29 Nisan 2012

Anneler, babalar çocuklarınız için kolları sıvayın!

Eğitim sisteminin yazboz tahtasına döndüğü şu günlerde velilere daha doğrusu anne, babalara büyük sorumluluk düşüyor.
Çocuklarımızın ideolojik baskı bombardımanına uğrayacağı kesin.
Siz siz olun okuldan önce çocuklarınızın Cumhuriyet’e, Atatürk’e, ülkesine bağlı, dürüst, paylaşımcı bireyler olması için kolları sıvayın.
Biz aile olarak öyle yapıyoruz.

27 Nisan 2012

Mete büyüdü de sahneye de çıktı!

23 Nisan’da torunum Mete’nin gösterisini izlemeye gittik.  İstanbul Teknik Üniversitesi’nin büyük salonu.  Anne babalar, anneanneler, babaanneler, dedelerin kalbi hızlı hızlı çarpıyor.
Çocuklarının, torunlarının becerilerini izlemenin heyecanı içindeler.
Bir birey olarak topluma katılmalarının gururuyla alkışladılar.
Mete, İngilizce bir oyundaki çiftliktekilerin en sonuncusu olarak çıktı sahneye. Bir arkadaşı ile. Teklemeden metni okudular. Yattılar, kalktılar.
Alkışlar, alkışlar bu miniklerin geleceğine.
Sahnedeyken görebildikleri anne, babalarına ya da yakınlarına el sallamayı da unutmadılar.
Bu da onların sahne kusuru olsun ne çıkar.

23 Nisan 2012

YAZMAK İSTEMİYORUM!

KELAYNAK YAZIYOR: İçimdeki keyifsizlik her hafta biraz daha arttı... Olayları çok kere anlayamadım!... Sonra dinleyemez oldum... Fark ettim ki dünya değişmiş... Ben değişmemişim! Yerimde saymışım! Öğrenememişim! Medya bilemediğim bir âlem oluşmuş... Sonunda ne işim var demeye başladım! Ve yeni değerlere, yeni felsefeye yabancı kaldım! Uyamayacağımı bir kere daha anladım!..

Haberden habersiz habercilere en yakın örnek denizde dehşet! Olayı duyurmak gazeteci işi değil mi? Gazeteciliğe bakalım... Haberi verenler GEMİ diye başladılar. Hemen bütün TV’ lerin hızlı ve kendinden emin habercileri! Gemi diye bitirdiler... NE GEMİSİ! Bahsedilen gezi teknesi idi... Tahmin ederim 7-9 metre arası bir gezi teknesi... Motor sıkışması ile tekne yanmaz... Motor ısınması pistonları eritebilir ve motor çalışmaz... Alev alev yanan teknenin başka bir gerekçeye ihtiyacı var... O alevlerin oluşması için! Yanmak için! Amatör bir kaptan bile yangın kıçta çıkmış ise rüzgâra baş verir... Hareketsiz kalmış ise baştan bir halat atıp yardıma gelenlerden tekneyi rüzgâra çevirmesini ister. Tekneyi yedeğe alır... Ve başüstünü alevlere kapatmış emin bir alan açmış olur! Alevler başa doğru gitmez... Yolculara değil, rüzgârla arkaya doğru, uzağa gider... Tekne rüzgâra borda vermiş. Yani sallanmayı en üst noktaya taşıyan bir konuma gelmiş... Bu durumda yardım edecek teknenin de yanaşması en zor konuma gelmiş... Daha fazla yazmayayım... Yazdıkça canım sıkılıyor... Neden gazetecilik bu noktada? Bugün üstünkörü veya kulaktan dolma bilgilerle hemen herşey geçiştiriliyor! Bari deniz vasıtalarını, 5 dakikanı ayır, internetten öğren... Geniş ayrıntı kalsın... Sandal-Bot-Yelkenli-Kayık-Balıkçı teknesi-Yolcu Gemisi-Şilep -Tanker kelimelerini gör. Her denizin üstünde yüzen şeye gemi deme... Ve gezi teknesinde karar kıl! Haberi yok sayan siyasi düşünce çemberinde kalanlar artık asla gerçeği aramayı düşünmüyor! Geride kalan olayların da içindeki tehlike bilgisizlik değil mi? Bugün okura sunulanlar olması gereken çizgiden çok uzak... Bilgisizliğin ve dedikodunun esiri... Şu sıra daha sempatik olmam gerekiyor ama ara verirken üslup değiştiremiyorum.

Sık sık “o dönem geçti ağabey” deyip küçümseyenlere ara verirken hatırlatayım! O dönem gerçekten geçti... Geçti de ne oldu? Gazetecilik ilerledi mi? Saygısızların artmasından başka... Teknoloji iletişimi inanılmaz kolay kıldı... Ve değişen ne ise o şey gerçeği bulma ve ifade etmeyi o ölçüde zora soktu!

Bilmediğini bilmeyenlerin mutlu cenneti yaratılmadı mı? Kendi alanında bilgili muhabirin kıymeti bilinirdi. Özellikleri ile aranır, değerlendirilirdi!.. Deniz muhabirleri-Beyoğlu muhabirleri yok edildi... Polis adliye muhabirlerinin bir bölümü de haber yazma yerine bavul dolusu belge ile şöhret olmuyorlar mı?

Meslek örgütü (TGC) bile yıllanmış üyelere saygıyı arşive kaldırdı! Bütün bu sıkıntılar beni daha az okur, daha az haber dinler yaptı... Pek çok eski arkadaşımın zaman zaman çaresizlikleri, tek başına kalışları içimi kararttı... Tutuklu olmaları, değersiz kılınmaları yüreğimi de soğuttu... Çaresizliğimi yenemiyorum! Çaresiz kalmaktan ise şimdilik terk ediyorum... Ara veriyorum...

.......................................

Evvelki gün, gece yarısı ter içinde uyandım... Elinde Votka şisesi Roslan kapıya yaslanmış sesleniyordu...“Çok derin uyuyorsun... Roslan’ı hatırla...”

Roslan... Nefretin, ırkçılığın kol gezmeğe başladığı şu dönemde daha sık rüyama giriyor. O gece de beni sarstı! Hikâyesini ancak yarıya kadar yazabildiğim ve ondan sonra da yan çizdiğim ROSLAN...

