30 Ekim 2008

Felsefeci Aristo’nun çözüm önerileri!…

Elektronik postalarda bir hikaye dolaşmıştı. Çoğunuza gelmiştir. Bir yere kaydetmiştim. Okumamış olanlarla günümüze uygun bu hikayeyi paylaşmak istedim;
Büyük İskender felsefenin duayeni sayılan Aristo’ya bir mektup yazar.''Zaptettiğin topraklardaki insanları kontrolün altında tutabilmek için neler yapmalıyım” diye görüş beyan eder;
1- Ülkenin ileri gelen insanlarını sürgüne mi göndereyim?
2- Ülkenin ileri gelen insanlarını hapse mi atayım?
3- Ülkenin ileri gelen insanlarını kılıçtan mı geçireyim?

Aristo’nun cevabı:
1- Sürgünde toplanıp sana karşı başkaldırırlar,
2- Hapishaneler militan yuvası olur, kontrolden çıkar,
3- Onlardan sonraki kuşak intikam hırsıyla büyür, tahtını sallar.

Çözüm olarak şu nasihati verir;"İnsanların arasına nifak tohumları ekeceksin,
Birbirleriyle savaşınca hakem olarak kendini kabul ettireceksin,
Ama anlaşmaya giden bütün yolları tıkayacaksın”.

Aristo'nun önerileri hâlâ geçerli değil mi?

25 Ekim 2008

Kimse ümitlenmesin,Cumhuriyetimiz sonsuza dek yaşayacak!

Cumhuriyetimizin altını oyanlar! Oymaya çalışanlar!
Hiç heveslenmeyin!
Bizden sonra çocuklarımız, çocuklarımızdan sonra torunlarımız.
Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşatacaklar.
Bunu böyle bilin!....
Cumhuriyet Bayramı'mız kutlu olsun!...

22 Ekim 2008

Eğitmenlerin “Ergenekon İş Grubu”!...

Biliyorsunuz benim iki şapkam vardı; birincisi gazeteci, diğeri de hukukçu şapkam.
Bu blogda ilk soruşturmanın yasa gereği gizli olduğunu ve buna uymanın hukuka uyma olacağını defalarca yazdım.
Gazetecilik, her önüne konan habere balıklama atlamak değildir.
Bu hatırlatmaları neden yaptım?Ne yazık ki medyada ilk soruşturmanın gizliği diye bir şey kalmadı.
İlk soruşturma bilgileri de yalan yanlış haber haline gelince ne hukuk kaldı, ne de medyanın tarafsızlığı.
Aylardır “Ergenekon” kelimesi ile yatıp kalkıyoruz.
Dava başladı. Aslında başlayan davanın ismi “Ergenekon” falan değil.
Bilmem kaç sayılı dava. Bu davanın dosyasının kapağında isim yoktur, sayı, tarih vardır.
Medyamız meraklıdır isim yakıştırmaya. Biri bir isim koydu mu bunun aslı astarı var mı diye bakılmadan hemen atlanır o ismin üzerine.
“Ergenekon” ismi sanırım sanıklardan bazılarının “destandaki önemine paralel” kendilerine yakıştırdıkları bir isim.
Üzüldüğüm nokta medyamızın hali.
Yarını düşünmeden, milli değerlerimize aldırmadan, genç kuşaklara bıraktıkları mirasa bakın!.
Ergenekon’la terör eşdeğerde ve yan yana.

