29 Ekim 2011

Mühendisten tim komutanı yaratmak!

Güneydoğu’da yıllarca dağlarda terörist kovalamış Osman Pamukoğlu’nu dinliyorum Erkan Tan’ın sabah programında. Pamukoğlu daha önce de söylediği terörle ilgili önerilerini sıralıyor ve “karakollar kalkacak. Subay astsubaylardan oluşacak seçkin birlikler dağlarda görünmeden,  yılan gibi sessiz sürünerek, teröriste korku salarak. Şimdiki gibi sabit yerlerde durarak teröristi bekleyip bu işi çözemezsiniz”.
Pamukoğlu’nu dinlerken dalmışım. 90’lı yılların sonlarına gitmişim.
İkiz oğullarımdan biri askerliğini Yüksekova’da asteğmen olarak yapmıştı. Önce Isparta Dağ Komando Okulu’na gitmiş, omzundaki ameliyat nedeniyle Piyade Okulu’na gelmiş, jandarmaya ayrılınca Foça’da bir ay eğitimden sonra tim komutanı olarak dağların yolunu tutmuştu.
Rahmetli bir arkadaşım tuğgeneraldi. Hukuk birinci sınıftan ayrılmış, Harp Okulu’na sonradan girmişti. Sivil yetişmiş, sonradan asker olmuştu. Bakış açısında askerin katılığı yoktu. Birlikte olduğumuz bir gün dayanamadım sordum; “Ordunun mühendise ihtiyacı yok mu? Makine mühendisi bir gençten tim komutanı yaratmak akıllıca bir iş mi?
Verdiği cevabı hâlâ dün gibi hatırlıyorum.
“Bak Akın.  Bize akıllı, çalışkan ve sorumluluk alabilen tim komutanları gerekli. Ona, henüz 19-20 yaşlarındaki 11 evladımızın canını teslim ediyoruz. Onun için tim komutanlarını mühendislerden seçmek çok önemli”.
Vereceği cevaptan çekindiğim için birkaç aylık eğitimden sonra bu gençleri yıllarca dağlarda yaşayanların karşısına çıkarmak çok mu akıllı bir iş? sorusunu soramamıştım.
Pamukoğlu’nun dediği gibi terörle mücadelede dağlarda yaşayabilecek yetişmiş birliklere ihtiyaç var. Askerlikten anlamasak da aklın yolunun bir olduğu bir gerçek.

28 Ekim 2011

Cumhuriyet bir mirastır, tutkudur. Kolay kolay vazgeçilmez!

Ey Cumhuriyet'i tırtıklayanlar! Tırtıkladık sananlar!
 Boşuna uğraşmayın.
Bir gün gelir Cumhuriyet'e dört elle sarılmak zorunda kalırsınız...

26 Ekim 2011

Kalın kafalara ince kolonlar!