Her zaman gülen yüzünü görür gibi olduğum, onu düşündükçe karmakarışık duygulara kapıldığım Roslan... Bu kez haklı... Büyükannesi koyu hristiyan, çocukluğunu yanında dolu dolu ve mutlu yaşadığı dedesi Yahudi kökenli, annesi Letonya’ da tanınmış bir ressam protestan ve babası Kafkas asıllı beş vakit namazında biri, Ahmet Beyin oğlu Roslan... Canbek Havjoko...

*Roslan “Ne zaman çocuk, ne zaman savaşın erken pişirdiği, yüreği nasırlı acımasız bir asker, ne zaman üç kağıtçı, ayyaşlık çizgisine yakın sarhoş, ne zaman söz verince asla dönmeyen bir delikanlı, gözü kara bir aşık, sadık bir baba olduğu anlaşılmazdı. Oysa bir kaç sohbetten sonra hâlâ ana kokusuna hasret koca bir bebek, hayatın her döneminde sevgi arayan bir çaresiz olduğunu hissederdiniz.”



*“Adın ne senin?”

“Roslan Canbek Havjoko... Nüfus cüzdanımda adım Rüstem diye yazılmış olabilir.”

“Ne demek olabilir! Hangisi senin adın oğlum. Rüstem mi değil mi?”

Kızıyordu. Daha önemli bir işi vardı herhalde. Bela gibi mutlaka ben çıkagelmiştim! Her işte ne terslik varsa beni bulur ya..

“Rüstem Canbek efendim.”

“Roslan dedin... O ne oluyor? Kazık kadarsın, adını da mı bilmiyorsun?” “Kaçlısın?”

“1928 doğumluyum.”

“Ohoooo... Tarih öncesi gibi... Oğlum nerede idin? Dur bakalım bir dosyana. Hilmi çavuş... 28'lilerin dosyasını çıkar bakalım. Kayıtları kontrol edelim! Kumandan benim dosyam ile meşguldü. Sararmış dosya kapağını çevirir çevirmez yüzünün şekli değişti rengi kıpkırmızı oldu. Masadan kalkışı gerçek bir patlama idi... Öyle bir tokat geldi ki sol yanağıma bir an hiç bir şey duymaz oldum... Her yanım çınlıyordu. Yakın siperden atılan el bombası refleksi idi benimki  fırladım... Kapıdan merdivenleri atlayarak ikişer üçer inerken binbaşının sesi tüm katı inletiyordu!

“Ulan hergele. Sensin o deyyus demek ki. Yıllardır kaçıyorsun haaa!.. Sır olmuş tüymüşsün... Yıllardır kim bu deyip bizi peşinden koşturan deyyuz sensin haaa...”

*Aahen 1941

Binlercesini işittiğim halde, her seferinde şaşkınlığımı yenemiyordum. Dalgalı siren. Tehlike... Düşman uçaklarının en geç yirmi dakika sonra tepemizde olacağının işareti. Kimin ölüp kimin kalacağının meçhul olduğu bir gösterinin bedava açılışı ve bitmeyen anonsu. Sirenler... Sirenler...

17 yaşına basan Alman üniformalı çocuk askerin yüreğine kazınmış ilk sesler...

*POLONYA 1938-39-Masa yeniden kalabalık hal almıştı... Uykuya dalarken Kafkaslılar ve dost Polonyalılar mücadele kararı almıştı... O gün babam beni biraz daha erken uyandırdı... “Oğlum.. Bak dedi... Buradaki Polonyalılarla birlikte mücadele etmek zorundayız... Şimdi senden büyük biri gibi davranmanı istemek zorundayım... Şu andan itibaren çocuk değilsin. Savaş bazen insanları olduğundan çabuk olgunlaştırır.

*En yakın kümeye sokuldum. Bıçağım yoktu. İri yarı bir adam iki ayağını açmış, etrafındakileri eli ile iterek atın arka ayağından koca bir et kesiyordu. Atın boynundan akan kan, koyu kızıl yapmıştı hafif kumlu zemini. Atın başını gördüm. Alnının ortasında beyaz leke çamura bulanmıştı. Gözleri kapanmış. Onu tanıdım...Bindiğim çalıştığım attı!

 Roslan’ı son olarak Haydarpaşa Hastanesinde gördüm... 17 yaşında savaşla tanışan ve ömür boyu hayatın tokatını yiyen genç adam ülkesine döndüğü ay “asker kaçağı” olarak da şube komutanından da tokatı yemişti! Son tokat ve son durak... Boynu bükülmüştü... Hayatta olduğu gibi! Onu yatağında ilk kez çok sakin gördüm. O beni görebildi mi emin değilim... Baygındı... Elini tuttum... Parmaklarımı sıktı... Eğildim... Gözleri sabitleşmişti... Dudakları kıpırdar gibi oldu... “SEVGİ yiii aaaaraaaa!”

Şimdi yazmak istemediğim bir dönem! Bir süre ara verip, onun yarım kalmış hikâyesini tamamlamak istiyorum... Biliyorum... Yoksa her gece rüyamda başucuma yerleşir... Nöbet tutar! Yeniden buluşma umudu ile...Sevgiyle kalın!

20 Nisan 2012

"Kurtuluş gemisini nasıl kurtarmıştık?"

Muharrem Kaptan “yaşanmış” hikâyeleri anlatıyor:
     Örf ve saygıları yüzünden büyüklerimiz hiç bir şeyi bizle paylaşmadılar. Ağızlarından neredeyse kerpetenle söküp aldığımız yaşanmış hikâyeleri bizden sonrakilere ibret olması için affınıza sığınarak sizlerle paylaşıyorum:

     Duatepe ‘nin yanarak batmasından sonra Giritlioğlu Hacı Şakir Reis’in oğulları, Tavilzade Muharrem Beyle ortak daha önce padişahların gezi teknesi olan  80 tonluk bir ağaç gemi aldılar. Gemi baş tarafında bastonu ve bodoslamasından itibaren kapalı mahalli olan yat tipi bir gemiydi.