Fotoğrafta Türklerin Ergenekon'dan çıkışı anlatılıyor. (Foto. Doğu Türkistan web sitesi)
Sevgili dostlar; Biliyorsunuz ama ben yine de “Ergenekon Destanı”nı hatırlamakta fayda görüyorum:
Genel olarak bu destan hile ile yenilgiye uğrayan Türklerin Ergenekon Ovası’nda yeniden toparlanıp eski yurtlarına dönerek düşmanlarıyla çarpışmalarını anlatır. Destana göre, düşmanlar Türkleri yenemeyeceklerini anlayınca yenilmiş gibi yapıp kaçarlar. Türkler de peşlerine düşer. Düşman geri döner. Türkleri kılıçtan geçirir. Çadırlarını, mallarını yağmalarlar.
Türklerin başındaki İl Kağan’ın Kayı adlı oğlu sağ kalır bu savaşta. Bir de yeğen Tokuz Oğuz. İkisi de tutsak olur ama bir süre sonra karılarını da yanlarına alıp kaçarlar. Yurtlarında buldukları sürülerle dağlara doğru yol alırlar. Öyle bir yere gelirler ki sadece geldikleri sarp yolu vardır bu yerin. Buraya “Ergenekon” adını verirler.
Kayı ve Tokuz’un çocukları doğar ve zamanla çoğalırlar. Aradan dört yüz yıl geçer. Bulundukları yere sığamaz olurlar ama Ergenekon’dan çıkış imkansız gibidir.
Kurultay’ı toplarlar. Bu bölgeden çıkış kararı alırlar ama yol yoktur. Bir demirci akıl verir. Dağda bir demir madeni vardır. O maden eritilirse yol açılacaktır. Öyle yaparlar. Dağın her yanına bir kat odun, bir kat kömür koyarlar. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere yerleştirirler. Ve bir yüklü devenin geçebileceği kadar bir yol açarlar. Bir bozkurt çıkar karşılarına. Bozkurt onlara yolu gösterir. Ergenekon’u terk ederler.
Yani yeniden doğarlar.
O gün Türklerin bayramı olarak kutlanır.
Tıpkı Atatürk’ün yenilmiş Osmanlı’dan bir Türkiye Cumhuriyeti yaratması gibi.
Ne kadar benzerlik var görüyor musunuz sevgili dostlar.
Cumhuriyetimizin ilk yıllarında “Ergenekon” kelimesinin bir anlamı, bir ağırlığı vardı.
Köy Enstitüleri ile ilgili bir kitapta “Ergenekon” kelimesine rastlamıştım. Uzun süre hatırlamadım nerede gördüğümü “Ergenekon”u.
Birkaç saatimi verince bulmuştum aradığımı. Nerede mi?
İsmail Hakkı Tonguç’un “Canlandırılacak Köy” kitabında.
Biliyorsunuz İsmail Hakkı Tonguç Köy Enstitüleri fikrinin uygulama babası.
Köy Enstitüleri’nden önce köylünün aydınlatılması için Köy Eğitmeni Yetiştirme Kursları açılmıştı.
1936’da açılan Eskişehir Çifteler köy Eğitmeni Yetiştirme Kursunda eğitmenler çeşitli iş gruplarına ayrılıyor, başlarına da bir öğretmen veriliyordu.
Bu eğitmen grupları çeşitli isimler almıştı:
Altı ok, Kocatepe, Sakarya, Bozkurt, Duplupınar, İnönü, Çankaya, Göçyolu, Tınaztepe ve ERGENEKON.
İşte size, Cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki “Ergenekon grubu" ve Ergenekon kelimesinin kullanıldığı yeri.
Ne dersiniz? Nereden nereye değil mi?

19 Ekim 2008

Gazetecilerin gazeteci olmayan “TARAF”ları!

Son günlerde ordumuz ile ilgili yapılan eleştirilerin doruk noktaya çıkması beni üzüyor. Eleştiri mi, yıpratma mı?
Medyanın işi eleştirmek mi, yıpratmak mı?
Tabii ki eleştirmek ve eleştirileri de ülke çıkarının çizdiği çerçeve içinde yapabilmek.
Sizinle bir anımı paylaşmak istiyorum. Bu paylaşmayı yaparken isimleri yazmayacağım.
Büyük gazetelerin birinde genel yayın müdürü değişmişti. Ben de yazı işlerinde çalışıyordum. O dönemlerde çalıştığım gazetede sıkça genel yayın müdürleri değişiyordu ama ilk defa gazete dışından bir gazeteci genel yayın müdürü olmuştu.
İlk olarak bu arkadaş yazı işlerine birkaç kişi getirdi.
Onlar da dışarıdan!
İki başlı bir yazı işleri olmuştu. Birinci grup eski çalışanlar, ikincisi yeni gelenler.
Bu iki grup bir türlü kaynaşamamıştı. Yeni gelenler farklı gazetecilik yapıyordu. Sağda solda yayımlanmış haberleri alıyorlar, takla attırıp yeniden gazeteye koyuyorlardı.
Bir sabah toplantısında önemli bir roman yazarı ile röportaj yapılması istendi.
Konu Güneydoğu sorunu idi.
Gazetenin toplantıya katılan ve muhafazakarlığı ile tanınan bir yazarı, bir öneride bulundu. Roman yazarına “Güneydoğu sorunlarının yanı sıra çatışmalarda şehit olan gençler için de ne düşündüğünün sorulmasını” istedi. "Tamam" denildi ve bir muhabire görev verildi.
Röportaj yapıldı, yazı işlerine verildi. Yazıyı ilk ben okudum. Cümle düşüklüklerini, imla yanlışlarını düzelttikten sonra sayfaya konmak üzere hazırladım.
Muhabir, toplantıda konuşulduğu gibi muhafazakar yazarın istediği soruları da sormuştu romancıya.
Romancı bu sorulara kaçamak cevaplar vermişti. Cevapların ne olduğu önemli değildi, önemli olan bu soruların sorulmuş olmasıydı ve bu sorular, röportajın “tek taraflı” olmasını önlemişti.
Genel yayın müdürünün gazeteye aldığı ve yazı işleri müdürü sıfatı verdiği kişi, o gün gazeteye her günkü gibi geç gelmişti.
Röportajı sordu. Geldiğini ve sayfaya koyduğumuzu söyledik.
“Durun” dedi. “Bir de ben okuyayım. Benim okuduğum şekli ile gazeteye girsin”.
O da okudu ve röportaj onun okuduğu şekli ile gazeteye girdi.
E! ne olmuş der gibisiniz.
Bu arkadaş muhafazakar yazarın istediği tüm soruları ve cevapları yazıdan çıkarmıştı. Röportaj o şekliyle yani "tek taraflı" olarak yayımlandı. Bizim gazetecilik anlayışımızın tam tersi bir bakış açısıydı bu ama güç onlardaydı!...
O grup sonunda gazeteden ayrılmıştı, ayrılmıştı ama gazetenin okuyucu karşısındaki itibarı da zedelenmişti.
Bugün birtakım gazeteci sıfatlı kişilerin neyin “taraf”ı olduğu çok net görünüyor ne yazık ki.
O arkadaşın şimdi nerede çalıştığını merak ediyorsanız onu da söyleyeyim:
O arkadaş hâlâ TARAF”!......

