26 Aralık 2012

Özbek kıyafetiyle, Selin torunum huzurunuzda!

En küçük torunum Selin karşıma Özbek kıyafetleriyle çıkınca şaşırdım. Özbek bakıcı  torunuma kendi kültürlerini yansıtan giysileri giydirmişti.
Hemen internete girip küçük bir araştırma yaptım Özbek giysileri hakkında. En geniş bilgiye baktabul sitesinden ulaştım. İşte Özbek giysileri hakkında kısa bir bilgi turu:
Özbek giysilerinde renk ve nakış önemli bir yer tutar.
Kıyafetlerin çoğu aileyi büyüden, nazar değmesinden, koruma fonksiyonunu taşıyor. Damadın evine gelini nakışlarla süslenmiş olan şal altında götürüyorlar. Çift için ayrılmış olan odanın duvarlarını ve yatağı şallarla süslüyorlar. Bu şalların adı, ”şüzani’.’ Asıl anlamı “iğneyle dikilmiş olan” demek. Günümüzde de bu atalardan kalan adet saklanmış.

 Milli kıyafetler şimdi de orijinalliğini sağlamak amacıyla elle yapılıyor.
Ülkede bedene giyilen elbiseye “köylek’’ deniyor. “v” yakalı, iki parçadan oluşan elbisenin üst kısmı vücuda oturacak şekilde, alt kısmı bol. Etek uçlarına bir sıra fırfır dikilerek süsleniyor. Yaka, ince plilerle hazırlanıyor. Kollar bileğe doğru bollaşarak el üzerine kadar iniyor, uçları yine ince plilerle süsleniyor. Elbisenin boyu da ayak bileği hizasında.
Köylekin üzerine giyilen kısa yeleğin adı nimçe. Düz ipekli kumaşlardan veya kırmızı kadifeden dikiliyor. Yakası “v”kesimli, vücuda oturacak şekilde hazırlanan nimçenin boyu bele kadar.
Ayağa etik (çizme) veya topuklu ayakkabı “tufli’’ giyiliyor. Saçlar birden fazla örülüyor. Başa zincir işi (suzeni) veya goblen işlemeli doppi giyiliyor. Sim iplerle dokunmuş kumaşlardan dikileni genellikle gelinler tarafından kullanılıyor. Ve “tes kalpak’’ adını alıyor. Bu başlıklar yaklaşık 5 cm. yüksekliğinde ve kare formlu.

Gördüğünüz gibi Özbek kültürü Orta Asya’dan gelmiş, torunumun üzerine yerleşmiş.

Bu fotoğraf gelecekte torunum için güzel bir anı olacak artık.

21 Aralık 2012

Birbirine benzemeyen kar taneleri!

İstanbul’da kıyamet asıl belediyeyi gafil avlayan kar yağışıyla koptu. İnsanlar yollarda çile çektiler, çocuklar servislerin içinde eve ulaşmayı beklediler. Aç kalanlar, soğukta üşüyenler. Olumsuzlukları çoğalt çoğaltabildiğin kadar. Sahi kar hakkında ne kadar bilgimiz var? Kar tanelerinin altıgen olduğunu biliyoruz biliyoruz da kristal yapılarının birbirine hiç benzemediğini biliyor muyuz?
Kar deyip geçmeyelim. Toprağa hayat verdiğini, barajlardaki suyun ana kaynağı olduğunu unutmayalım. 

18 Aralık 2012

Misafirlere niyet, yetimlere kısmet baklava!

 Muharrem Kaptan anlatıyor:

Amcamın çocukları Ege’ de balıkçılık yaparken ben de onlarla gitmiştim. Akşamları Küçük kuyu’ya iniyorlardı. Amcam da teknedeydi.
 Amcam, İsmail ve ben Altınoluk’ a dedemin kardeşinin kızı Sabiha halanın oğlu Akhan’a  uğradık.  Onunla birlikte Akçay ’a Sabiha halayı ziyarete gittik. O zaman eşi daha sağdı. Bizi çok güzel karşıladılar,  kahveler içildi, sohbet koyulaştı.
Sabiha hala biz gitmeden yarım saat önce kalp pili problem çıkarınca fenalaşmış eşi evde olmadığı için küvete girip uzanmış, o şekilde dururken pil yeniden devreye girmiş ve düzelmiş.
Biz gittiğimizde daha yeni kalkmış olduğunu söyledi. Bizi gördüğü için o kadar çok mutlu olmuştu ki yarım saat önceki halinden eser kalmamış, benim çocukluğumdan hatırladığım o şen şakrak nüktedan Sabiha halam olmuştu.
Bize Fener’de yaşadığı bir hikâyeyi anlattı:

 Saniye halasının kızı nişanlanmış, nişanlısının ailesi yemeğe gelecekmiş. Saniye hala bir tepsi baklava yapmış, pişirilmesi için köydeki ekmek fırınına göndermiş.
Sabiha hala halasına bu baklavadan bize de vereceksin değil mi diye sormuş. O da olmaz misafir gelecek ancak onlara yeter diye cevap vermiş.
Bunun üzerine Sabiha hala bizim eve gidip baklava şerbetini hazırlamış. Fırına gidip halamın baklavası piştiyse onu almaya geldim demiş.
Pişen baklava tepsisini alıp bizim eve gelmiş, hazırladığı şerbeti dökmüş.
Bütün çocukları çağırmış, baklavayı onlara yedirmiş.
Saniye hala baklavayı almaya gönderdiği çocuk boş dönünce kimin yaptığını anlamış çok kızmış tabii. Gelen misafirler baklava yiyemeden gitmişler. 
Sabiha hala anısını şöyle bitiriyor:
Burada kaç tane yetim çocuk var, onlara bir tabak vermek istemeyince ben de baklavayı yetimlere yedirdim. İyi de ettim. Boş tepsinin içine bir şeyler koydum, halama gönderdim.

Rahmetli eşi de çok muhterem bir insandı. Allah rahmet eylesin. Sabiha halaya sağlık ve uzun bir yaşam diliyorum.

16 Aralık 2012

Evde yapılacak temizlik losyonunun tarifi!

Blogların ve sonradan sanal dünyamıza giren facebookun faydalı yanları çok. Bilginin paylaşımında önemli katkılara olduğu bir gerçek. Tabii bilgiler doğru kullanılırsa.
Sizinle facebook da yayımlanan bir bilgiyi paylaşmak istiyorum. Masrafı yok, denemesi bedava. 
Karışımın tarifi şöyle;

“Kapalı bir kabın içerisine koyduğunuz 1 litre sirkeye portakal, limon veya herhangi bir turunçgiller kabuğunu ekleyin ve iki  hafta boyunca bekletin.
 Ardından süzgeçten geçirin ve %50-50 olana kadar su ekleyin ve bir şişede muhafaza edin.
 Yüzeylerde, parkede, armatürlerde, banyo ve mutfakta vs. kullanabilirsiniz.
 Anti-bakteriyeldir, güzel kokar, ayrıca kir ile yağ üzerinde çok başarılı sonuçlar edersiniz.
 En güzeli ise kesinlikle hiç bir şekilde zararlı kimyasallar içermemesidir”.

Mevsim portakal ve mandalina mevsimi. Limonu da eklediniz mi alın size bir temizlik losyonu.
Denemekten bir zarar gelmez.
Ben yaptım, iki haftayı bekliyorum.

14 Aralık 2012

Kaska vur dedi, olan karısına oldu!

Muharrem Kaptan yazıyor

Çok değerli aynı zamanda çok şakacı olan rahmetli büyüğümüz Ahmet Kaptan’ın Rumelifeneri’ne bizi ziyarete geldiğinde anlattığı bir anısını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Ahmet Kaptan anlatıyor:

Eşimle birlikte bir ahbabımızı ziyarete gitmiştik. Ziyaret sonrası eve dönecektik. Benim bir motosikletim vardı. Ziyarete gittiğimiz ev epeyce yokuşu olan bir yerdeydi. Motosikleti hazırladım, kaskımı taktım, eşime “ arkaya bindiğinde kaskıma hafifçe vur” dedim. Motosikleti çalıştırdım, o sırada kaskıma vuruldu, “tamam” deyip gaza bastım. Yokuştan indik, köprüyü geçtik, bir hafiflik hissettim. Durdum baktım ki eşim yok.

Eyvah hanımı düşürdük acaba nerede düştü diye aramaya başladım. Köprüden geçerken dereye mi düştü diyerek derenin kenarlarını da aradım ama hiçbir yerde yoktu. Tek çarem geri dönüp ziyarete gittiğimiz eve dönmekti. Motora binip tekrar yokuşu çıktım ki eşim oradaydı, bana söylenip duruyordu. Beni almadan nereye gittin, adam insan bi arkasına bakmaz mı diyordu.

Ben de ne diyorsun kaskıma vurdun ya ben de yürüdüm. Aşağıya indiğimde seni görmeyince ödüm patladı, seni derede köprünün altlarında aradım dedim. Neyse sonunda barışı sağladık, evimize kazasız belasız döndük.

Ahmet Amca ben İzmir’de askerlik yaparken her hafta ziyaretime gelirdi. O sadece benim değil İzmir’de asker olan tüm akrabaları ve Rumelifenerlileri ziyaret ederdi. İhtiyaçlarını temin eder, mektuplarını postaya verirdi.
Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Mekanı cennet olsun.

7 Aralık 2012

Binalarda “ISI YALITIMI” zorunlu mu?

İlkbahar’da başlayan ve Sonbahar’da ara verilen bir uygulama var. “Binalara ısı yalıtımı yaptırmak”. Daha doğrusu mantolama uygulaması.
Mantolama yapmak yasal bir zorunluluk mudur?
Yeni binalar için evet zorunluluktur ama mevcut binalarda uygulama farklı. Şöyle ki; 5627 sayılı Enerji Verimliliği Yasası her binanın “Enerji Kimlik Belgesi” almasını şart koşuyor. (7,madde d fıkrası )
Madde şu hükümleri getiriyor :

Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından yürürlüğe konulacak yönetmeliğe göre hazırlanan yapı projeleri kapsamında enerji kimlik belgesi düzenlenir. Enerji kimlik belgesinde binanın enerji ihtiyacı, yalıtım özellikleri, ısıtma ve/veya soğutma sistemlerinin verimi ve binanın enerji tüketim sınıflandırması ile ilgili bilgiler asgarî olarak bulundurulur. Belgede bulundurulması gereken diğer bilgiler ile belgenin yenilenmesine ve mevcut binalarda dâhil olmak üzere uygulamaya ilişkin usûl ve esaslar, Bakanlık ile müştereken hazırlanarak Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca yürürlüğe konulacak yönetmelikle belirlenir. Mücavir alan dışında kalan ve toplam inşaat alanı bin metrekareden az olan binalar için enerji kimlik belgesi düzenlenmesi zorunlu değildir”.

Görüldüğü gibi Enerji Kimlik Belgesi” alması gereken binalar yeni ve mevcut binalar diye ikiye ayrılıyor.
Yeni binalar 1 Ocak 2011 tarihinden sonra inşaat ruhsatı almış binaları kapsarken, mevcut binalar 1 Ocak 2011 önce inşaat ruhsatı almış olanları kapsamaktadır.
Mevcut binaların Enerji Kimlik Belgesi” alma süresi 2017 tarihinde sona ermektedir.( Enerji Verimliliği Yasası 2008’de çıktı. 10 yıl süre verildi)
Enerji Kimlik Belgesi” alınmasa ne olabilir?
Yasa bu durumda bina /daire alım satımı ve kiralanmasında Enerji Kimlik Belgesi” ni istemektedir. Daha doğrusu bu belge olmadan satış ve kiralama yapılamayacakr.
Yasaya göre ısı yalıtımı kararı için binalarda kat maliklerinin yarıdan bir fazlasının oyu yeterli olmakta, kat malikinin “ben katılmıyorum” deme şansı bulunmamakta, ısı yalıtım gideri o kat malikinden yüzde 5 faizle icra yolu ile alınabilmektedir.
Sözün kısası bin metrekarenin üzerindeki binalarda mantolamadan daha doğrusu ısı yalıtımından kaçış yok.

