30 Ocak 2012

Denizcilerin yeni kâbusu; Demirleme sahaları!

Muharrem Kaptan yazıyor
     Son yıllarda denizcilikte uygulamaya konan bir takım kural ve yasaklar denizcileri özellikle kış aylarında ve fırtınalı günlerde çok zor durumlara düşürüyor.
     Ülkemizin sahilleri boyunca sıralanan limanların yakınlarında ilan edilen demir sahaları haritalara işlenmiş. Biz denizciler beklemeleri o sahaların içinde yapmak zorundayız.
Havanın iyi ve sakin olduğu durumlarda bir sorun yok. Ama fırtınalı havalarda o demir sahalarında barınmanın imkânı yok. Sahaların dışına çıkıp daha koruganlı yerlere gitmeye hem liman başkanlıkları, hem de Sahil Güvenlik izin vermiyor. Eğer dinlemezde giderseniz gıyaben para cezası kesiliyor.
Bu demir sahaları neye göre tespit edilmiş. Ön çalışma yapılmış mı ? O yörelerin denizcilerinin yaşam tecrübelerinden faydalanılmış mı ? Ben şahsen öyle bir çalışma yapılmadığına inanıyorum. Elli yıllık deniz hayatımda yaşadıklarımla şimdi yaşananlar arasında dağlar kadar fark var.
Örneğin benim doğup büyüdüğün yer Boğaz girişindeki Rumelifeneri’dir. Çocukluğumda daha sonra 12 yıllık balıkçılık ve 38 yıllık gemi hayatımdaki tecrübelerime dayanarak İstanbul boğazının kuzey tarafının en kaba dalga yapan yerinin Kilyos olduğunu o yörede yaşayan herkes bilir.
Kilyos açıkları demir sahası yapılmış, her fırtınada o bölgede mutlaka birkaç geminin tehlikeye düştüğünü hatta karaya gittiğini haberlerden izliyoruz. Sahiller gemi leşleriyle dolu.  Özellikle boş gemiler demir taramaları veya boğaz girişi için demir kaldırdıklarında kaba dalgalar yüzünden pervaneleri seyirdim etmekte gemiyi abrayamadıkları için karaya sürüklenmektedirler.
    Ülkemiz sahillerine bakarsak Karadeniz’de gemilerin sığınabileceği üç yer var. Bunlar Perşembe (Vona) Sinop ve Karadeniz Ereğli’ dir. Perşembe ve Ereğli ıskarça limanlardır. Perşembe Kuzeydoğu, Doğu, Güneydoğu rüzgârlarına açıktır. Ereğli Kuzey, Kuzeybatı, ve Batı rüzgarlarına açıktır. Sinop ise tüm rüzgârlara kapalı emniyetli bir tabii limandır.
Daha önceleri bilgi verilirdi. Şimdi ise 24 saat önceden izin almak gerekiyor. Halbuki oralara fırtına nedeniyle zorunlu olarak iniliyor. 24 saat önceden nasıl tahmin edilip de izin alınacak. Bir de Sinop demir sahasını iyice Doğu’ ya çekip ağır denizlerin olduğu yere almışlar. Limanın içi boş dururken gemiler sallanıp duruyor. Ege ve Akdeniz’ de de durum aynı.
Örnek vermek gerekirse Doğu ve Güneydoğu fırtınalarında Karaöz Koyu iyi bir limandır. Ama yeni uygulamaya göre Finike demir sahasına demirlemek zorunluluğu getirilmiş, tam denizin ve rüzgârın içinde kalınıyor. Her havaya kesin liman olan Kekova’ ya girmek ise büyük problem oluyor. Mersin tarafında Dana Adası gemilerin sığındığı bir yerdir ama artık Taşucu liman başkanlığı Taşucu demir sahasına demirlenmesini istiyor. Orası da Güney ve Güneydoğu rüzgârlarına açık bir saha.
     Demem o ki düzene sokacağız derken denizcilere hayatı zehir ediyorlar. Her şeyde olduğu gibi bu işte de ben yaptım oldu zihniyeti devam ediyor. Fırtınasız sakin daha kolay bir çalışma ortamının oluşmasını diliyorum.

28 Ocak 2012

ALACA AYDINLIK!...

KELAYNAK YAZIYOR
Ben herkesin yaşamasını, hem de düne göre bugün daha iyi şartlarla yaşamasını istiyorum... Bebek iken yüzü yanan 17 yaşındaki Leyla Demirci ise birilerinin ölmesini, ölenin güzel yüzlü olmasını ve ölüm sonrası uzuvlarını bağışlamasını istiyor! Antalya’daki ilk yüz naklinden sonra sıra onun...
Gerçeği görmek istemeyenlerin ise aşk kadar kuvvetli olan tutkularında başka bir şey var. Yüzsüzlük!

Fransa’ya gereğinden fazla değer verdik!. Uluslararası medyada Ermeniler güçlü biz ise haklıydık... Anlatamadık! Kendi işimizin daha zor olduğunu, Ermeni saldırısının giderek organize bir şekilde 2015’e hedeflendiğini bildiğimiz halde uzun vadeli planları kısa zamanda hayata geçiremedik... Sarkozy 1915 olaylarını Ermenilere rüşvet olarak sundu... Dönüp bize de akıl vermedi mi?
“Daha sakin olun. Biz bu kanunla hiç bir ülkeyi hedef almadık.”. Hiç bir ülke! Sadece Türkiye...

Gerçeğim yüzü ortaya çıkmadı! Prim yapan şey ne oldu? Sarkozy’nin yüzsüzlüğü!..
Dışarda uğradığımız haksızlıkları içerde kendi vatandaşlarımıza uyguluyoruz... Kafamızın tası bir türlü atmıyor... Nedir bu iş neden bitmiyor?.. Kazıyoruz, kafatası buluyoruz... 13 oluyor... 23 oluyor... Gerçeği bulamazken dedikodunun sıcaklığı, kini, nefreti öne alanlar için senaryo oluyor...

Ece bebek 43 günlük... Annesinin sarıp sarmaladığı kundakla resmi işlem peşinde... Sosyal yardım evraklarını tamamlamak için vesikalık resim peşinde... Bir ara uyanıyor... Bütün gücü ile ağlıyor... Pişman herhalde... Annesinin dizleri imdada yetişiyor. Bir sağa bir sola... Olmadı ıslak emzik ağıza... Bir parmak balla sağlanan suskunluğun devamı bir parmak boyu kadar!

Mustafa Pektaş da ağlıyor... Onun suskunluğu 60 yıl sonra bitmiş! Bağırıyor... Sakarya’ da başına geleni duymayan yok... Eli cebine gidince öfkesi katlanıyor. 60 yaşını geçeli bir kaç ay olmuş olmasına ama nüfus kâğıdı 12 günlüksün diyor... Cümle âlem, gözü ile gördüğü 60 lık adama değil, yanlış yazıldığını bildiği nüfus kâğıdına inanıyor. Ve Sakaryalı Mustafa 60 yıllık ömrünün 12 inci gününde gerçeği ispatlayamadığı için eczaneden ilaçlarını indirimli alamıyor! 12 günlük ya...

Ülkemin hemen her yanında alaca karanlık daha ileri demokrasi sloganı ile daha da yaygın hale gelmiyor mu? Rakamların yalan söylemesi zora giriyor... Askeri vesayetten şikâyetçi olanların gözü askerden başka bir hedef görmüyor. Sivil vesayetin rütbesi yok, adı yok, izi yok, örgütü yok! Öyle mi?