Eski bir gazeteci olarak hafızamda eskimeyen görüntü depremlerin dilim dilim üst üste koyduğu bina tabanları, tavanları ve bu tabloyu tamamlayan un ufak olmuş binaların taşıyıcı kolonları ile ilgili... Varto’dan Gölcük’e  bu resmi ezberledik. Elimde imkân olsa Varto’ya kadar gitmesem de Gölcük-Marmara-Kocaeli depreminin haberlerini ve görüntülerini bugün yayımlasam hiç kimse şaşırmaz... Galiba bugün durum sadece beni şaşırtıyor...Dinazorların ve Kelaynakların gözü ile bakmak cinayeti görmezden gelmek gibi zor! Haber katlediliyor derken feryadın kulak arkası olacağını biliyordum... Acı gelen 7.2 lik sarsıntı bile bizi uyandırmıyor... Giderek gerçeğin perdelendiği bir ortamda “SORULMASI GEREKENLER” asla sorulmuyor... Yazılması gerekenler asla yazılamıyor! Sorulmasa da olacak şeyler yani faso fisolar tefrika oluyor...
Yetişmiş gazeteciler! arkalarına bakmadan, hedefsiz koşmaktan yetişemiyorlar! Cahil kalıyorlar! Haber cahili oluyorlar... Haberin takibi yerine tekrarın takibine sığınıyorlar... Sormuyorlar... Bu binaları kim yaptı?... Kimden izin aldı? Ne zaman yaptı? Sağlamdır uygundur diye imzayı atanlar kim? Hemen her dönem için kırılamaz rüşvet ver yap işlet çarkı daha nereye kadar can alacak? İnşaat cinayetini işleyenler şimdi neredeler? Ne yapıyorlar?... Yakalarına kim yapışıyor?
Haykırmıyorlar.!..
Bugünün yapı tekniği, 7.2 şiddetindeki deprem ile usulune uygun olarak yapılan binaların yıkılmayacağını ve insanların buralarda ölmeyeceğini söylüyor. Söyleyen yoktur ama bugün de geçmiş yıllardaki gibi ortada tam olarak yerine getirilemeyen bir iş, bir kusur vardır... Bu kusur yıllardır süregelen bir kusurdur. Ve bu kusur can almaktadır... Böyle devam etmeye, insanlarımızı kader diye avutup ölüme yollamağa kimsenin hakkı olmamalıdır! Böyle bir hak var mı? İnsanların rüşvete kurban edilmesi, basit kontrollerde ve basit teknik işlemlerde gerekenin yapmayarak binaların yıkılmasına yol açılmasının adı nedir?
Halka anlatılmayan DEPREMİN ÖNÜDÜR! Yani deprem öncesi işlemlerdir... Halka sunulup “bak bu işlerde ne kadar ilerledik” diye takdim edilen sanal işlem acının doruk noktasıdır... 9 şiddetindeki aldatmacadır! Süre gelen tüm iktidarların ağır ihmalidir...
Evler yıkılmayacak arkadaş... İskambil kağıdına dönen binalara çok hızlı yardım ulaştırmışsın! Arama kurtarma işlerinde ustalaşmışsın! Sarılı, turunculu kurtarma ekipleri yollamak ve bunda ilerlemek “bugünün çaresizliği” içinde düne göre belki acı bir tesellidir... Ama iş değildir ki! Hele hele devlet binalarının yıkılması olacak iş değildir. Ama yıkılmaktadır. Bir kere değil. Bu yıkılma beklenmekte ve de sadece seyredilmektedir. Medya bakmaktadır... Bir daha yıkılmamasını sağlayacak önlemler nelerdir?.. Alınmakta mıdır? Benim ülkem depremle yeni mi tanıştı? Evvelki gün, dün ne oldu ise bugün de aynen o olmadı mı? Son depremden bu güne... Deprem öncesini öne aldık mı?... Deprem olmadan önce yapılacakları ele aldık mı? Peki! yarın için binalara güvenebilecek miyiz? İyi yönetmelikler yazmak yetecek mi? 
Acı tüm ülkenin acısı... Ölenler bu ülkenin insanları... 14 günlük Azra bebek bu coğrafyanın bebeği... İnsan olanın, olayları, acıları, kayıpları İNSAN MERKEZİNDEN başka bir odakla görmesi duygularımızda yarası kapanmayacak ağır bir çöküş değil mi? Yaşam hakkı... Benim ülkemin, sınırları içindeki tüm vatandaşların yaşama hakkı neden böylesine ucuz kalsın!. Yaşam hakkı bu kadar ucuz olabilir mi? Bu yönetim-denetim-rüşvet-inşaat çarkı neden dönüp durur. Dur diyen çıkamaz... Durdurulamaz!
Yıllardan utanır oldum... Medyada yayımların şablonunda da sapma yok!.. Yıllar öncesi ile aynı! Sapma habercilikte. Her deprem acısı yaşanırken olay nerede ise kelime kelime tekrarlanıyor... Kader teslimiyeti ile sorgulanacak hiç mi bir şey yok! Yıllar ve insanlar değişmiş! Teknik insana yeni kolaylığı güveni sunmuş! Medya sormuyor... Soran uzmanlar ise susturuluyor... TRT 1 de “zorunlu deprem vergisi 11 yıldır toplanıyor... Ne oldu?” diyen Prof. Dr. Ahmet Ercan bırakın sorusuna cevap almayı, konuşmasına devam edebildi mi? Susturuldu... Konuşamaya devam edemedi. Medya, sahi bu paraları nereye harcadınız diye sorup takipci mi oldu, kampanya mı açtı! Şambola uydu...
Van da deprem... Yıkım ve ölüm... Erciş yerle bir olmuş... Yarın neresi yerle bir olur?.. Deprem haritaları yerleri gösteriyor... Yıllardır ihmalle gelen sonuç yarın da kadere bağlanır! Kimse sormamış... Kim deprem öncesi tedbirlerin ne kadarını almış? Ülkemde hiç kimse depremde ölmeyi hak etmiyor... Kolaycılığın, slogan yarıştırmanın, önce enkaz altına sokup sonra kurtardım demenin manasızlığı kavranacak mı? Çoğunluk kibri ve alınganlığı DEMOKRATİKLEŞTİKCE karşı fikri yok saymada atikleşmiyor mu? Farklı seslere yönelen öfkenin artan şiddeti var!.. Terör şiddeti var... Deprem şiddeti var... Vurdum duymazlığın şiddeti var. Yolumuz uzun. Kafa karmaşamız büyük! Kardeş sözü bir anda mucize ilaç gibi ağrı kesiyor... Tedavi de işe yarıyor mu? Erken iyimserlik... Birileri bu kolaycılığı duyacak mı? Önlem alacak mı? Gerçeği anlaşılır kılıp anlatacak mı? Bana göre manzara bugünden yarına değişmez! Haftalar geçer, gündem yenilenir, yıkımı yiyen acısı ile başbaşa kalır... Fark etmeyen gene fark etmez. Fark edilmeyen ise değişmez...
Kalın kafalar ince kolonlar!

25 Ekim 2011

Fadime'den inciler!

Fadime’nin yeğeni bir dizi filmde oynuyor, dizide kötü kadını oynayan bir de bayan oyuncu var. Yeğen halasını ziyarete gittiğinde büyük halası da oradadır. Yeğen halalarıyla muhabbet ederken konu diziye geliyor. Büyük hala bir hışımla ayağa fırlıyor ve yeğenine ; “Bak yeğenum, o kiza biraz akil ver, o ka da kötuluk yapmasun, yoksa oriya gelusam yirtarum oni” diyor.

CEP TELEFONU
Fadime cep telefonunu her yerde arıyor, fakat bulamıyor.Belki görmüştür diye eşini arıyor.
Fadime : Alo adam, Benum telefonomi gördun mi? Bi saattur her yeri aradum ama bulamadum oni.
Eşi : Fadime benlan konuştuğun nedur ?
Fadime : Uy ikildum, elumeymişta bi saattur arayrum oni.
Muharrem Kaptan

21 Ekim 2011

Güzel şeyler'den....İNTİKAM'a!

