yeni vergiler-ve güvenlik gerekçesi ile AP ajansı çalışanlarının araştırılması) Başkanlık sisteminin ve de bilhassa Kongrenin Başkanın elini kolunu bağlama gücü sergilendi. Obama’nın nasıl ciddi ve ayrıntılı cevaplar verdiği basın mensuplarına (ve aslında ülkedeki ifade özgürlüğüne) saygısı dikkat çekici değil miydi?

Bahsi geçen sistem bizde de olacak mı? Bizde kim OLMAZ diyecek ve olmayacak!? Olur mu canım! Elimizde yeterli sayı var… milletvekili sayısı… Baktık hala muhalefet itiraz ediyor… Kendimiz  yaparız” Yani bizim demokrasimiz iş bitiricidir! ABD gezisinde anında sonuc alındı aslında. Sadece ders alınmadı gibi! Konuşmaların başında durum açıktı. Basın toplantısı devam ederken ABD’ li yorumcular Obama’lı Erdoğan’ lı ekranı küçülttü seslerini kıstı analizi yaptılar. Onlara göre Türkiyenin 15’ inci ABD seferinde “Yeni bir şey yok.”
Evet.. Artık benim ülkemde de yepyeni bir ortam var. Ameliyat sonrası rehabilitasyon alanında dünyada eşi benzeri olmayan bir uygulama sahibiyiz.. MUZ TEDAVİSİ… Ayrıca başarılı! Üstelik futbolda bu tedavi dillere düştü.. Genelde gözümüzü futbol bürüdüğü için, biz diğerlerini görmezden geldik… Pek çoğunun ayakları altına gelişme dönemlerinde MUZ kabuğu koyduk! Atletizmde nihayet bizde de bu sporda başarılar geliyor dedik… Mutluyduk! Çok geçmeden ardı ardına doping raporları geldi…Hemen her atletten bir doping madalyası aldık. Şimdi “bu bize kurulmuş bir komplodur. Birileri Olimpiyatı alamayalım diye ayaklarımızın altına muz kabuğu koyuyor” demek için hazırlıklıyız. Sporun yaşam felsefesi olduğunu unuttuk diyemem haksızlık olur. Son yıllarda hiç hatırlamadık! Hatırlanan bölümlerde “ biraz yağlandık, sabahları ter atsak” dedik.. Spor yaptık işte! Kamu spotlarına uyduğumuz günlerde iki üç adım atıp nefes açmak, hanımlar bölümünde yaz geliyor bacak pürüzlerini gidersek derdi başta kaldı…

Oysa Spor bir yaşam felsefedir… Çocukken alınır, mezara kadar sürer! Belli bir disiplinin verdiği alışkanlıktır… Futbolda bu disiplin yerine tehlikeleri bir alışkanlık yarattık.“ Külüp başkanlığını kaparım… Bakanlardan çok atıp tutarım… Her şeyi yaparım. Taraftar beni destekler !” ve her zaman ben kazanırım! Kazanmalıyım…”
Ben bu taraftar işine hiç taraftar olamadım… Onların kullanılış biçimi, değil sportmenlik hemen hemen hiç bir şeyin ruhuna uygun olamadı. Heyecanlandık.. Otobüsler taşlandı… Taraf olduğumuz renkler ise “dağbaşı mı burası” diyemedik... Bayraklara sarılmış genç insanlar yumruklaşınca “eee onlarda yapmasın”demedik mi? Sormadık ki.. Kim onlar.. Kim biz…

Neden böyle bir ayrımı moda haline getiriyoruz. Tehlikeyi görmemiz gerekmez mi? Bunun adı spor mu? Yıllarca görmezlikten gelmedik mi? Gözlerimizi karartan bu aymazlık tehlikeleri bir noktaya götürmüyor mu? Taraftar döğüştü, kapıştı.. Polisle çatıştı.. Bıçakladı.. Yaraladı.. Yaralandı.. Öldü… Ne yaptık… Şu 90 dakika geçsin demedik mi? Dönüp bir geriye bakın.. Önce öldürdük… Sonra afişlerini basıp tribünlere taşıdık… NEFRET büyümedi mi?
Slogan biz bu cennet vatanı güllük gülüstanlık yapalım değil miydi?.. Muz komedisinde öne çıkartılan taraftar bir dolu meyva reklamı yaptı… Muz da karar kıldı… Hadi onların gidecek daha çok yolu vardı… Yöneticiyim diyenleri anlamıyorum… Neden bu MUZ’ cuları savunursun? Bu işin sonunda AYVA’ yı sen yiyeceksin? Damak zevki deyip geçemeyiz.. Sadece sporda değil… Futboldaki bir kıvılcım! Asıl büyük yangın geliyor! Görmelisin.. Kör uçuşa devam edersek yalanı gerçek yerine korsak nefreti körükleriz.. Ve bu ülkede endişeye kapılıp şimdi sormalıyız! Asla geç kalmadan sormalıyız.. Bütün yollar NEFRETİSTAN’A MI çıkıyor?