Dün varolan bugün soramadığımız ne dersiniz? Yol yoktu... Okula gitmek için çoğu zaman 2 saat yürüdüm. Otobüs boş ise bizi en arkaya alırlardı ve o günü hayatımızın en şanslı günü sayardık! Mahalle bakkalında satılan mallar on parmak kadardı... Yoklar çoktu... Çok şey yoktu... Ama sevgi vardı... Yakınlık vardı... Adamların cepleri değil ama yürekleri dolu idi! Dünün yokluğunu, bugünün varlığı ile değişemiyorum!.

Mechul işleri meşhur işler haline getirmedik mi? 21 yılda 1901 faili meçhul cinayeti özgür yaşam felsefesine ve ifade hürriyetine temel yaptık... Onları temellere attık... Yalan yanlış manşetlerle  meçhullere heyecan kattık!  İleri demokrasi diye diye ilerledik. Asla durmadık... Hayret verici rakamlara da ulaştık. Sadece geçen yıldan bu yıla 10 basamak birden geriye düştük... 178 ülke arasında 149’cu olduk..

Yoksulluk sıralamasında ülke coğrafyasını şaşkına çevirdik... Yoksulluk oranı Güneydoğu Anadolu Bölgesinde 2010 yılı itibariyle yıllık bazda 2,2 puan azaldı ve yüzde 11,5 olarak belirlendi. Söz konusu dönemde Doğu Karadeniz Bölgesindeki yoksulların sayısı ise 61 bin kişi artarak, 336 bin kişiye yükseldi

Elden bırakmadığınız birinciliklerimiz var. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) geçen yıl en fazla mahkûm edilen ülkeler sıralamasında Türkiye ilk sırada yer aldı. (AİHM) Başkanı Nicolas Bratza, Strasbourg mahkemesinin, 2011 yılı çalışmalarıyla ilgili bilgi verdi ve şunları açıkladı. “ Türkiye geçen yıl 159 davada, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin en az bir maddesini ihlalden dolayı AİHM’de mahkûm edildi”.

Bir birinciliğimiz oldu... Türkiye’yi bu sıralamada 121 davayla Rusya, 105 davayla Ukrayna izledi.
Yunanistan 69, Romanya 58, Polonya 54 davada yine AİHS’nin en az bir maddesinin ihlali dolayısıyla geçen yıl Strasbourg Mahkemesi tarafından mahkûm edildi.
İçimiz rahat olsun...
Siyaset ve siyasetçi her zaman milletin emrindedir. Millet ne isterse onu yapar! Siyaset kendi isteklerini de yaparken “Millet istiyor” der... Kimsenin aklına Millet kim demek gelmez! O sırada vicdan senelik iznini kullanır! Hâkim “vicdanım rahat değil... Elimizde delil yoktu” derken Dink davasının savcısı da tek konuda hâkimle ayni şeyi söyler. Onun da vicdanı rahat değildir.“Vicdanım rahat değil... Dosyalarda delil de vardı, örgüt te”.Gene de bir şey eksik! Hukuk kavramına olan inanca güven yok!

 Her gün bir yeni skandal yeni bir olay yansıyor.. Büyük bir kaynayan kazan fokur fokur. Kazanda kazananlar sır gibi! Futbolda Şike davası... 8 takım 93 kişi... Yıllarca şikâyet edilen konu yargıya gidince kulüplerin alacakaranlığı daha da yakına geldi! Bilinmezler bilinir, bilinirler bilinmez oldu... Alacakaranlıkla dansa alıştık... Biri bir vals çalsa ayaklarımız dolanacak. Tempoyu yakalayamayacağız. Normali, uygunu, güzeli, doğruyu unuttuğumuz ortaya çıkacak... Gide gide alacakaranlıktan alaca bulaca aydınlığa mı ulaşacağız!

23 Ocak 2012

Resmi bayramların özünü anlatabildik mi?

Bu günlerde gündemi  yakalamak çok zor.  Bir konu bitmeden bir başkası sıraya giriyor ve hepsi yarım yamalak tartışıldıktan sonra unutulup gidiyor. 19 Mayıs kutlamalarıyla ilgili tartışmanın ise pek biteceği yok gibi.
Bakanlığın kutlamalara koyduğu sınır,  sinir edici nitelikte.  Gerekçeler gerekçe değil. Tartışmayı rejim boyutuna taşıyacak nitelikte. 
İnsan belirli bir yaşa gelince olaylara daha bir tepeden, farklı bir pencereden bakıyor.
Sahi bunca senedir resmi bayramları kutlarız. Kutlarız da çocuklarımıza bu bayramların özünü, gereğini, millet olmanın çimentosu olduğunu, neden kutladığımızı anlatabildik mi?
Bir ulusun nasıl kurulduğunu, bu ulusun parçalanmamasının önemini anlatabildik mi?
Cumhuriyet’in özünü benimsetebildik mi?
Okullarda bayramlarla ilgili göstermelik olmayan, ciddi hazırlanmış programlar yapabildik mi?
Gençlerin ilgisini “bayramların önemine” çekebildik mi?
İnkılâp derslerine gereken özeni gösterdik mi?  Öğrencilere yakın tarihimizin önemini anlatabildik mi?
Resmi tarihin dışında araştırma yapmalarını özendirebildik mi?
Etnik görüşüne göre tarihi yorumlayanlara gerçek tarih işte budur diyebildik mi? Karşılarına geçip tezlerini çürütebildik mi?
Üniversiteden bir arkadaşım vardı. Üniversiteyi bırakmış, Harp Okulu’na girmişti. Tuğgeneral  rütbesindeyken 30 Ağustos’ta İstanbul’daki törenlerin komutanlığını yapmıştı.
Bir sohbetimizde şunları söylemişti:” Geçit töreni için yolları kapatıyoruz. Hem de iki kez. Provalarda ve törenlerde.  İçim sızlıyor. Halkı perişan ediyoruz. Vilayete raporlar sundum. Hipodrom gibi bir yer yapın. Törenleri orada yapalım. Kimseye derdimi anlatamadım”.
Böyle gelmiş böyle gider zihniyetini yıkabildik mi?
Şuna inanıyorum; Bir şeyi kutlarken çağın gelişimine uygun olarak onun özünü tam olarak anlatmalıyız. Bıkmadan usanmadan. Yoksa birileri gelir,”neyi niye kutluyoruz  ki” der.
Öylece bakakalırız.

22 Ocak 2012

Önce biz olalım!.. Ve biz kalalım!

Kelaynak yazıyor
Ne Hrant’ım ne Ermeni!.. Ne de şıp diye herşeyi kavrayacak kadar keskin zekâlı! Veya dan diye derin devletin en derin noktalarını tek atışta nişanlayacak kadar derin bilgi sahibi... Ne ırkçı, ne milliyetçi... Sadece derin endişe sahibiyim ve gerçek nerede deyip mantık büyüteci elinde arayan biriyim... İşi zora giren biri...