Yüreğimi burkan aynı filmi tekrar tekrar seyretmek oluyor... Bir kere bin kere ölüyoruz... Öfkenin, kinin ateşine odun atmak, nasıl bir teselli ise avunup acaba nerede yanlış yapıyoruz sorusunu sormuyoruz.. Siyaset otobüsünü yol kenarına çekip kontrol etmeden yükümüzü ve hızımızı arttırıyoruz!
Her fırsatta BALYOZ vurduğumuz kurumun TSK’ nın bize gerekli olduğunu, giderek daha ağır silahlarla, daha ağır bir ihanetle sırtımızdan vurulunca hatırlıyoruz! Kolaycılığı daire satar gibi “yaptım olacak!” ağalığı ile sürdürmek başımızı daha çok ağırtacağa benziyor... Sahip çıkma duygumuzu yumruk yapabilecek miyiz?..
PKK ülkenin tüm kürtlerini mi temsil ediyor? Kavram kargaşası yoksa tarifte bir eksiklik mi var bilemiyorum...
One minute’ den bu yana milyon adet dakika geçti... Hemen her şey komşu baharları ile değişti! Bizim Arap sevdasına dönen Orta Doğu sarhoşluğumuz yol kazalarına yol açıyor! Yaşam hakkı kadar kutsal ne olabilir ki? Vatan evlatlarının toprağa düşmesi kadar sarsıcı, yürek yakıcı ne var!
Önce Suriye ile kardeş olduk... Kardeşim Esat daha dün adam yollayıp siz ne diyorsunuz kendi işinize bakın. İşimize karışmayın demedi mi? Ne Şam’ın şekeri. Suriye PKK ya 15 yıl ev sahipliği yapmamış mıydı? Terör olayını ülkemin kürtlerinden ayrı tutmayı HER SALDIRI SONRASI BAŞARDIK... ŞİMDİ DE BAŞARMALIYIZ...... Mesele bu kadar mı?
Geçen süre bir devletin hayatı için çok uzun bir zaman dilimi değil ki!.. Bir dakikada One minute deyip ilişkileri kestik... Askeri anlaşmalar iptal oldu... Son saldırı da gene istihbarat eksikliği arar olduk... Sorular sorar, suçlular arar olduk. 200 kişilik PKK grubu sınırı kimseye görünmeden nasıl geçti? Bu defa ellerinde bugüne kadar kullanmadıkları ustalık isteyen eğitim gerektiren havan topları vardı.
Gencecik vatan evlatları toprağa düştükçe sadece öfkelenmekle yol alınmıyor... Mücadele bitmeden müzakere başlamadı mı? Bizi yönetenler, ileri demokrasi kalıplarına sığdırdıkları halkın her şeyden haberdar olması gerekmez prensibi, biz onlar için en iyisini yaparız alışkanlığı yerleşmedi mi?. Bu formül ile PKK PAKETini açmadılar mı? Meraklarımız, öğrenme hakkımız, sandıktan çıktıktan sonra demokrasi paketinden de çıkartılıp icraat ambalajı ile karanlık bir depoya konmadı mı?
Rafa kalkan deneyler de oldu.. “Devlet teröristle konuşmaz... Pazarlık etmez!” ETMEDİ Mİ? Kim yaptı bütün bunları, kim bugüne getirdi olayları? Ada vapuruna binip dosyalar paketler taşınmadı mı? Silahlar sussun deyip PAKET açtık... Seçime çeyrek kala PKK ile buluşmadık yer bırakmadık. OSLO’ lara kadar uzandık... Seçim öncesi telaş vardı ve acele sandığa girdi kaydettik. Sonradan anladık ki paketin ağzı açık kalmıştı... TSK nın Başkomutanı Cumhurbaşkanımız, halk ne olduğunu, neyin nasıl müzakere edildiğini kestiremezken güzel şeyler olacak sözü ile pırıl pırıl bir umut verdi. İşte bu sırada müzakere masasının öbür ucu ağzı açık! kalan paketin içine ne buldu ise sokuşturup doldurdu. Gene de ustaca davranıp asla ağızlarına biz ayrı bir devlet olmak istiyoruz sözünü almadılar... Sadece masada açık kalan paketi doldurdular...
“Demokratik özerklik” “ anadilde eğitim,” “öz savunma gücü, sadece kürtlerin olduğu bir meclis, kürtlere ait bir bayrak, içinde Türk kelimesi geçmeyen bir Anayasa...
Siyaset için, seçimi kazasız belasız ve de önde bitirmek öncelikli hedefti... Mülayim davranıp, sessiz ve alçaktan alıp sandığı doldurdular... Ve bu süre paketin ellenmeden masada ağzı açık kalması şeklinde geçirildi. Aslında o dönemde kimse hatırlamadı ama Tony Blair doğru olanı hatırlatıyordu...
IRA’ya net olarak şunları söyledik: ‘Görüşmeler devam ederken arka planda tehdidin devam etmeyeceği konusunda çok açık olmalısınız. Eğer söylediklerinizi kabul etmezsek ya da yapmazsak gidip insanları öldürmeye başlamayacağınızdan emin olmamız lazım.”
Biz müzakereye, elinde silah olan ve eylemini sürdüren bir PKK ile başlamadık mı? Çelişkilerimiz sürmüyor mu? Cumhurbaşkanı dün “güzel şeyler olacak” dedi. Bugün intikam misli ile alınacak diyor! Bir yanda terörü topla, tüfekle, özel kuvvetlerle kovalarken beri yanda İsrailin terorist olarak sürdüğü 11 Filistinliyi özel uçakla kabul ettik.
Hayır... Hayır... Kürtleri ayırmayacağız... Asla intikam için yola çıkmayacağız... Haksızlıkla, zorbalıkla, terörle hep birlikte müzakere değil mücadele edeceğiz... Bunu da aşacağız... Güzel şeylerde kalıp intikama bulaşmayacağız!..

***KAMA
DİYARBAKIR Büyükşehir Belediye Başkanı BDP’li Osman Baydemir, Dün Türkiye’nin batı yakasına 25 cenaze gitti. Yarın Türkiye’nin doğu yakasına 25 cenaze gelecek”dedi.
Bu kafa ile iki yakamız bir araya gelemeyecek!