Buradan sonrasını Arslan amca’nın anlatımıyla yazacağım;

Daha 15-16 yaşlarındaydım yeni alınan gemide çalışmak için İstanbul’a geldim. Gemiyi Perşembe pazarında’ ki tamirhanelerin birine çekmişler. Yatağım sırtımda orada gemiye katıldım. Gemide kamara falan yok, sadece baş tarafta depo gibi kapalı bir yer var. Kapısı kilitliydi, kilidi açtılar ve ben yatağımı orada bir yere koydum ve çalışmaya başladım. Geminin her tarafı elden geçirildi. Baştaki baston kesildi, kamara yapıldı, kargo gemisi haline döndürüldü. Kış mevsiminde gemiye gelmiştim, ısınacak bir şey yoktu.Bir de geceleri soğukla mücadele ediyordum. Yaza doğru gemi bitti. Gemiye Y. KURTULUŞ adını vermişlerdi.
 Her tarafı raspa edilmiş boyanmış gelin gibi olmuştu. İlk seferimiz Zonguldak’tan kömür yüküydü. Zonguldak’a geldik, o zaman liman yoktu, ufak mendireğe benzer bir duvar vardı orada başka gemilerin üzerine yanaştık. Gece hava bozdu. Dalgalar gemileri etkilemeye başladı. İki gün gece gündüz hiç uyumadan elimizde usturmaçalarla gemiyi korumak için koşuşturduk. O gelin gibi gemide ne küpeşte ne boya kalmıştı. Hava kalınca kömürü yükledik İstanbul’da Paşabahçe koyuna demirledik.
Mustafa amca (Mustafa kaptan) burada vardiya tutmaya gerek yok dedi, herkes evine gitti. Rahmetli Selahattin’le (Hisar gemisinde ayağı kırılan, eşek adasında donarak ölen Mehmet Girit kaptanın oğlu. Sonra İzmir’de kılavuz kaptan olan Selahattin Girit) ikimiz gemide kaldık. İkimizde daha çocuğuz. Zaten Zonguldak’ta iki gece uyumamışız, bizde yattık uyuduk.
Bir ara bir sesle uyandık ki sabah olmuş, hava Batı’dan kaçık yapmış, Büyükdere’den doğru esen sert rüzgâr geminin demirini taratmaya başlamış. Meğerse sahildeki insanlar bize sesleniyormuş. “Selahattin ne yapacağız” dedim. “Demir alıp yeniden atabilir miyiz, zaten tarıyoruz, karaya gideceğiz bir deneyelim” dedik.
Selahattin zaten makineye bakıyordu.Sen makineyi çalıştır ben demiri alayım sana dediğim zaman ileri geri yaparsın dedim.
Baş tarafa koştum ırgatın benzinli makinesi vardı onu çalıştırıp demiri alacaktım. Kolu taktım çevirdim çalıştıramayınca geri tepti, kol göğsüme vurdu ve düştüm. O acıyla tekrar kalkıp makineyi çalıştırdım. Demiri aldım, hemen dümene koştum, serenin üstünden uçuyordum adeta. Şansımıza geminin başı açığa doğruydu, Selahattin’e ileri ver dedim. Makine zaten hazırdı hemen ileri verdi, sahilden uzaklaşmaya başladık. Gemiyi karaya gitmekten kurtarmıştık.
 Yeniden demiri attım, gemi rahatlamıştı. O arada gemini küpeşteleri çok yüksek olduğu için dışarıya açılan bir kapı vardı, sandal da orada bağlıydı. Sandal kapıya vura vura kırılmış batmıştı. Eve gidenler sahile gelmişle,r Mustafa Amca işaret ediyor, sandalla gelip bizi alın diyor.
 Ben de parmağımla batmış sandalı gösteriyorum yok battı diye işaret ediyordum. Neyse oradaki kum gemilerinin birinin sandalıyla geldiler. Bizim kırık sandalı görünce bize bağırıp çağırmaya başladı.
 Bizi dinlemiyordu. Sahilden bizi seyredenler baş tarafta makinenin kolunun bana vurduğunu görenler beni öldü zannetmişler. Mustafa Amcaya da “çocuklar gemini kurtardı sen onlara bağırıyorsun” dediler.
Kalbimiz kırılmıştı. Selahattin’le yataklarımızı toplayıp denk yaptık “biz gidiyoruz” dedik. Mustafa Amca önümüzü kesti, bizi zorla durdurdu ve ikna etti.
Çalışmaya devam ettik. Bir iki yıl İzmir den Antalya’ ya yük taşıdık. Yine bir sefer İzmir’ den Antalya’ya yük alıyorduk. Fuar da makine teşhir eden bir tüccar baş ambarı bana ayırın iki üç güne kadar fuar bitiyor malzemeleri Antalya için yükleyeceğiz dedi. Bizde diğer yükü aldık arka ambar doldu.
Motosiklet’ler vardı, onları da ambar üstüne aldık. makineler de gelmişti onları da yükledik ama geminin kıçı yine yükselmedi. Karşıyaka’ ya geçip yakıt aldık, gemi iyice kıçlı olmuştu. Tekrar Alsancak’a geldik demirledik.
 O Zaman kaptanımız Sait kaptandı. Sahilde oturuyordu. Geminin kıçı gittikçe batıyordu. Kıç tarafta üzüm dolu kasalar vardı, onları zincirliğe taşıdık ama pek bir şey fark etmedi. Biraz sonra sahilden bağırmaya başladılar, hemen kıça koşup baktık ki kıç altı su doluyordu. Ve gemi kıçının üzerine suya gömülmeye başladı . Baş taraftaki benzinli motorun deposunda ki benzin akmış tutuşmuştu. Ama gemi battığı için yangın büyümeden söndü. Biz de ayrıldık.
Bir ay kardeşim Zekeriya ile Bornova’ da durakta yattık. Çok sefillik çektik. Daha sonra Rize’ye döndük….

 Arslan Amcanın bana anlattığı yaşanmış hikâye böyle.
     Gemiyi çıkarıp yeniden seferlere başladılar. Babam evlendikten sonra ben doğmadan o gemide de Y. KURTULUŞ’ ta Mustafa amcasının oğlu Sait kaptan la Usta gemici ve aşçı olarak çalıştı.