Şunu sorabilirsiniz?
Bu uygulama ile gerçek değerlerde enerji tasarrufu mu olacak yoksa birileri para mı kazanacak?
Birilerinin para kazanacağı kesin de enerji tasarrufu olup olmadığını zaman gösterecek.

Bu arada parayı kapan Üsküdar’ı geçecek.

5 Aralık 2012

Eşek dilinin çiftesi!

Muharrem Kaptan yazıyor:

 Geçen ay gemideyken aşçıbaşı kumanya listesi getirdi, listede danadili vardı. O danadili bana yıllar önce bir ahbabımızın anlattığı başından geçen bir olayı hatırlattı.

Durmuş Ali ağabey anlatıyor:
Bir gün işten eve geldim, kaynanam da bizdeydi. Eşimle ikisi mutfakta hem yemek hazırlıyor, hem de konuşuyorlardı. Kulak misafiri oldum.
Benim hakkımda konuşuyorlardı. Eşim “anne bu adamın çenesinden bıktım, durmadan konuşuyor, her şeye karışıyor. Bezdim artık. Bu adamın çok konuşmasını nasıl önleriz” deyince kaynanam “kızım birinden duymuştum. Böyle çok konuşanlara eşek dili yedirilince artık hiç konuşmuyorlarmış” dedi.
Eşim “eşek dilini nereden buluruz” diye sorunca kaynanam “Topkapı'da surların orda at, eşek kesiyorlarmış. Oraya gider bakarız” dedi.
Birkaç gün sonra yemekte eşim “dil aldık, çokta tazeydi” deyip önüme koydu.
Biraz eşelendim. Eşim mutfağa gidince dili yok ettim. Döndüğünde “hakikatten çok taze ve lezzetliymiş” dedim.
Eşim çok mutlu olmuştu. Gece yattık, eşimin uyumasını bekledim, uykuya dalınca "aiaiai" diye eşek gibi anırarak tekme vura vura onu yataktan aşağı attım. 
Gözleri fal taşı gibi açılmış “ne oldu, niye bağırıp tekme atıyorsun” diye soruyordu. Ben “bir şey anlamadım, içimden geliyor” diyordum.
Bunu birkaç kez yaptım. İyice hırpalanmıştı, artık yeter diye düşündüm. Eşime dönüp “eşek dili he mi beni susturacaktın, öyle mi?Al sana eşek dili, yedin çifteleri oturdun aşağı. Ben öyle eşek diliyle falan susmam” dedim.
Şimdi aramızda olmayan Durmuş Ali ağabeye Allah’ tan rahmet diliyorum”.

2 Aralık 2012

“Turgut Bey’e yanlışı ben yaptım!”

Bir gazete nasıl doğar, nasıl batar Yazı dizisi -12-
Celal Bayar için dalya partisi: Siyasetin içinde rol alma Nazlı Ilıcak için en hayati konu oluyordu... Sık sık eski Demokrat Partilileri bir araya getirme meselesini düşünüp planlamıştı. Bunun için en uygun gün Celal Bayar’ın 100 üncü yıl dönümü olacaktı. Bütün gücü ile böyle bir kutlama hazırlığı yaptı... Ülke dışındaki pek çok eski Demokrat Partili Celal Bayar’ın DALYA partisi için İstanbul’a geldi... Tercüman Gazetesinin şöhretli yazarları da belli masalarda yerlerini aldı... Kutlamalardan nasibini alan köşe yazarları da oldu... Alamayanlar da! Yan yana oturduğumuz Tercüman’ın eski ve en sevilen yazarı Rauf Tamer’di... Yurt dışından gelen bir eski Demokrat Partili heyecan içinde masaya yaklaştı...Gerçekten heyecanlı idi. Titreyen bir sesle elini Rauf Tamer’e uzattı...
--Sizi görebildiğim için ne kadar mutluyum bilemezsiniz...
-,-Hoooşşşgelll mişsiniz..
--Yurt dışında da artık muntazam olarak sizi okuyoruz... Ne müthiş yazılar onlar!..
--Saağğolllun...
--Sizi görüp elinizi sıktıktan sonra o yazıları bir başka gözle ve zevkle okuyacağım... Buna emin olabilirsiniz sayın Yavuz DONAT bey!...
Rauf TAMER oturmadı sanki külçe gibi sandalyesine düştü... Şaşkın baka kaldı... Masada kadının son sözünü duymamış gibi yaptık...Nazlı Ilıcak gecenin kelebeği gibiydi. Hemen her masada üç beş cümlelik konuşması vardı... Bir ara Rauf Tamer ve eşinin, Gönül Yazar ve erkek arkadaşının ve bizim bulunduğumuz masaya kadar geldi...
--Şimdi Gönül Yazar çıkacak... O şarkıyı söyleyecek... Bir mumdur... İki mumdur... 100 mumdur derken hep birlikte ayağa kalkıp alkışlayacağız...Senaryo bu idi ama Gönül Yazar mini bir kazık daha atmıştı... Şarkıdan önce “ben nişanlandım... Yüzüğümü Celal Bayar takacak” anonsu yapmıştı. Nazlı Ilıcak’ın şaşkınlığı büyüktü... Yapacak bir şey yoktu... Vural Öger piyasaya çıktı ve nişan takıldı... Ertesi gün Gönül Yazar’ın nişan haberi eski Demokratlar ve Celal Bayar kutlamasınıgölgede bırakmıştı... Gönül Yazar ve Vural Öger resimleri çoklukla kullanılmıştı!..Celal Bayar bu kutlamadan üç yıl sonra vefat etti...

Kızılcahamam konusunda Nazlı Ilıcak’ın belki de çok arzu etmesine rağmen hiçbir dahli yoktu. Ama bu konu, Kemal Bey ile Nazlı Hanım arasında sorun oldu. Bu haberlerden sonra Kemal Ilıcak, benimle, Nazlı Hanım’a iletilmemesi şartı ile bir konuşma yaptı. Kemal Ilıcak, “Ben Turgut Bey’e bir yanlış yaptım. Biliyorsun sana da bahsettim… Bu olayı sana açmamın sebebi bu tür olaylarda gazete patronu olarak nelere maruz kalabileceğimi tahmin etmen içindi… O gün Tugut beyin benden bir ricası oldu, yerine getiremedim. Sonra ben sıkışınca, o bana soğuk durdu. Örneğin okul açtım, hak ettiğim kredileri bile vermedi.
(Özel Tercüman Lisesi için çok iyi bir başlangıç yapılmıştı… 30 İngiliz öğretmen getirmişti… Ama para sıkıntısını aşamıyordu… Ve sonunda yabancı öğretmenleri tek tek bıraktı. Okulun parlak günleri hızla geride kaldı)
Bu gerginliğin bir sebebi de Bulvar’a ANAPlılar’ın çok kızması. Sana bir şey söylemiyorum. Nazlı ile çalışmak da zordur. Senin prensiplerin olduğunu da biliyorum ama mecburum. Böyle giderse bir çare bulmam zor görünüyor. Bulvar’ı kapatacağım” dedi.

Bana göre Tercüman gazetesi ve etrafında yaratılan ekol küçümsenecek bir hareket değildi… Sanki bugün bakınca çok uluslu bir dünya şirketinin piyasayı okuyamaması, teknolojiyi okuyamaması, geleceği kavrayamaması ve alışkanlıklarını değiştirmeden daha büyürüm zannetmesi sonunda doğan ve önce hisse senetlerinin kaybı ile sarsılması ve aniden çökmesine benziyordu. Tercüman büyüklüğüne inananların şaşkınlığı, gerçekleri görmeyişleri ile eş değerdeydi...
İçine girdiğimiz şartlarda pazarlayacağınız GÜÇ, iktidara tesir edecek özelliklerini de yitirmişti… Özal hükümeti sadece ekonomiyi değil onunla birlikte paranın dağıtılma haritasını da değiştirmişti..Muslukların yeri değişmiş Kemal Bey hala eski muslukların olduğu yerlerde bekler kalmıştı! Bütün mesele buydu!

Yalı sohbetleri, yalı ağırlamalarının eskisi gibi tesirli olmayacağı yeni bir ortam doğmuştu. Bu ortamda, hak hukuk da sanıldığı gibi tam olarak yerli yerine oturamamıştı... Sevgiler veya nefretler hukuk terazisinin bir kefesini eğebiliyordu...
Sonradan “bir enayiye nasihatlar” bölümünü oluşturan konuşmalardan, karı koca arasındaki desteğin de gece davetlerinde ki gibi yan yana ve aynı yönde olmadığı, anlaşılacaktı…

Bu ortamın hazırladığı sonuç önce Bulvar’ın yok edilmesi oldu… Kemal Ilıcak daha önceleri “ helal olsun.. Nazlı için yaparım” dediği fedakarlıkları aynı kolaylıkla yapmama, aynı tepkiyi tekrar edememe duygusunu sergiliyordu!
Kemal Ilıcak sıkıntılı konuşmasını gene arka odasına geçip el yıkama ile bitirmişti… Benden 25 kişilik işten çıkarılacaklar listesi istiyordu. Ona göre diğer arkadaşları Tercüman içinde eritmeye çalışacaktı. Ben ismim gibi biliyordum ve yüzüne bakınca anlıyordum ki, Kemal Bey son perdesini açtığı son oyunu kusursuz oynamak istiyordu… Önce azaltalım deniyordu. Ama bu liste, kapatma planının bir parçasıydı. Ekip içinde neye dikkat ettik… Ayrılmak için vız vızlananlar vardı… Bunlardan bir kısmı tazminatlarını alıp alamayacaklarını merak ediyordu… Bunları listeye ekledik… İş bulma şansları olanlar vardı… Onları da ilk 25 listesine aldık… Daha önce Tercüman kadrosundakileri nasıl olsa almak isterler dedik. Listeye almadık. Bıraktık. Bu noktalara dikkat ederek işe başladık. Ben, başta Yalçın ve Akın Kamacıoğlu olmak üzere istenen bu 25 kişilik listeyi yaptım.
Bu arada Nazlı Ilıcak geldi. “Bulvar’ı kapatacaklar” dedi… Nedense onun da haberi benden sonra olmuş! Çare aramış gibi bir yorgunluğu vardı... “Biz bunu en iyisi bir başkasına devredelim” fikrini ortaya attı… Ben isteksiz davrandığımı itiraf etmek isterim… Zira Tercüman’ın Kemal Ilıcak tarafından alınış öyküsünü bilen eskilerden biriydim!

Ilıcak’ın faydasız umudu şu gerekçelere dayanıyordu… Dış Haberler servisinde bizimle çalışan Regaip Minareci “ Minareci Video” nun sahibinin kızıydı… Baba Minareci ile Kemal Bey Almanya sınırları içinde iş yapıyor, ilan veriyor, destek çıkıyordu… İlk bakışta parası pulu olan da biriydi. Kızı da bizim takdir ettiğimiz çalışkan aklı başında bir çalışanımızdı..Nazlı Hanım için kolay hesap şöyle olacaktı… Gazeteyi biz Minareci Video’nun sahibine devredecektik… O paraları verecek. Nazlı Ilıcak’ı gazetenin başında tutacak ve bizde Turgut Özal’ ın baskısından kurtulmuş, daha rahat bir ortama kavuşmuş olacaktık... Patron o görünecek. Kemal Ilıcak ve Nazlı Ilıcak ne yapalım sıkıştık, gazeteyi ona sattık diyecek ve bunu da Turgut Özal yutacaktı!

Ben, bu planın tutmayacağını söyledim. Kemal Bey’e, “Nazlı Hanım ne der bilemiyorum ama bu 25 kişinin tazminatına karşılık Bulvar’ın isim hakkını bize verin. Bizim açımızdan da şık bir reklam olur. Biz, ‘baskıya boyun eğmeyeceğiz’ Siz de öyle görünüyor ki bu baskıya dayanamayacaksınız… Tazminat alıp işsiz kalacağız… Üç beş ay sonra karşımıza çıkacak zorluğu bugünden karşılayalım… Mücadele etmek için elimden ne gelirse yapmak isterim… Bunu Bulvar ekibi olarak biz kendi adımıza yapalım… İmtiyaz hakkını ben alırım. Bana devredin… Tazminatları hesaplayın… Yetmiyorsa bizi borçlandırırsınız… Ama siz de bize destek olun ve 3 aylık kağıt verin, mücadele edelim, 3 ay önce hiç denemeden perdeyi kapayacağımıza 3 ay denedikten sonra kapayalım.. Ama deneyelim… Denemiş olalım.. dedim.” Ayrılırken suskundu sadece “ Bu konuşmaları yapmadık!… Tamam mı” dedi…
Bu arada, Mustafa Özkan ile daha önce benzer bir konuyu görüşmüştüm.(Son Havadis’in sahibi) Daha doğrusu o ağzımı aramıştı. Bana “ sen ve arkadaşların bir karar verirseniz topluca Bulvar’dan ayılırsanız benim hâlâ gazete basacak tesislerim burada” demişti. İş öyle kısa bir konuşma şeklinde kalmıştı..Unutulmuştu...