5 yıl önce de aynı cümleyi yutkunamadım... Gösterinin abartısı fazla geldi! Ben ne Hrant’ın ne de Ermeni! Henüz hafızam bana ihanet etmediği için çok net söyleyebilirim... Cinayeti duyduğum an ölümün beni nasıl sarstığını anlatamam. Kader bu... Ermeni bir ailenin mensubu olarak da doğabilirdim... Demek istediğim ben Hrant olamam ki... Üstüme gelen baskı korktuğum şartlanma “illa biri gibi olmak” farklılıkları farketmeden kalmak, düşüncelerini aykırı da olsa ifade edememek oluyor! Ermeni de olamam... Olsa idim Ermeni kalırdım... MIŞ gibi de kalamazdım...
Neden böyle oldum bilmiyorum... Hangi kimlikte doğdu isem, hangi kültür beni sarmış yetiştirmiş ise onu sevdim, benimsedim, onunla gururlandım... Ama sıralamada her zaman en önde kalmadı. Anadolu’nun renkleri, çiçekleri gibi farklı insanları sevgimi sarmaladı! İnsan olmayı, insan haklarını önde tutmayı tercih ettim... Kime yapılırsa yapılsın, her tür haksızlık beni kızdırdı. Her tür ayrım moralimi bozdu..

Bugün zihnimi dolduran soru da umutsuzluk var. 5 yıl öncede nerede ise aynı kalıptan çıkmış pankartların aynı sorgusu neye yaradı? Bugün acaba gerçeğin bir önemi kaldı mı? Sokakları dolduran insanlar kamuoyu baskısının faydasını görebildi mi? Kim ne zaman etkilendi... Hala dediğim dedik çaldığım düdük dönemi yaşamıyor muyuz? Bugün hemen herşeyi bölünerek, her kafadan bir ses vererek, farklı ideolojilere ekleyerek, bir türlü akort edemediğim fikirler halinde kavgaya çevirmiyor muyuz? Oysa Hrant cinayeti çok acı ve yalındı! Yani karmaşık bir zihin sorgusu yoktu. Kaldırıma boylu boyunca uzanmış, vurulmuş bir gazeteci vardı... Bu ülkenin insanı... Bu toprağa bağlı. Anadolu insanı! Kini nefreti eritmeye çalışan bir yazar. Fikir adamı... Gazetesinin önünde vurulmuştu. Cinayet geliyor, gelecek denmiş ve gelmişti... O gün de yürüdüler... O gün de aynı sloganlarla haykırdılar. Kim duydu?. 5 yıl sonra kim ders aldı dersiniz?.. Ölen öldü, tartışma bize kaldı...
Manzara şu değil mi? 5 yılı devirdik...Vicdanı aradık...Adalet de gelecek dendi bekledik! Hrant ile Ermeni olduk... Ama adil olamadık! Sokakları doldurduk, gerçekte gene kolaycılığı seçtik... Yürüdük, pankart tuttuk... Görevimizi hava kararırken tamamladık... Eve döndük...

Aslında hiç kimse Hrant olmadı... Ermenilerde binlere ulaşmadı... Kolayı tekrar ettik... Bir düşünür Ermeni diye, fikrini beğenilmedi diye vurulup yere düştü! Samsun resmini unuttuk... Katile sarılmış, sırtını sıvazlayan benim ülkemin insanları... Bayrak açıp poz verenler kim?. O resmi asla bir daha görmedim... Oysa o resme bakıp kendimizi görebilmeliyiz... Gerçeği 5 yıldır dosyalara gömmek neye yarayacak. Ölüme giden yoldan nefrete varmak çok kolay... Ya sonra...
Kolaycılıkla devam ederek Anadolu’nun kokularını, birlikte yaşama duygusunu, hoş görülü alışkanlıkları öldürmüyor muyuz? Katilin sırtını, o da Türk milleti için kanı zehirli demişti lekelemesi sonrası sıvazlamadık mı? İnsanlık dışı intikam törenine bayrak açmadık mı?

Bırakın Hrant olmayı! Ermeni olmayı! Gerçekçi olun... Sorun Hrant olmak değil ki... Ermeni olmak ise hiç değil... Marifet Hrant olanları korumak... Rumları, İstanbullu Rumları dönem dönem, Osmanlıdan bu yana hizmet aldığımız nice aydın Ermeni’yi kaybetmedik mi? Aydınlıkta kaybolan değerleri aydınlıkta tutabilmek bizim sorunumuz... Kökü, dini, dili ne olursa olsun ayrım yapma hatası sürmüyor mu? Yarın için daha büyük bir tehlike yeşermiyor mu? Ülkesini seven, memleket aşığı aydınları, öğretim üyelerini, siyasetçileri, gazetecileri tek tek kaybetmedik mi?..Öldürüldüler... Koruyabildik mi? Faili meçhuller, temel kazılarında kemik kemik yıllar sonra “öldük, duydunuz mu” der gibi karşımıza çıkmadı mı? Ölmeyen ama ölmekten beter olanlar... Hak arayanlar, hak ettikleri adaleti buldu mu?
Hemen her şey eskisi gibi... Üzüldük, ezildik, yürüdük... Görevimiz bitti... İnsanı insan için seven Anadolu hoşgörüsünü kaybedersek karanlık aydınlığa dönemez... Daha çok yürürüz... Adil olamaz isek daha çok bölünürüz. Yargıladığı sanığı unutan bir mahkemeden ne bekleyeceğiz?. Ne anlamı var güvenmenin ciddiye almanın... Ve ne anlamı var siyasetin kenara çekilip kurduğu cümlenin: “Konu şimdi yargıda. Bekleyelim... Saygı duyalım” Zihin depreminden hasar almadan çıkmak istiyorsak, toz duman kavga havasından çıkalım... Görelim artık kapımızı kimin çaldığını... Hangi damarın hoşgörüyü hapsettiğini, sarıp sarmaladığını. Bizi öteki yaptığını... Düşman kıldığını... Alevi deyip cemevini, camiiyi tartışmayalım... Öteki olmadan eksiğimizi bilelim. Bize ait sıkıntıları ancak biz çözebiliriz... Önce biz olalım... Ne katledilen Hrant’ı unutalım ne yaşayan Ermeni’yi ayıralım! Bu ülkenin bu toprağın insanını, adına, inancına, köküne bakmadan sevelim. Biz kalalım...

18 Ocak 2012

“YEŞİL BİNALAR” hayatımıza giriyor!

Hep duyardım yeşil binaları. Duyar geçerdik. Nasıl olsa Avrupa yeşil binalarla donatılır o zaman aklımız başımıza gelir, biz de yeşil bina nedir diye meraklanırdık.
Oturduğum site 30 blok. Yönetici arkadaşlarla bazen hayıflanırız neden yağmur suyunu biriktirecek bir sistem kuramadık, neden onca yeşil alandan çıkan artıklardan gübre yapmıyoruz, neden rüzgâr enerjisinden faydalanmıyoruz diye?
Lafını eder, çenemizi yormaktan başka bir şey yapmazdık.

Geçerlerde Sarıyer Belediyesi’nin hizmet binasının temel atma töreni vardı. Törende konuşan Başkan Şükrü Genç ilk defa bir kamu binasının yeşil bina olarak yapılacağını söyledi.

Demek ki geç de olsa toplumu yönetenlerde bir uyanma başlamıştı. Başkanın inşaat mühendisi olması mı tetiklemişti bu düşünceyi bilemiyorum ama başkan şöyle diyordu Sarıyerlilere;

“Yeşil Bina felsefesinin tüm aşamaları benimsenerek gerçekleştirilmiş BREEAM yani Yeşil Bina Sertifikalı olarak tescil edilmiş bir bina… Aynı zamanda Engelsiz Bina Sertifikasına sahip bir bina… Yapılacak olan Belediye Hizmet Binamızı yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanacak şekilde inşa ediyoruz… Ayrıca içerisinde ‘’ Enerji Demo Parkı’’ yer alacak. Hizmet binamız sosyal-kültürel etkinliklerin yapılmasına olanak sağlayan “Kültür Merkezi '' olma özelliği de taşımaktadır…"

BREEAM nedir diye merak ettim, biraz araştırdım.