19 Nisan 2012

DÜNÜ DÜN KILABİLMEK!

Kelaynak yazıyor:

“Eğer sizi üzen insanlara hala selam verebiliyorsanız bu vicdanınızın sadakasıdır!”
Sabaha karşı saat dört! Gene biri silkeledi uykumu... Çılgın bir panik... Deprem unutuldu ama bu uyku kesintisi beni unutmadı! Uyandım mı acaba derken ayaklarımın bastığı yer beni yeniden dara soktu!.. Yer de dardı... Reklamlardaki yürü yürü bitmeyen salonların, yabancı isimlerle albenisi şahlanmış siteler ve iç mekanların akıl almaz rahatlığı beni rahatsız etmedi!.. İçinde olamayacağım yaşam bu dedim!.. İşte basit gerçek bu... Ülkem nereye ilerlemiş... Ben de en kısa sürede İç İşleri Bakanımın karşısına dikilmeyi umuyorum... Onu sevdiğimi ifade edebilmek çok önemli!.. Bu fırsatı iyi değerlendirmek için hazırlıklı olmak istiyorum!.. Önce fizik gücümü en yükseğe çekmem gerekiyor! Oysa uyanır uyanmaz yatak ucundaki bu dar alan İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNE DE saygısızdı! Yani TAKLA atacak yer bulamadım... Oysa haysiyetini koruyarak hatta biraz daha modernize edip geliştirerek dünden bugüne getirebildiğimiz tek ve en kıymetli becerimiz  bu iş değil mi? Sağolsun... İç İşleri Bakanı hatırlattı. Halktan TAKLA atmasını isteyen Bakan İdris N. Şahin, 5 Bedaş işcisinin bağıra bağıra buz parçalarına tutunup can verdiği gölette inceleme yaptı! İnceye inceleye öyle incelmişti ki “Sevgi” ispatında ısrarcı oldu! “Sevdiğini ispatla... Takla at” Halk istiyor” cümlesi o an iflas etti... Halk takla attırmaktan sıkılmış mı desiniz! Bakan istediğini yedekledi! “Oyna o zaman” Davul emirle eşlik etti. Vatandaş oynadı!

Oysa ülkemde TAKLA ATTIRILAN çok şey yok mu? Meseleyi birazcık olsun kavramak için takvime ters bir sistemle bakmak gerek! Aralık’tan Ocak ayına doğru! 2012 den sıfıra kadar! Dünü dün olmaktan koruyan bu sistem bizi nereye kadar sürükler! Kutlu Doğum haftasında KARDEŞLİK VE SEVGİ  nutku dinleyip Mümtaz bir kalem olan Türksona’nın kaleminden intikamın ne kutsal bir duygu olduğunu öğrenmeye! Böyle bir yolu hızla tüketirsek sonunda kimin kapısını çalacağız? Bence belli... ADRES sora sora Adem ile HAVVA’ya kadar uzarsa ben şaşırmayacağım!
Kim doğruyu ifade ediyor belli mi?.. Belli kalemleri okursan ikiye ayrılmış duran ülkemin öteki yakasında kalırsınız... Bu işin makul bir orta yolu yok mu diye sorarsanız sizi kimse anlamaz!.. Belli köşeleri belli düşünceye kaptırıldığını acı bir tebessümle kabul edersiniz. Böylesine hızlı değişimi sürdürürsek yarını hesaplama şansınızın olmadığını anlarsınız! Dün işleme koyduğumuz “sıfır sorun” denen yolun bizi sıfır komşu noktasına getirdiğini kavramanız hayli güç olur...
Olayları anlamağa çalışırken sıkıntı büyümüyor mu? Anlatılanların hepsi inandırıcı mı? İntikam almanın, hesap sormanın keyfi aşrırı boyutlar içermiyor mu? Önce çok keyif veriyor daha sonra yormuyor mu?
Münih de yaşayan adam yeni bir sevgili bulduğu için mutlu idi. Bir gecelik, tek hecelik aşk kadının “bir daha bir daha” ısrarı ile saatler sürünce işkenceye döndü... Adam artık yeter dediği halde kadının ısrarı tehdite dönmüştü... “Ben tamam demeden bu evden çıkamzsın!” serti ile evin kapasını da kilitlemişti! KURTULUŞ umudu balkondu... Aşk beklerken nefesi tükenen adam sonunda polisi arayabildi. Ve evi basan polisler adamı aşk iskencesinden kurtardı. Kadını cinsel yolla şiddet uyguladığı gerekçesiyle yargılanacak! Ülkemin içinden geçmekte olduğu tutuklama yargılama ve hesap sorma maratonu intikam mı aşırı aşk mı?

Balyoz davası sorgudan sonra kilitlendi. Avukatlar duruşmalara girmeme kararı aldı. İleri sürdükleri gerekçe önemli... Hukuk işletilirken usul çiğnendi... Delil değerlendirilmesi atlandı... Bu işlem savunma hakkına saldırıdır ve Adaleti gerçekleştirmeyi engeller!

Düne takılıp kalınca bugüne bakamıyoruz! Bugün sıkıntımız düne göre daha mı az?.. Hapisler daha mı boş... Gazeteciler daha mı hür! Düşünürler daha mı cesur? Gerçeğe ulaşmada en büyük engel, siyasetin kendi pencerinden bakıp ne gördü ise aynen onu değil neye inanıyorsa gördüklerine TAKLA attırıp nakletmesi değil mi? SIKILDIM!.. Hayatın normal SOLUĞUNU hissetmek ve dünü dün kılmak istiyorum!..

18 Nisan 2012

Muharrem Kaptan'ın gözüyle laleler!

15 Nisan günü İstanbul Emirgan’ da lale bayramı yapıldı, ve lale haftası başladı. Biz de 16 Nisan da Emirgan’ a gittik. Gerçekten de çok güz çalışılmış ve birbirinden güzel ve renkte laleler çok güzel düzenlenmiş.
Görsel olarak renk cümbüşü oluşturmuş. Korunun bakımı da iyi yapılmış. Korudaki üç Köşk’te halka açık kafeleriyle hizmet veriyor.
Güzel bir gün geçirdik.Laleler, sümbüller ve diğer çiçeklerin kokuları birbirine karışıyor, etrafa hoş bir rayiha salıyorlar. Ağaçlarda yaprak ve çiçeklerini açmış. Harika bir görüntü oluşmuş.
Sizleri lalelerle baş başa bırakıyorum:






16 Nisan 2012

Tek tip adam yetiştirmek ve Köy Enstitüleri!