Kemal Bey kendi tesislerinde bizi basamayacağını söylemişti… İlişki kurulursa sorunu çözmemiş daha derinleştirmiş oluruz korkusu içinde idi. Bu geçmiş konuşmalar ışığında Son Havadis tesisleri gündeme gelmişti... Mustafa Özkan’ın o sırada telefon arkadaşlığı işlerini organize eden oğlu da yarı resmi bir şekilde bir gazete çıkarılmasına babasının yatkın olduğunu, tesisin ise uygun olduğunu söyleyip duruyordu... Sorabilirsiniz… Hangi hesapla, hangi mantıkla, böyle bir şeyi düşünebildiniz... Böyle bir şeye girişecek cesareti kendiniz de gördünüz diye.

Oysa hesap açıktı…
Gazetenin resmi ilan hakkı devam edecekti… Biz hızla gazeteyi büyütmeyecek aksine küçültecektik… Kadromuz 15 kişiye düşecekti. İstanbul sınırları içine çekip dağıtım ağını kent sınırı için yeniden düzenleyecektik… Anadolu’ya beş büyük şehir dışında gitmeyecektik… İki etaplı planda önce hızla küçülmek vardı.. Sonra İstanbul için akşam gazetesi olmak.. Bu hesap, bizi 6 ay dayanabilirsek kurtarıyordu. En azından yarı maaşlarımızı alacaktık ama elimizde geliştirebileceğim bir günlük gazete kalacaktı.. Düşüncemiz buydu ve bana destek verenler de hemen hemen tüm ekipti.. Yani çıkarılması için ilk 25 kişilik listeye yazdıklarım dahil… Kimi başka yerlerde çalışsa da ek iş olarak bize desteği sürdürecekti…
 İstanbul akşam satılan gazetelere de alışıktı..
İçimden gelen bir dürtü idi bu… Ve ben düşüncelerimi Kemal Ilıcak’a açmadım. Onun vereceği cevabı beklemeyi daha doğru buldum. Belki de yüzünde gördüğüm soğukluktan, belirsizlikten, bıkkınlıktan, içine düştüğü çaresizliği yaratan işleyişi iyice keşfettiğimden olacak. O dakikadan sonra Kemal Ilıcak ile olan dürüstlük ölçüsündeki ilişkimiz koptu… Gene de düşüncelerimi hiç ses çıkmayınca bir kaç gün sonra abartmadan uzatmadan naklettim... Hatırladığım son cümlesi şöyle olmuştu: “Dur, ben bunu bir düşüneyim”.

Tahmin ettiğim gibi Kemal beyden asla bir ses çıkmadı… Durup düşündü... Sanırım ben odadan çıkana kadar bu fikir aklında kaldı... Benim çıkmamla yok oldu! Ve sonraki dönemde geri dönen bir cümlede olmadı.
Nazlı Ilıcak yapmak istediklerimize katılır mıydı? Tahmin ederim bize hayır demezdi… Bulvar’ın son sayısını hepimiz imzaladık ve gazeteyi tarihe gömdük… Nazlı Ilıcak’a haber vermeden iki üç kere Kemal Ilıcak’la konuştum… Bulvar kökenli arkadaşların bir kısmı belli servislerde çalışmağa başlamıştı… Hakkını teslim etmem gerek... Kemal Bey Akın ve sen kalın dedi... Ama ben kalmak istemiyordum… İlk günler pek çok kişiye iş bulabilmek için gayret ettim… İşten ayrılınca bunu yapmak zorlaşırdı… Hafızası nerede ise yok denecek meslek gazetecilikti… On saniye sonra unutulursunuz!. Ayrılmaya görün... Akın da, yazı masasındaki birçok arkadaş da iş bulmuştu… Benim ise burada kalmamın hiçbir manası yoktu... Gazetecilik yapmam engellenmişti... Promosyona bakarak oyalanıyordum!. Ayrılmak için yaptığım her iki görüşmede de Kemal Ilıcak gülerek sözümü kesti, yaklaşık aynı şeyi tekrarladı:
“Bunu önce Nazlı’ya kabul ettir... Ben senin gibi düşünmüyorum... Bize promosyonda çok katkın oluyor... Neden ayrılmak istiyorsun ki?
BİR VEDA MEKTUBU: BULVAR 30 Kasım 1988 tarihinde 7 yıllık yayın hayatını sonlandırdı . Veda mektubunda “Nazlı Ilıcak sağ kitleler üzerinde müessir bir kalemdi. Kapana kıstırılmasının sebebi budur” diyor. Mektup şöyle bitiyor: “İnsanlar neme lazımcılıktan sıyrıldıkları, doğru bildikleri değerler uğruna mücadele etme azmini kaybetmedikleri takdirde akan göz yaşlarının suladığı topraklardan yepyeni umutlar filizlenir. Neticede tünelin sonundakiışık görülür ve kapalı bütün pencereler yavaş yavaş açılır”...
 
O zaman dedikodu gibi dolaşan kara listenin ne denli işlediğini, nasıl gerçeğe döndüğünü anlamıştım… Kemal Ilıcak elindeki kara listeye girdiğim için bana gazetecilik yaptırmamak zorundaydı… Bunu bana söylemesini bekleyemezdim. Tercüman içinde gazetecilik hariç ne yapabilirdim. PROMOSYON… Gerçek daha da acıydı… Tercüman içinde, gel gazetecilik yap deseler yapar mıydım? Yapabilir miydim?.. Düşünür müydüm?. HAYIR… HEM DÜŞÜNEMEZ HEM DE... YAPAMAZDIM!
Kemal ILICAK eşine yazı yazdırmamak gibi bir şartı kolayca kabul etmişti… Benim durumum sadece dışa karşı zoraki bir sahne idi… Uzun süre kalmadım. Nazlı Hanımı da ikna ettim... Ve ayrılıp Milliyet Gazetesine geçmiştim.
…………..
Borazan sesini duyunca mezarlıktan ayrıldım... Bu oğlu Mehmet Ali’nin babasının mezarına koyduğu TERCÜMAN gazetesini törene bağlayan son sesti… Gözlerimden neden iki damla yaş aktı… Kime üzüldüm?.. Bir gazeteye mi?.. Gazetecilikten gelen son patrona mı?.. Pek çok acıyı paylaştığım bir gazeteciye mi?.. Bilemiyorum…
-SON-

30 Kasım 2012

“NAZLI BAŞIMIZI YAKABİLİR!”

Bir gazete nasıl doğar, nasıl batar Yazı dizisi -11-

BABA KIZ YAKINLIĞI: Nazlı Ilıcak Beyefendi’den (Süleyman Demirel) bahsederken bir aile büyüğünü anlatır gibi konuşurdu... Sevgisi ve saygısı eksik olmazdı... Süleyman Demirel de ne kadar ağır tenkit ederse etsin “Nazlı bizim evin kızıdır” cümlesini tekrarlıyordu... Ilıcak’lar için eski demokratlar ise ayrı bir değere sahipti... Her zaman her halde savunulması gerekir peşin hükmü, hatıralardan ve sevgiden kaynaklanıyordu... Çok kere Kemal Ilıcak ile benim ve eşimin şöyle bir diyalogu oluyordu. “ Eski demokratlar öncelikle Nazlı’nın aile bağları ile bağlı olduğu bir grup... Biliyorsunuz ben gençliğimde Nazlı’dan önce Halk Partili idim... Çok kere ben de şöyle derdim... “ Kemal bey Demokrat kelimesinde birleşebiliyoruz... Nazlı Hanım eski Demokrat... Biz de Sosyal Demokratız...”

 Siz, diğer gazetelerin kolay kolay gazetecilik gibi görmediği işlere, haksızlıklara, yolsuzluklara, keyfi işlemlere yer verecekseniz, ekibin bütünlüğü hakkında fikriniz olacak… Zaman içinde yönetimlerde, bürokraside Bulvar ayrımı yapılmaya başlandı… Bu ekibe gerçekleri verirsek bizi ele vermeden çekinmeden yazıyorlar havası yayılıyordu…
Bu kanaat bize pek çok ihbarın kapısını açtı… Ama biz bunlardan çok azını yazıya dökebildik!. Korktuğumuzdan değil, doğruluğuna ulaşamadığımız için… Aslında korkumuz vardı! Korktuğum tek şey haber verirken haksızlık yapmaktı

Hemen her ihbardan sonra aynı sistemi uyguladık… Söylenenleri doğrulatabiliyor muyduk? Genel olarak bunun iftira olmadığına inanıyor muyduk? Yazı ekibi bunu kendi arasında tartışıyordu… İlk hazırlık soruşturmalarının hepsini aldık okuduk ama asla kullanmadık! Burada Akın işin hukuki yansımasını da hesaplıyor tartışıyordu. Yapmıyordu ama avukattı. Belgelerine ulaşmadan hazırlıkların bittiği söylenemez... Bu ekip dar bir ekipti… Ankara ayağında Tayyar Şafak vardı… Eski bir TRT’ ciydi… Hemen her gün haber dışında da kulis konuşması sürerdi... Her kulağa geleni yazmıyor ama kesinlikle uzun uzun tartışıyorduk... Beni aradı ve şu konuşamayı yaptık...
--TRT İstanbul Stüdyoları için gene milyarları har vurup harman savuruyor dedi…
--Araştırırsak bir şey çıkar mı? Gerçekten göz göre göre yolsuzluk yapılıyor deniyor… Beni arayanlar korkuyor… Sadece laf olarak dedikodu olarak sözler dolaşıyor..
--Müdürüm bana izin ver… Bir iki arkadaşımı arayacağım…
--Tamam Tayyar... Senden haber bekliyoruz. Her zamanki gibi haberi beklemeye alıyoruz.Ve zaman sıkıntısı olmadan derinleştirmeğe çalışıyoruz...Sen tamam dediğin an yayımı planlarız..
……………..
Bir hafta sonra Tayyar’dan özel bir zarf geldi… Özel haberleri açıktan yollamıyordu… Açıp okudum… Yayımlanan haberin bir özeti gibiydi..
--Akın al oku dedim..
Ertesi gün fikrini söyledi..
--Sen bunu kullanmak istersin… Ama ben derim ki bir süre daha üzerinde çalışalım… İddialar gerçek gibi ve mantıklı… Bunu yazarsak bize tekzip gelecek… Belge veremez isek haklı olmak yetmeyecek..
--Tamam. Hız mı keselim?
Tayyar’a Akın’la da konuş ama ne olursa olsun ne zamana denk gelirse gelsin bu yazıyı yayımlıyoruz bunu bil dedim…

Haberi geliştirmeye başlıyorduk.. Hem haber daha detaylı yazılacak hem de mutlaka belgeye ulaşacaktık.. Tayyar bir hafta sonra belgelere de ulaştım dedi… Nasıl ulaştığını, kimden aldığını sormadım… Bu tür işlerde inanmak, sormamak galiba rahatlık yaratıyor… Haberi yazdık… Ve birkaç gün telefonlara çıkmadık… Yayımladık..
Siyasetin zaman zaman kendi içindeki fikirleri olgunlaştırmak gibi takdim edilen toplantılarında etekteki taşların zararsız bir yere dökülmesini sağlayan toplantıları tekrarlanır idi… Bunu ANAP da böyle yapıyordu.. Ankara’ya yakın ama dedikodulara uzak olur düşüncesi Kızılcaham’ı öne çıkarmıştı… Mekan olarak Bolu Dağı eteklerini veya o civardaki bir moteli hafta sonuna yakın siyasetçilerin topluca doldurması normal sosyal aktivite adını almıştı…

Ankara bürosu içinde uzunca konuşabildiğim ve geleceğe dönük haber üretimi, yaptığım kişi her zaman olduğu gibi Tayyar Şafak oluyordu… Aynı büroda Tercüman kadrosu içinde olmasına rağmen, magazin olarak algısına ve kalemine güvendiğim ikinci kişi de Feridun Soyocak idi… Feridun aynı anda gece sekreterliği de yapıyordu... Zihnim beni yanıltabilir... Ama müşterek bir istihbarat daha da doğrusu ucundan ucundan sızıntı vardı… Kızılcahamam söylentisi… Semra Özal yanında çok sevdiği bayan koruması ile bu yolda kaza yapmıştı… Olayın zabıtları yok edilmiş ve işin kapatılması için hızlı ve etkili bir gayret gösterilmişti.. Tayyar Şafak da benzer şeyleri duymuştu… Feridun da… Konuşun ne yapabiliriz bir kere daha bakalım... dedim..Haberi kovalamak gerek... Biraz üstelersek ne çıkacak bakalım!