19 Mayıs 2013

Şimdilerde İstanbulluların uğrak yeri: RUMELİ FENERİ


50’li yıllar…İlkokul 5.sınıfı okuduğum Rumeli Feneri.  Doğru dürüst  yolu yok.  İnsanlar  Sarıyer’e balıkçı tekneleri ile gidip gelebiliyor. Sonradan yollar yapılıyor bu kez de oradaki askeri birlik herkese geçit vermiyor. Yolu kesiyor, köylüye geç diyor, yabancıya sorgu sual.
Teknolojinin gelişmesiyle düşmandan gizlenmeye çalışılan  topların yerleri ifşa oluyor ve köye giriş çıkış serbest kalıyor.
Kendi içine dönük köy birkaç yıl içinde İstanbul’un gözde turistik köylerinden biri olup çıkıyor.
Tutucu köy halkı da anlamsız tutuculuğu bırakmak zorunda kalıyor.
19 Mayıs Pazar günü aile toplantısı için köydeydim.60 yıl önce hayal edemeyeceğim bir manzara vardı.
Köyün Boğaz gören yamaçları İstanbulluların akınına uğramış. Güzel havanın ve eşsiz manzaranın keyfini çıkarıyorlar.
O içine kapanık köyde, özlediğimiz, cıvıl cıvıl seslerin çınladığı dünkü manzarayı görünce “bugünleri de gördük” diye şükrettim.

16 Mayıs 2013

"Cebelitarık'ın İki Yakası"nda ilk durağımız Granada...Ve Endülüs'ün abidesi: ELHAMRA

Suzan Abla yazıyor:

Elhamra Sarayı'ının gece muhteşem görünüşü.
Elhamra Sarayı bir tepenin üstüne inşa edilmiş.

“Cebelitarık'ın iki Yakası”ndaki güzellikleri anlatacağım bu kez. İspanya'nın Endülüs bölgesi ve Fas'ı içine alan “Cebelitarık'ın iki Yakası” gezi programından aklımda kalanları, fotoğraflarıyla birlikte paylaşacağım.
İlk durağımız Malaga'ydı. İstanbul'dan Malaga'ya uçuşumuz yaklaşık 4.5 saat sürdü. Malaga'nın sadece havaalanını görüp, Picasso'nun doğduğu yer olduğunu öğrendikten sonra otobüsle Granada'ya hareket ettik.
Dorre Nehri'nin iki yakasına kurulmuş Granada, Sierra Nevada dağlarının eteğinde. Biz nisan ayı sonunda gitmemize rağmen Sierra Nevada'nın doruklarında kar, şehrin içinde ise 30 derece sıcaklık vardı. Granada, tıpkı sembolü nar gibi, insana çok şey sunmaya hazır.
Granada'yı bir tiyatro sahnesi, kendinizi de bir oyuncu gibi hissedebilirsiniz burada. Şimdi bir hanedan kimliğine bürünün ve buyurun sarayınıza...
Elhamra Sarayı, Endülüs Emevileri'nin en muhteşem eseri. İsmini, yapımının temel taşı, kırmızı taşlardan alıyor.

Hamra, Arapça'da kırmızı demekmiş. 700 metrelik bir tepenin üzerinde tüm heybetiyle 'şehrin sahibi benim' diyor adeta. 13'üncü yüzyılda Nasıri Hanedanlığı tarafından inşa edilmiş. Avluları, koridorları, suyolları, bahçeleri ile zamanının ve şimdinin mühendislik harikalarından biri. Dışarıdan görünen kalın kale duvarlarının içinde masalsı bir dünya karşılıyor misafirleri. Mobilyasız olması nedeniyle yaşayan bir saray değil burası ama belki de bu sayede asıl konuya, muhteşemliğe odaklanıyorsunuz.
Elhamra Sarayı için bilet bulmak çok zormuş. Eğer bir turla gitmediyseniz internetten biletinizi 15 gün önceden almanız öneriliyor. Turlarda da 'ekstra tur' kapsamında ve “bilet bulunursa” diye dip not düşülüyor. Biz şanslıydık ve biletimiz ayrılmıştı.