İşte o bilgiler; BREEAM, 1990 yılından bu yana dünyanın birçok ülkesinde kullanılan,
en yaygın çevre dostu bina değerlendirme ve sertifika sistemi imiş. Çıkış ülkesi İngiltere. Oradan Avrupa’ya yayılıyor ve 20 yıl sonra bizim kamuda kullanılmaya başlanıyor. Bu da bir şey.

BREEAM ile sertifikalandırılmış yapıların daha az enerjiye ihtiyaç duyduğu, işletme giderlerinin azaldığı, daha sağlıklı ve uzun ömürlü oldukları iddia ediliyor.

Ayrıca binaların çevreye olan uzun vadeli etkilerini, azalan su ve fosil yakıtlar gibi kaynakların kullanımını azaltmak, Bina içi ortam kalitesini ve bu sayede kullanıcıların esenliğini ve konforunu artırmak gibi birçok hedeflerin varlığından söz ediliyor ve yeşil binaların faydaları da şöyle sıralanıyor:

  • Kentsel yaşam alanlarına değer katması,
  • Yapım aşamasında doğal çevre tahribatının en aza indirilmesi,
  • Temiz teknolojilerin kullanımı ve geliştirilmesine ortam sağlaması,
  • Hafriyat ile ortaya çıkan atık malzemenin değerlendirmeye alınması,
  • Yeşil çatı uygulaması ile yağmur sularının arındırılması,
  • Yağmur sularının kullanımı ile kanalizasyon sisteminin yükünü azaltma,
  • Güneş enerjisinden yaralanma,
  • Doğal ışıktan yaralanma,
  • Enerji tasarrufu sağlaması,
İzolasyon sistemleri ile ısıtma soğutma maliyetlerinin ve karbondioksit salınmasının azaltılması

Ne diyelim, umarız geç de olsa yeşil binalar çoğalır, gelecek nesiller bizlerden çok daha iyi yapılarda ve en önemlisi sağlıklı çevrelerde hayatlarını devam ettirirler.

17 Ocak 2012

Balıkçıların define hayalleri!

Muharrem Kaptan yazıyor
 Balıkçılığa başladığım ilk sene Nursu isimli takayla İğneada’dan kalkancılık yapacaktık . İlk takımları kurmak için İğneada'ya gitmiştik. İki yıl önce bizim askeri botumuz bir Bulgar balıkçı teknesini karasularımıza girdi diye yakalamış, Bulgarlar da bizim üç balıkçı  teknemizi yakalamıştı. Onun için Bulgar tarafına geçemiyorduk. Ağları İğneada açıklarına kurduk.
Kalkan ağları en az bir hafta denizde kalıyordu, onun için Fener’e dönüyorduk. Hava güzeldi, rüzgâr sahilden hafif olarak esiyordu . Babam “kıyı kıyı gidelim, sahilde odun yığını görürsek alırız” dedi. (O yıllarda sobalarda yakılan odunlar ve Zonguldak kömür ocaklarına giden direkler kara yolu kötü olduğundan çektirmelerle götürülüyordu. Kötü havalarda bu çektirmeler yüklerinin bir kısmını denize atıyor o odunlar sahile vurunca balıkçılarda toplayıp yakmak üzere evlerine götürüyordu.) İğneada açıklarından sahile Servez burnuna oradan Midye (Kıyıköy) e doğru indik, kıyı kıyı geliyorduk .
Çilingoz denen yerde karadan inişi olmayan küçük bir koy vardı , önünden geçerken babam amcamlara “bir bakar mısınız ? şurada mağara ağzı var mıydı ?” diye sordu.
 Amcamlar olmadığını söyleyince döndük. O yıl çok toprak kayması olmuş, mağaranın ağzı ortaya çıkmıştı . Mağara ağzının yakınında kaya rıhtım gibiydi, demir atıp bağladık.
Amcam , Süleyman ağabey (Kurt) , Yaşar ağabey dışarı çıktılar . Amcam beline bir halat bağladı, elindeki keserle tutunacak ve basacak yer kazarak yaklaşık yirmi beş metre yukarıdaki mağaraya tırmanmaya başladı . Mağaranın ağzına varınca içerisi bayağı büyük dedi ve içeri girdi .
Biraz sonra mağaranın girişine gelip bize seslendi: “Burası insanlar tarafından yapılmış”.
 Halatı oralarda bir yere bağladı. Ali ağabeyle Yaşar ağabey de  çıktılar. Ellerine bir de fener almışlardı. Mağaranın ortasında kare şeklinde bir oyuk vardı . Bizden önce birileri girmiş ve tam ortayı  mezar gibi kazmışlardı.
Yerde sigara paketi ve kibrit kutusu vardı. Bizimkiler akşama kadar iki tane keserle birkaç saat çalıştılar . İçerde yedi tane galeri vardı ama uzun yıllar boyunca oluşan toprak kaymaları  o galerileri kapamıştı. “Bu keserlerle bir şey yapılmaz. Fenere gidelim nasıl olsa ağları çekmek için geleceğiz. Bir iki gün önce geliriz, burada çalışırız” dediler ve Fener’e döndük.
Bu konudan kimseye bahsetmeyelim diye karar aldılar. Yalnız bütün bunlar olurken Nuri ağabey(Çavuş) tekneden hiç çıkmadı ve uyudu. Fener de babam bu konudan amcasının oğlu Kadir amcama bahsetti .
Kadir amcanın anlattığına göre  orasıyla ilgili bir efsane varmış.
Efsaneye göre  o bölgede korsanların ini bulunuyormuş. Korsanlar eski tarihlerde vergileri ve değerli malları taşıyan bir gemiye  adamlarını yerleştirmişler.
Gemi Çilingoz açıklarına geldiğinde korsan işaret vermiş. Sahildeki korsanlar da ateş yakıp geminin kaptanını yanıltmışlar. Kaptan ateşleri görünce  orayı boğaz zannedip karaya bindirmiş.
Korsanlar da gemidekileri öldürüp para ve mallara el koymuşlar, hatta oralarda işaret olarak dikili bir taş bırakmışlar.
Gerçekten de mağaranın olduğu koyun Doğu tarafında bir dikili taş vardı. Hikayeye dinleyen bizimkiler iyice heveslendiler. Fener’de birkaç gün zor durduk ve hareket günü gelip çattı. Hava karardıktan sonra yola çıkacak ve gün açımında Çilingoz da olacaktık .
Malzeme olarak da yanımıza kazma, kürek,balta, gemici fenerleri, bir mavzer ve bir tek kırma tüfek aldık.
Yolda giderken herkes define hayallerini anlatıyordu . Babam bir yat alıp Dünya turuna çıkacaktı, Süleyman ağabey iskelenin başına altından bir baba yaptıracaktı , Nuri ağabey Rumelifeneri’nden daha yüksek ev yaptırıyordu. Aç tavuk kendini darı ambarında sanır misâli .
Ötekilerin hayallerini şimdi hatırlamıyorum. Ben daha çocuk olduğum için onları hayretle izliyordum .
Neyse gün açımında çilingoza vardık . Hava güzeldi, hemen işbaşı yaptılar. mağaranın yandan da sürtünerek girilen bir girişi daha vardı, ancak zayıf olanlar oradan girebiliyordu. Ötekiler uzatılan halata tutunarak tırmanmak zorundaydılar.
Ali ağabeyim tek kırmayı çapraz takmış, fişeklik öteki omuzunda, Beline iki gemici feneri takmış tırmanıyordu .
Ben onun o haline katılarak gülüyordum. Efsanelere göre hazinelerin ejderha veya yılan bekçisi olurmuş, o tüfekle onu vuracaklardı. Bana teknede kalmamı, eğer gelen birisi olursa mavzerle ateş etmemi söylediler . Oysaki tüfek benden büyüktü.  Neyse çıkıp çalışmaya başladılar. Galerilerden birini seçip onu kazmaya başlamışlar, ama toprak sertleşmiş, kazma işi çok yavaş ilerliyordu .
Akşama kadar çalıştılar, artık iyice yorulmuşlardı. Tekneye geldiler, “ne yapalım, yarına kalıp devam edelim mi ?” diye birbirlerine sordular.
“Akşam hava bozarsa burada karaya gideriz, zaten burada bir şeyde yok” diyerek İğne adaya gitmeye karar verdiler. Oradan İğneada yaklaşık dört saat sürüyordu .
Yola çıktık . Bütün hayaller suya düşmüştü ama o bir hafta yaşananlar hayatımıza renk katmıştı. Ertesi sene Giritler teknesiyle tekrar gittik, ben de bir yaş daha büyümüş on üç yaşına gelmiştim, karaya çıktım, doğu tarafındaki dikilitaşa çelik halat bağladım, tekneyle asıldılar . Sözde onun altından mağaranın girişi varmış ama taşı deviremedik .
Sonra koya yanaştık, ben de tırmanıp mağaranın içini gördüm. Evet! insan eliyle yapılmıştı.
Tekrar normal balıkçılığa döndük. Define maceramızda böylece bitmişti . Ama bize yıllarca konuşulacak bir anı olarak kalmıştı. Şimdi o yedi kişilik ekipten Amcam, ben ve Nuri ağabey hayattayız .
Babam , Süleyman ağabey, Ali ağabeyim , Yaşar ağabey yoklar . Nurlar içinde  yatsınlar . Hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.