O ana kadar Nazlı Ilıcak ismi veya benim bilgim içinde onun müdahalesi yok gibi idi. Bana öyle geldi... Birden saflığımı kaybettim... Bekâret kaybetme olayına benzer şekilde! Tayyar Şafak beni atlayıp sıkça bana ilettiklerini daha önce yalıyı arayıp Nazlı Ilıcak’a fısıldıyor ondan akıl alıyordu…
Benden habersiz siyaset haberleri önce Nazlı Ilıcak’a ulaşıyor... Nazlı Ilıcak sansüründen veya yönlendirmesinden sonra bana geliyordu... Sezgim beni yanıltmazdı... Bu hem yanlış hem de tehlikeli idi. Öte yandan Kemal Ilıcak sızlanıyor, bu işlerde Nazlı’nın yönlendirmesine sakın izin verme diyordu...
Nazlı-Semra nefretinde gazetenin işi olmamalıydı. Biz hiç bir siyasetin gölgesini istemiyorduk... İlk ağızda soğuk bir duş etkisi yaptı. Her satırdan şüphe ederek yazıları yeniden okuduk... Tayyar’a haber tamamlanana kadar sadece gelişmeleri bana naklet, bu işi ikimiz bitirelim sonra geniş bir katılımla tartışırız dedim..

Kıskanç mı idim?..

Tayyar Şafak için duyduğum öfkeyi belli bir korku yönlendiriyordu... Bu şahıslarla ilgili de değildi... Nazlı Ilıcak’ın Semra hanıma öfkesi bizi haberi geliştirirken hataya sürükleyecek boyutlara ulaşabilirdi. Nazlı Ilıcak bastırırsa haberin dengesi kaçabilirdi... Öte yandan Tayyar Şafak’da Nazlı Hanımın takdirini ayrıca kabullenmek istiyordu... Renk vermedim, olayı bilmiyormuşum gibi davranmayı sürdürdüm... Genel tabloyu hatırlayarak kişiye değil gerçeklere daha yakın durmaya ve onu da kendi çizgileri içinde haklı bulmaya karar verdim… Nazlı Ilıcak her şeyin kendisi ile başladığı, kendisi ile yürümesi gerektiğini hissederse, kimi nasıl kullanırım hesabını yenilerse, Tayyar’ın yapacakları da bana karşı dürüstlüğü de sakatlanacaktı… Ayrıca asla dillendirmediğim bir gizli ikaz da Kemal Ilıcak’tan geliyordu...
“Bu Nazlı başınızı yakabilir... Sen gene ortadan git... Dizginleri kaptırma...”
Nazlı Ilıcak her yanı ayrı ayrı tutma ve ayrı ayrı idare etme refleksini hiç kaybetmedi! Öyle ya! En akıllımız oydu! İki veya üç hafta ben Kızılcahamam haberi ne oldu demedim… Sanırım o dönemde Tayyar zaman zaman yalıyı arayıp Nazlı Ilıcak’la da uzun uzun konuştu… Telkinler aldı... Olaylar nakletti... Ama kesin olan şu... Haberi Bulvar ekibi kendi refleksleri ile dengeledi... Gerçek gibi görmediklerini ayıkladı... Sivrilikleri giderdi. Diğerlerin de olduğu gibi ekibin bilgisi ve onayıyla kullandı!

Ben yeniden denizler denizler deyip ayağı yere basmayan hayalleri traşladım... Hemen herkes için “olabilir” hanesini büyüttüm... Güven duygumu kaybettim... Soğumam hızlandı... Ama bir işe girmiştim ve o işi doğru olarak tamamlamalıydım... Konuyu hiç bir zaman Nazlı hanıma açmadım... Onun “gazetemdekiler beni paylaşamıyorlar şekerim... Hepsi öncelikle benimle konuşmak istiyor. Bana soruyor beni paylaşamıyorlar ” havası sürüp gitti... Kimse Allahtan bana paylaşmak ister miydim diye de sormadı!

Haber çıktıktan hemen sonra “bu haberi NAZLI ILICAK yaptırdı” dedikodusu gecikmedi... Tayyar’dan hiç ses çıkmadı! Ve bu benim Tayyar Şafak ile yaptığım ve haber sistemi dışına çıkan karşılıklı güvene dayanan ve bir başkası ile paylaşmadığım son iş oldu! Yani Nazlı Ilıcak baskısı ona el altından yalıya bilgi verme, konuyu birlikte geliştirme, kısacası beni devre dışı bırakmaya itmişti... Aptalı oynamak o kadar da zor değilmiş... İşin sonunu tüm ekip düşünüyorduk... Bir sorumluluk alacak isek katlanacak olanlar bizdik... Kemal Beye verdiğimiz söz... Nazlı hanımı frenleme sözü vardı... Şafak fire vermişti... Allahtan Tayyar bir ara kendini ele verdi... Nazlı Ilıcak’ın istediğini unutup farklı bir detayı bana söyledi. Ona bunu ben istemedim demedim... Nazlı Hanıma istediğiniz detayı Tayyar geçti dedim. Haberi anlattım... Sadece “size mi anlattı?” demekle yetindi... Sonuna kadar hiç bir şeye güvenemedim... Nasıl bir ağırlık bilemezsiniz! Bir şeyi bir kere daha anladım... Bu iş bana göre olmaktan çıkmıştı... Bütün bu kargaşada doğru yapmak, birine kim olursa olsun haksız suçlamada bulunmamak istiyorduk... Bunun için daha dikkatli baktık... Çok daha şüpheci olduk... Belki aslında yüzde yüze yakın doğruları bile sildik kullanmadık... Ve hemen ilave etmem gerek bu haberde Nazlı Ilıcak’ın hevesi çoktu ama etkisi olamadı! Gazetecilik açısından buna izin vermeyecek, haberciliğin ve tarafsızlığın arkasında sağlam duran bir ekip vardı... Nitekim haber taslak halde iken ilk itiraz Akın Kamacıoğlu’ndan geldi:

--Haber ne yaparsak yapalım ön yargı içinde algılanacak… Bu nedenle acele edemeyiz… Ankara’ya şunu iyice anlatalım… Belgelere dayanacak bir sonuç alabilirsek olur… Önce belge sonra haber…
İçimden onlarında yetmeyeceğini mırıldandım… Ama yazı işlerinin genel havasına uyuldu..
Asla yalıya yaptığı servisi gündeme getirmedim... Tayyar Şafak’a yarı şaka yarı ciddi şunu söyledim...
--Ön haberi yazı masasında konuştuk… Akın karşı çıktı… Belge olmadan tek satır yazamayız… Daha doğrusu yazmamalıyız diyor… Gerekçesi korkaklığımız, sana olan güvensizliğimiz değil… Hiçbir zaman bizim dışımızda Nazlı hanımın seni etkileyeceğini de düşünmüyoruz! Ama belgeleri toplayana kadar haberi bekletiyoruz..
Tayyar’ın belli bir suskunlukla dinlediğini hatırlıyorum…
--Akın söylüyorsa hukukun kestiği kol acımaz… Haklısınız… Ben de gazetenin başına iş açılsın istemem. Ne kadar zamanım var müdür?
--Zaman söz konusu değil. Bu haberi hiç kimse bu hali ile kullanamaz… Kullansalar bile benim için önemli değil. Daha ilerisini daha özelini ve belgelerini verirsek haber düşmez… ESKİMEZ... İşlemek gibi bir özelliğimizi kaybetmedikçe ses getirir... Şunu da bil... Haber tamamlandığında bunu kullanmamıza da hiç kimse engel olamaz!
Sonra bekleme süresine girdik… Bir süre sonra Tayyar aradı…
Haber, Tayyar Şafak’ın kaleminden ve tecrübesinden geçmiş ve olgunlaşmıştır... Tayyar Şafak, Kamacıoğlu’na, “Bu haberi nasıl yazacağız, usturuplu mu?” diye sormuştur. Kamacıoğlu’nun cevabı, “Beni tanımıyor musun? Ne var ki burada belge konuşturmalıyız. Sen belgeleri al gel… Onları bir daha kontrol edelim… Güveniyoruz deyip yarı yolda kalmayalım”.

Şafak, “Tamam belgeler hazır” der. Alır dosyaları ve gelir. Yalçın Kamacıoğlu’nun freni gibi çalışmakta olan Akın Kamacıoğlu, “Ağabey bunları tekzip edebilirler” der ancak Yalçın Kamacıoğlu hazırlıklıdır: Tekzibi yayımlar ve yine devam ederiz. Kızılcahamam, iktidar baskısına rağmen, tam bir gazetecilik örneğidir. Bir-iki dosya daha vardır ama tamamlanamamıştır. O da Zeynep ve davulcu Asım’a ilişkindir. Yazılmayanlar, yüzde 100 ispat edilemeyenlerdir.

GELECEK YAZI: DALYA PARTİSİ VE GÖNÜL YAZAR KAZIĞI!

27 Kasım 2012

“Nedir bu gizli kapaklı işler?”

Bir gazete nasıl doğar, nasıl batar Yazı dizisi -10-

 TGC İÇİN SON TEMENNİ!: Biri çıkıp 53 yıl sonra telefonda cümlemi bitiremeyeceğimi, bu mesleği bilmediğimi ileri sürüp haber verilmeden yazımın yayımlanmayabileceğini söylese belki derdim. Bu işi TGC’nin bana Cemiyetin gazetesinde yapılacağını asla ummazdım... İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ savunduğunu söyleye gelen kendi cemiyetim bana derdimi ifade etme şansı tanımadı... Bizim Gazetede sansüre uğradım... Tamamlayamadığım cümlemi bu resim altına alayım istiyorum. Kim olursa olsun, nereye kurulurlarsa kurulsunlar (yazı kurulu) bir gazeteye yazı yazanların saygınlığı yok sayılamaz... İfade özgürlüğünü savunmakla görevli olan bir kurum “hoşuna gitmeyen”cümleleri yazara haber vermeden atamaz... İfade özgürlüğünün özünde bırakın hoşa gitmemeyi şok edecek kadar karşı da olsa ifadenin yasaklanmasına karşı çıkıyor! Yazısını koymayacaksanız kısaltacaksanız, belli bir bölümü atacak iseniz yazara, bunu yapmadan mutlaka haber vereceksiniz... Cemiyeti her zaman savundum... Gelip geçici patavatsızlar için “faydalı”fikrim değişmez... Çok kötü yöneltildiği fikrim de! Cemiyete olan sevgimi ve ilgimi toprağa gömdüm... Bu bir veda yazısı olacağı için düşündüğümü TGC' ye rağmen ifade etmek isterim... TGC‘ nin yanlış yaptığını Taksim' den Tünel'e boşa yürüdüğünü ellerindeki ifade özgürlüğü pankartlarının anlam taşımadığını yenileyebilirim.TGC, önceliği gazeteciler arasındaki arkadaşlığı, uyumu, birlikteliği geliştirmek, her biri döneminde değerli olan eski üyelerin dün hakkında hiç bir fikri olmayan gençlere tanıtımını sağlamalıdır! Gene de insafsız olmak istemem... Taksim’den Tünel'e kadar protesto yürüyüşlerini de faydalı buluyorum... Sağlık açısından...