Cennet bahçeleri
 
Cennet bahçeleri
Gezimize, Cennet-ül Arif (Generallife) denen cennet bahçelerinden başladık. Hanedanlığın yazlık sarayı da denen bu kısım, Elhamra'ya derin bir vadiden geçen bir yolla bağlanıyor.
Yeşil çamlar, mor salkımlar, kameriyeler ve gül bahçelerine eşlik eden su yolları, İslam medeniyetinde suyun önemine vurgu yapıyor. Dağlardan getirilen su; sarayın içini dolaşıp ferahlık ve huzur verdikten sonra şehrin kullanımına veriliyormuş eskiden. Saray'ın detaylarında ince oyma işçiliğine hayran oluyoruz.
Saray'dan Al bayzın'ın beyaz evlerle dolu muhteşem manzarasını fotoğraflıyoruz...

Al Bayzın, El Beyza'dan geliyor. Beyaz demek. Buradaki beyaz evleri tarifliyor. Cennet-ül Arif'in içinde sarayın sebzelerini yetiştiren bir bölüm de varmış eskiden. Bu bölümde şimdi de sarayın bahçesinde hizmet veren butik otelin misafirleri için sebze ve meyve yetiştiriliyor. Cennet Bahçeleri'ni arkamızda bırakarak Elhamra'ya doğru ilerliyoruz.

5. Carlos'un yaptırdığı yarım kalan saray.
Nasri Hanedanlığı'nın 1492'de Granada'yı terketmesinden sonra İspanyol Kralı 5. Carlos (Türkiye'de Şarlken olarak bilinir) tarafından yaptırılan saray da yolumuzun üzerinde. 5.Carlos'un kendi sarayını yaptırırken Elhamra'nın bazı bölümlerini yıktırdığı söyleniyor.

“Tek ve Mutlak Galip Allah’tır”
Elhamra Sarayı'na girerken biletlerimizdeki saati beklemek zorundayız. Kapıda uzun bir kuyruk oluştu. Birkaç metre arayla üç kez bilet kontrolünden geçtikten sonra Elhamra'nın içindeyiz. Saray, Nasri Hanedanlığı'nın karargâhı, yönetim merkezi ve ikâmetgahı olarak yaklaşık 250 yıl hizmet vermiş.
İlk girişte bizi mahkeme salonu, karşıladı. Duvarlardaki çiniler ve tavandaki oyma ağaç işçiliği dikkat çekiciydi.

ElHamra'dan çini detayı
Duvarlarda, kapılarda, sütunlara “Allahtan başka galip yoktur. Tek ve mutlak galip Allah’tır” yazısı oya oya işlenmiş. Bu, Elhamra'nın sırrına vurgu yapan tılsımlı bir sözcük.
Allah yazısı detayı
Yapılan araştırmalar, Elhamra Sarayı'nın duvar ve tavanında gizli 10 bin Arapça şiir ve özlü söz bulunduğunu ortaya çıkarmış.
“Az söz söyleyin, böylece huzurlu olursunuz” bunlardan biri. Ayrıca Kur'andan sureler de oyma işçiliğiyle her yere işlenmiş. Çok ince detaylara hayran kalarak ilerliyoruz. Su ve ışık o kadar ahenkle kullanılmış ki, insan adeta büyüleniyor.

Elçiler Salonu ve önündeki büyük havuz.
İhtişamlı Elçiler Salonu, Harem'in bulunduğu Aslanlı Avlu'nun Granada fotoğraflarına konu olan güzelliği etkileyici. Beyaz mermerden yapılmış 12 adet aslan figürünün yer aldığı avlu mermer sütunlarla kaplı.

Harem'de bulunan Aslanlı Avlu..
Aslanlı Avlu bol sütunlu...
İnce oyma işçiliği
Sütunların üzerinde yine ince oyma işçilikleri. Aslanların ağızlarından fışkıran su, kanallarla salonların içine taşınmış. Su ve ışık oyunları avluyu günün her saatinde farklı bir atmosfere büründürüyor.