16 Ekim 2008

Punto, ikinci yaş gününü kutlarken!.....

Paylaşmak.
İnsan hayatında çok önemli bir kelime diye düşünüyorum.

Şöyle etrafınıza bir bakın.Yakınlarınız.
Sizinle neyi paylaşıyor?Dostlarınız. Medya. Siyasiler. İş yerindeki arkadaşlarınız.

Neyi paylaşıyorsunuz?
“O dedi bu dedi”yi.
Bilgiyi paylaşan var mı?
çok az değil mi?
Ya tecrübeyi..Alıp nereye götürebilirsiniz ki tecrübeyi birileriyle paylaşamadıktan sonra.
İşte bu blog tecrübeyi, bilgiyi, yaşanan olayları ve bu olaylardan ders çıkarmayı paylaşmak istiyor.
Bu Blog'un açılmasında gurbet illerden yardımcı olan, teşvik eden en önemlisi bilgisini paylaşan Dilek'e sonsuz teşekkürlerimi sunarım”.
İki yıl önce bu blogu açarken yukarıdaki cümleleri yazmışım.
Aradan iki uzun yıl geçti.
İyi kötü bir çok bilgiyi sizlerle paylaştığıma inanıyorum ve bana itici güç olduğunuz için teşekkür ediyorum.
Zamanım yettiğince paylaşmaya devam edeceğim.
Pes etmeye hiç niyetim yok!......

14 Ekim 2008

Pazarda geçen koca bir ömür!...