BİR RESMİN ANLATTIKLARI: Şimdi sizlerle bazıyorumları paylaşacağım. Bu yorumlar facebookta yayımlanan Köy enstitülerinden toparlanmış bir fotoğraf için yazılmış. Yorum sahiplerinin affına sığınarak bu yorumları yayımlıyorum::Kemal Senocak : Köy Enstitülü babam olduğu için her zaman gurur duydum, ama bir şeyler noksan olmuş ki Türkiye bu duruma geldi. Çetin Aşkın: Demokrat Parti de AKP seviyesinde bir partiydi, bu güzel irfan yuvasını kapattılar.Recep Aksu: Fotoğrafta hazır olda duran o çocuklar, o eğitim yuvalarından çıkarken irfanı ve vicdanı hür bireyler olarak mezun olup, daha sonra görevlendirildikleri yerlerde çevrelerinde bulunan insanların gelişimine katkıda bulunarak Cumhuriyetin ve kalkınmanın temelini atmışlardır. Semra Aydın: Benim Babam da Köy Enstitüsü mezunuydu. Şu an 79 yaşında. İlkeli ahlaklı ve halen bizlere güzel ve iyi insan olmamızı öğütler.Cevdet Duman: O kuşağın yetişmesi için emeği geçenlere ve o öğretmelerimize minnetlerimi ve şükranlarımı sunuyorum.Abdullah Akgöz: Bilerek, isteyerek toplumun önüne set kurmak isteyen güç, köy enstitülerini kapattı. Yerine bugünün koşullarına uygun okullar açılmalıdır.Bülent Özgür Özsoy : Günümüz eğitim sisteminde yetişmişiki üniversite kazanmış biri olarak köy enstitüsünde yetişmiş babamın karşısında hep yetersiz kalmışımdır.Semra Filiz: Maddiyatı düşünmeden gerçekten mesleğini yapan öğretmenler yetiştiren bu okulların kapatılması, Türkiye için büyük bir ayıp olmuştur. Bu okuldan mezun olan babamla ben gurur duyuyordum, şu anda belli mevkilerde olan öğrencileri de onunla gurur duyuyorlar. Ilhami Esmer: Biz kapattık, Fransa devam ediyor. Hem de bizden örnek.

17 Nisan 1940. Bu tarih belki size bir şey hatırlatmayabilir ama genç Cumhuriyetimizin en büyük projelerinden birinin yürürlüğe konduğu tarih. Köy Enstitülerinin kuruluş tarihi. Çok şey söylendi, çok şey yazıldı Köy Enstitüleri hakkında.
En son sözü Başbakan söyledi:”40’lı yıllarda Köy Enstitülerinde tek tip adam yetiştirildi. Tek insan yetiştirmenin ne olduğunu biliriz.” Ne maksatla söylemişti bunu başbakan?  “Dindar gençlik yetiştireceğiz” söylemine gelen tepkiler üzerine. Allı şanlı medya Başbakanın bu sözlerini es geçti. Bu konuda ne tartışma yapıldı ne haber. Doğru muydu bu tespit? Yani tek tip adam mı yetiştirildi Köy Enstitülerinde? Bunun için Köy Enstitülerinin kuruluş amacına bir bakmamız gerekiyor. İlk amaç Köy öğretmeni yetiştirmekti. Bu konuda çeşitli modeller aranmıştır. Ta II. Meşrutiyet’ten beri. Cumhuriyetin ilk yıllarında da "köy öğretmeni yetiştirme" konusu gündeme gelmiş. Denemeler yapılmış ama sonuç alınamamış. Ne zamana kadar, 1940 yılında Köy Enstitüleri kurulana kadar.
1940’ lı yılların başında ülkemizde ilköğretim çağına gelmiş nüfusun % 78'i henüz okuma-yazma bilmiyordu. Hatta bu oran köylerde %90 a varıyordu. Nihayet, 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı Kanun ile tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında açılan Köy Enstitüleri öğretime başladı. Köy Enstitülerinde öğrenim süresi ilkokuldan sonra beş yıldı. Köy Enstitülerinin sayısı başlangıçta 14 iken sekiz yıl içinde bunların sayısı 21'e çıkarıldı.
“Tek tip adam yetiştirildi” iddiasına karşı köy enstitülerindeki uygulanan eğitim programlarına bir göz atalım:

Enstitü arazisinin ağaçlandırılması, bataklık yerlerin kurutulması, yol yapımı, işlenmemiş toprakların verimli hale getirilmesi, imar işlerine girişilmesi.
Öğrencilere  hayvanların, bitkilerin, onlara zarar veren türlü hastalık ve etkenlerden korunması önlemlerinin öğretilmesi.

Öğrencilere öğretilmesi ve kazandırılması gerekli görülen beceri ve alışkanlıklar: Bisiklet ve motorsiklet kullanma; yüzme, ata binme, dağa tırmanma, sandal, yelken, motorlu deniz araçları kullanma; mandolin, ağız armoniği, flüt gibi bir müzik aletini çalma; yerel oyunlardan başlayarak ulusal oyunları oynama; radyo ve gramofondan müzik parçaları dinleme.
Ayrıca  enstitülerde köy hayatını ilgilendiren kitaplar başta olmak üzere öğrencilerin bilgilerini artırıcı nitelikte yayınları içeren bir kütüphane oluşturulması, her enstitünün bulunduğu coğrafi ve tarihi yerin özelliklerine göre etnografik, jeolojik ve tarımsal değer taşıyan eşya ile bir "yurt müzesi" kurulması, öğrencilerle öğretmenlerin birlikte görev aldığı eğlenti ve müsamereler düzenlenmesi ve bu gösterilerde halk oyunlarına yer verilmesi.