Saray içinden detay..
Elhamra'nın Unesco tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi'ne alınmamış olması şaşırtıcı.
Sarayın, evsizlere mesken olacak kadar uzun yıllar kaderine terkedildiği biliniyor. Sarayın Mexuar denen bölümü koyun ağılı olarak bile kullanılmış. Tüm olumsuzluklara rağmen ayakta kalkmayı başaran Elhamra, 20.yüzyılın başlarından itibaren restorasyona tabi tutulmuş. Günümüze kalan kısmı, bu kadar muhteşemse, Endülüs Emevileri dönemindeki ihtişamını hayal bile edemiyoruz.

15 Mayıs 2013

Sahi! Bize neler oluyor?

Liderlerimiz. Birbirlerine veryansın ediyorlar sabah akşam. Neden diye sorulunca cevap hazır: Halk böyle istiyor.
Milletvekillerimiz. Kadın erkek fark etmeden. Birbirlerine ana avrat küfredebiliyorlar. Hem de naklen.
Mahkemelerde yargıçlar. Avukatları ve sanıkları aşağılayan cümleleri çekinmeden söyleyebiliyorlar.
Yarışma programları. Jüri birbiriyle kavga ediyor, yarışmacıları fırçalıyorlar. Neden diye sorulunca cevap hazır: Halk böyle istiyor.
Spor programları. Kavga gürültü istemediğin kadar. Neden diye sorulunca cevap hazır: Halk böyle istiyor.
Tartışma programları. Birbirini ikna eden, asgari müşterekte buluşan bir tartışmacı yok ortalıkta. Neden diye sorulunca cevap hazır: Halk böyle istiyor.
Kulüp başkanları ve yöneticileri. Medya üzerinden sallıyorlar birbirlerine. Neden diye sorulunca cevap hazır: Halk böyle istiyor.
Seyirci durur mu? Koro halinde küfrediyorlar bu kez. Çoluk çocuğa aldırmadan.
Köklü bir takım küme düşüyor. Seyircisi ortalığı kırıp döküyor.
Ve bir acı haber yürekleri yakıyor:
Bir takımın taraftarı, diğer takımın tanımadığı taraftarını kalbinden bıçaklayıp öldürüyor.
Sonra soruyoruz?
Bize neler oluyor? Diye.
Neler olduğu apaçık ortada değil mi?

14 Mayıs 2013

Gülümseten yaşanmış olaylar!

Muharrem Kaptan yazıyor:

 Akrabamızdan bir teyze rahatsızmış.  Olmadık saatlerde sıkıntı basınca sokağa çıkıyor köy de kafasına estiği gibi dolaşıyormuş.
Bir gece yine evden çıkmış, mezarlığa gitmiş. Eşinin, annesinin mezarlarını ziyaret etmiş .
Annesinin mezarının başındayken karanlıktan görememiş, mezara basmış, ayağı mezarı çöktürünce diz kapağına kadar toprağa girmiş. Oradan çıkıp camiye gelmiş, kapıyı açıp içeri girmiş ve vaaz verilen kürsüye çıkıp oturmuş.
Hoca sabah ezanını okumak için camiye gelmiş, içeri girmiş tam ışıkları yakacakken  bir ses “YAKMAAA”  diye bağırınca korkuyla kendini dışarı atmış.
Sabah namazına gelen köylüler hocayı caminin dışında titreyerek salavat getirirken bulmuşlar. “Hoca niye ezan okumadın ne oldu?” diye sormuşlar. Hoca “içeride bir şey var, ışıkları yakacakken bana bağırdı çok korktum içeri giremiyorum” demiş.
Hep birlikte gün ışımasını beklemişler. İçeri girdiklerinde teyzeyi kürsüde uyurken bulmuşlar.
Hoca o kadar korkmuş ki günlerce kendine gelememiş. Teyze eve gelip mezarlıkta yaşadıklarını anlatınca kızının tepkisi şöyle olmuş ; “ne işun vardi gece vakti mezarlukta, o ki ayaklarun girmişti anneannem  çeksaydi seni yanina da”. 