75 yılı devirmişti. Bunun en az 60 yılında yaptığı gibi yine sabah 05.00’te kalktı yatağının sağ yanından. İşlerinin iyi gitmesi için hep sağdan kalkmasını öğretmişti ona ninesi. Abdest alıp sabah namazını kıldı. Torunlarına sağlık ve bol rızk vermesi için dua etti, Allah’ına. Artık kendisi kuru ekmek de olsa yerdi. Ama ya evdeki iki torunu. Onların daha ömürleri çok, yolları engebeliydi.
Yaz, kış giydiği çatlak çatlak olmuş deri yeleğini giydi, sonra da ayakkabılarını. Başına kasketini geçirdi. “Hadi evlat” dedi. Gün ışırken yola koyuldular. Haftanın 5 günü İstanbul’un pazarlarına çıkarlardı, büyük torunuyla. Son yıllarda işler hem git gide azalmış, hem de onun için zorlaşmıştı. Pazarcılığa ilk başladığı yıllarda bana mısın demediği işler, şimdi ona çok güç geliyordu. İhtiyarlık “çetin kış” diyen ninesini düşündü, torunu gaza basarken. Ne de çok gülerdi ninesi oflayıp pufladıkça. Kendisinin de bir gün ninesi gibi olacağı aklıcığının köşesinden geçmezdi.
“Bugün nasılsın dedeee” diye bağırdı torunu..."Ne bağırıyosun karşında sağır mı var” diye tersledi onu. Kulağının az duyduğunun yüzüne çarpılmasından haz etmezdi. Bu da onun tek huysuzluğuydu işte. “Tamam, tamam” dedi torunu gülerek. Ama sırtına tokadı yemeden edemedi.
Pazar yerine vardıklarında saat 07.00’ye geliyordu. Pazarcıların çoğu gelmiş çadır kuruyordu. Torunu demirleri indirdi önce, sonra çadır bezini, en sonunda da malları. Sonra minibüsü park etmeye gitti. Pazarın tüm çadırları kurulduğunda pamuktan bir tarla oluverirdi başlarının üzerinde. Çadırların altında ömrünü geçiren Bayram Amca, bayılırdı buna. Allah’ın ona ölünce de böyle beyazlıklar nasip etmesini diler, sevaplarının onu, bu çadırlar gibi korumasını isterdi. Torunu döndüğünde o çadır bezini açıyordu. Uçlarına urganları bağladılar, birlikte. Sonra ucu çengelli sopayla direklere tutturdular çadırı, dört ucundan. Takatsiz çekti Bayram Amca, nasırlaşmış elleriyle urganı ve çadırı gerdi. Karşı komşusu olan gömlekçi Ali, her seferinde “çadırı iyi çekin Beyram Emica, güneş malları bozuyo” diye laf geçirirdi. Allah günah yazmasın sevmiyordu o göbekli adamı. Pazarın raconu bozulmuştu, git gide. Eskiden ne efendiydi pazarcılar. Sonradan it, kopuk doluşmuştu pazara. Ya yandaki kuruyemişçiye ne demeliydi. Her seferinde tezgah büyüklüğü kavgası yapardı. “Bayram Amca, gene geçtin sınırı. Çek bakalım tezgahı biraz..Biraz daha, biraz daha” Kuruyemişleri görünsün diye Bayram Amca’nın askı yapmasına bile izin vermezdi. Oysa Bayram Amca, astı mı o bebe giysilerini, pazar şenlenirdi sanki. Rengarenk, çiçekli, şapkalı, fırfırlı elbiseler, mini minnacık ceketler, zıbınlar...Tezgahın üzerine, kim bilir hangi bebeğin yumuşacık tenini okşayacak giysileri özenle dizdi torunu.
Hayatın yükünü sırtında taşır gibi gümüş rengi güğümünü yüklenen limonatacı Yaşar geçerken, Bayram Amca, el etti; “Ver bi limonata oğul”...Kahvaltıyı, torunuyla birlikte pazar yerinde yaparlardı.
“Yürüüü, çık git pazardan”.
“Pis Fenerbahçeli”.
“Çeşmeden mi dolduruyon bunları”.
“Yürrrüüü Pis Apo yürrrrrüüü.”