Bulvar’da yapılan çarpıcı haberciliğin pek çok örneği bulunabilir… Ama ben uzatmadan ve biz ne gazeteciyiz havası yaratmadan! Özetlemek ve akılda kalan dedikodusu yapılanlardan seçme yapmak isterim…
Bulvarcılar, siyasi parti kurar. Bulvar’ın Ankara Temsilcisi Tayyar Şafak Ispartalıdır... Onunla her gün siyaset tartışılır. Bir gün, “Siyasi parti kurmak öyle ayağa düştü ki der ve ekler…. İki buçuk milyonu olan herkes kurar.”
Yalçın Kamacıoğlu sorar: “Bizim parti kurmamıza bir engel var mı?” Tayyar Şafak’ın cevabı, “Alayım mı başvuru kağıtlarını,” şeklinde olur.
Kamacıoğlu “Al” der. Muhasebeden para çıkarılır ve parti kurulur.
Yalçın Kamacıoğlu o günkü olayları şöyle özetliyor:

Gündem ve haber yaratma özelliği Hürriyet alışkanlığıdır… Haber merkezi çoğunlukla Hürriyet kökenli arkadaşlardan kurulduğu için bu işe yatkındılar. Ucundan yakalanan haber mutlaka sonuna kadar işlenir… Bu bir yumağın ucundan ipi sonuna kadar çekmeğe de benzer…
Haberin özel kalabilmesi önemlidir… Bizim için daha da önemli oluyordu! Bu nedenle konuyu sadece benimle konuşmasını istedim… Tayyar ben olmadığım anda Akın’ı arayacaktı… Akşamüstü uğrayan Nazlı Hanıma da haber şu sıra saklı kalsın… Bir ilerleyelim… Son cümleyi noktaladıktan sonra yeniden değerlendiririz dedim… Öyle de oldu sanıyordum… Parti kurulma çalışmaları sürerken Kemal Bey öfke ile beni aradı… Odasına çağırdı..Tercüman’da her şey olur ama hiç bir şey Kemal Beyden saklanamazdı!
--Sen ne yapıyorsun? Parti mi kuruyorsun?.. Nedir bu gizli kapaklı işler?
--Haber yaptığımızı zannediyorum… Gizli çünkü duyulursa bir hükmü-kıymeti kalmayacak?
--Peki genel başkanı kim olacak? Buradan mı eleman vereceksiniz?
--Kemal Bey bu tamamen kurgu… Ankara’dan Tayyar ne gerekiyorsa ayarlayacak… Sizin vereceğiniz bir isim varsa onu da alalım..
--Ne yapacaksanız yapın… Tozu dumana katmışsınız! Ankara fellik fellik her şeyi soruyor. Kemal yeni bir parti kurduruyor lafları da ayyuka çıkmış! Gazetecilik yanı okşanıyor ama günlük sıkıntı keyiflenmesine engel oluyordu...
……
Daha sonra bu işin yeni parti hazırlıklarının ANAP’ ta huzursuzluk yarattığını, bir anda siyasetin içinde değişik yorumlara yol açtığını öğrenecektim… Ama korkulan olmadı, biz parti kurduk fakat siyasete atılmadık… Belki de bu ülkem için son şans idi... O dönem aklımız sadece gazeteciğe eriyordu... Siyaseti de becersek kesin olarak şimdi becerenler gibi de olmazdık! Kurtulur muyduk! Yoksa bizden kaynaklanan kötü tercih yüzünden biz de ülkemiz de kaybetmiş mi olurdu? Bence Türkiye bir kurtulma şansını böylece kaçırdı! Herkes en büyük ya! Tayyar Şafak hemen ertesi gün “Müdür partinin Genel başkanı kim olacak?” diye sordu… Ona başımızda daha parti ortada yokken böylesine sert ve yoğun tepki geliyor… Ne beni ne de Nazlı Hanımı ve de İstanbuldan birini sokma. Ankara kadrosundan ayarla… Genel Başkan mutlaka sen ol” dedim..

Partinin adını Büyük VATAN Partisi koyduk… ANAP logosunda da Türkiye haritası vardı... Gazetedeki ressama bir logo yaptırdım… Burada da Türkiye haritasını kullandık… Üzerinde BVP yazısı vardı. Genelde ANAP logosunu andırıyordu… Bu benzerlik bilerek isteyerek ve keyif alarak yaptığımız bir incelikti… Aslında mesele bizden kaynaklanmıyordu… Siyasette Turgut Özal’ın Ilıcak ailesine olan kini açıkça sergilendiği için karşılık bekleniyordu… Kemal Beyden çok Nazlı Hanımın ANAP’a karşı yeni bir girişim yaratacağı, sağı belli oranda yeni bir partide toplamaya çalışacağı konuşuluyordu… Olayın bu denli yaygın anlatılışı inanılmaz bir gariplikti… Benim endişem, korkum anlamadığım siyasete ve siyaset kulislerine devamlı uzak kalmam belli bir düşünceye tarafsızlığı kaptırmamakla ilgiliydi... Çok masum bir gazetecilik hamlesi nasıl yorumlanıyordu… O sıra Kemal Ilıcak daha ileri bir tepki göstermedi… Kimler kuruyor onu gördükten sonra rahatladı… Ben çok kesin olarak Nazlı Ilıcak hiç bir noktada bu işin içinde olmayacak garantisini vermiştim. Kemal Ilıcak’ta beni mutlu eden bir duyguyu ikinci kez test ediyordum... Kim ne derse desin kim ne kadar tüccar etiketi yapıştırırsa yapıştırsın Kemal Ilıcak gazeteci idi! Çok çok sıkıntıya girdiği anlarda bile gazetecilik çizgisi dışına çıkmamış ve direkt olarak haber içeriğine karışmamıştı... Sözünde durmuştu... Arkadan iş çevirme, dediğini yaptırma hırsı Nazlı  Hanımındı... Aslında bunun komik bir örneği yaşanmış ama ben uyanamamıştım...

Kemal Ilıcak ve Nazlı Ilıcak Bankacı Hüsnü Özyeğin’in yakını idiler... Nazlı Ilıcak bir süre gazeteye Hüsnü Beyin eşi Ayşe Hanımla gelmeye başladı... Ayşe Hanım zamanını değerlendirmek, boş boş oturmak istemiyor, kısacası gezetecilik yapmak istiyordu... Böyle isimlerin katkısı, enerjisi, ilgisi gazeteye  her zaman için çok olumlu yansıyabilirdi... Ayşe Hanım olayında... Olmadı... Ama zannediyorum davetlerde, fotoğraf çeken arkadaşlara Ayşe Özyeğin her zaman yardımcı oldu...
 Bulvar olarak biz magazin sayfası olarak iş aleminin davetlerini de yansıtmaya başlamıştık... Üzerinde durmadan geçmişim. Tercüman ekibinin yarattığı yabancılık kadar Nazlı Hanımın gazeteyi pikaj üzerinden okuması ve bazı kelimeleri yazarına sormadan değiştirmesi sorun oluyordu... Bana göre de can sıkıcı idi... Belli kelimelere takmıştı. Bunların başında ÖRNEĞİN geliyordu... Tashih servisine sıkı sıkı tenbihlemişti. Servis örneğin kelimesini nerede görse mesela yapıyordu.
O sıralarda tanınmış kişilerle röportajlar yayımlıyorduk. Her röportajın sonuna da yarın diye bir başka kişi anonslanıyordu. O gün Hüsnü Özyeğin anonslanmıştı. Yani yazı yarın: Hüsnü Özyeğin olarak bitiyordu. Dizgici Özyeğin kelimesini yanlışlıkla örneğin olarak yazmış, tashih servisi de hemen atlamış , örneğin kelimesini mesela diye düzeltmişti. Yanlışlığı Akın pikajda yakalamış, rezil olmaktan kurtulmuştuk. Ama Hüsnü bey soyadını kurtaramamıştı! Çok kere tashih servisi üzerindeki ILICAK baskısının sonucu olarak bu olayı hatırladık... Neredesin Hüsnü Mesela!

 Seçim öncesi partimizin genel başkanı olarak da Tayyar Şafak radyo konuşması hakkını kullandı… Çıktı konuştu… Aramızdaki tartışma şu oldu… Bu konuşmaları hangi temelde yapacaktık… Önce gazeteci olarak yapalım dendi… Bana göre işin etkisi azalacaktı… Yola parti kurarak çıkmıştık, parti kuran biri gibi devam etmeliydik… Sonuçta öyle yaptık. İlk iki konuşmada metinlere destek verdik. Daha sonraki konuşmaların temasını öğrenip metnin oluşmasını tamamen Tayyar’a bıraktık…Tayyar Şafak yazdı konuştu... Seçim süreci böyle geçti... Bulvar olarak ilgi çeken bir yazı dizisi yaratmıştık…

Pek çok şeyi farklı görmeğe alışmış bir ekip olarak elimize fırsatlar geçti… Bunda ekibin, Bulvar’da görev alanların hepsinin emeği tamdır. Belli konularda iyi bir anlaşmayı fikir birliğini sürdüren yazı işleri ekibi mutlaka gazetecilik açısından öne çıkar… Ama aynı oranda TV’lere çıkmaz!.. Ve bu iş her zaman bir kişinin işi değildir… Gazete bir bütünün en küçük parçanın da uyumlu olması ile yükselebilir. Benim naklettiklerimi okurken bu noktayı dikkatten kaçırmayın… Ben yaptım gibi bir hava çıkabiliyorsa bunu da doğru olarak kabullenmeyin… Biz yaptık…Ne de olsa gazeteci  kıskançlığı var..Yazdıklarımın doğru olması bu kokuyu silmiyor!. İçindeki ben daha iyiyim dürtüsü öne çıkabiliyor... Aynı adamın çiftliğinde yaşıyan yarış atlarının aynı ahırda yaşaması yarış sabahı piste çıkınca biribirlerini alt etmek geçmek için kıyasiye koşmasına engel olamıyor... Her biri öne çıkmak için ölümüne ter döküyor.. Tercüman ile yanyana ama ayrı ayrı koştuk.. Konu haber olunca tüm huysuzluğumla üzerine atılıyordum... Bu duygu kaybolmadı... En ufak bir koku ile eşelendik... Peşini bırakmadık!

Kızılcahamam haberi ufak bir dedikodu gibi geldi… Bulvar olarak uyguladığımız sistemde günlük haber toplantılarına sadece haber listesi okuma ile değil büroların belli zaman dilimini kullanma hakkını da eklemiştik. Hemen her gün iki haber toplantısı yapılırdı… İlki genel olanı idi. İkincisinde muhabirler veya büro şefleri gazetelerini veya verdikleri emeği sorma hakkını kullanırlardı. Bu geniş bir kadro ile olmazdı… Gerekli olanları çağırtırdım… Şikayet nerede ise muhatapları yüzyüze ve olay küllenmeden biraraya gelir konu tartışılırdı... Muhabir direkt bana haberini neden kullanmadığımı sorabiliyordu… Böyle bir kanal her zaman açıktı… Ben çok kere nedeni biliyorsam söylerdim. Bilmiyorsam, haberi görmemiş isem öğrenirdim… Ve şikayet eden muhabirle haberi bize ulaştıran yurt haberleri müdürü veya haber müdürünün önünde görüşürdüm. Haber toplantısı bürolardaki şeflerle yüz yüze konuşularak tamamlanıyordu. Tayyar’ı gazeteci olarak da insan olarak da seviyordum ve ona güvenim tamdı… Bu nedenle özel haber geliştirmede onun ağırlığı öne çıkmıştı…

 İnandığım tek şey başarılı bir çalışmanın ekibin uyumuna bağlı olduğudur… Zaman zaman çok başarılı ve gözde olmasına rağmen bazı gazetecilere uzak durmam “paylaşmaya yanaşmadıkları ekip çalışmasından kendilerini çekmeleridir. Biri bencilliği ile öne çıkıyorsa gazeteciliği hangi yüksek şöhret seviyesinde olursa olsun genel dengeye zarar vereceğine inanırım… Bu denge haksızlığı kaldırmayacak bir terazi gibiydi. Ekip olmak ile gelecek başarının kalıcı olduğuna olan inancımı hep korudum…