Mısır kabuklarının içinden çıkınca..
 Şükriye teyze rahatsızlığından dolayı sıkıntı basınca gece gündüz demeden kendini evden dışarı atıyor, kafasının kumanda ettiği gibi dolaşıyormuş.
Yine bir gece evden çıkmış, köyü dolaşmış yorulunca da komşu evin bahçesindeki sığırlara yedirilmek üzere kapalı bir yerde saklanan mısır kabuklarının içine girmiş yatmış. 
Komşu kadın sabahleyin sığırlara mısır kabuğu vermek için gelmiş. İki eliyle bir tomar almış, sonra bir tomar daha almış, üçüncü sefer de kabukların içinden Şükriye teyze çıkınca kadın korkudan düşüp bayılmış. Şükriye teyze onu kaldırıp ayıltmış. Kadıncağız günlerce kendine gelememiş.         

7 Mayıs 2013

Bir zamanlar İstanbul’un dalyanları vardı!

Muharrem Kaptan yazıyor:

Fotoğraf, ForumGerçek.com internet sitesinden alınmıştır.
İstanbul da dalyanla balık avcılığı ilkbahar’da balıklar havyar döktükten sonra Karadeniz’e çıkarken yapılırdı. İstanbul Boğazı’nın Marmara girişi, Boğazın koyları ve Karadeniz çıkışıyla Bulgaristan hududuna kadar olan sahil kesiminin Doğu’ya bakan koylarında dalyanlar kurulur ve balık tutulurdu.
En meşhur dalyanlar Fenerbahçe dalyanı, Beykoz dalyanı, Sarıyer Kocataş dalyanı , Marimoloz dalyanı , Karataş dalyanı , Fil burnu dalyanı , Bağlar altı dalyanıydı. Hala daha kurulan dalyanlar Beykoz, Fil burnu ve Bağlar altı dalyanlarıdır.
1940’lı 1950’li yıllarda dalyanlarda Orkinos ve Kılıç balığı tutulurdu. O zamanlar Fenerbahçe dalyanında çalışan bir büyüğüm bir seferde tanesi ortalama 400 kg. ağırlığında 203 tane orkinos yakaladıklarını söylemişti. Ayrıca çok sevdiğim rahmetli Şişko Ali ağabeyim Beykoz dalyanında mavnaları Orkinos ve Kılıç balığıyla yüklediklerini anlatmıştı.
Benim çocukluğumda Rumelifeneri’nde rahmetli Sefer Deniz reis Roke nin altına dalyan kurardı. Oğlu Hüseyin ağabey dalyan ellemeye beni de götürürdü. O dalyanlar şıralı dalyanlardı. Dalyanın havuz kısmındaki bir direkte gözcü olur, balık alayının içeri girdiğini görünce şırayı çeker ve balığın dışarı çıkmasını engeller ve aynı zamanda da “mavnaaa dalyanı balık bastı” diye bağırıp haber verirdi. Bunu duyan mavnacılar küreklere yapışıp dalyana gelir, dalyanı eller, içerdeki balığı bir köşeye sıkıştırıp ya kepçeyle ya da ağı bölerek balığı mavnaya alır, sahile götürüp balıkhaneye gönderirlerdi.
Eğer balık Uskumruysa kılçık çekip çiroz yaparlardı. Balıkları belirli işlemlerden geçirip iskelenin oradaki tepede bulunan sergilere kurutmak için asarlardı.
Uskumrunun çok olduğu yıllarda benim bildiğim dalyanlar: Yeşilköy , Fenerbahçe , Beykoz , Yeniköy , Fil burnu , Sarıyer Kocataş , Pazarbaşı , Rumeli kavak , Marimoloz , Karataş, Büyük liman , Garipçe , Bağlar altı , Rumeli feneri , Servez , Poliça , İğneada dalyanlarıydı.
İğneada dalyanını İshak Deniz reis kuruyordu. Okulun tatil olmasından sonra babamlarla İğneada’ya kalkana gidiyordum. İsak reis tuttukları Uskumruları çiroz yapmak için Çayırbaşı’ndan Roman aileleri oraya getiriyor ve kılçık çektiriyordu. Orada kurdukları sergilerde kurutarak çiroz halinde satışa sunuyorlardı. Bağlar altı dalyanından Lüferle motor yüklendiğine şahit olmuştum. O bol balıklı yıllar artık hikâyelerde kaldı.

"Ailemiz de “parçalanmış” ailelere bir örnek!"