Sarı lacivert boyalı, en büyük Fener_ Malatyalı yazan el arabasıyla Deli Apo geçiyordu, sağa sola küfürler savura, savura: “Senin de ananı...senin de...”
Su satıyordu Deli Apo. Pazarcıların hoşuna giderdi Deli Apo’nun küfürleriyle yıkanmak. Ağza alınmayacak küfürler ederdi Apo, hiçbirinin cesaret edemediği. Koyu Fenerli Apo’nun sağı solu belli olmazdı. Fenerbahçe’ye kızarsa eğer, yakardı gemileri ve sarı kırmızı yapıverirdi arabasını.
Rahat bırakın adamı yahu” diye bağırdı Bayram Amca. Uğultular arasında uzaklaştı Deli Apo.
Bayram Amca yaşlarında bir kadın yaklaştı tezgaha. Kaça bunlar dedi. 5 dedi torunu. İki tane alsam 8 olmaz mı dedi kadın. Olmaz dedi Ramazan.
“Ver ver” siftah olsun dedi Bayram Amca. Kadın küçücük para keseceğinden dürülmüş bir 10 ytl çıkartıp uzattı, tek parası buymuşcasına. İki YTL’yi alıp pazarlık yapmanın gururuyla kocaman kalçalarını oynata oynata uzaklaştı tezgahtan.
Eşofman satan Ömer Abi, “toruna eşofman lazım değil mi hanım abla” diye yapıştı, yaşlı kadına. Son zamanlarda pazarda en az bulunan şey alıcı müşteriydi. Ramazan’a kağıt ve kalem getirip: “Şuraya Hamdi Bey’in en son teklifi beş YTL, yaz bakalım Ramazan” dedi. Yedi ytl’ye sattığı eşofmanları durgunluktan beşe indirmişti.
Hamdi Bey, televizyonun pek popüler yarışma programı var mısın yok musun un bankacısıydı ve yarışmacılara, başarısına göre belirli paralar öneriyordu. Ömer Abi’nin yaratıcı slogan bulmakta üstüne yoktu. “Gardrop Fuat’ın malları bunlar”, “Al bu kirazdan, kalmaz birazdan” “Pazarın Vakko şubesi”, “Kısmet açan takımlar”...
Ama bu hafta onu zorlayacak bir gömlekçi gelmişti. Genç bir çocuktu, düzgün birine benziyordu, “Çok rahat şeyler bunlar”, “Çok rahat şeyler bunlar” diye bağırdıkça, pazardaki birkaç müşteri de onun tezgahında toplanıyordu.
Bayram Amca, “yine çok sıcak olacak” dedi torununa, kasketini kaldırıp başının üzerindeki terleri silerken. Kötü hissetti birden kendini..Gül yüzlü karısını düşündü önce, kararan gözlerini beyazlıklara dikti sonra ve sonsuz beyazlıkta kaldı gözleri..."Dedeee, Dedeee" diye bağırdı torunu. İstedi ki, “ne bağırıyosun sağır mı var karşında” desin dedesi.
Ama dedesinden ses çıkmadı. Gözleri beyazlıkta takılı kaldı..Pazarcılar doluştular başına..Koca gövdesiyle gömlekçi Ali sırtladı Bayram Amca’yı. “Noldu”, “nolmuş”, “ölmüş mü”, “yaşıyor mu?”Yazık yazık”..”Çok yazık” sesleri arasında uzaklaştı Ali. Ramazan da arkasından koşturdu.
Pazarda o an kuş uçmadı sanki.
Bayram Amca ertesi gün öğle namazından sonra toprağa verildi. Tıpkı pazarın çadırları gibi beyaz kefene sarılı vücudu, çok sevdiği 42 yıllık karısının üzerine gömüldü, koyun, koyuna sonsuza kadar uyumaları için.
Ertesi salı, pazar yine kuruldu, ipler yine düğümlendi, çadırlar yine gerildi. Bayram Amca’nın tezgahında bu sefer bir tek Ramazan vardı. İsteksiz açıyordu tezgahın üzerine bebe giysilerini. Canı kahvaltı bile etmek istemedi dedesiz. Limonata da içmedi.
Dedesi onu bu kez beyaz bulutların üzerinden gözledi. Yardım etmek istedi Bayram Amca torununa ama kocaman beyaz bir buluta takılı kaldı eli. Baktı ki, torunu işinin başında..Buluttan yorganını üzerine çekti, gül yüzlü karısına sarıldı...

