28 Şubat 2012

Ailemizin prensesi Selin huzurunuzda!


Bu blogu açtığım zaman ilk torunum Mete birkaç aylıktı. Zaman zaman Mete bu sayfalara konuk oldu. Yıllar geçti, torun sayısı dörde çıktı. Bizi hayata bağladılar.
Aklım başıma yeni geldi. Mete’ye gösterdiğim ilgiyi diğer torunlarıma neden göstermemiştim?
Şimdi huzurunuzda Mete’nin kız kardeşi, ailenin prensesi Selin var.
Günlerim onlarla geçiyor. Tabii ikiz torunlarım Emre ve Can’ı da unutmadım. Onlar da bu bloga misafir olacaklar.

27 Şubat 2012

Şok zikir! Şok fikir Ve çok Şükür!

Kelaynak yazıyor
Fikirler, ve zikirler bizi şok’ tan şok’a (kadermiş gibi) sürüklerken durup düşünmek için fırsat da bulamıyoruz! Şaşkın... Üzgün... Umutsuz... Ve de her zaman sevgisiz... Şüpheci, aceleci reklam kurbanı... Bir gün çiçekli sevgiden hayat boyu horlanan acıya... Kim belletmiş ise, Yazgıya... Vazoda kokusu bile o gün on adım önden giden, sevgililer günü akşamı tüm sevgiyi ve ilgiyi üzerine çekmiş uzun bacaklı güller, gecenin sabahında kırmızıdan açık kahverengiye ulaşmış, yüzü buruş buruş yaşanacakların hepsini yaşamış gibi omuzları çökmüş, beli kırılmış, kısacık ömründe gerçek olanı keşfedip başını SEVGİSİZLİK taşına vurmuştu. Ömür boyu yalanına boyun eğen sadece onlar olsa zarar bir vazo dolusu ile ölçülecek ve belki de gündeme gelmeyecekti... Oysa hayatımızın hemen her alanında galip gelen yalan, kin, düşmanlık “bir ömür dolusu” oluyor!

Haberleri çok sıktığı için eskisi gibi çok sıkı takip etmiyorum. Bu nedenle olacak ekrandaki yüze ilk anda iyice bakmamıştım... Belki de bu nedenle cümleyi kavrayamadım... “Kin’ini de unutmayacaksın!” Bir hastalık var ama neden ekrana kadar çıkmış dedim... “Kinini unutma” deyince ilk akla gelen ilaç oldu! Sıtma bu dönemde de mi hortladı dedim!. Adam kininden bahsediyor!... Tıp almış başını gidiyor. Yüz bile naklettik... Her sabah onu seyrederken nereden çıktı bu? Kaşları çatık, sesi kalın kişi öfkeli idi. Kin, düşman deyip sıralıyordu! Anladım ki söz konusu hastalık daha da büyüktü ve ilacı da Kin’in kadar kolay çözümü içermiyordu.
“Evet bu nesil düşmanını da tanıyacak. Kin’ini de unutmayacak!” İşte akıl almaz sentez... Aklınca  nefret’i besleyip  iffet’e mi dönüştürüyor? Daha ileri tekniklere dayanan fikir sahipleri de var... Kars’ın bir ilkokulunu yöneten müdür suçu ve gelecekte suç işleyebilecek olanlara karşı kesin sonuç alacak bir önlem geliştirmiş... Şöyle diyor: “Yeni doğan çocukların aileleri incelensin... Kan tahlilleri ve DNA testleri yapılsın... Suça meyilli olan bebekler yürümeden yok edilsin.” Ülke suçlular yürümeden onlardan kurtulur... Yürüüüüüüüü!

Bu nasıl iş? Nasıl öfke? Bir değil iki değil tam 9 kere polisin kapısını çalan anne, kızının tehdit altında olduğunu iletmiş... Ağlayarak anlatıyor “Bize koruma verin dedik... Kızımı kendim korumak istedim... Adam bizi tehdit etti. Zaman zaman sokak başında silah sıktı... Devlet kızımı koruyamadı”. Fatma Nur ve minibüste yanında oturan arkadaşı Fatma Gül hayatını kaybetti. Firari katil aracı tüfekle taradı ve cinayetten bir gün sonra aynı okulun bahçesinde intihar etti... İşte bizim ölçülere uyan bir sevgi... Ve bizde yetişen bir aşk’a geliş!