16 Ocak 2012

Halk desteği adaletten üstün mü?

Kelaynak yazıyor
Biraz duman, biraz değil iyice hissededilen bir yanık kokusu yaygın!... Kamyon zorlanmış ama yokuşu sıfırlamış... Sağa çekip durduğu an, şoför yorgun, gergin ve endişeli idi. Direksiyonu bırakıp kapıyı açtı... Yere iner inmez dönüp çıktığı yokuşa baktı... Arka tekerlekler hafif sağa yalpalamış... Lastikleri eli ile yokladı. Hatırı sayılır bir sıcaklık, sis gibi lastikleri sarmıştı... Şimdi önünde kolay gibi gelen bir iniş vardı!
Siyasetin freni bu ağır kamyonun inişine dayanacak mı? Kazaya uğramadan, yükü devirmeden, bir yere toslamadan düze çıkabilecek mi? İçimden 10 Ocak neyin bayramı dedim... 52 yıldır bu meslekteyim, gazetecinin bayram yaptığı güne rastlamadım da! Bugün yazmakla yazmamak arasında karar veremiyorum!... Dönüp yazmadığım (pardon yazamadığım) notlara baktım! Yazdıklarımdan daha çok!
Yok mu yiğit bir medya mensubu diye arandığım an, bir ayrılık mektubu takıldı gözüme... Aşk mektubu duygusallığını yakalayan veda metni ile bu yiğit medya mensubu, mesleğin üst düzey yöneticisi, işten kovulmasını Başbakana yakınlığına bağlıyor ve şöyle haykırıyordu “bu uğurda bir yiğit feda olsun”. Korkulan olmadı! Bu ayrılık yazısı feda değil seda oldu... En üstten duyuldu... Şimdi Başbakanın yiğit bir danışmanı var!
İktidarın Anayasa Komisyonu Başkanı Kuzu’nun ne kadar kuzu olduğunu CHP’ nin Fezleke tepkisi ile anlayabildik... Bu dönem verilen fezleke sayısının 622 olduğunu hatırlayalım. Fezlekelerin dağılımı şöyle: AKP 47, CHP 57, BDP 492, MHP 15, Bağımsız 11. Fezleke de açık ara şampiyon BDP...
Gündemdeki Başbuğ yargılamasını yapacak Mahkeme adresi ile atışma, tartışma beklenenildiği gibi tırmanma eğiliminde!. Başka bir kararsızlık da “daha başka kimler tutuklanmalı” sorusunda düğümleniyor! CHP de Kılıçdaroğlu da konuya katkı yaptı “Büyükanıt da yargılansın” dedi.TV mülakatında diğer dışardakiler bardağı taşıran son damla oldu.. Ve sabır taştı... Kuzu, “Çevik Bir niye dışarda? Bana ne ulan, geziyorsa git savcıya söyle, ver eline belgeleri atsın içeri. Geç bile kaldı bana sorarsanız. Büyükanıt? Atın içeriye yatsın, bana ne bundan. Böyle bir iddia varsa 28 Şubat ortada, Sincan’da yürüyen tanklar ortada. Çevik Bir geziyor diyorsan götür belgeleri şikâyetçi ol. Lafa bak. Benim elimde belge mi var? Yav biz Allah aşkına parti kapatılmaktan kendimizi zor kurtardık. Gümbür gümbür gidiyorduk. Bizimle ne alâkası var”. Yani Kuzuların sessizliği sakinlik ifadesi olmuyor!
Bazı rakamlar iyimserlik ötesi... Adalet Bakanı ne zaman müjde verse içim titriyor...Ürküyorum. Her biraz daha demokrasi arayışında biraz daha tutuklu ile karşılaşmadık mı?  “Üçüncü paketi de hazırladık yolda” diyor Bakan..Yargılama süreleri düzeltilecek. Kısalacak” Kanunları kim çıkarttı? Sormayacaksınız. Bunu ileri bir demokrasiye katkı olarak ifade edebiliyor... İnanacaksınız... Anlamamamızı istediği ve benimde gerçekten anlamadığım şey bu metinlerin, bu kanunların ne kadar özenle yazıp yapıldıkları oluyor. Sadece o da değil... Özenle yapılmayan kanunları yapanlar, düzeltme işinin alkışını da istiyor! Kanunların usulune uygun olarak uygulandığını da ileri süren olmuyor... Yani kanun yapa yapa nereye varacağız? Demokrasiye mi? Rakamları ekleyelim... Gerçeğe yaklaşmış oluruz... Tutukluların mahkûmiyet oranları Barolar Birliği raporunda şöyle sıralanıyor:
Çin’de tutukluların % 99.9 u, Fransada % 99 u, Almanya’da % 97 si, İsveç’te % 95i İngilterede ise % 90 ı mahkum oluyor... Ne demek? Oralarda hazırlanan iddianameler daha dikkatle hazırlanıyor. Deliller sağlama bağlanıyor... Bizdeki tutuklu mahkumiyet oranı % 70.
Arada bir araştırmalar geliyor gündeme... AKP halk desteğini % 52 ye çıkardı... Bu orana dayalı gerçek biz ne dersek o doğrudur mu? Biz ne dersek onu kabul edeceksiniz mi? Biz halkın sesini dinleriz! Yani sizi seçen % 55 halk desteği Hukukun da üstünde mi? Diyelimki halk desteğiniz % 95 e çıktı... Bu hiç kimseye hukuk dışına çıkma hakkı vermiyor!. Adil yargılama olmadan hiç bir şey olmaz. Hukukun üstünlüğüne, yargıya olan güveni ve inancı kaybedersek ilerleyemeyiz. Huzuru bulamayız! Yarına olan güvenimizi koruyamayız. Korku ile gidersek, sevgi ile yürümek hayal olur! Bu mantıkla kavga ve tartışma içinde, gerçeği görmeden, hırsı öne alarak, nefreti büyütsek sıkıntılar yığılır... Umutsuzluklar bunalıma döner. Şimdilerde mermiler Büyük Millet Meclisindeki kürsülere bırakılıyor...
Büyük zorluklarla geldiğimiz yolda, ağır yükü ile tepeye zar zor ulaşan siyaset kamyonunun kıymeti bilinmeli. Çevremizi saran ateşe arap baharı üfledikçe koca kamyonun freni patlamasın!. Hem de yokuşu inerken! Unutursak yanarız! Halk desteği adaletten üstün olamaz...