11 Ekim 2008

Korkutan ama vazgeçilmez ziyaretçiler!...

Mevsim gelmiş, kış uykusundan uyanmıştık. İki çift saydam zar kanadımla yiyecek bulmak için bir oraya bir buraya uçuyordum. Petek şeklindeki bir çift bileşik ve üç adet basit gözümle ortalığı tarıyorum. Bileşik göz ana arımızda üç bin, bizlerde yani işçi olanlarda dört bin, erkeklerimizde ise sekiz bin basit gözün birleşmesinden meydana geliyor. Onun için hiç şeyi kaçırmayız gezdiğimiz zaman.
Başımızda bir çift duyarga vardır. Bunlarla koku, tat ve dokunma, hissetme duyularımızı sağlarız. Duyargalarımızın içerisindeki sinir uçları ile rüzgar hızını ve hava sıcaklığını da algılarız. Dilimiz 6-7 mm arasındadır ve türlerimize göre değişir. Göğüslerimiz çok önemlidir. Bizim hareket merkezimizdir. Orta bacaklarımızın üzerinde polen fırçası denilen sert tüyler vardır. Bunlarla çiçeklerdeki polenin göğüsten ve ön bacaklardan arka bacaklara aktarılmasını sağlarız. Toplanan polenleri arka bacaklarımızdaki sepette toplarız.. Bizi biraz tanıdınız sanırım.
Gelelim hikayemize:
Sıcakların bastırmasıyla “bizimkiler” de yine yazlık evlerine gelmişlerdi.
Biraz geç kalmışlardı ama gelmişlerdi işte. Gelmelerine çok sevindik. Ekmek kapımız açılmıştı zira.
Her sabah uğrarım bizimkilere. Arka balkonda kahvaltı yaparlar. Gözüm hep tatlılardadır. Özellikle reçellerde. Ama bizimkiler reçelleri bir kap içinde saklarlar. O kabın etrafında dolaşmak, kapağının açılmasını beklemek “sabır işidir” benim için.
Günler böyle sakin sakin geçerken bir hafta sonu telaş başladı “bizimkilerde”. Birileri gelecekti, bu bizim de işimize gelirdi. Zira misafirlere çıkarılacak yiyeceklerden biz de nasibimizi alabilirdik.
Gele gele bir çocuk geldi misafir olarak. Saçları dibinden kesilmiş, gözleri fıldır fıldır bir çocuk. Yerinde duramıyor, her tarafı keşfetmek için bir o tarafa koşuyor bir bu tarafa. Peşinde de büyük hala.
Çocuğun bize göre en iyi huyu eti çok sevmesi. Sürekli et pişiyordu onun için. Ben ve arkadaşlarım etten bol bol koparıyoruz, arka ayaklarımızdaki sepeti dolduruyoruz. Keyfimize diyecek yok. Ufaklığın şerefine bol bol et pişiyor, biz de etin başına üşüşüyoruz. Bir gün biz ete yapışmışken ufaklık gördü beni. Öyle bakakaldı. Dedesine döndü nedir bu dercesine. Dede anladı hemen. Anlattı “Bu bir arı. Etten, reçellerden, çiçeklerden malzeme topluyorlar. Sonra bize bal yapıyorlar” dedi. Ufaklıkla tanışmamız böyle oldu.
Hafta sonu ufaklığın annesi ve babası geldi bizimkilere. Anne tedirgin bakışlarla bizleri şöyle bir süzdü. Tehlike çanları çalıyordu. Hemen hissettim. Anne bizden korkmuştu, sadece savunma için kullandığımız zehir kesesine bağlı iğnemizi ufaklığa batıracağımızdan çekiniyordu. Halbuki iğnelerimiz geriye çentiklidir; bu yüzden birisini sokunca iğneyi geri çekemeyiz. Bunun için hayatımızı tehlikede görmediğimiz sürece kimseyi sokmayız. Korkusunu anlıyorduk.
Evin büyüğü ile bir şeyler konuştu. Masaya kap getirdiler. Kabın içine kahverengi bir toz döktüler. Ve yaktılar. Ortalık bir anda duman oldu.
Biz dumandan nefret ederiz. Hele kahve dumanından. Aman aman!. Hemen uzaklaştık masadan.
Arkamızdan ufaklığın bizi aradığını hissettim ama duramazdık oralarda artık. Yuvamıza çekildik, kahve dumanı salmayan başka bir balkon aramaya başladık.

7 Ekim 2008

İpsiz Recep'i TRT 1 hatırladı, dizisini yaptı!....

İpsiz Recep ve çetesi. Fotoğraf Karalahana internet sitesinden alınmıştır.
Televizyonlardaki dizi furyasına kendini kaptırmamışlardan biri de benim. Abuk subuk dizilerle pek işim olmadı.
Bugünlerde TRT1’de bir dizi başladı. İpsiz Recep. İpsiz Recep ismi bu blogu izleyenler için yabancı bir isim değil. Kurtuluş Şavaşı’mızın isimsiz kahramanlarından. Muharrem Kaptan İpsiz Recep’i anlatmıştı bizlere. (Mart 2008)
Okumayanlar ve diziyi izlemek isteyenler için o yazıyı tekrar sizlerle paylaşıyorum;