20 Ekim 2011

BÜYÜKLERE MASALLAR!

Bir varmış bir yokmuş, hem varmış hem yokmuş.
Zamanın birinde ülkemin en büyük şehrinde yine ülkemin en büyük balıkçı köyü varmış. O zamanlar o köydeki balıkçıların ağları çok küçükmüş ama denizlerde o kadar çok balık varmış ki yakaladıkları balıklar onların hem geçimine , hem de takımlarının büyümesine yetiyormuş. Öyle ki on- on beş kişinin omuzla taşıyıp teknelere indirdikleri ağlarla motorlar yüklüyorlarmış.
Alamanacılık denilen palamut mevsiminde yedek motorlar balık yüklenip kalenin burnundan görülünce buda mı yalan falanca reisin motoru yüklü geçiyor diye çocuklar bağırarak sokaklarda koşarlarmış. Bu yüklü motorlar bayrak çekmişse torik yüklü olduğu anlaşılırmış.
     Kasım on beşten sonra alamanacılık biter uskumruculuk başlarmış. Önce Şile açıklarında çapariyle yakalanmaya başlar, sonra boğaz ağzına yaklaşınca gırgırlar tarafından yakalanırmış.
Yıl başından sonra dip ağcılığı başlar, taa Kalkan paraketesi zamanına kadar uskumrudan herkes kısmetini alırmış.
O zamanlar tekneler, ağlar bu kadar büyük olmadığından ve radar , sonar da kullanılmadığından suyun üstüne çıkmayan balıklar yakalanamazmış. Bu da balığın neslini devam ettirmesini sağlarmış.
1970’li yılların ortalarında uskumru balığını jeneratörler vasıtasıyla yakılan güçlü lambalar sayesinde Çanakkale’ ye kadar takip edip çok büyük miktarlarda yakalamışlar ve Çanakkale’ den çıkan uskumru balığı 40 yılı aşkın zamandır bir daha bu sulara dönmemiş.
     Uskumru geri dönmeyince bu sefer istavrit, palamut ve lüfere yönelmişler. Balık azaldıkça tekneler ağlar büyütülmüş bir de teknolojisi gelişmiş ülkelerden okyanuslar için üretilmiş sonarlar alıp teknelerini donatmışlar.
Balığın artık kaçma şansı kalmamış. Balık azaldıkça tekneler ağlar cihazlar büyütülmüş. Ve bu günkü duruma gelinmiş. Aynı şekilde kalkan, hamsi, mezgit balığı da bitme noktasına gelmiş.
     Denizlerdeki balıkların bitme noktasına gelmesine sebep olan balıkçılar hala daha çözümün büyümede değil aksine küçülmede olduğunu göremiyorlarmış. Onları uyaranlara da kızıyorlarmış. Onların büyük bir kesiminin bankalara, kabzımallara olan borçları da büyüyormuş. Aslında çoğu batmış da farkında bile değilmiş. Zira uykuya devam ediyorlarmış.
 Ne diyelim onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

16 Ekim 2011

Bin yirmi yedi eşittir BİR!