 Okula bu eğitimle başlayan köy çocukları ileriki sınıflarda kendilerini geliştirecek ve öğrencilerine öğretecek bilgileri içeren programlarla donatılıyordu. Bunları tek tek yazmanın çok gerekli olduğuna inanmıyorum. Bilen biliyor, bilmeyen de “tek tip adam yetiştirildi” yakıştırmasını yapıyor.
Evet! Tek tip bir şey vardı. O da kız erkek bir arada okuyor ve aynı tip giysiler giyiyorlardı. Bunun da nedeni zengin çocuğu daha doğrusu ağa çocuğu - yoksul aile çocuğu farkını ortadan kaldırmaktı.

Oldum olası ülke insanının bir alışkanlığı var. İşine gelmeyen konularda kulaktan dolma bilgilerle “yakıştırma” yapmak. Huylu huyundan vazgeçmeyeceğine göre ne yazık ki bu “yakıştırmalar” hep olacak, ülke de bir arpa boyu yol almakta zorlanacaktır.

15 Nisan 2012

Sezon biterken balıkçılar “kayıkçı kavgası”nı bırakmalı!

Muharrem Kaptan yazıyor:
2011 – 2012 balık sezonu 15 Nisan’da bitti.
01.09.2012’ ye kadar mekanik aletlerle avlanma yasağı var. Bu yasak süresince oltayla ve elle çekilebilen ağlarla, dalyan ve yasak kapsamına girmeyen bazı aletlerle avlanılabilecek.
Dört buçuk aylık bu yasak, beraberinde bir çok sıkıntıyı da getiriyor. Zaten birkaç yıldır tatmin edici sezon geçirememenin verdiği maddi sıkıntılar balıkçıları bir hayli zorlayacak.
Teknelerin bakımı kızağa çekilmesi, boyanması, ağların tamiri hepsi çok büyük masraf isteyen işler. Yine tek çare olarak kabzımaldan para isteyecekler ve ona bağlı kalacaklar.
Ya  da bankalardan kredi çekecekler. Buda onların yeni sezona başlarken futbol deyimiyle birkaç sıfır geriden başlamalarına neden olacak.
Bence oturup özeleştiri yaparak “biz bu duruma neden düştük. Bu duruma gelirken nerede yanlış yaptık. Bu durumdan kurtulmak için nasıl tedbirler almalıyız” diye aralarında konuşup tartışıp,  en gırgırcısın, sen trolcusun, sen uzatmacısın diye kayıkçı kavgasını bırakıp birbirini suçlamadan bir sonuçta anlaşmaları gerekiyor.
 Yoksa bu çekişmelere devam ederlerse baktıklarında denizde dalgadan başka bir şey bulamayacaklar.
Yasaklarla denetimlerle bir yere kadar engellersin ama çözüm olmaz.
Balıkçılarımıza Allah kuvvet versin, bu dört buçuk aylık dönemi fazla sıkıntıya düşmeden geçirmelerini dilerim.
Gelecek sezonda bol balıklı, iyi havalı bereketli denizler dilerim.

13 Nisan 2012

Rızkın nereden geleceği belli olmaz!

Muharrem Kaptan yazıyor:
Ülkede o kadar çok gündem var ki. Şaşırdık kaldık. Ben yine anılara dönüyorum:
1953 veya 1954 yılı Mayıs ayında babamlar bizim ilk motorumuz NURSU’yla kalkan ağcılığı yapıyorlarmış. O yıl Ramazan mayıs ayına denk geliyormuş. Sakin bir havada Hurşit Reis’in motoruyla bizim motor Servez’in Uzunkumlar mevkiine demirlemişler. O zamanlar ağlar pamuk ipliğinden dokunuyor ve bezir yağıyla yağlanıyordu. Mantarlar ağaç mantarı, yaka ipleri ise otkundandı. (Nebati halat) Her ağ çekişte serip kurutmak gerekiyordu.
     Akşam yaklaşmış iki motorda da iftar için kalkan balıkları kesilmiş pişiriliyormuş.  Rahmetli babam kalkan balığı yemediği için onunla şakalaşıyor, “biz balık yerken sen bize bakacaksın, kuru zeytin’e talim edeceksin” diyorlarmış. Babam da “ne yapalım Allah benim de rızkımı gönderir” diyormuş.
Daha birkaç dakika geçmeden denizden kıyıya doğru bir karaltının geldiğini görmüşler. Nedir falan derken bilek kalınlığında kocaman bir zargana tam motorun yanına gelmiş ve ters dönmüş.
Babam küpeşteden eğilip besmele çekerek zarganayı almış ve kendisiyle dalga geçenlere “bakın Allah benim rızkımı gönderdi” demiş.  Balığı hemen kesip iftara yetiştirmişler. Teknelerdeki insanlar şaşırıp kalmışlar. O olayı yaşayanlardan hayatta olanlar Fener’e gittiğimde bana anlatırlar ve “baban çok temiz kalpli iyi bir insandı” derler.
     Babamın benim de şahit olduğum bazı olayları vardı. Altıncı hissi çok kuvvetliydi herhalde. O dönemde ikbal ağı adı altında herkesin şahsi bir ağı vardı. O ağa kaç balık yakalanırsa parası o kişiye verilirdi. Babamın ağının olduğu takımı çekerken “benim ağımda şu kadar balık var” derdi. Ağ çekilince tam dediği kadar balık çıkardı. Buna benzer daha bir çok şeye şahit olmuştuk.

12 Nisan 2012

Almanların torpilinden kurtulan DUATEPE!