Muharrem Kaptan yazıyor:

Seferberlik zamanı babaannemler de başka akrabalarla birlikte tekneyle batıya göç etmişler. Babaannem o zaman daha çocuk yaşlarındaymış.
Annesi kardeşleriyle birlikte Sinop Gerze ‘ye gelmişler. Babası İsmail Dede Rus harbinde esir düştüğü için yanlarında değilmiş. Gerze’de sahil kesiminde bir yere yerleşmişler. O yılların belalı hastalıklarından biri olan sıtma orada salgın halindeymiş. Bir süre sonra annesini ve iki kardeşini sıtmaya kurban vermiş.
Üç kardeşi babaanneme kalmış, zaten kendisi çocuk ama kardeşlerine sahip çıkmış .
Bir süre sonra Rize’ye dönmüşler. Birlikte gittikleri ailelerden bir çok kişide orada sıtmadan vefat etmiş. Rize’de halalarının yanında kalmışlar.
O zamanlar Şevki Dayım daha çok  küçükmüş. Onu babaannem büyütmüş. Onun için Şevki dayımın çocukları babaanneme yani halalarına babaanne derler.
Babaannem dedemle evlenince kardeşi Rukiye Teyze’yi de yanına almış. O sıralar İsmail Dede de esaretten dönmüş. Diğer kardeşi Meryem Teyze de Rize ‘de Osman Kamacıoğlu’yla evlenmiş.
Rukiye Teyze Rize’den Fener’ e göç eden Mehmet Şafak’la evlenmiş.
İsmail Dede Anadolu Kavağı’ndan ev alıp oraya yerleşmiş. İsmail dede yeniden evlenmiş. Şevki Dayı’yı da  eşinin kardeşi olan Meryem yengeyle evlendirmiş.
Geçmişte ne çok sıkıntılar yaşanmış. Aileler parçalanmış. Acılar çekilmiş. Allah bizlere ve nesillerimize bir daha o acıları yaşatmasın.

6 Mayıs 2013

Hamsi kokulu balıkçı anısı!

Muharrem Kaptan yazıyor:

Yanlış hatırlamıyorsam 1963 yılıydı, poços Hasan’ a yedek motorculuk yapıyorduk. Uskumru sezonuydu. O yıl denizde hamsi de çoktu.
Moloz koğuşunun Çiftalan köyü tarafında hamsiye ağ sardılar. Ben amcamla bizim takada çalışmaya başlamıştım. Ağları çektiler bizi  hamsiyle yüklediler.
Ambar, güverte yüklüydü. Balıkhaneye gitmek üzere hareket ettik. Sert Lodos estiği için Garipçe’yi geçemedik. Orada demirleyip akşamı bekledik. Akşama doğru rüzgâr biraz kalınca hareket ettik. Kavaklara gelinceye kadar dalgalar güvertedeki balığın bir kısmını almıştı.
Tekrar Kefeliköy’ de demir attık. Gece yarısı rüzgâr döndü biz de balıkhaneye gittik. Hamsiyi boşalttık.
Öğleden sonra dönüşe geçtik ama hava çok sert Kuzey’den esiyordu. İstinye’ ye gidip bağlamak zorunda kaldık. Orada Fenerli birçok motor da vardı.
“Akşam Boyacıköy’e sinemaya gidelim” dediler. Amcam, Sali ağabeyim, ben ve birkaç kişi daha sinemaya gittik. O zamanlar küçük semt sinemalarında ısıtma sobayla oluyordu. Ayrıca kısa aralıklarla ahşap olan döşemelere tahtakurusunu önlemek için mazot sürüyorlardı. Gürül gürül yanan sobanın başına geçtik, iyice bir ısındık.
Film başlamadan yerlerimize geçtik, oturduk. Oturduk ama etrafımızda üç sıra koltuk boş duruyordu. Sali ağabeyime “abi niye etrafımıza kimse oturmuyor” diye sordum. “Burnun koku almıyor mu? palton ısınınca leş gibi balık kokmaya başladı, senden kaçıyorlar” dedi.
Çok utanmıştım. Meğer üşümeyeyim diye annemin bana aldığı kalın yünlü palto hamsinin suyunu çekmiş, sıcağı görünce etrafa koku yaymaya başlamış.
Filmi bitirdik, motorlara geldik. Bizim motor 9,5 metre boyunda bir takaydı. Kamarada yatacak yer olmadığı için baş altında yatıyorduk. Amcamla birlikte baş altına girdik, yattık. Soğuktan elbiselerle yatıyorduk. Sabaha karşı çok üşüdük, orada duran yelkeni de üzerimize aldık, yine ısınamıyorduk.
Amcam saatine baktı, “sabah oldu hadi kalkalım da kahvehaneye gidip çayla kahvaltı yapalım” dedi. Baş altı kapağını açmak istedi, kapak açılmıyordu, böyle şaka olur mu? kapağın zincirini birisi taktı galiba” dedi. Biraz daha zorlayınca kapak açıldı. Meğerse biz yattıktan sonra kar yağmış, güverte karla dolmuş, kapağı onun için açamamışız. Sonra kahvehaneye gidip simitle poğaçayla kahvaltı yaptık. Hava düzelene kadar İstinye’ de kahvehanelerde idare ettik. Zor fakat güzel günlerdi. Selam olsun.