Dil her ülkede anlaşmayı, dertleşmeyi ne olupbitti ise kavramayı sağlarken benim ülkemde daha çok kavgayı, neyin olup bittiğini anlamayı önleyen, öfkeyi tek yanlı kalma, öteki olma yolunu açıyor! Ve bu manzara heyecan yaratıyor! Afyon etkisi ile tutulup kaldığımız kolaycılık öne çıkarıyor. Kim arar gerçeği... Hakikata diye sunulan hakikatsızlığın yaygın modası ve işe yarayan rahatlığı “sigara öldürür” sloganı gibi... “kolay öldürür” formülüne dönüyor.
Medya gemisini yüzdürenlerin reytinge bağlanmış rotası, ufka bakmadan güvertedeki kavgası limana ulaşmayı zorlaştırıyor... Birbirini sevenlerin arasındaki AŞK gibi! yazarlarımızın nefreti karalama yaralama yarışı orta hakem rolünündeki reyting’e sunuluyor!
Nefretler büyüdükçe karalama, derinleştikçe reytingler artıyor... Reytingler arttıkça cesaretler bileniyor... İlginin çektiği at arabası gözü kapalı şarampole koşuyor... Ey gölgedeki suskun... Ara beni dertleşelim...
“Durum bayağı vahim!” Bayağı kısmını kestiremedim ama vahim... TV tartışmalarını dinlemiyorum... Seçtiğim sözler ünlü habercilere ait... Ünlü ve de yorgun! Sabahtan akşama haber okumaktan yorulmuş olabileceğini belki de bu nedenle kelimlerin sonuna “ıhhhhh” eki gerektiğini, hatta biraz bir yana kaykılarak masada dirsek desteği de almaları gerektiğini kabul ediyorum!
“Suçsuz yargılanma” Derin bir anlamı olsa gerek! Ülkemdeki tabloyu iki kelime ile anlatıyor desem fazladan ahkâm kesmiş olurum. Cümleyi tutuksuz yargılama gibi alalım...
“Gemi yan battı” Siz ne anlıyorsunuz? Ekonomi gemisi falan değil... Yük gemisi söz konusu olan... Batma ile ilgisi yok... Mercan kayalarına oturmuş!
Aslında batan, batırmağa çalıştığımız pek çok şeyin başında, konuştukça anlaşamadığımız tartışıp bir karara varmağa çalışalım dedikçe tartışıp dalaştığımız Türkçe var. Örnekler hızla artıyor. Paylaştığım mini örnek acemilerin yaptıkları değil... Üne, şöhrete kavuşanların ki... Gel de dünün kıymetleri bilinmeyen TRT spikerlerini arama!...
Kalitenin sıfır değere indiği bir ortamda çuvaldız gibi batan Hamas –İsrail anlaşması özünde neyi anlatıyor? Sadece inanılmaz bir dengesizliği mi? Sayıca çokluğun kalitede üstün olanla nasıl eşitlendiğini mi?
Hamas yaklaşık 5 yıl önce İsrailli bir onbaşıyı kaçırmıştı. Sağ olduğunu görüntülerle açıklasa da akıbetini tayin edecek görüşmeleri bitirmemişti. Uzun süren bir pazarlık nihayet sonlandı. Hamas onbaşıyı bırakma kararı aldı. İsrail de buna karşılık tutuklanmış bin yirmi yedi Filistinli’yi salıverecek.
Her iki tarafta da şenlik havası var... Biri kalabalık... Hamas liderleri başarılarını kutluyor... Arabalara binmiş ellerinde bayraklarla sokaklara taşmış insanlar var... Öteki bir baba ve aile... İsrailli baba “nihayet oğlum evinin kapısından girecek... Bu büyük bir mutluluk” diyor.
Herşey güzel... Özgürlük havası içinde... Bu tabloda Türk Dışişleri Bakanı Davutoğlu bile var... İnsani açıdan İsrail’e destek olmanın gururunu yansıtıyor! Yıllara yaydığımız İsrail ve ABD karşıtlığından söz eden yok! Düşmanlığın yanlışlığından bahsedecekler de suskun... Şeytanın durmadan kulağıma sıfıldadığı soru şu: “Bu takasın ortaya çıkardığı gerçek 1 İsrail askerinin 1027 hamas militanına bedel olduğunu mu?” Tartışacak mısınız?
Neden nefret ettiğini, neden düşman gördüğünü bilmeden hangi lisanla konuşacağız? Kolaycılığın yol açtığı kendini kandırma gerçeği görme işi Temel gündemi ile mi olacak?
Temel İngiltere’ye gidecekti. Onun için bir arkadaşından İngilizce hakkında bilgi istedi. Arkadaşı bir hafta sonra seyahata çıkacak Temel’e Türkçe kelimelerin son hecesinin uzat kısa yoldan İngilizce konuşursun dedi. Temel uçağa bindi. On dakika sonra hostesi çağırmak için:
Hemen İngilizceyi patlattı...- “Hosteeees.”
O da ne hostes gelmişti. Temel İngilizceyi sökmeye başladığını düşündü. Havaalanından çıktı:
Ula söktük bu lisanı dedi ve bağırdı - “Taksiiiii.”
Vay be taksi de durmuştu. Temel kendini kaptırdı:- “Hoteeeeeeel.”
Otele gitti. Odasına çıktı, duş aldıktan sonra bara indi: - “Viskiiiii.”
Daha sonra Londra sokaklarında dolaşmaya başladı. Parkta bir adam gördü. Tipi yakın geldi.
- “Merhabaaaaa, nasılsınıııız?”
Adam : - “İyiyiiiiim, sağoooooool”
Temel : - “Türk müsüüüüüün? ”
Adam : - “Eveeeeet”
Temel : - “Kardeşim Türksün de neden iki saattir İngilizce konuşuyorsun.”
Yaptık oluyor mu? Hangi lisanı konuşup hangi değeri eşitliyoruz! Sayı saymayı mı kaliteyi mi? Sevindiren denklem ve günün gerçeği şu değil mi? Bin yirmi yedi Hamas esirine karşı bir İsrailli onbaşı...

15 Ekim 2011

Balık kırgını nedir?

Muharrem Kaptan halk dilinde "balık kırgını" denen olayı şöyle anlatıyor:"Bazı yıllar Karadeniz’den gelen soğuk su akıntıları Boğaz’ın derin sularına inerek Akdeniz’den gelen sıcak su akıntısını durdurur ve kanala yerleşir. Bu duruma balıkçı deyimiyle "kanal bozuldu" denir. Kanala inen soğuk su akıntısı, orada barınan balıkların şok yemesine ve yüzeye çıkmasına neden olur. Buna da balıkçı deyimiyle "kırgın" denir. Halk dilinde ise bu olay, balığın kulağına kar suyu kaçmasıdır.
08.03.2011 günü bu durum oluşmuş, Boğaz'ın Beşiktaş, Üsküdar, Kabataş ve Sirkeci arasında çok miktarda balık kırgın yemiş halk ve balıkçılar tarafından toplanmıştı.
Bu durum ileriye dönük balık sıkıntısı yaşanacağının bir göstergesiydi.
Umalım ki kırgın yiyen balık miktarı az olsun da zaten iyice azalan balığın tamamen yok olmasına neden olmasın.
Ayrıca uzun süreli Güney rüzgârlarının esmesi de kanalı bozar, boğazın tüm akıntısı Kuzey’e doğru akar. Bu duruma "Orkoz" denir. Ama burada kanalı bozan sıcak su olduğundan balıklar kırgın yemez".


14 Ekim 2011

Farklı günlerde farklı gurupları seyrederken…

Issız denizin ortasında Güneş’in batışını seyrediyorum. Gurubun son ışıklarına bakarken içimde bir boşluk, yalnızlık hissediyorum.Ben neden buradayım , ne işim var denizin ortasında diye soruyorum kendime. Yarım asırdır denizlerdesin daha bıkmadın mı ? Diyorum.Hayat devam ettikçe istekler bitmez diyor içimden bir ses. Sağlıklıyken ve de aranıyorken biraz daha devam et . Çok yakında aranmayacaksın o zaman da aranmıyorum diye üzülme diyor  aynı ses. Ayrıca gezmeyi de seviyorsun, çalışmasan nasıl gezeceksin diye de ekliyor.Aslında o sese ben de hak veriyorum ama evden, eşten, aileden ve dostlardan ayrı kalmak artık zor geliyor.