  Muharrem Kaptan yazıyor:
 Sizlerle aile anılarımı paylaşmayı seviyorum. Bu bilgilerin hiç değilse sanal âlemde kalması, gelecek kuşaklara belki ışık tutacaktır.
İşte bir anı:   
 Giritlioğlu Hacı Şakir Reis ve oğullarının DUATEPE isimli gemisi, ikinci dünya savaşında Giritlioğlu Mustafa kaptanın (Babamın amcası) idaresinde Romanya’dan İstanbul’a gelirken Bulgaristan sularında yüküyle birlikte Alman torpidobotu tarafından durdurulmak isteniyor. Mustafa kaptan durmayınca torpille batırmak istiyorlar. Mustafa kaptan yaptığı manevralarla 3 torpilden de kurtuluyor ve gemiyi Bulgar hududundaki Rezve Deresi’nin Türk tarafındaki kumluğa bindiriyor.
İkinci Dünya savaşına Türkiye girmediği ve gemi de Türk tarafında oturduğu için Almanlar daha fazla sokulamıyor ve gidiyorlar. Geminin karaya oturduğu haberi Fener’e geliyor. Maksut Dede, Zekeriya Amca ve akrabanın erkekleri iki motorla Rezve’ ye gidiyorlar. Önce geminin içindeki yükü boşaltıyorlar. Sonra iki motor geminin iki tarafında pervanelerini çalıştırıp kanal açıyorlar ve gemiyi yüzdürüyorlar.
Sonra yükü tekrar yükleyipİstanbul’a geliyorlar. Geminin yükü Radyo, radyo yapımında kullanılan parçalar, Batarya ve pil (O zamanki radyolar lambalıydı bir batarya ve birde pille çalışıyordu), çok miktarda manifatura ( Kumaş , bez vs.) idi. Rahmetli babam da ikinci dünya savaşından sonra o gemide amcasıyla çalışmıştı. DUATEPE daha sonraİskenderun’da yanarak battı.

7 Nisan 2012

Bağıra bağıra boğuluyoruz!

KELAYNAK YAZIYOR
  Anladım ki bu mantığın çıktığı meydanda meydan kavgasına dönen mantıksızlık saldırısı var! Anlatamıyorsunuz! Zaman geliyor kimse kulak vermiyor... Sesiniz çıkmıyor! Diyelim ki bir mucize boşluk oldu da sesiniz çıktı... Hem de bütün gücünüzle bağırdınız... Duvarlar bile zangır zangır titredi! Ülkem olacak deyip CAK ladığımız ve bununla yetinip aslında hiç bir önlemi gerektiği gibi almadığımız DEPREM oluyor sandı! Sokaklara fırladınız! Ve sesinizi duydular. Anladılar mı ne dediğinizi?

Dünün bitmeyen itişmesi içinde sakin kafa ile düşünür gibi durmak, yarına dönük projeler ufkun elle tutulamayacak köşelerine atılmış, yakalanması çok çok şüpheli hedefleri olacakmış gibi algılamak görev olmuş! Elma şekeri yalar gibi yalandığımız yalanların avutucu tadı zamanla gerçeğin her tür izini silerken uzağa bakmaktan yakını görmez hale gelmedik mi? Devrim adı verilip sunulan eğitimde 4x4x4 paketinin neyi ne kadar devirdiğini tartışamadık... İlkokulda imamla karşılaştık! Dünün kini ile beslenen hesap listesi uzun tutuldu... Kamu spotları biz ne dersek odur ısrarı ile sürdü durdu... Cumhurbaşkanı, Başbakan ve de Milli Eğitim Bakanı kızların ne kadar değerli olduğu, onları okutursak nasıl başımızın göğe değeceğini bir güzel izah ettiler. 4X4X4 gerçeğini, yani ben ne dersem o oluru bir kere daha zihinlere çaktılar... Hemen her yerde uzayıp giden kamu spotu tek tabanca olarak çalıştı...

12 Eylül deyip dünü masaya yatırdık ama nedense 13 Eylül’e gelemedik... Gelmek için gayret de  etmedik... Bugün de abartı sabit fikir bizi tek noktaya çakmış, esir almış değil mi? Sanki 12 Eylül güneşli pırıl pırıl bir havada askerin bugün de yaprak kıpırdamıyor sıkıntıdan patlamamak için ne yapsak sorgulaması sonrasında başladı!... Ve henüz can sıkıntısı çekenler bitmedi... Eldeki takvim 12 Eylül’ de takılıp kaldı...   Ne mi demek istiyorum... O gün önüne gelen hâkimliğe soyundu! Gazetecisi savcı gibi itham etti... Siyaset mensubu kendi görüşünü tek ve en doğru yol olarak kutsal saydı. Feryatları ikiye böldü... Bizden değil denenler kulak ardı oldu... Savunma hakkı savunulmadı... Ne diyor bunlar denmedi? Kimse kimseyi dinlemedi... Sokaklarda kan gövdeyi götürmedi mi? Bugün kim takvimin gerçek sayfalarını görmek istiyor dersiniz? 13 Eylül’e gelebildik mi? İskence insanlık suçu olarak değişik sahnelerde gene boy gösterdi! Tuzak dolu listeler beyin arkasına saklanmış niyetleri gizlemeye yetti mi? Hayır... Tam tersi olmadı mı? Daha şüpheci olmamızı, olmayan şeyleri oluyor gibi görmemizi körükledi! 4+4+4derken B+B+B ye terfi ettik... Geleceğe olan güvenimiz Okyanus sularına esir düşmüş! BAĞIRA BAĞIRA BOĞULUYORUZ...

ANKARA- Keçiören’de kapıcı dairesinde belediyenin verdiği bedava kömürü yakan Ahmet Aydın, eşi 2 kızı ve bir yakını korbanmonoksit gazından zehirlenerek can verdi. 5 hayat söndü!. 29 yaşındaki Ahmet Aydın oturduğu apartmanın da kapıcısıydı. Ayrıca kapıcı dairesinde doğalgaz tesisatı da vardı..Para yoktu ! Ahmet de doğalgaz yakabilir ölümle kucaklaşmadan ısınabilirlerdi! Yakamadı... Bedava kömür ile sobaya kaldı... Bu kadarcık mı? Doğalgaz yaygınlaştırılırken neler dendi? Doğayı kurtarmak için temiz zararsız bir sistem... Daha da ucuz! Ne oldu? Sistemi yaratan, getiren, savunan devlet değil miydi? Alkışlandı... Sallana sallana değil hızla ve zamlana zamlana bugüne geldi... Tesisatlar borular duvarda süs olarak kaldı... Enerji bakanı elindeki kâğıda ve rakamlara bakıyor... Yaşananlara baksa kimsenin yüzüne bakacak hali olabilir mi? Zamlar durmuyor. BAĞIRA BAĞIRA BOĞULUYORUZ!
Gece yarısı silik görüntü iyice kayboluyor.. Geçti dediğim an ses biraz daha güçleniyor! Yankı yapıyor... Karasu kapkara kesilmiş! Gölet’in buzlu gri yüzünde karanlık koyulaşıyor.
--Kurtarın bizi! Donuyoruz... Bu sudan çıkarın bizi!
Elimi atsam tutacak gibi.Tam 1.5 saat... Buzlara tutunarak bağırarak beklemek... Nasihat ne oldu... Hatırlayın...“Sakin olun...Telâş etmeyin”...