“Rizeli bir taka kaptanı olan İpsiz Recep Reis Batum’dan Rize’ye yük taşırken, zaman zaman da insan getiriyormuş.
Yine böyle bir seferde teknesine on yedi silahlı adam alıyor. Bunların İstanbul’da karışıklık çıkarmaya giden Ermeni komitacılar olduğunu farkedince yanındaki Rizeli Abdullah ile komitacıları bir şekilde öldürüp denize atıyorlar.
Yalnız bu adamlar Rus vatandaşı olduğu için Rusya Recep Reis’le Abdullah’ı kendilerine teslim edilmesini istiyor. Durumu öğrenen Recep Reis İnebolu ya geçiyor ve orada Cebeci köyüne yerleşiyor. Recep Reis Kerempe ile Kefken arasında taşımacılık yapıyor.
Genel af çıkınca tekrar Rize’ye dönen Recep Reis Batum’a geçiyor ve Ruslara yakalanıyor. On yedi kişinin ölümünden sorumlu olarak tutuklanarak 6 ay hücrede kalıyor. Ayağında zincir ve güllelerle çok eziyet ve işkence görüyor.
Kimilerine göre Azebaycanlı bir gardiyanın yardımıyla zincirleri kırarak kaçmış, kimilerine göre de Rizeli fırıncılar gerekli yerlere para vererek kurtarmışlar. Oralarda barınamayacağını anlayınca İstanbul’a gelmiş ve Sarıyer’e yerleşmiş. İşgal döneminde Rum ve Ermeni çeteleri, işgalcilerin desteğiyle azıtmışlardı. İpsiz Recep Reis bir grup kurarak onlarla mücadeleye girişiyor. Bu çete reislerinin en zalimi Giritli Andon’muş.
İpsiz Recep Reis Andon’la ilgili araştırma yapıp gerekli bilgileri toplamış. Andon’un her Pazar Tarabya’da bir gazinoya gittiğini öğrenmiş. Andon’un çetesi kırk kişi imiş. İpsiz sekiz tayfası ve Sarıyer’den katılan üç Rizeliyle toplam on iki kişiymiş. Bir Pazar gecesi gazinoya baskın yapıyor ve Andon’a dört el ateş ediyor Andon ölüyor, çetesine de büyük kayıp verdiriyorlar. İpsiz ve adamları kayıpsız çekiliyor.
Çetenin ikinci adamı Hrista ve İngiliz gizli servisi, İpsiz Recep’i yakalamak için harekete geçiyor. Boğaz’a elli asker gönderip ev ev arama yapıyorlar ama Recep Reis’i bulamıyorlar. Recep Reis arada bir Rize’den tanıdığı Rumelifeneri’nde oturan Giritlioğlu Hacı Şakir’in evine de uğrarmış. ( Hacı Şakir ailemizin büyüklerinden. Punto).
Recep Reis yine bir akşam çetesinden birkaç kişiyle Fener’e gelmiş, alt katta onlara yemek ikram edilmiş. Kısa bir süre sonra Recep Reis’i arayan İngiliz devriyeleri de Hacı Şakir’in kapısına dayanmış. Hacı Şakir dede onları de buyur etmiş ve üst kattaki misafir odasına almış, hemen sofralar kurulmuş. İngiliz’ler yemeğe başlayınca Recep Reis ve adamları alt kattan kaçmışlar.
Daha sonra Anadolu’ya silah nakliyle ilgili olarak Kefken’e gidip orada kalmış. Orada da Kandıra İzmit havalisindeki Rum çeteleriyle savaşmış. Milis yüzbaşılığına kadar yükselmiş. Kurtuluş savaşından sonra Atatürk Recep Reis'e milletvekilliği teklif etmiş. Gelen heyete “BİZ İŞİMİZİ TAMAMLADIK EFENDİLER. SAVAŞTA DİK DURAN BAŞIMIZI SİYASETTE EĞMEYİZ. TİLKİNİN BU PAZARDA İŞİ YOKTUR. GAZİ PAŞA HAZRETLERİNE HÜRMETLERİMİ ARZ EDERİM” diyerek kabul etmemiş".

6 Ekim 2008

"Bizim kaktüs"ün hayat hikayesi!....

Maslak’taki siteye taşındığımız 1995 yılıydı. Gazetedeki bir çok arkadaşım da aynı siteye taşınmıştı. Tabii sitemizin durumunu ve çevre düzenlemesini bol bol konuşuyorduk.O sıralarda binamızın girişindeki merdivenlerin iki tarafına kat kat inen çiçeklikler yaptırmıştım. Yaptırmıştım diyorum bina kurulduğundan beri yöneticiliğini ben yapıyorum.

YAVRU VE ÇİÇEK DALI: Bizim kaktüs bir yandan neslini devam ettirmek için yavru verirken bir yandan da çiçek için ileriye doğru bir kol uzatıyor.
Çiçekliklerde bir türlü çiçek barındıramıyorduk. Sitenin gençleri -sağ olsun- geceleri merdivenlerde oturuyor, doğal olarak da çiçekleri eziyorlardı.Gazetede gençlerle ilgili şikayetimi duyan bir dostum “dur sana kaktüs getireyim. Oturdukları yere dik. Bakalım ne yapacaklar” dedi.Fena fikir değildi. Eşi zaten bıkmıştı kaktüslerden. Ertesi günü iki tane ayva büyüklüğünde köklü kaktüsle geldi.Ben de merdiven çiçekliklerine diktim bunları.
KOL KEPÇE AĞZI GİBİ ŞEKİLLENİYOR: Kaktüsün çiçek için uzattığı kol belirli bir mesafeye geldiğinde yavaş yavaş kepçe ağzı gibi şekilleniyor. Çiçek dünyaya gelmeye hazır artık. Açma anını yakalayamadım. Zira sabaha karşı açmış çiçeğini.
Cidden iyi iş gördüler. Ama kaktüs işte. Hiçbir albenisi olmayan şeyler! Ne olacak?Hangi yazdı hatırlamıyorum. Yazlıktan eve gelmiştim. Merdivenleri çıkarken gözlerime inanamadım. Bizim “popo kaçıran” kaktüslerden biri çiçek açmıştı, Hem de ne açma. Kaktüsten bir kol çıkmış, çıkmış ve ucunda çok güzel bir çiçek. Ertesi gün ise çiçek buruşmuş ve kol küçülmüştü. Bir gecelik çiçek açan kaktüstü bizimkisi. Bir iki yıl sonra yavruladılar. Zaten bazı çiçek dostu (!) çocuklar kalemle delik deşik etmişlerdi kaktüsleri.Yavruları aldık ve eve taşıdık. ÇOK KISA SÜREN GÜZELLİK: İnsan bu güzelliğin doyuncaya kadar sürmesini istiyor ama ne yazık ki ömrü çok kısa. Bir gece açıyor, o gün size eşlik ediyor ve ertesi gün elveda diyor.