9 Ekim 2011

Pay ölçer zorunluluğu ve yeni bir "karmaşa"!

Bazı yasalar ve yönetmelikler medyanın ilgisizliğinden sessiz sedasız çıkarılıyor, kimileri hemen, kimileri de belirli bir süre sonra yürürlüğe giriyor.
Tartışılmadan, anlaşılmadan.
Ve üstelik hukukun temel prensiplerinden biri olan “yasalar geriye doğru işletilmez” kuralını hiçe sayarak.
Örnek mi istiyorsunuz.
Kat Mülkiyeti Yasası.
Yeni yasaya göre özellikle büyük sitelerde yönetim planları değişecekti. Çoğunda değişemedi, zira geçiş için belirlenen 6 aylık sürede siteler çoğunluğu sağlayıp yönetim planlarını değiştiremediler. Eski yasanın mı yeni yasanın mı uygulanacağı sorun haline geldi. İşler karıştı.
Şike  ve Teşvik  Yasası. O da geriye doğru yürütüldü ve ortalık birbirine girdi.
Şimdi sırada Merkezi Isıtma ve Sıcak su sistemlerinde Isınma ve Sıhhi Sıcak su giderlerinin paylaştırılmasına ilişkin yönetmelik var.
Bu yönetmelik 2 Mayıs 2007 yılında çıkarıldı ve geçiş süresi olarak 5 yıl belirlendi.
O sürenin bitiş tarihi de 2 Mayıs 2012. Yani önümüzdeki mayıs ayı.
Yönetmelik, merkezi ısıtma ile ısınan binalarda ya da sitelerde yakıt giderlerinin pay ölçer sistemi ile belirlenmesini öngörüyor.
Yani adil yakıt gideri paylaşımı için size yeniden masraf kapısı açıyor.
Uygulama yeni yapılacak binalara ve halen merkezi sistemle ısınan eski bina ve sitelere uygulanacak.
Yeni yapılacak binaları anladık. Onlar yeni sisteme göre ısınma projelerini hazırlayacaklar.
Eski binalar ve siteler ne olacak?
İşte sorun burada başlıyor.
Uzun uzun teknik bilgi ile kafanızı karıştırmak istemiyorum.
Kısaca ya, bina ve daire içindeki kalorifer borularını büyük masraf yaparak yeniden yaptıracaksınız ya da mevcut sistemi devam ettirip bir şirketle anlaşacaksınız. O şirket sizin dilimlere pay ölçer aletler koyup uzaktan ne kadar yakıt harcadığınızı belirleyecek. Tabii parası ile. Yaptırmayanlara para cezası da var bunun içinde.
Alt katlardaki dairelerden daha büyük çaplı kalorifer boruları geçtiği için oradan aldıkları ısıyı bedava almış olacaklar, sadece dilimlerde harcanan yakıtın giderini ödeyecekler, üst kattakilerin ise böyle bir avantajları olmayacak.
Yönetmelik adil dağıtımı sağlamak için binanın ya da sitenin toplam yakıt miktarının yüzde 70’ini pay ölçerle belirlenmesini, diğer yüzde 30’unun ise eşit dağıtılmasını öngörüyor.
Sizin anlayacağınız haksızlığı önleyelim, adil dağıtımı sağlayalım derken haksızlıklara kapı açan bir sistem, ufukta merkezi ısıtma ile ısınanları bekliyor.
Hele ki doğal gaza yapılan son zamla bu konu çok daha güncel hale gelecek.
Sözün bittiği yerde ne var yine “Karmaşa”.

7 Ekim 2011

Korku’nun KOKUSU!