Türkiye sarsılmış! Sarsılmış ama nedense ben sarsılmadım!.. Hazırlıklıydım... Nefesim açılmıştı... Tape’leri tepelediler, geceler boyu dinledim. Hiç bir şey anlamasam da antrenmanlarımı tamamlamış oldum! Aynı konuyu nerede ise aynı cümlelerle 5 saat kadar kısa bir süre tartışan “hele kal”(yoksa Tele Gol muydu?)  programında TAPEler irdelendi, küçük tepeler aşıldı ama işin iç yüzü anlaşılamadı!. Şike gene hâkimlere kaldı. Aziz Başkan uzun uzun anlattı... Savunmadan çok diğer kulüplere sıçrattı. Umarım iyice karmaşık hale gelen ortamdan tertemiz çıkar! Gene de asla anlayamadığım şey suçun şahsi olmasına karşın iki de bir Fenerbahçeli taraftarın öne atılması!  Yanlış mı biliyorum? Yargılanan Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım... Fenerbahçe’ye gönül verenler değil... Kulüp de değil... Üzülen onlar... Olayın maç havasına sokulması, gövde gösterisi ortamına gelmesi sakıncalı... Özel yetkili mahkemelerde süren uzun tutukluluk sıkıntısının Fenerbahçe Başkanının da başına gelmesi diğer tutukluların başına gelen kadar yanlış ve haksız!. Davada diğer kulüpler de var... Onlara ne laf, ne de sıra geliyor! Aziz Başkan o kadar atak, o kadar öfke dolu ki! Meydan okumak, en önde durmak ve gündemde kalmak istiyor gibi! Çoğu kez akıl almaz işler, yeniden yapılanmalar, eskimiş kapılanmalara akıl ermiyor... Hiç birini bitirecek soluğumuz da kalmıyor... Heyecan dolu filmi tüm bölümleri ile sıralı izliyoruz... Şok şok şok... Şaşkınlık çokkk geliyor...
Sadece futbol değil... Yeni formüller hemen her alanda fırtına gibi esiyor. Eğitimi de baştan başa yeniden yapılandırıyoruz. Aksayan noktaları düzeltsek olmaz mı?.. Kesmezzzz!.. Arazi arabaları formülü uygular gibi 4X4X4 sistemine geçiyoruz... Arazi çekişi gibi... Dağ taş vız gelecek... Eğitimciler feryatta... Eyvah eyvahhhh... Ne olacak? Jet hızı ile komisyona gelen ve aynı hızla tartışması başlayan düzenleme ne getiriyor? Sisteme itiraz edenlerin ortak noktası şu: Yeni düzenleme ile 4 yıl okuyan kızlar eve dönecek ve çocuk gelinliğe aday olacaklar... Erkek çocuklar ise tamirciye çırak gidecek. Okumayacaklar...

Giderek siyasetteki hızlı hamleler, karışık aklımızı bir kere daha alt üst ediyor... Kim karar veriyor, neler oluyor, her kesime sorulacak deniyor ama gerçekte kime soruluyor bu işler? Gol kralı tek şutla perdeyi açtı! Siyasetin nereye bağlı yapıldığı daha ileri demokrasi ile daha özgür kalınınca çok daha başarılı olmanın yolunu açan hangi irade olduğu, yanlış yollara sapmadan açıklığa kavuştu! Gol kralımız ısrarlı... Milletvekilliği sürerken, aynı anda TV de futbol yorumlarını da yapıyor. Etik değil diyenlere, ben olsam yapmazdım beyanındaki partililerine ve itiraz eden muhalefete kulak asmadan... Gözü hakemde... Cevabı etkili “Beyefendiye sorduk... Onayladı... Gerisi laf-ı güzaf” Ve alkışlar galip gelene...  Şok fikirler, şok zikirler başka maça... Tek vuruş tek cümle... Ve golllll.. .Skoru ve de iradeyi öğrendik... ÇOK ŞÜKÜR!..