Her yaz bizim olmadığımız bir zamanda açıp kapanıyorlardı.
Bu yaz bir mucize oldu. Yavru kaktüs ikinci kez filizlendi. Hemen gün gün gelişimini fotoğrafladım.
Dört gün içinde açmıştı bile.
Sonra mı? Sadece kendini bir gün sevdiren çiçek, bir başka yaz açmak üzere kapanıp gidiverdi..
Ama biz aile olarak takipteyiz. Yavrularını büyüte büyüte, o kaktüs ailesini de evin vazgeçilmezleri arasına katmaya devam edeceğiz.

2 Ekim 2008

Meraklısına diğer dinlerin bazı bayramları!...

Bir bayramı daha geride bıraktık. Ailemizle, dostlarımızla buluşmak, birlikte zaman dilimlerini paylaşmak ne kadar güzel şey.
Bir hafta boyunca dilimizden düşmeyen tek kelime “bayram” oldu. Sahi bizim bayramları hepimiz biliyoruz. Ya diğer insanların kutladığı bayramlar?
Hiç merak ettiniz mi?
Ben biraz araştırma yaptım ve kaynağını bulamadığım bazı bilgiler elime geçti. Bir yerlerden kesip saklamışım.
Merak edenler için işte diğer dini bayramlardan bir kaçı:

APOTAMİ KEFALIS İONNU: Rumlar Yahya Peygamber’in başının kesildiği 29 Ağustos günü perhiz yaparlar, domates, karpuz gibi rengi kırmızı olan hiçbir şeyi kesmezler, yemezler.
APOKRİES: Rumların karnavalı, Paskalya Yortusu’ndan 40 gün önce kutlamaları. Büyük oruçtan önce üç gün aralıksız eğlenilir.
AVAK ŞAPAT: Ermeniler, bir hafta boyunca İsa’nın gerilmesi sürecindeki olayların anılarını gün gün ayrı ayrı yaşatırlar.
AYİAS THEKLAS: Rumlar 24 Eylül’de Ayia Thekla adlı azizeyi anmak için Büyükada’daki Aya Yorgi tepesindeki manastıra çıkarlar. Manastıra yalınayak çıkılır ve mum yakılarak adak adanır.
AYİU STEFANU: 27 Aralık’ta Rumlar Hristiyanlığın ilk şehidi sayılan Aziz Stefanu’yu anarlar.
BOUTHO DNİNVE: Ninova halkının MÖ 862 yılında Kral Tiğlatpalassar dönemindeki “büyük tövbe”sini örnek alarak Süryani cemaati oruç tutmaktadır.
CEMAAT BAYRAMI: Yezidilerin bayramıdır. Yezidilerin piri Şeyh Adi’nin bir araya getirdiği ilk cemaatinin anısını tazelemek için kutlanır. Yedi gün sürer.
İDO DAKYOMTÖ: İsa Mesih’in Diriliş Bayramı. Bu bayramda yumurta ya da yumurta formu taşıyan hediyeler sunulur. Yumurtanın sarısı Mesih’in özverisini, beyazı ise tanrısallığını ifade eder.
PURİM: İsmi Ester olanlar bu bayramdan bir gün önce oruç tutarlar. Kraliçe Ester’in Yahudi kavmini üç gün oruç tutarak kurtarması kutlanır.
YOM KİPUR: Musevilerin büyük oruç günüdür. Museviler, iki gün batımı arasında aralıksız oruç tutup dua ederler.