KELAYNAK YAZIYOR
Siyasetin her yere burnunu soktuğu bir dönemde sağlıktan, hele hele burun sağlığımızdan emin olmamız gerekmiyor mu? Ülkem yangın yeri! Ana karnındaki bebekler ölüyor! Değişik kokuların bizi yakan yanlışların, hataların dumanı hepimizi duman edecek kıvamda... Yarını güvende bulmamız iki adım ötemizi görmemiz nerede ise imkansız. Ama biz bir türlü yangın yerini keşfedemiyoruz... Yangın var duman oluyoruz! Koku var, korku var yanan yeri bulamıyoruz... Yoksa durum bu değil mi?
Daha ileri demokrasi ve daha fazla özgürlük için yapmadığımızı bırakmadık... Ve referandum bile yaptık... Sözlere göre daha özgür olduk! Daha da ileri bir demokrasiye ulaştık! İlk elden öğrendiğimiz şey “DİNLENDİĞİMİZ” olmadı mı? Telefonlarımız dinleniyor gizli kapaklı konuşmalar kasetlere yansıyor ve biz dinlene dinlene form tutuyorduk... Final maçına çıkacak bir takım gibi! Halk olarak “dinlenmemiz” teknik bir şeydi... Telefon hatları ile teknoloji ile internet sayfaları ile ilgiliydi. İfade özgürlüğünün felsefesi içinde bizleri dinleyen falan da yoktu!. Gurumuzdan olsa gerek kendimizi kandırdık! 
Burnumuz ileri kelimesinin buram buram duman duman kokan korkusunu alamadı! Hemen bütüm partilerimiz sandıktan sultan çıkarmadı mı? Parti içinde olmayan özgürce fikir beyanı Başbakınımın dediği, gibi genel başkanım derki cümleleri ile çok çok ileri demokrasi ve özgürlüğü temsil etmedi mi? Hangi genel başkan “bu tutum partiye zarar verir... Yanlış yapılıyor”diyen korkusuzları korkutmadı veya eritmedi? Öğütmedi!
Kim karşı fikre saygı gösterdi?.Öğüt öğüttür diye dinleyebildi! Saadece bunlar, şunlar bana karşı diye saydı! Hangisine bakarsanız bakın ileri tek şey görürsünüz.. TEK ADAM! Sözler zarif... Hizmetler anlatmakla bitmiyor... Uygulama... Kesin... Formül... Yaptık oldu değil mi? Onlar bu işi bilmez denmiyor mu? Sağlık olsun diyeceğim ama sağlıkta da işler sağlıklı değil ki! Sakat..
Sağlık Bakanını dinlerken bir an şöyle düşündüm.... “Bu millet kıymet bilmiyor... Bakan bak ne diyor...  “Hastalarımızı yarı yolda bırakmayız. Gerekirse onları ambülans uçağa kor yurt dışına götürürüm” Diyor da... Bu yurt dışı neresi oluyor acaba? Irak sınırında bir yer mi? Ambülans uçak tutacak Bakanın dediğim dedik tutumunda asla bir inatlaşma yok! Aslında olan gene vatandaşa olmuyor mu? Soran varsa bile cevap yok!.. Ameliyat için hastane kapılarında sıra bekleyenlerin hayallerinde ambülans uçak yada helikopter de yok ki... Haftalarca beklediği ameliyat gününü versinler bayram etmeğe yetecek! Nasihat kısmında medya öne çıkıyor... Aman ha bugünlerde sakın hasta falan olmayın diyor gazeteler ve özetle şöyle ekliyorlar:
Sağlık Bakanlığı’nın, muayenehanesi olan hocalara ameliyat yasağı getirmesi “hastaları” vurdu. İstanbul Tıp Fakültesi’nde, haftada ortalama 700 olan ameliyat sayısı, 380’e geriledi. İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere çok sayıda Tıp Fakültesi Hastanesi’nde ameliyat sayıları % 50 oranında düştü. Özellikle de genel cerrahi, kadın hastalıkları ve nöroloji gibi bölümlerde aksaklıklar yaşanırken Sağlık Bakanlığı da, “Rant sistemini kabul etmiyoruz, bu bizim üniversitelerimizi katleden bir şey” diyerek, tam gün yasasında ısrar ediyor. Prof. Dr Mehmet Bilgin Saydam (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı): “Ameliyatlarda aksaklıklar oluyor, hastalara uzun sürelere randevu veriyoruz. Haftada 700 civarında ameliyat yapılırken bu sayı kanun hükmünde kararnameden sonra 380’e düştü. Bu da günlük 100 ameliyatın 54’e düştüğünü gösteriyor. İstanbul Tıp Fakültesi’nde görev yapan toplam 485 öğretim üyesinden yaklaşık 165’i mesleğini sebest olarak icra ettiğini belirtti. Sadece cerrahi branşlarda 84 öğretim üyesi dışarıda kaldı ve sistem böyle kilitlendi.”
Mualla Karabulut (54 yaş emekli): “Ocak ayında ameliyat oldum, yeniden hastalık nüksetti, yarayı tedavi edecek doktor bulamıyorum... Hasta bacağımla hastanenin içinde dört dönüyorum. Bacağım kangren olmak üzere, tedavim uzarsa bacağımı kaybedeceğim.(Vatan)”
Mualla Karabulut’un bacağı için kangren korkusunun kokusunu duyuyor muyuz? Bir yerde durup hem fikir olmadıklarımızın fikirlerini dinliyor muyuz? Hemen her konuda ileri demokrasimiz sandıktan çıkmış olmanın yaptım oldu ezberine köle olmadı mı? Ölümün kanın, ana karnındaki 8 aylık bebeklere kadar indiği bir ortamda burnumuza gelen kokular seyrettiğim sahneler güven verici mi? İlerlemek zorundayız.. Evet... İleri demokrasi’yi sözde eskitmeden gerçekten ilerletmeliyiz!. Tartışmayı kavgaya kine nefrete çevirmeden ortak bir noktada buluşmak için ilerlemeliyiz... İş işten geçmeden KORKUNUN KOKUSUNU almalıyız...

5 Ekim 2011

Müzikle tedavinin merkezi Darüşşifa!

Osmanlı İmparatorluğu'nun ikinci başkenti sayılan Edirne, uzun süredir gezi programımızdaydı. Geçtiğimiz pazar günü gezi ekibimizle birlikte yola koyulduk.İstanbul'dan çıktıktan tam iki saat sonra, 11.00'de Edirne'deydik. İlk durağımız Sinan'ın ustalık eseri Selimiye'ydi. Sonra Niyazi Usta'da ciğer, Fethullah Hoca'nın yetiştiği Üç Şerefeli Camii'i ziyaret, Karaağaç ve Meriç Nehri kıyısında tadına doyamadığımız çay... En çok merak ettiğim yerlerden biri Edirne Sağlık Müzesi'ni ise en sona bıraktık. Mihmandarımız eski gazeteci arkadaşım, Edirneli Nevin, bize öyle bir güzergâh çizdi ki, 5-6 saat içinde gezmek istediğimiz yerleri gezip, yemek istediklerimizi de yemiştik.
Musiki topluluğunun önünde çektirdiğimiz fotoğrafı flu olmasına rağmen görmenizi istedim. Çünkü zamanında birçok kişiye şifa dağıtmış bu topluluk. Onlarla fotoğraf çektirmek bize de iyi geldi, yüzyıllar sonra bile. Fotoğraf flu olmasa yüzümüzdeki neşeyi görebilirdiniz.