20 Şubat 2012

SEVGİLİLER GÜNÜ... Sevgisizler yılı!

Kelaynak yazıyor

Siyasetin hemen her şeyi cilâladığı MIŞ gibi davrandığı bu ortamda sevgisizliği bir çiçekle aldatmanın ne manası var?

Sevgi bir gün özgür – laf ola beri gele- 364 gün mahkûm mu? Sevgiyi şölene, törene mahkûm edenler çöldeki suyu bulamayanlar değil mi? Senede bir gün! Yılın değil, günün her anını sevgiyle geçirenler, acıyı, yokluğu, korkuyu güvensizliği avuçlarının içinde eritip yıla tamamlarsa o sevgiye can kurban...
Çevreme bakıp zaman zaman neredeyim dediğim günlerden biri şu “Sevgililer Günü” 14 Şubat! Kimin adı geçiyor sevgili diye... Kırları, dağları, tepeleri betonlayan, olmadık dağ başına olmadık bloklar diken emlak kralının sevgilisi ekonomik krizden daha çok dillerde! Sevginin denkleminde 57 yaş olgunluğuna para babalığına karşı 18’lik sevgili diriliği var! Tercih edilir tablo bu!
Sevginin kökünü gönül bağından söküp aldık. Tek sap güle bağladık... Görünürde tek gün tek gül açtı! Gözümüz kör oldu! Sevgiden sandık...

Koca bir köy... Köydekilerin nerede ise tümü akraba... Sevgi yüzünden, aşk yüzünden vahşeti sergilemediler mi? Adaleti bekledik... Mardin’in Mazıdağı ilçesinde bu toprağın ürettiği bir sevgisizlik abidesi yaratmadık mı? Bilge köyünde 7 si çocuk 44 kişi kendi yakınları tarafından öldürüldü. Dava kararından da yeni itiraz çıktı. 4 sanık için verilen ağırlaştırılmış müebbet karar onandı. Olayın asıl faili olduğu ileri sürülen kişi için verilen ağırlaştırılmış müebbet kararı bozuldu...

Doğu’nun çiçek açmayan töresi, bir genç kadını daha infaz etti. Şiddet gördüğü için evinden kaçmıştı. Sığındığı evde ona kapıyı açan genç ile birlikte öldürüldü. Onun göğsüne taktığı çiçek iki mermi yarasının şekillendirdiği kırmızı leke oldu... Gün gün... Benzer olaylar ezber olaylara döndü!

Karabağlar karakolunda polislerden meydan dayağı yiyen ve bu görüntüleri ile haftalarca ülkemde günün konusu denen olay nasıl sonlandı? İçinde kadın dövmenin utancı mı vardı? Yoksa 14 Şubat sevgililerinden bir eser mi? Dövülen kadının duruşması da sevindirmedi... O olayın da hemen hiç bir yanına uğramamıştı sevgi! Olaylardan sonra adaletin serinliği bekleniyordu. Kadını döven polislere verilen cezanın iki katı ceza polise hakaretten kadın için istendi...

14 Şubat çabuk geçti! Hep çabuk geçer... Bize değiştiremediğimiz 15 Şubat ve sonrası kalır...

Sevginin Ankara’ya siyasetin kalbine inemediği de acı bir gerçek! Meclise yansıması 15 Şubat’ın çiçek sevmediğini gösterdi... Yeni Anayasa yepyeni Anayasa diyerek geldiğimiz noktada daha güvensiz bir gelecek var... Baba yasalara takılıp duruyoruz. Çevremizde yanan ateşin dumanı tehlikenin haykırışı “en gizli işleri en derinden yapması gereken” teşkilatları bile harcama alışkanlığımızı bozmadı. Sen ben... Öteki ne dedi... Öteki yapma... Düşman çoğaltma! Kim kimi dinliyor? Yüreğini açıp kim kimi seviyor pazarlamadan... Saf kalarak... Bak görebilir misin?.. Neyi kaybetmişim... Menfaata kapılmadan... Merakına kapıldım... Paranın sesi her zaman önde yankılanıyor... Kartlaşmış kart reklamlarında insanın yerini hayvanat almış! TV’lerdeki tüm akılları onlar veriyor. Kala kala hayvanatların aklına kaldık! Uzun kulaklı avanak eşek vaatlerinde garanti diyor. Cırlak sesli fingirdek tavuk öyle ısrarlı ki dediğini yapmasak ayıp olacak galiba!.. Kanatlıgillerden en masum yüzlüsü Sumru sattığı kartlarda alış veriş küsuratları cepte kalıyor diyor bir de ek ikramı var! Kafanıza bir şans getireyim!