3 Mayıs 2013

"Ne dayanmışız beee!”

Sevgili dostlarım, Merhaba
Bir süredir çocuklarımızın yanında Fort Worth’teyiz...Şimdi daha uzaktan bakıyoruz ama daha da net görüntüler var... Kelaynak yazılarını yeniden yazma isteği GERÇEĞİ unutma aramama salgınına karşı bir tepki gibi de durabilir... Sen ben kavgası ve giderek sertleşen farklılık tehlikeli bir büyüme gösteriyor...
İleri demokrasi ne demek?
Daha iyi bir hayatı nasıl gerçekleştiriyorlar?
Benim ülkemde de olsa dediğim şeyleri aradan çıkarıp yazmak niyetindeyim!
Yeniden sizlerle buluşmak heyecan verici... Bakalım neye niyet neye kısmet...YK.

Kelaynak-(Texas)
Siyaset temeline oturan Kelaynak yazılarına nokta koymuştum o gün.... (Silivri- 2009)
Bana göre o sıra manzara giderek kör uçuş kıvamına ulaştı... Meslek gerçeği arama yolunda yorgundu, uçuruma yuvarlandı. Nedense kazayı duyan olmadı! Ambulans yollayan! Bu dünkü medya mensupları ne oldu? Binmişler bir alamete ulaştılar mı kıyamete?
Haberin iğfal edildiği, yarı karanlık gri çizgiden çıktılar mı bugün? O gün gene dertlenmişim!
.................
“ Siyasetin oturduğu yerden özgürlüğün her açısı görünmüyor! Daha da önemlisi her gencin aşık olduğu güzeller güzeli ADALET kavuşamadığı aşkı yüzünden sürüklendiği bunalımdan kurtulamadı... Üst üste inhihar girişleri sonunda çevrede görünmez oldu ve ailesi ile sessiz sedasız kayıplara karıştı!... Bu durum diğerleri gibi benim de karamsarlığa düşmeme yol açtı. Aşkımı ona yazmak, onun gözlerinin içine bakıp içimi dökmek isterim! Gözlerini görsem!
Eskisi gibi yazabilir miyim? Korkarım ki yazamam.
“Gerçekten neden ara veriyorsun? KORKTUN MU?” Hiç şüpheniz olmasın. KORKTUM! Neden mi! Tüm duygularım, yarına dönük beklentilerim her gün bin ufak olurken daha da derinden korkuyorum... Kin ve nefretin prim yapması, öteki öfkesinin yaygınlaşması beni ürkütüyor... Gerçeği yazmak, doğru olanı aramak veya bulmak giderek zora girmiyor mu? Dün ellerine bir dilim medya ekmeği verilenler tarafsızlık mesleğinde TARAF oldular! Bir bütünün her parçası diğer parçasına karşı cephe, bizden değil artık diye tam göğüs hizasından ateş edebiliyor! Her yerde tablo benzer değil mi? Hayret... Neden?
Hemen her köşeyi bilgisizler krallığı işgal etmiş! Mesleğin etik kurallarını hatırlatan, haberleri haber gibi kutsal sayın diyen, dedikodu tadını damaklarınıza temel yapmayın diyenler düşman oldular! Dün saygı duyduğumuz mesleğin eskileri bugün çöp kutusunun kapağında taşan malzeme konumuna geldi! İçten içe beni üzen şeyin ne olduğu belli değil mi? Küskün kılan şartlar büyümüyor mu? Doğru olmayan veya doğru olduğuna inanamadığım haberler üzerine nasıl doğru bir yorum yapabilirim? Nasıl yapıyorlar bilmiyorum! Bildiğim tek şey yapılan iş asla habercilik değil! Gazetecilik hiç değil...
Her tarafı birbirine düşüren kinlerin arttığı, nefretin, öfkenin, mantığı sevgiyi güveni hızla sıfırladığı bu ortamdan korkuyorum... Yazmak istemiyorum!. Gerçeğe ulaşma imkanım sıfırlandı! Yapacağım en doğru şey yazmamak, büyüyen bu akıl dışı gerginliğin içinde olmamak değil mi? Korkuyorum! Ve ne yazık ki, kolaycılığın gerçeği bulma şansını yok ettiğini görmezden gelme şansım yok! Tek parmağını uzatıp suçlama alışkanlığı yerine kucaklamayı, haksıklığa karşı yumruk olmayı yeğlerim. Doğruya giden yol şüphecilikten geçer... Öfkesi burnunda, sevgisi mezarda, güveni bin bir parça bir ortamda ya bir yanda kalacaksın veya hiçbir yana yaranamayacaksın!.. Dün de böyle miydi?. İyi günlerimiz de olmuştu deyip karanlığa, mezara indirdiğimiz meslek için başımız eğik saygı duruşu sonrası kocaman çeleklerden bir iki sap çiçek alıp düne ait anıları paylaşmak istiyorum. Kelaynak’ ı arayıp neden yazmıyorsun diyenlere....
Sevgilerle....
(Silivri Semizkumlar-İlkent - Kapalı cezaevi karşısı-2009)