Nazlı Hanım ve Kemal Bey de zaman zaman kadromuzda şöhretli bir isim olsun arzusu kabarır… Çok kere bir davette veya bir gece kulübünde veya gecenin bir yerinde bu şöhretli isimlerle konuşulur… Yalıya davet edilirler… Gazete de, yalı da onların… Kimin ne itirazı olabilir ki… Konuşulur tamam denir. Böyle bir anlaşma benim ve ekibin dışında gerçekleşmiştir… Kemal bey bir dizi (yurt dışı gezisi için) dolarları ödemiş… Ve bir gün bir dosya içinde haber ve resimler geldi….
Nazlı Ilıcak Kemal dedi ki diye bir cümle yapıyorsa bu şu tercümeyi de içeriyor..“Büyük patron o… Aslında ben de onun gibi bu işi isteyerek yaptım… Hemen her şeyi sana da soracak değiliz ya… İşte sana yazı, al ve itiraz etmeden kullanan… Sana ne oluyor?”
Bu tarz Nazlı Hanımın hiç garipsemediği karşımdakini küçük mü görüyorum endişesine kapılmadığı sığ kurgularından kaynaklanıyordu.. Böyle durumlar çok sık olmamakla birlikte yaşanıyordu. Ben gazeteyi yere atan uzun ağızlığı ile yukardan bakan  Nazlı Ilıcak’ı hatırlıyordum..Dosyayı uzattı... Verilen dosyanın kapağını dahi açmıyordum…

Bu o ünlü gazeteciye belli bir peşin hükümle karşı çıktığım için de değildi. Bana ters gelen ekip dışından yapılan değerlendirmenin emrivakiye çevrilmesi idi… İki şey birden oluyordu… O gazeteci kendini dev aynasında görüyordu, asla yönetimi takmıyor ve bu baştan olumsuz bir hava yaratıyordu… İkincisi, adam yerine konmadığını gören yazı işleri çalışanları elini işten çekiyordu… İşten soğuması beni üzüyordu… Yapılan bizim gazetemizdi... Gerçekten yarayacak haber ve resimler ister istemez itiliyor, yönetmesi zor bir ortama dönüşüyordu. Nazlı Hanıma bunu kaç kere izah ettim bilemem… Bir adım boyu yol alamamıştık..Takıntılı idi..

Bana göre işin doğrusu gidilecek doğru yol da vardı.. Gene çok ünlü gazeteci Nazlı hanımla Kemal beyle konuşur… Ama onların yapacağı doğru iş onu bize yönlendirmek olmalıydı. Genel de işler öyle olmuyordu... Bu olayda da, tepeden inme gelen dosyaya el sürmüyordum... Tarafsız kalmak için… Dosyayı Haber müdürüne verdim. Akın’ı es geçtim… Bizim dışımızda araştırın dedim..
Yurt dışına gidiyorum diye para alan muhabir diğer muhabirlerden aldığı fotografları kullanmıştı. Hiç bir yere gitmemiş, gitmiş gibi yazıyı evine kapanıp yazmıştı! İddialar daha da ileri bir boyuta ulaştı… Üstelik ele geçirdiği filmleri “ben yıkatırım” deyip almış, izinsiz olarak kopyalamıştı. Anlatılan doğru mu bilemem… Ama anlatanı Hürriyet’ten tanıyorduk... Boşuna iftira atacak karakterde biri değildir. Muhabirler bu tip olaylarda yapılan işe çalıntı tabirini de kullanmaz… Atlatılma olur… Fotoğrafları “ben senin filmlerini de bizde yıkatırım” diye almış kopyalamış! Oradan elde ettiği resimlerin bir kısmına ülkeleri anlatan elçiliklerin reklam görüntülerini ekleyerek zenginleştirip dosyayı tamamlamış..
Kemal Bey parayı ödemiş… Nazlı Hanım sık sık soruyor… Ne oldu?… Diziyi ne zaman kullanacağız?…Adam sık sık arayıp bana ne zaman diye soruyor! Ben ilk kez Akın’ı adres gösterdim..
--Nazlı hanım… Sakıncalı bir kaç yan var.. Konuyu Akın size anlatacak. Araştırdık…Ne oldu Akın’a sorun...O daha makul! Tartışabileceğiz  yapı da ya...
Nazlı Ilıcak da Akın deyince itiraz edemiyordu... Zira onu transfer ederken benden daha uyumlu anlaşması kolay makul biri olarak kardeşimi bana anlatmıştı ya! Konuşmayı sonlandırırken şunu da ekledim:  “Ama size şunu söyleyeyim. Madem bu kadar ısrarla bu şöhretli arkadaşımız sizi arıyor… Ona şöyle deyin… Kendisi beni iyi tanır… Dosyası bende. Gelsin konuşalım… Yazı ne oldu sorusunun cevabını benden alsın..

Ne mi oldu?… Bana gelmedi… Ama gene benim hakkımda olumsuz bir fısıltı daha yayıldı.
--Adam şöhret düşmanı… Kafayı bazı isimlere takmış…
Bir süre sonra sadece Bulvar ile ilişkisini değil, Tercüman grubu ile de iş yapmama kararı almış o ünlü gazeteci!… Gece davetinde üçüncü viskiden sonra olanlar yukarıdakiler ışıl ışıl, mutluluk vermiştir... Ver sıkıntıyı işi yapacaklara  vur geri planda kalanlara!
………………
Gelecek yazı.... NAZLI BAŞIMIZI YAKABİLİR!

25 Kasım 2012

Ilıcak: “Masayı yumruklamayacaktım!

Bir gazete nasıl doğar, nasıl batar Yazı dizisi -9-
ÖZAL VE SIKINTILI ANLAR: Bulvar’ın yayın hayatı boyunca tepemizden eksik olmayan bir baskı ve bunun yol açtığı sıkıntı yaşadık... Bu baskı ve sıkıntının kaynağı o günün Başbakanı Turgut Özal idi... Zaman içinde gazetelerin Genel Yayın Müdürlerini toplar belli konularda bilgiler verirdi.. .Daha çok parayı anlatırdı... Aslında bu Genel Yayın Müdürünü etkileme yolu Özal öncesinde de kullanılıyordu. Belli Ankara muhabirleri belli siyasetçilere yakın olarak korunurdu!  Yakın gazetecilere iş bulamadıkları zaman işe alınmaları ricası da duyulamayan şeylerden değildi!.. Benim sıkıntım yapılan uygulamalara itirazımdan kaynaklanıyordu... Resimde sıkıntı da belli oluyor... Sayın Özal da ben de ellerimizi sıkma yarışı içindeyiz!. Benim yapabildiğim siyaset bu noktada sonlanıyordu! Önce dişimi sonra ellerimi sıkıyordum! Bugün Silivrideki meslektaşlarımı düşününce Özal ın en azından karikatülerine güldüğünü onları SAKLADIĞINI hatırlatmak isterim...

Ilıcak ailesi Süleyman Demirel tercihini, yeniden düzenleyememişti... İktidar yakınlığının avantajını kullanamaz hale gelmişti. Umulduğu gibi olmamış ve Turgut Özal yeni partisi ile beklenin ötesinde bir başarı ile iktidara gelmişti. Şimdi bu hatanın (bana göre iktidarla böylesine bağlantılı olmak ve bağlantılı kalmak aslında göremedikleri en büyük hata idi) sıkıntısını giderek ağırlaşan bir şekilde yaşıyorlardı..
Siyaset Kemal Ilıcak’ı sıkıştırmaya devam ediyordu. Kamacıoğlu, “Turgut Özal’da fil kini olduğunu anladık. Kur’an-ı Kerim dağıtacağımız bir pazar günü kağıda zam yapıldı” diye anlatır.

“Aldığım terbiye gereği olacak oldum olası dini duygularımı işimden ayrı tutmaya dünyevi işlere bulaştırmamaya gayret ederek büyüdüm… Hiç kimse ile paylaşılamayacak kadar özel bir duygudur! Ninem namazları bile kimse görmeden kılardı… Gösterişin günah olduğu sıkça işlenen önemli bir tema oldu… İsrafın günah olduğu gibi… Belki de bu dürtüleri yenemiyordum… Kul ile Allah arasında kalabalığa gerek yok derdi babam… Ve ben din işlerini kendi içimde tutma alışkanlığımı Tercüman grubu içinde de belli ediyordum… Onların çok iyi deyip bastırdığı fikirleri endişe ile karşılıyordum… Tercüman ahlakı içinde düşünülünce ben de tam ters bir alışkanlık vardı… Ramazan gelmeden hazırlanılır… Bütün bir ay ülkenin dindar görüntüsü sayfalara yansırdı… Bir ölçüde bunu kabullenmem normaldi… İnanılmaz bir baskı vardı… Reddedecek durumum yoktu… Ramazan sayfalarını kabullenip bir ay boyunca yayıma hazırlarken bile günlük hayata yansıyacak farklı yorumları aramaya gayret ettim… Tavır olarak da “açıkça oruç tutmadığımı” (çok sık kanayan bir mideye sahiptim! Yüreğimin kanamasından çok midem beni zorlardı) söyleyip öğlenleri alıştığım gibi yemek yedim… Etrafımda oruçlu olduğunu söylediği halde benimle oturup atıştıranları görmezden gelerek! Ama ölçünün din denince ne denli, kolaycılığa kaçtığını biliyordum… Baskının ne denli ağırlaştığını... Ramazan gayretleri,dansözlerin bir ay için örtünmesi ne kadar normal olabilir? Toplu tiraj alma gibi bir kolaycılık size reddedilmesi zor bir tuzak gibi sunuluyordu… Ve bu tuzak reddemeyeceğiniz bir alışkanlık oluyordu!

O günlerde çok iyi ve bizim gazete ile birlikte fasikül fasikül verebileceğimiz bir Kuran olduğu belirlenmişti… Dini konuları içeren kararlar Kemal Bey etrafındaki belli kişilerce yukarıda alınıyordu... Kerhen de olsa, senede bir ay da olsa bize bu terbiyeye uyma kalıyordu... Gazeteciliğim süresinde iki konu üzerinden yapılan promosyon beni hep korkutmuştur… Biri DİN diğeri seks… İki konuda sınırlarını ne kadar titiz çizerseniz çizin belli bir derinliği bulursa geri tepmesi en kolay olan alanlardı!.
 
Fasikülleri dağıtmaya başladığımız ilk hafta herkes çok mutlu olmuştu… Gerçekten verilen eser iyi seçilmişti. Bir grubu, bir düşünceyi tanımak önemliydi… Tiraj alıyorduk… 350 binlere geldiğimizde kağıt sıkıntısı bizi frenledi… Talep vardı ama gazete basacak kağıt yoktu. Bize ayrılmış toplam kağıt miktarı devletin istediği gibi belirlenmişti... Verdiğimiz ekler gazete içinde hesaplanmadığı için gerektiği kadar kağıt almamız mümkün olmuyordu… Alamıyorduk... Kontenjan dolmuştu… Bu yetmiyormuş gibi “Ben sizi fiyatla da terbiye ederim” diyen bir Başbakan vardı… Unutulmaz oluşu SEKA’nın kapalı olduğu bir pazar sabahı Başbakanın emri ile zam yapması olmuştu… Promosyon için ayrılan zamanı tamamlarken bir başka olayda da sıkıntımızı büyüttü… Belli gruplar gazeteye karşı tepki gösterip kuranı ayaklar altına alıyorlar bunlar lafını yayıyordu… Bir ucunda kadın resimleri, içinde Kuran var… Kuran basılırken yerlere düşüyor diye aleyhimize kampanya da bizi sarsıyordu… Yani binbir sıkıntı ile aldığımız 100 bin fazladan tiraj kampanya sonunda eski rakamımızı da geriletmişti.…Tiraj eski halinde yani 250 binlerde kalamamış bu kadar gayret ve promosyondan sonra 230 binlere inmiştik..
……………………
Salı toplantıları Kemal Ilıcak’ın çevresine eteklerindeki taşları boşaltma şansı tanıdığı ama çevrenin sadece taş boşaltmakla yetinmeyip bir o kadar daha suçlama ilave ettiği bir etkinlik oluyordu… Bana göre manası yoktu… Konuşulan gazete değildi… Gazetecilik de değildi… Şu bunu neden dedi ile başlıyordu. Belki de patron olarak Kemal Bey emrindekilerin dertlerini ilk elden dinlemek için böyle bir şey başlatmıştı. Ama giderek bu etkinlik sivrisinek besleyen, görünür ve itibar edilir bir bataklığa  dönüştü… Bazen beynim ve hafızam beni çok üzen olayları yarı yarıya siliyor… Bu nedenle isimleri yanlış söylememek için sadece olayı nakletmekle yetinmeliyim… İstemeyerek katıldığım için olacak Kemal Ilıcak’ın odasında oturacak yer beğenemedim… Kemal Bey hemen masasına yakın bir yeri işaret etti… Gelen sandalyeye emanet iliştim… Benden önce de ben konuşuluyor olmalıydım ki fırtına giderek hızlandı…
--İçimizden hançerlendiğimizi ne zaman göreceksiniz Kemal Bey… Bulvar denen gazete hem bizim içimizde, hem de bizden değil.!. Zararı büyük oluyor… Tercüman okuru bunu kaldırmaz…
Birden yüzler bana dönüyordu..Ve cevabını bakalım der gibi!