10 Ocak 2012

Çevremizi “damlaya damlaya” zehirliyoruz!

Marmara’da canlı türlerini araştıran bilim adamları, kirliliğin deniz dibinde canlı bırakmadığını açıkladılar. Açıklama medyada şöyle yasak savar gibilerinden kullanıldı. Kanal kanal dolaştım ama bu konuyu tartışana pek rastlamadım. Konu abuk subuk gündemlerin arasında kayboldu gitti. Lüferin boyu kadar bile ilgi çekmedi.  Geçenlerde yolum İstanbul sahil yoluna düştü. Yol boyunca omuz omuza balık tutanları izledim. Boğaz’ın koylarında sandallar ha bire balık çekiyorlardı.
Eeee! Ne olmuş diyorsunuz şimdi. Bu zamlı hayatta evlerine bedava balık götürüyorlar. Oh! Ne iyi diye düşünüyorsunuzdur.
Bence de öyle.
Kazın bu verimli ayağından, diğer ayağına geçelim bir an.
damlaya damlaya denizi zehirlediğimizin farkında mıyız acaba?
Adam denize bir pet şişe atar. Bir pet şişeden ne olacak ki diye düşünür. Damlaya damlaya bu pet şişelerin dağ olacağını düşünmez.
Gemiler sintinesini denize boşaltır, bu kadar az sintine suyundan ne olacak diye düşünülür. Binlerce geminin sintinesini denize boşalttığında neler olabileceğini aklına bile getirmez.
Fabrika zehirli atıklarını derelere,  nehirlere boşaltır. Derelerin, nehirlerin denizleri beslediğini düşünmez. Binlerce fabrikanın atığının bir araya geldiğinde neler olabileceğini hesaplamaz bile.
Belediyeler, kanalizasyonları denize boşaltırlar. Sonra da denizi kirlettiklerini fark edip arıtma tesisleri kurarlar.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ben sizinle en basitinden bir hesabı paylaşayım:
İstanbul Boğazı’nın her iki yakasında her gün yüzlerce amatör balıkçı balık avlar. Genellikle çapari denen oltayla avlarlar balıkları.
Oltalarının ucunda ağırlık olarak kurşun takılıdır. Kurşunlar özel döküm kalıpları ile balık şeklinde dökülmüşlerdir. Görevi de misinayı dibe indirmektir.
Her gün en az 50’ye yakın olta atıp çekilirken dibe takılır, misinayı esnetince kurşun kopar, denizin dibinde kalır. Ne yapar balıkçı? Hemen yeni bir olta ve yine kurşun.
Kurşun en acımasız zehir aslında. Erimez. Yıllarca diplerde kalır, zehir saçar.
Şöyle bir hesap yapalım: Günde 50 gramlıktan 50 kurşun. (Bu hesabın içinde sandaldan balık avlayan ve kurşunlarını kestirenler yok). Ne eder? 2.5 kilo. Ayda ne eder? 75 kilo. Yılda; yaklaşık 900 Kilo. YANİ 1 TON. 10 yılda 10 ton.

Bu basit hesabı gördünüz mü?
Biraz empati yapıp biraz da çevreci bir gözle baktığımızda “damlaya damlaya” zehir biriktirdiğimizi, çevreyi nasıl yok ettiğimizi, gelecek nesillere neler bıraktığımızı fark ederiz.
Sahi eder miyiz acaba?

9 Ocak 2012

Fren patlamadan!