 Beyni donmayanlara sesleniyorum... Asla!.. Sakın ha.. Sakin olma zamanı, yok yere kaybettiğimiz, basit tedbirleri almadan, basit öğretileri vermeden işe koştuğumuz ve bu nedenle kaybettiğimiz canlara mal olmadı mı? Hayır... Artık sakin olmayın... Donup kalmış halinizden kurtulun... Silkinin... Geçim derdine soktuğunuz bu insanlara karşı toplu bir sorumluluğumuz olmayacak mı? Gözyaşları, hamasi sözcüklere yaslanır ölenleri toprağa verir  aynı işe aynı şartlarla devamı  mı diyeceğiz?.. Herşey mi dondu? Uyku gibi gelen uyuşukluğu bilirim. Kolların nasıl ağırlaşır... Dilin dönmez olur... Uzansam şuraya dersin... Kurtulurum sandığın saniyeler... Kendini bıraktığın an gidersin! DONARSIN! Umutlar da donar. Bağırdım zannettiğin an aslında sesin çıkmaz!.. Kıyının uzaklığı 200 metre mi? Kıyıdan bakanların yüreği dayanmış... Niceleri... Takvimi varmış gibi!. Arıza sadece Karasu göletindeki arıza mı dersiniz? 5 TEDAŞ işçisi gitti gider. Ölenler öldükleri ile kalmıyorlar mı? Ekmek parası uğruna basit tedbirleri alamadığımız için insanlarımızın daha kaçı ölecek? Dinlemem mümkün değil. Bana hiç kimse anlatamaz 2 metreyi bulmayan suda 1.5 saat buzlara sarılıp kurtarın feryatları ile yok olmayı! Kimse susturamaz geceleri yüreğimi idam sehpasına süren “kurtarın” çığlığını, 5 TEDAŞ işçisini griden karaya dönen bahtını... Sessiz... Yüzsüz... Köksüz... Pişkin kıvırmaları! Vicdanları donmuşların buz gibi ihmal cinayetlerini! İsyan etmeden duramıyorum... Aklım, yüreğim donuyor... Anlatamıyorum! B+B+B yi... Çıt yok... Her şey donmuş gibi... BAĞIRA BAĞIRA BOĞULUYORUZ...

5 Nisan 2012

FIKRA GİBİ; CANLI CANLI YENEN BALIK!

MUHARREM KAPTAN YAZIYOR:
Rize‘deki değerli büyüğümüz Arslan Amca 3 Nisan 2012 günü bizdeydi. Çok güzel sohbetler ettik. Anıları tazeledik . Suphi Amcam da bizdeydi. Sülâlenin değerli iki büyüğüyle sohbet büyük keyif verdi. Arslan Amca sohbet sırasında köyde yaşadığı bir olayı anlattı: Yeğeni Erol ve arkadaşlarına Hamuda (Rize’deki mahallemizin eski adı) deresinin kenarında rastlamış, "çocuklar nereye gidiyorsunuz" ? diye sormuş. "Balık tutmaya "demişler. "Derede balık yok ki "deyince çocuklar ısrarla "var" demişler. İş laz inadına binmiş. Arslan amca da "siz dereden balık tutun, onu canlı canlı yiyeceğim" demiş. Çocuklar gitmişler, bir süre sonra ellerinde bir kutuyla gelmişler, içinde küçük bir alabalık varmış ve ölmesin diye de kutuya su doldurmuşlar. "Amca balığı tuttuk, söz verdin şimdi bu balığı ye" demişler. Arslan Amca “yahu çocuklar ya bi gidun” dese de ısrar etmişler, “ söz verdin yiyeceksin” . Koca adam ne yapsın verdiği sözü tutmak için ; “kanatları takılmasın diye balığı başı aşağıya gelecek şekilde ağzıma koydum ve yuttum. Balık aşağıya doğru giderken çabalıyordu. Mideme inene kadar çabaladı. Midemde de birkaç kez çabaladı ondan sonra durdu, ben de çocuklara verdiğim sözü tuttum”.

1 Nisan 2012

"Kuş evleri" günümüzde de yapılmalı!

BİR KÜLTÜRÜN SON KALINTILARI: Kapalıçarşı bölgesindeki Büyük Yeni Han'ın çatı altına yapılmış kuş evi. Bakan yok, ilgilenen yok. Hanın dış yüzü ile birlikte harap olmuş kuş evi de...
Bu yıl kış zor geçti gerçekten. Doğu karlı günlere alışık ama onlar bile “pes” dedi. Bizim dediğimiz gibi. Ağır kış şartlarında hayvanlar da karla kaplı doğada karınlarını doyurabilmek için yaşam savaşı verdiler. Özellikle kuşlar… Pencere önlerine konan ekmek kırıntıları, buğdaylarla kuşları beslemeye çalışanlar oldu tabii.
Kapalıçarşı gezisi sırasında eşimin gözüne binaların yüzüne yapılan kuş evleri çarpmış. Hemen fotoğraflamış. Ben de biraz araştırma ile kuş evlerinin bizim önemli kültürümüz olduğunu gördüm. Türk mimarisinde 16. Yüzyıldan itibaren kuş evlerine rastlanıyor. Özellikle İstanbul ve Anadolu’nun bir çok kentinde serçe, saka, kırlangıç gibi korunmaya muhtaç küçük kuşlar için yapılmış bu barınakları görüyoruz. Günümüz mimarları ise böyle bir şeyi düşünmemişler bile. Bunca site kuranlar bir noktaya pekâla kuş evleri yapabilirlerdi diye düşünüyorum.
Ne dersiniz?