--Biz Tercüman okuru için mi gazete çıkarıyoruz? Bunu neden böyle düşünüyorsunuz?.. Tercüman olarak size düşmüyor mu bu görev… Tercüman okuru için siz gazete çıkarıyorsunuz. Biz Bulvar okuruna gazete çıkarıyoruz! Aynı tabana değil... Ayrı bir kesime!
--Ama Tercüman okuru da biliyor bunu... Bu gazetenin Tercüman’da çıktığını...
--Tabii bilecekler. Aynı anda adının da Tercüman olmadığını biliyorlar... Biz ne zaman Bulvar başlığı yerine Tercüman yazdık? Ne zaman Tercüman olmak istiyoruz dedik..
--Zaten olamazsınız ki!
--Olmamamız gerekiyor… Bu şu değil.. Beğenmiyoruz... Olmayız demek değil… Daha farklı bakabilmeliyiz… Hem Tercüman’a zarar verdiğimizi söylüyorsunuz… Hem Tercüman gibi çıkmamızı istiyorsunuz? Gerçek ne?
--Bu fikri nasıl kabul ettiniz? Bizim ürettiğimiz haberleri alıyor, bizim söyleyemeyeceğimiz üslupla veriyor… Buna neden göz yumuyorsunuz? Bize zararı var bunun…

Kemal Bey asla direkt muhatap olmuyordu…Sanki odada yokmuş gibi davranıyordu.. Bir an kendimi yem olarak Tercüman kadrosunun önüne atılmış hissettim… Sinirleri yatışsın diye hemen hepsi bokstaki gibi aynı çuvalı yumrukluyorlardı... Acaba Kemal Beyin horoz dövüşü merakı mı vardı? diye düşündüğüm de oldu... Saldırılar direkt bana yapılıyordu… Benden önce ne konuşuyorlardı diye sorayım diye de düşündüm…Neden illa benim gelmem isteniyor hakkında da bir fikrim olmağa başlamıştı…
--Haberi alıp yeniden yazdırma hakkın var mı? Bizim haber kaynaklarımızı köreltmek hakkını kimden alıyorsun?…
Çayım yarılanmıştı… Tuzlu kurabiyelerinden de iki adet kalmıştı… Tabağı Kemal Beyin masasına koydum… Hazırlandım… Saatime bir kere daha baktım…
--Beyler sohbetinize doyum olmuyor… Ama benim kadrom bana kurabiye yeyip saatlerce tartışacak, çevreyi çekiştirecek kadar zaman vermiyor… İşlerim yarım kalacak… Ve beni yarın bu yarım kalan işlerden dolayı da acımasızca eleştireceksiniz… İzin verin… Aynı soruları siz biraz da Kemal Beye sorun… İkinci gazete çıkarma fikri benim değildir… Patronunuzun kararıdır… Bana yansıyan kadarı ile elindeki şişkin kadroyu işsiz bırakmamak kovmamak için bunu yaptığını söylüyor… Neden sizi işten çıkarmadığını ve bunun yerine Bulvar gibi bir gazete yaptığını ben de anlamış değilim! Belki kendisi size anlatır. Ben size hak veriyorum… Yerden göğe haklısınız… İkinci bir gazete çıkarmamalı ve doğru olanı yapmalıydı!.. Sizi kovmalıydı! Sizin var… Benim zamanım yok… Ve aşağıya inmek sizin karşı olduğunuz bir gazete yapmak zorundayım… Kolay gelsin..
 ………..
Sadece zihnimde kalan kapıdan çıkana kadar odadan çıt çıkmadığı idi. Daha sonra Bulvar’a dönerken yürekten bir daha hiçbir kuvvetin beni bu toplantıya sokamayacağı kararını aldım… Öyle de davrandım… Asla bu toplantılara bir daha katılmadım….
HER YERDE BİRARADA: Bulvar tam bir okul gibiydi. Çalışanlar birbirine kenetlenmiş, gazetecilik heyecanını paylaşıyorlardı. Zaman zaman da bir araya gelip eğlenmesini de biliyorlardı (yukarıdaki fotoğraf). Bu dostluk, kaynaşma bugün de devam ediyor. Bulvar çalışanları çalıştıkları dönem de olduğu gibi yine bir araya geliyorlar ama biraz yaşlanmış olarak.

Bu  artık telâfisi mümkün olamayacak bir kırılma oldu… Şunu itiraf etmeliyim, bulunduğum konumda yapılmaması gereken bir şeydi... Ben aynı şartları bir kere daha yaşasam bunu aklımla değil yüreğimle cevaplardım… Yani gene aynı şeyi yapabilirim... Hayır... Kesin yapardım! Aynı tepkiyi gösteririm… Dürüstlüğün olmadığı bir ortamda dürüst gazetecilik olmuyor!. Bu olmayınca tarafsız ve inandırıcı bir iş çıkaramıyorsunuz… Sonuç benim yapabileceğim iş olmaktan çıkıyor. Bu kırılma da böyle oldu… Samimi değildiler… Gazete için konuşmuyorlardı… Bunu biliyordum…

Vazo çatlamıştı. Kırılması kaçınılmazdı ama benim için zamanı kestirmek de imkansızdı. Umutsuzluğun kökeninde zamanla gelişen çok olay oldu… Ana başlıkları şöyle sıralamak çok yanlış olmaz…

Nazlı Ilıcak ile Kemal Ilıcak arasındaki görüş ayrılıkları ve tartışma Bulvar’a yansıdı… Tavşana kaç, tazıya tut politikasının iflas ettiği zamanlarda aykırılık zararlı olacak boyutlarda gelişti… Kemal Ilıcak’ın para sıkıntısı Nazlı Ilıcak tarafından iyice kavranamaz olabiliyordu... Belki de gerçek ona kadar yansımıyordu... Veya gerçeği kavransa dahi “Tercüman söz konusu olunca bulup buluşturuyorsun… Bulvar’a gelince para sıkıntısı öne çıkıyor” yorumu ile sıkıntılı bir hale geliyordu..

Bunu en çok promosyon kampanyalarında yaşıyorduk… Örnek çoktu… Okul Ansiklopedisi verilecek, tanıtım işi CEN Ajans’ın… Sadece bir reklamla sınırlı değil bu çelişki.. Daha sonra giriştiğimiz hemen her promosyon işinde yakın sahneler sergileniyordu… TV şirketi CEN Ajans ve Nail Keçili bizi Taksim’de ağırlıyor, viski bardaklarını yudumlarken sıkıntım ikiye katlanıyordu… Yayın takvimi mutlaka benim itirazımla karşılaşıyordu… Reklam filmlerinin sayısı, uzunluğu, kaç saniye olacağı konusunda titizleniyordum… Nazlı Hanım heyecanla çok kolay olur olur deyip beğendikçe benim negatif tutumun çok da göze batıyordu! Reklam hazırlayanlar yayın frekansını getiriyor, inanılmaz güzel bir yayın zamanlaması diyerek Nazlı Ilıcak kabul ediyor, emrinde çalışan Genel Yayın Müdürü hemen ters bir tavır takınıyordu… Olmadık itirazlarla sorun çıkarıyordu…

Nail Keçeli mi ayarladı bilemem… Şimdi düşününce bu gecikmenin çok da masum olmadığını hissetmem normal… Bana Nazlı Hanımın biraz işi varmış… Sen lütfen erken gel… Siz Yalçın Beyle başlayın ben gelir size katılırım dedi demişti… Birlikte gidilmesi gereken yerlerde çok kere bu tablo böyle oluyordu… Önce giden ben olurdum. Nazlı Hanım sonradan gelirdi… Tahta merdivenlerin gıcırtısı biter bitmez cam masanın altına konan gemi dümenini elimle yoklardım… Her CEN AJANS’A gittiğimde bu benim için tik haline gelmişti... O gün Nail Bey pek canlı ve cana yakındı! Hele bana nasihat verirken de dikkatli…

“Kemal Ilıcak ile ben çok yakınız… Kemal Bey bazı ödemeleri benim üzerimden yapar. Tercüman içinde sorun çıkmasın diye bu yolu seçer… Yönetimin üstündekilere muhasebeden geçmeden yani gazete içinde duyulmadan yapılacak ödemeler olursa ben ayarlarım… Sen Tercüman ailesine yabancısın… Biz burada belli kişiler için, çalışsınlar, daha rahat edebilsinler, kafalarını dinlesinler diye otelde yer ayırır masraflarını bile öderiz. Pek çok ileri gelenin The Marmara otelinde özel odaları olur… Orada çalışabilirler... Tüm ücretini masrafını biz öderiz… Sonra onu Kemal bey bize öder..”Hiç tepki vermeden dinledim...
--Böyle ayrıcalıklı çok kişi var mı dedim..
--Senden önce diye saydı..
--Bak Nail kardeşim… Ben de senin kadar deniz düşkünü, doğa sevdalısı biriyim…Ama kendi teknem için kaptan tutmadım… Yelkenlerimin tamamını kendim açtım… Daha doğrusu yatçı değil deniz aşığı bir balıkçıyım… Dediğin konfor  bir balıkçı için fazla değil mi?  Beni liste dışı bırak!!

Hemen bir iki dakika sonra da Nazlı Ilıcak geldi.. Konu kapandı.. Daha doğrusu teklif tamamlandı… Başkalarının ne yaptığı, nasıl yalılarda oturduğu beni hiç ilgilendirmedi… Belki de şirin bir balıkçı köyünde nerede ise balık gibi denizle içiçe büyüdüm… Kancabaşların dar bir üçgen oluşturan baş boşluğu uyurken kaburgalarıma batmıyordu… Bebek koyuna getirdiği yeni teknesine İtalyan kunduraları ile girenlere de laf etmedim... Ben hep yalınayak kalmayı yeğledim... Öyle görmüştüm... Belki de başka bir şey bilmiyordum!
……………
Neden sonra fark ettim ki salı toplantılarının önde gelen öfkelileri bu tür gizli ceplerden zaman zaman soluklanıyor, bu kaynak onların daha fazla Tercüman’cı olmasını da perçinliyordu! Korkuları salt gazetecilik de değildi… Gelecek paraların azalması, kesilmesi idi… Kemal Ilıcak ne karşılığı olduğunu bilemem ama kimine fıskiye ile, kimine bardakla, kimine damacana dolusu gizli sulamalar yapıyordu… Ben beceriksiz çıktım… Veya bildiğim tek şeye gazeteciliğe öylesine sıkı sıkıya sarılmıştım ki başka hiçbir şeyi gözüm görmedi… Sakın sormayın… İyi mi oldu diye. Cevabını dahi bilmediğim bu iş beni üzüyor… Sanki içimde beni öldürmeyecek, ama mutlu olmamada engel olacak gizli bir yara var... Yıllar yılı kanıyor… Kan kaybediyorum… Meslek benden uzaklaşıyor… Ninemin oynamam için verdiği kalp Rus manatlarını direk yaptığım sopaya geçirip sandala benzer bir tahtayı yelkenli diye yüzdürdüğüm gibi umutlarım ya batıyor ya da ters bir rüzgarla kıyıdan uzaklaşıyordu… Oysa çocukluğumu mutlu kılan oyun çoktan bitmişti!
Bugün hâlâ konumunu koruyabilmiş, her zaman fırsat bulsam çalışmaktan keyif alacağım biri idi. Bir akşam üzerine hışımla yanıma geldi…
--Bu ikinci… Muhasebe faturamı ödemiyor dedi…
Şaşırmıştım… İster istemez soru ağzımdan çıktı:
—Ne faturası bu?
--Yabancılar geldi… Akşam yemeği verdim onlara… Oturup konuştuk… Bu ilk de değil kardeşim... İkinci… Deli kadın taktı bana… Ödemiyorum diyor faturalarımı...