Yayın gerildiği ve okun havada yön bulduğunu işaret eden vınlama sesinin netleştiği bir noktadayız... Kimleri daha vurur, nerede durur, ne kadar yara açar bilinir mi? Cumhuriyet Tarihinin dönüm noktası nitelemesinde birleşenler bu olayla üzerinde bolca tartışma yaşanacak bir başka sahneye daha ayak basmış oldu. Perdeler açılacak biri Ak derken diğeri gene siyahta karar kılacak! Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ, İnternet Andıcı davasında “şüpheli” sıfatıyla 7 saat ifade verdikten sonra tutuklandı. Başbuğ “Hükümeti yıkmaya teşebbüs” “Kara propaganda”ve “terör örgütü yöneticisi olma” iddiasıyla suçlandı. Başbuğ, adliye çıkışında “Türkiye Cumhuriyeti'nin 26. Genelkurmay Başkanı, terör örgütü kurmaktan ve yönetmekten tutuklandı. Takdir yüce Türk milletinindir” dedi....
Halkın takdiri yetiyor mu? Ya diğer tutuklamalarda uzayıp giden özgürlük kısıtlamaları, dikkate alınmayan masumiyet karinesi ve içerde kalma süreleri, ayları, yılları bulurken halk tarafından takdir edilmediği bilinmiyor mu! Her türlü şikâyete- doğru değil feryatlarına rağmen uygulama değişmemekte, karara varılırken bu usulun kullanılmaktan vazgeçilmediğini takdirlerinize sunarım. Gerçeği aramanın son derece kıymete bindiği ve de zorlaştığı bu ortamda bugünden itibaren sahne şöhretli bir isimle açılıyor...
Medya da değişen bir şey olur mu? Yarına saklanan tartışmada biri ak, diğeri kara derse, asla şaşırmam!. İnatlaşmadan intikama giden yol kısalmıyor mu ? Görüntü vahim! Ben ülkem medyasının başarılı bir yayın gerçekleştirdiğini, bir gerçeği, bir bilinmezi daha da çok bilinmez kıldığını biliyorum... Anlayamadığım, hayret verici tesadüflerin, üst üste yığılmasının da ilahi bir tesadüf olduğuna inanabilmemiz oluyor! Hem her alanda abartıya olan düşkünlüğümüz bizi yorgun düşürüyor...
Medya kendi bünyesi içinde asla hastalığını yenecek güce erişememiştir... Bu nedenle gerçeği yansıtması tam olarak gerçekleşemez. Yani biz uzunca bir süredir sis içinde kör uçuşu yapıyoruz... Kimi zaman birine bakıp veya birilerine takıp kötümser oluruz... Veya eniştem bizi şap diye öpüyor! Bizi olmadık şekilde yüceltiyor... Ayaklarımız yerden kesiliyor... Havalanıyoruz... Hataları sıraladıkça sıralıyor, etkisi olacak sanıyoruz... Kimse duymuyor... Kimse görmüyor... Arada gözümüz aynaya takılınca “hayaller siliniyor”. Çakılınca daha da kötü oluyoruz...
Medya’nın hastalığı her solukta ağırlaşıyor... Her akşam uyuşturucu verildiği için acının çığlığı çıkmıyor... Duyulmuyor! Uyuşuk halimiz sürerken, gazeteler TV’ ler el değiştirirken karanlık koyulaşıyor... Yeni patronların vitrin tercihleri, meslek ilkelerini siliyor... Övgüyle gelen pek çok gazeteci bir süre sonra nerede ise sövgü ile kovuluyor! Neden birileri direksiyona oturttuğu gazeteciyi olmadık yerlere taşır ve neden bir süre sonra silkip atar?. Sorgulayamıyoruz! Oysa ölçü evrenseldir... Ortada bir yerde herkes için de geçerlidir. Keskin sirkelerin küplerine verdiği zarar görünenden derindir... Tartılamaz... Oysa meslek ilkelerine ve gerçeğe saygı duyabilsek, birilerinin sırtını sıvazlamanın gazetecinin görevi olmadığını bilsek, durum daha normale dönecek. Belki aslımıza dönüp nereye geldiğimize bakma şansını elde edeceğiz !
Gene de gelişiyoruz!. Yalanı gerçek gibi algılama kabiliyetimiz gelişiyor... En ucuz olaydan en pahalısına yalanı GDO’ layıp hızla üretiyor, doğru diye satışa sunuyoruz! Basit bir ekmek zammı var... Her zaman olan zam... Ne deniyor... Ekmek fiyatı değişmemiştir... Gramajı daha sağlıklı olmamız için azaltılmıştır... Bu en ucuz yoldan yapılan yalan! Bir de pahalı işleri ucuzlatanlar var...Yalana dayalı reklamın gerçeği! Hemen her şey abartı sınırını aşmış reklam zekâsına kurban edilmiş! Çoğu zehirli su akıtan kirlenmiş ve mimlenmiş derecikler cennet tarifine sığmış, bir avuç su birikintisinde Venedik yaratılmış ve satışa çıkmış! Adamın gondoldaki keyfi yerinde, tavrı ev değil simit alır gibi rahat... Venedik ayağınıza geliyor. Nasıl demek yasak! Siz evlere ulaşıyorsunuz ya ona bakın!... Gondol doğru adreste!. (Pardon bir de ADRES evleri var... O yanlış adreste! Venedik dışında ) Venedik sana geldi, sen de sola dönersen kaynananın evine gelirsin!... Öylesine normal bir reklam! Kim korkar yalandan... Kim ölmüş yalandan! Yalanın ciddi ve tehlikeli uygulamaları başarıyı sunuyor!..Alışkanlığımız böyle oldu! Normal mi diyemiyoruz... Aklıma gelen ve halen süren, girilmemiş inlere giren, tırmanılmamış kayaları aşan uzun soluklu bir kış operasyonun başarılı görüntüleri ve hemen ardından gelen Uludere kazası! Acım iki kat... Dışta eller tetiğe yakın... İçte saldırı moral yıkıcı senaryolar ve aykırı kavgada silahlar çekilmiş! TSK’ nın olumlu moral etkisine ne oldu? Bu bir inatlaşma diyenler ne diye böyle düşünüyor!
Zar zor tırmanmış ülkem 2012 yokuşunun başına kadar... Yüklü bir kamyon... Yorgun bir kamyon... Değişimden dönüşümden başı dönmüş! Neyi değiştirip neye dönüyoruz! Ama yokuşun başına kadar gelen kamyonun yükü kıymetli... Geleceği umut dolu... Yokuşu inebilirse freni patlamadan... Durup dinlenip... Soluk ala ala! Ne ala... Yoksa söz meclisten dışarı(içersi kavga döğüş) karanlık büyümez mi içimizde? Meclis’e baka baka... Küfürü duya duya... Kavgayı göre göre... Ok yaydan çıkınca ilklerin yolu da açılır mı? Yoksa içimizi burkan karanlık, yarın için büyüyen umutsuzluk “tutuklanmaz”, galip mi gelir, gerçeği ararken esir düştüğümüz Kara propaganda!

6 Ocak 2012

Karadenizlilerden gülümseten diyaloglar!

Muharrem Kaptan yazıyor:
RİZE GEZİSİ:
Selime’nin kızı Huriye senelik izine çıkmış, Rize’ye gitmeye niyetlenmiş. Rize’deki akrabası Fadime’yi aramış.
-Yenge, izine çıktım Rize’ye gelmeyi düşünüyorum, bu mevsimde oralarda hava nasıl olur ? 
- Havalarumuz çok guzeldur, balukta var durma gel.
-Tamam yenge. Durumuma bir bakayım haber veririm.
- Bekliyirum.
Ertesi sabah 08. 15’ te Huriye’nin telefonu çalmış, arayan Fadime imiş.
- Huri’ ye kizum kaç arabasinasun? Biz yolun kiyina induk, seni bekliyiruk.
-Yenge ben sana söyledim ya durumuma bakayım haber vereceğim diye.
-Ha oylemi ? İkildum, ben da akşam bindun, geliyisun diye kahvalti sofrasini hazirladum, yolun kiyina seni karşilamağa induk. Bari eve donelum.
-Yenge istersen bekle, iki gün sonra geliyorum. Dönün tabi. Bu soğukta yol kenarlarında ne işiniz var?

PAÇİ:
Selime’nin kızı Huriye Rize’ ye akrabalarını ziyarete gitmiş. Yengesi Fadime’yle birlikte köyü geziyor ve oradaki akrabalarla tanışıyormuş.
Köydeki akrabalardan biri sormuş;
"Fadime, habu paçi (kız) kimdu ? Hiç gormedum oni".
Fadime cevap vermiş:
"Benum kizum du da. İstanbu’ldan geluken oni eve birakmiştuk".
Köydeki akraba cevabı yapıştırmış:
"Vuuu ikildum benum bilduğum senun iki uşağun (oğlun) vardi buni hangi ara yaptun".
Bu cevap üzerine uzun süre kahkahalarla gülmüşler.

...Ve Muharrem Kaptan'dan bir şiir:
HAYAT
Saçlara aklar düştü
Yaş altmışı dolandı
Yaşam zaten savaştı
Çok yordun beni hayat

Denizde işler zo
Yine de duyan koştu
Eğitimciler coştu
Çok yordun beni hayat

 Dershaneler bir hoştu
Ama sınıflar loştu
Kaptan sınıfa koştu
Çok yordun beni hayat

 Hey gidi koca kaptan
Yine düşmedin çaptan
Mutlu çıktın sınavdan
Çok yordun beni hayat.

3 Ocak 2012

Molotofkokteyli deyip geçmeyin!

Yıl 1939. Kış savaşlarında Sovyetler Birliği’nin Kızıl Ordu’su Finlileri ormanlık alanda kıstırmış.
Yok edecek. Finlilerin doğru dürüst silahları yok. Direnmeye çalışıyorlar. Neyle mi? Cam şişelere dolduruyorlar benzini, parafini. Şişenin ağzına da bir fitil. Bez mi olur ip mi olur ne bulurlarsa Sovyet askerlerine, zırhlı araçlarına fırlatıyorlar. Ne hikmetse bu savaş aletine ismini Rus politikacı ve diplomat Vyaçeslav Molotov veriyor.
Bu basit savaş aleti yavaş yavaş yayılıyor. Benzinli şişeler, 1941'den sonra II. Dünya savaşı boyunca toplama partizan birlikleri tarafından bu kez Avrupa’yı işgal eden Nazi tanklarına karşı kullanılıyor. Bu ilkel yangın silahı günümüze kadar aynen geliyor.