Fatih Sultan Mehmet'in oğlu Sultan II. Beyazıd döneminde 1488 yılında hizmete açılan Darüşşifa (hastane), döneminde hastalara müzikle şifa dağıtmış. Bugün de cansız mankenlerle 15.yüzyıldaki hastane ortamı canlandırılmış. Ney müziği ve su sesiyle huzuru hissediyorsunuz müzeden içeri adım attığınızda. Müzenin darüşşifa bölümü görkemli bir kubbenin altındaki şadırvan ve onun etrafındaki hasta odalarından oluşuyor. Önceleri her hastanın tedavi edildiği hastane, daha sonra akıl ve ruh hastalarına hizmet vermeye başlamış.
işte buradaki mankenler de o dönemi canlandırıyor gözümüzde. 'Psikonevrotik', 'Melankolik Kara Sevdalı', 'Deli Divane Akıl Hastası' ve niceleri...


 Akıl sağlığı bozulanlar burada tümüyle ücretsiz müzikle tedavi ediliyormuş. On kişiden oluşan musiki topluluğu, musiki konserleri veriyor, hastalar, muhteşem akustik sayesinde odalarından bu müziği dinleyebiliyorlarmış.

EVLİYA ÇELEBİ’NİN GÖZÜYLE
Müzedeki tabelalardan edindiğim bilgiye göre Evliya Çelebi de 1682 yılındaki Edirne ziyaretinde şöyle bahsetmiş külliyeden "Orada bir Darüşşifa vardır ki dil ile tarif ve kalemler ile yazılamaz"
İşte Evliya Çelebi'nin ağzından Darüşşifa;
"Böyle dikkat ve özenle yapılmış şifa yurdunun anlatılan odalarında çeşitli hastalıklara tutulmuş zengin ve fakir, ihtiyar ve genç doludur"… "Bazı odalarda ilkbaharda delilik mevsiminde Edirne'nin aşk denizi derinliğine düşmüş sevdalı âşıklar çoğalıp, hekimin emriyle bu tımarhaneye getirilerek altun ve gümüş yaldızlı zincirlerle kerevetlerine takılıp, her biri aslan yatağında yatar gibi kükreyip yatarlar…Kimisi havuz ve şadırvanlara bakıp kalender hülyası kabilinden söz eder, nicesi dahi o kemerli kubbenin etrafında olan gülistan ve bağ ve bostan içindeki binlerce kuşların cıvıltılarını dinleyip, delilerin perdesiz ve ölçüsüz sesleriyle feryada başlarlar.
Merhum ve Mağfur Bayezid Veli Hazretleri Vakfiyesinde, hastalara deva, dertlere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve defi seva olmak üzere 10 adet hanende ve sazende gulan tayin etmiş ki, üçü hanende, biri neyzen, biri kemancı, biri musikarcı, biri santurcu, biri çengi, biri çenk santurcu, biri udcu olup, haftada üç kez gelerek hastalara ve delilere musiki faslıederler. Allahın emriyle, nivesi saz sesinden hoşlanır ve rahat ederler. Doğrusu musiki ilminde neva, rast, dügah, segah, çargah, suzinak makamlarıonlara mahsustur. Ama zengule makamı ile buselik makamında rast karar kılsa insana hayat verir. Bütün saz ve makamlarda ruha gıda vardır…"
HANGİ MAKAM NEYE İYİ GELİYOR?
On kişilik musiki topluluğunu temsil eden mankenlerin önündeki tabelada, hangi makamın hangi hastalığa iyi geldiği anlatılıyor. Belki işinize yarar, denemekte fayda var.
Rast Makamı: Havale ve felç iletine devadır.
Irak Makamı: Har mizaçlılara, sersam ve hafakana faydalıdır.
İsfahan Makamı: Zihni açar, zekâyı artırır, anıları tazeler.
Zirevkent Makamı: Sırt ve eklem ağrılarının ve kuluncun tedavisinde faydalıdır.
Rehavi Makamı: Baş ağrısına devadır.
Büzürk Makamı: Ateşli hastalıklara iyi gelir, zihni temizler, vesvese ve korkuyu uzaklaştırır, fikre yön verir.
Neva makamı: Irk'un nisa'ya iyi gelir (Kadın hastalıkları)
Zengule Makamı: Kalp hastalıklarının devasıdır.
Hicaz Makamı: İdrar zorluğuna iyi gelir, cinsel yönden uyarıcı etkisi vardır.
Buselik Makamı: Kulunç ve bel ağrılarının ilacıdır.
Uşşak Makamı: Kalp, karaciğer, sıtma ve mide hastalıklarının ilacıdır.
Osmanlı'da müzikle tedaviye bu kadar önem verilirken çağımızda niye çok öne çıkmıyor bu konu diye düşündüm. İnternette biraz araştırınca gördüm ki, Tümata'nın (Türk Musikisini Araştırma ve Tanıtma Grubu)  bu konuda çalışmaları var. Sabah televizyon seyrederken ünlü kalp doktorumuz Prof. Bingür Sönmez de kalp hastalarının müzikle tedavi edilebildiğini söyledi. 'Müzik ruhun gıdasıdır' sözünü yabana atmamak lazım demek ki.
Külliyenin diğer bölümünde de tıp eğitimi veriliyormuş. O bölümde de yine mankenlerle, 15.yy tıp eğitimi canlandırılmış. Tıp öğrencileri, müderrisler (profesör), adeta canlı gibi sizi karşılıyor. İmarethanede ise dönemin büyük kazanlarını, mutfak aletlerini görmek mümkün.
Yolunuz Edirne'ye düşerse, bu ödüllü müzeyi görmeden geçmeyin...