Mayıs  2013 - Texas
ABD’ siyaseti de zaman zaman halkını uyutuyor... Hata yapıyor ve pek çok şeyin üzerini ötüyor... Örtebildiği kadar! Ama er veya geç GERÇEK kıymetinden kaybetmiyor... Aranıp soruluyor... ABD’de siyaset ve siyasetçi yalan söylemek yolunu seçerse tehlike büyük! Yalanı ortaya çıkarsa (çok kere er veya geç çıkıyor) o kişinin siyasi hayatı sönüyor!.. Yani çok tehlikeli!. Biz de ise ne kadar aşırı yalan söyleyip ne kadar çok kitleyi uyutuyorsa siyasetçi o denli kıymete binmiyor mu? Dünkü yalanı bugün söylenen ile yenilemek yarın için de hazırda bir başka yalan bulundurma marifeti bize göre siyaset yapma sanatı değil mi? Yani bu iş çok verimli! Senin gerçeği öğrenme hakkın ve imkanın olmayınca!
Demokrasimize “İleri... İleri”dedikçe gerilemiyor mu? Reklamlardan soluk alınmıyor ki...  Dağların tepelerin tümü Çin seddi gibi binalarla dolu... Sudan ucuz... Hır yapı dur yapı. Sulu reklamlar... Ya nehir akıp gidiyor ya da yatağı yorganı içinde adacıklar doldurmuş etrafı... Yeşil’i korumak için rantların çimlendiği alanlar masal gibi! Dünden kalanlar... Yıkılın gidin... Geçmiş hatırlamadığım şeyler olsun!.. İşte yapı işte kapı... Geç köhnemiş lafları! İnan gördüklerine... Çağdaş ol!. Nefretin hızlandığını, baş döndürdüğünü görmezden gelebilirsin! Sayıp sövmeler meclis kürsülerine tırmandıkça moda olmuyor mu? İki dudak arasına sıkıştırdığımız özgürlük ağızdan çıkınca yasakları kusmuyor mu? Şaşırıyor muyuz? Dün galiba şaşardık! Bugün alıştık!
Farklı fikir haaa! “Kaydı var militandır!” Hoş 17 yaşındaki kızın kaydı da çıkmamış ya..! Ne Vali ama!.Neyin özgürlüğü bu? Neyin düşünce tarzı! Daha özgür anayasa deyip BABA YASAK dayatmak! Ve uygulamak! Uzlaşmadan yozlaşmaya... Dediğim dedikten çaldığım düdüğe..İLERLİYORUZ...
Polise gaz verdikçe hiç kusur işlemediğini vicdan rahatlığını kaşlarını çatarak söyleyen bir vali! İleri demokrasi bu mu? Ne çekmişiz beee! Ne çekiyoruz... Ne kadar daha çekeceğiz...
Düne bakıp düşünüyorum... Ne dayanmışız beee!