Biz de bu silaha molotofkokteyli diyoruz. Diyoruz ama neden iki kelime neden bitişik yazılıyor bilmiyorum. Bunun cevabını dilcilere bıraktıktan sonra gelelim günümüze, geçen haftalarda medyada yayımlanan bir habere. Birlikte okuyalım;
İstanbul Küçükçekmece'de İETT otobüsüne molotofkokteyli atılması sonucu yanarak ölen lise öğrencisi Serap Eser'i örnek gösteren Van 4'üncü Ağır Ceza Mahkemesi molotofkokteyli ve havai fişekleri ateşli silah saydı ve 2 sanığa 12 yıl 6'şar ay hapis cezası verdi.
Serap olayına atıfta bulunulan kararda, "Bu olay bir tek molotofkokteylinin bile insan hayatı açısından hangi sonuçlara yol açabileceğini gösteriyor" denildi.

2012’nin ilk grup toplantısında da başbakan molotofkokteylini yasa ile silah sınıfına sokacaklarını açıkladı.
Bunca senedir her gösteride dükkânların, banka ATM’lerinin yakılmasında, gösterilere müdahale eden güvenlik güçlerine karşı kullanılan II. Dünya savaşının savunma silahı bu silah, ancak bir mahkemenin tetiklemesiyle yasalara ateşli silah olarak girecek.

Siyasetin gün gün değişen gündemlerini izlerken böyle bir ayrıntının birilerinin aklına gelmesini beklemek safdillik olurdu. Yıllardır kimsenin aklının ucundan geçirmediği bu ayrıntı, bir mahkemenin kararı ile gün yüzüne çıktı ve fitil ateşlendi.

Günaydın dedikten sonra buna da şükür mü diyelim?

2 Ocak 2012

GAZETA-KODUCU !

KELAYNAK YAZIYOR
“Cahille bal yeme. Âlimle taş taşı!”
Konuya, kapıdan girmeyi isterdim... Öyle ya, iyi bir iş yapacak isek bacayı unutup kapıdan girmemiz gerekir... (Bu buyruk Keşanlı Müftü’nün güncel sözlü destanına dayanıyor!) İşte bu destanın yarattığı duygular içinde kapıya yanaştım... Kapı girişleri tıkanacak kadar yoğunlaşmış, aykırı beyanların orta yerinden daha da aykırı beyanlarla mucize düşünürler düşüncesizce ortalık yerlerde fışkırmıştı! Karışık iken karma karışık olan beyinlerde “nereden çıktı bunlar” sorusu emekleyerek öne çıkmaya çalışsa da tusunami hırsı ile gelen yeniler gündemi yenilemiş mantığı da yenmiştir. Normal görünen hemen her şey anormal bir baskı altına girmiş, giderek tarihin tozlu raflarına sıralanmaya başlamıştır! Hemen her konunun öndeki vitrinini “sonradan olmalar” doldurmuş mantık sınırı hızla aşılmış SİNİRE ulaşılmıştır...

Korkuların yayıldığı, yeni Anayasa için fikir sorulan ortamda kimin sesi çıkıyor?... Kim Anayasa için heyecan duyuyor? Kimin cesareti tam? Ulus devletin takvimine karşı savaş veriliyor. Anadolu halkının bütünlüğü, refahı ve mutluluğu mu önde?. Bütün etnik kimlikleri birleştiren ortak Türk kimliğine saldırı yok mu?. Kabul edilemez olan TÜRK kelimesi mi? Türkiyelilik kavramının kucaklanmak istenmesi hangi ince hesabın aşikâr planıdır. Bu körlük, yılgınlık, kolaycılık, kırılma bize has bir günahtır...
Yurt sevgisinin henüz sönmeyen ateşine biraz rüzgâr ulaştırmak ona daha yakın olmak ve engelsiz ulaşmak için tek akılcı yol Noel Baba gibi bacadan sızmaktır. 2011 in son “tutuklu mantık “yazısında olayları sıralayıp ileri gitmemek sadece işaret etmek istiyorum! Başkasını iğnelemeden, çuvaldızı kendine batırarak ve her dönemde anamızın ağladığını akılda tutarak sormak şart! Anamızla ilgili yasaları hatırlarsak mutlu olur muyuz? Bilhassa gece yarısı ışıklar söndükten sonra gürültülere bakıp tahmin ederek gerçeği öğrenme hakkını kullanmış olmuyor muyuz? İğnenin battığı çıkmayacakmış gibi görünen acısının dinmediği yerde TUTUKLULUK süreleri var! Suçum ne benim? sorusuna yıllarca cevap alamayanların insafına sığındığı kanunları kim yaptı? Kanunu yapanlar bugün düzeltelim diyor ama yanlış yaptıklarını açıkca kabullenmiyorlar! Şike kanununda aynı kusurlu imalat olmadı mı? Daha sonra ise yeni yeni paketler hazırlamaktan geri de durulmuyor. Paketler beni korkutuyor! Hele isimleri Özgürlük paketi olunca “demek zannettiğimiz kadar özgür değilmişiz” diyorum! Yeteri kadar özgür olsak paket gelir miydi?

Hani şaşmaz denen rakamlara bakınca da içim rahatlamıyor! Onlar da mantık sınırını aşmış gidiyor! Kimi 99 diyor... Resmi rakamlara bakılırsa 8 gazeteci hapiste... Bana soranlara tutuklu kaç gazeteci var bilmem diyeceğim... Ayıp değil artık... Cumhurbaşkanının bile daha kaç yıl görevde kalacağını bilmediği bir yerde benim cahilliğin ne önemi var! Göze batan gazeteciler de cahil mi? Her biri her daim hemen her TV de ahkâm kesme nöbetinde... Yere sağlam bassalar bari... Ne gezer kimi kayganlaştırıcı krem edebiyatından Aşüfte benzetmesine sıçrıyor, kesintisiz sıçratıyorlar! Oysa benim mesleğimin tek sayfaya sığacak kadar kısa da olsa yerleşmiş kuralları var. Okuyanı, uygulayanı, nerede bu kurallar diyeni yok! Karanlığa itilmiş ört gitsin acımasızlığına mahkûm edilmiş sayısız yetkin yetişkin gazetecisi var. Evet itilmişler. Yalanın, intikamın, kinin, nefretin, pazarlamanın, azarlamanın içinde yer almamışlar... Kazık gibi gazeteci kalmışlar! Eğilemeyince kırılmışlar, budanmışlar! Satılan gazetenin koltuğu masası maşası olmamışlar.
Bugün ortada olan, sürüm yapan, sansasyon-kolik dedikoduya yaslanmış, kuralsızlıkla semiren haber kuralıdır. Haberin kralı olmuştur... Hakikat yerine mantık dışı duyumların sorgusuz halleri gerçek damgası ile tescillenmiştir. Şeffaflık bilmenize gerek yok, şimdilik işime gelenleri yaz sınırına çekilmiştir. Aslında uzunca bir süredir başka biri var sahnede... İşin sahibi gazeteciler cep telefonuna sığdırılmış bir BİP sesi ile veda etmiştir. Gerçek kalan kısa mesaj olmuştur.
A’dan Z’ye gazeteci vefat etmiştir. Cenazesi İkitelli’de ikindi namazını müteakip kaldırılacaktır.
Dön kuralları yutkun, dinazorluğu rafa kaldır, dırdır etmeden her tür bilgiyi çekmecesinde bulana, her tartışmada ön koltuğa oturup tüm ışıkları alana, olmayacak yalanı parlatana haberi kine bulayıp nefretle ortaya atana bak! Ne görüyorsun? Gazeta-koducu!

 Hamiş!    2011 yılını tamamladık. 2012 yılı için kendimizi nasıl kandırabiliriz!  Örnek olur mu!?
Nice sağlıklı mutlu yıllara!