(Muhasebecimiz çalışkan bir hanımdı... Hiç bir şey yapmasa parasını almak isteyenleri aşırı bir enerji ile savuşturuyordu... Bulvar’a da aynen diğer Tercüman ekibi gibi sırtlarına binen bir kambur olarak bakardı… Bana göre Kemal Beyin kurbanı olmaktan kurtulamıyordu… Keyfinden hayır demiyordu… Yoktu, para yok olunca yaratamıyor veremiyordu. Aslında bu tavır da Kemal Beyin bilgisi içinde gelişiyordu! Çok kere patron param yok demiyordu... Şöyle bir bakıyor... Nursel halletsin deyip başından savıyordu.! )

Kemal beyin muhasebeye in Nursel halletsin sözü boş bir talimattı… Zaman kazanma formülü idi. Ama kim inerse insin kötü kadın Nursel ile hayal kırıklığı yaşardı.
--Bak sen benden eskisin… Ben hem yeni hem de istenmeyen biriyim… Ama Kemal beyin para sıkıntısı olduğunu biliyorum… Nursel de sana kendi istediği için ne para ödeyebilir ne de ödeyemiyorum diye seni geri çevirebilir..

--Siz uykudasınız. Para bize gelince yok… Falancanın dul karısı söz konusu olunca o yok denen paralar şıp şak çıkıyor… Daha geçen hafta kadına yeni araba alındı… Haberin var mı?

Benim okuyabildiğim gördüğüm haberler ajansların ürettikleri ile sınırlı idi… Gülüştük… Giderken “ben ona yapacağımı bilirim” dedi... Muhasebe ile kavga edecek diye düşündüm… Kavgaya dair en ufak bir bilgi sızmadı...
Bir hafta kadar sonra Kemal Ilıcak odacısı ile haber yolladı… İşleri toparladıktan sonra odasına çıktım… Gene sıkıntılı idi… Çay may da ikram etmedi… Olanlardan sanki beni de sorumlu tutuyordu..  “Nedir bu dedi?”
--Ne nedir Kemal bey dedim..
--Bu deli ne haltlar karıştırıyor biliyor musun? Sen hâlâ onunla çalışmak istiyor musun.?
--Ne oldu? İyi gazeteci… Bizim için bulunmaz biri… Sorun mu çıkardı?
--Sana bir şey aktarmadı mı?
-- Bildiğim bir akşam yemeği faturasını Nursel geri çevirmiş. Daha önce bu tür faturaları ödeniyormuş! Bana geldi... Ben de “para olsa öderler herhalde…” deyip yatıştırmağa çalıştım… Sonra ne yaptı… Nursel’le kavga mı etti?
--Adam benim peşime takılmış… Üç gündür beni takip ediyor… Söyle kendine gelsin. Bir daha arkamda görürsem hatır matır dinlemem kovarım..
--Yapmayın Kemal Bey… İyi gazeteci diye bana verdiniz… Bırakın ben bir kere daha konuşayım.
………………
--Sen Kemal Beyi işten çıktıktan sonra takip mi ettin?
--Evi öğrenmek için… Nereye gittiğini biliyorum artık… 6 silindir beyaz Mercedes’ine binip nereye gitti biliyor musun.?.
--Lütfen bana anlatma… Ne demek patronu takip etmek… Bize ne?
--Bir müessesenin parası yoksa herkese yoktur. Metrese var, çalışana yok… Hoş bir şey mi?
--Asla… En azından senin bunu dillendirmen kadar tatsız bir durum… Seni sevdiğimi biliyorsun… İşten çıkarılmanı istemem… Yaptığını da doğru bulmam… Artık öğrendiğine göre takip işi sonlansın…
…………..
Artık ismim gibi biliyordum ki bir görünen, bir de görünmeyen ödemeler vardı… Bulvar para kazanıyor muydu? Belki… Ama bildiğim sarf ederken en azını harcamak zorunda idi..

CEN AJANS ilişkisi de soğudu… Toplantılara Nazlı Hanım tek başına gitti… Ben de fikir beyanında isteksizdim… Soğuma başlamıştı... Çok kişinin fark ettiği ama gerçeği asla anlam veremediği Nazlı Ilıcak ağlamaları, sinir krizleri başladı… Aklım bana asla araya girmemem gerektiğini söylüyordu ama tatbikat benim odamda yaşanıyordu… Ben özellikle gazeteler için düz salonda herkesin herkesi gördüğü bir oturuş şeklini tercih ederim. Bulvar da bunu uyguladık… Oda dediğim ise kapısı her zaman açık, yarım cam bölmelerle yapılmış bir yerdi… Nazlı Ilıcak’ın nerede ise koşarak gelip göz yaşarlarını tutamadığı sahnelerin gizli kalması da imkânsızdı… Ve genellikle böyle durumları promosyon öncesi reklam kampanyası bütçesinin onayı sırasında yaşardık… Hemen her zaman bütçenin yarıdan fazlası tıraşlanırdı... 30 saniyelik filmler 15 e düşerdi…
…......
Kemal Ilıcak-Nazlı Ilıcak çiftinin her gece bir toplantı programı titizlikle gerçekleşen ailevi işlerden en önemlisi idi… Bu tür toplantılarda Nazlı Hanım birilerini beğenebilir, o birileri de ertesi gün pat diye “beni Nazlı Ilıcak yolladı… Burada işe başlıyorum” diyebilirdi…
Olayın ilki beni çıldırtmıştı… Ben erken gelirdim… Hem trafikten hem de zamandan kazanamaz isem o gün dağılıyordum… Gazeteleri okumam,  not almam ancak 3 saatte bitiyordu. Bu nedenle 6.30 bilemediniz 7.00 de gazetelere bakmaya başlardım… En az iki saat sessiz ve hızlı okuyabilirdim… Haber toplantımızı da 10.30 da başlatırdık..Çok kere öğlen yemekleri yerine, üne kavuşmuş kızarmış ekmek beyaz peynir menümü alırdım… Çaycı Ercan’ın tabiri ile “kiremit arası beyaz peynir”.
O gün kızarmış ekmek gelmeden bunlar geldi… Kızcağız öyle zayıf ince idi ki uzun saçları ile elbise askısı gibi duruyordu… Master’lerini İngiltere’de tamamlamışlardı… Yanındaki esmer genç ise Rasputin benzeri sakalı ile tezatı tamamlıyordu… Ve çevre uzmanı çevreci olduğunu söylüyordu... Aynı anda da iletişimci idiler..
--Ben Nazlı Ilıcak ile dün gece görüştüm… Bugün de Yalı’ya çaya gittik. Burada işe başlıyoruz..
--İyi de neden bana bunu anlatıyorsunuz ki? Her şey tamam olmuş ise bana ne?.. Bana niye geldiniz ki? dedim... Erkek şaşırır gibi oldu…
--Ama sizin bize bir talimatınız olmayacak mı ?
-Ne haddime… Siz talimatları Nazlı Hanımdan alacaksınız… Size ne demişti demiştiniz… Gidin başlayın… Geldiniz başlayın... Dediğim gibi salon bir büyük oda kadardı... Hemen her şey göz önünde ve duyuluyordu... Salonda şaşkın kaldıklarını gören Akın yanımıza geldi (Yazı Müdürü ve kardeşim) bir kenara aldı onları… Ve tabii fren görevini ifa etmek için bir ara da bana kadar gelmişti!.
-- “Ağabey şekil kabul edilir gibi değil… Ama bunları denemeden de yollama. O da tepki, şeklinde yorumlanır... Haklı iken şekil olarak uygun iş yapmamış oluruz… Belki işe yarayacaklar, çok beğeneceğin eleman çıkacak bu kız… Sen iyi gazeteciye dayanamazsın! Kabiliyetli birini korursun! Çabuk kabullenirsin… Sabırlı olalım dedi.
--Akın söylediklerini uygula. Beni karıştırma… Siz deneyin… Beğenin… Ve çalışın… Siz karar verin… Ve asla bana bir daha gelmesinler... Sıkıntı verici tarz sürüyor!
Üç dört gün sonra Akın “senin haberin var mı ağabey… Bunlar gelmiyor iki gündür” dedi… Öğrendiğim şu oldu… Üç gün bizimle takılan ikili Nazlı Hanıma havuz başında şöyle bir teklif götürmüş.. “Biz gördük… Ve durumu kavradık! Bu Genel Yayın Müdürü ile gazete ilerleyemez. Bize yetki verin. Size Avrupai bir gazete yapalım… Onu zaman kaybetmeden atın, işe bizi alın!” Hemen her zaman sözümü tutma konusunda titiz davrandım… Onlarla asla ilgilenmedim… Ne oldular?… Ne dediler?… Nazlı Hamın ne dedi?… Sormadım! Bugün de bilmiyorum... Zaman zaman Nazlı Ilıcak keşke beni kovsaydı dediğim oldu... Meslekte bu denli gölgelenmezdim!

 Grubun içine düştüğü sıkıntı büyüdükçe büyüyordu... Nazlı Ilıcak’ın Tercüman da yazılarının yasaklanması da bu sıkıntının en uç nokrasıydı... Medya dedikodusunda bugün de iktidar eteklerinden düşmeyen isimler vardı... Bunlar bilhassa Turgut Özal’a yakın isimlerdi... O dönemde Mehmet Barlas benim yerime Kemal Ilıcak’a yazı müdürü olarak bir kaç kişi getirdi... Kulağımıza gelen bu hamle planın ilk bölümü olacaktı... Önce Bulvar yönetimi değişecek daha sonra kurtarıcı isim, yani Turgut Özal ile Kemal Ilıcak’ın arasını düzeltecek ve müeseseyi düzlüğe çıkarak kişi olarak Barlas grubun en tepesine oturtulacaktı...

O gün de olacak şey değil diye düşünmüştüm... Bir süre sonra Mehmet Barlas ile Tercüman grubunun senaryoya uygun birliktelikleri yaşandı... Mehmet Barlas’ı yakından tanımadığım için, her hangi bir şekilde bir araya gelmek de istemediğim için ona soramadım ama hemen hemen her toplantıda, her kokteylde karşı karşıya geldiğimiz eşi Canan Barlas’a sordum. “Sevgili Canan sen ILICAK ailesi için parlak sözler etmezsin! Bana anlatır mısın kocan Mehmet Tercüman için nasıl bir kaynak yaratacak ve sistem borçtan harçtan kurtulup ayağa kalkacak? Kocan banker mi gazeteci mi? Bu ekonomik imkan yaratma işi ne iştir? Gazeteciliktir de ben mi hiç bilmiyorum!
Canan Barlas a haksızlık yapmıştım... Bazen burumun dibine kadar gelen öfkeyi frenliyemiyordum... Canan cevap vermedi. Bozulup yanımdan ayrıldı!

Gerçekten Mehmet Barlas ne yapacaktı da sıkıntılar sona erecekti? Daha sonraki günler benim sıkıntım daha fazla arttı üzerime gelenler ortamı gerdi... Bulvar kapanana kadar  böyle bir değişikle Ilıcaklar ne kazanacaktı sormadım... Belki de kazançlarının belli bir bölümünü benimle paylaşmazlar diye mi düşündüm! Yerime kimse gelmedi... Çekip gitmem geçde olsa deniz projeme dönme imkanım olmadı... Yerime geçmek üzere işe alının 3 gençle de tanıştım... Bir kaç hafta Tercüman bölümünde oturdular... Daha sonra gazetenin belli sayfalarını yaptılar zannediyorum... Sonra ne oldu? Neden bu transfser olmadı... Hiç kimseye da sormadım... Önümde eşine yazı yazdırmayan bir patron vardı!

Gelecek sayı:Nedir bu gizli kapaklı işler?