Kafamın karma karışık olduğu durumda bile çıkış yolunu görüyorum... Yemyeşil dereler, el değmemiş tepeler, betona bulaşmamış çayırlar... Ve bir inek sesi... Mor inek sesi. Dokununca sütlü çikolata tadında bir gelecek ve sevgi veriyor... 14 Şubat... Sevgililer günü... Ülkemin yaşadığı... Sevgisizler yılı!

17 Şubat 2012

Kar, kimseye yaranamayan bir yardır!

Kar dediğin iki ucu yontulmuş değnek gibi.
Kimilerini üzer, kimilerini sevindirir.
Kimilerine göre iki buçuk metreyi bulur yaşam devam eder, kimilerine göre iki santim yağar hayat felç olur.
Kimilerine göre beyaz tufandır, kimilerine göre şaldır.
Kimilerine göre baraj dolduran sudur, kimilerine göre seldir, felakettir. Sizin anlayacağınız kar kimseye yaranamayan bir yardır.

15 Şubat 2012

MİT yeniği!

KELAYNAK YAZIYOR
Bugün hissettiklerimi “ifade edebilsem” korkarım ifadem alınır! Belki de bu duygularla haber okumak istemiyorum... ŞOK üzerine şok yiyince her ses çok geliyor... Ülkemin üzerine inen ağır kış şartlarından daha dondurucu olan kabul edilemez olayların kabul görmesi oluyor! İşlerin düzgün gitmediğini söylemem gerekiyor mu? Son umudum haberim yok deme imkanına kavuşmak... Omuz silkebilsem!.. Ama yılların alışkanlığı yakama öylesine sarılmış ki... Uzay yolu dizilerinin yadırganan yaratıkları ile gerçekleşen uzay saldırıları gibi akıl almaz ne varsa haber olmuş, skandal olmuş, kılık değiştirmiş, tanınmaz olmuş ve bana kala kala yalan okyanusunu aşmam için yarıya kadar su dolu bir sandal kalmış! Çek kürekleri, geç karşı yakaya gerçeği yakala!

Gene de şüphelerimi duygularıma padişah tayin etmeden olmuyor!.. Şüpheler emrediyor ben yapıyorum... Yüreğim buz gibi sıkılıyor... Eksilerdeki sıcaklığa rağmen avuç içlerimde ter var! Acaba sınıra yakın bir yerde bir başka duymamamız gereken bir görev mi icra ediliyor?
Haberim yok!

Hemen her saniye alt üst ola ola normalleşmemiz tarih oluyor, zora giriyor! Habersiz kalmak istiyorum... Ve koşuyorum. Habere çarpa çarpa... Su üstündeki haberlerle umudum batıyor! Bu kez kazana madde 26 ile madde 250’ yi atmışlar... Söz meclisten içeri her iki madde de ya da kanun da meclis içinden çıkmış! MİT kanununun 26 ıncı maddesinde mensuplarının sorguya çekilmeleri için Başbakanın izni gerekir deniyor... Ceza kanunu ise özel yetkili savcıya (madde 250-251) mevkiine bakılmaksızın istediğini sorgu için çağırabilir yetkisi var... Çakışma hallerinde gel gör halimizi... Huzuru ise 40 paraya satmışlar... MİT-YARGI kazanından çıkanlar günün öğünü için sofraya saçılıyor. Mantık ateşinde pişmemiş gıdalar gibi mideye dokunuyor... Hızla hazımsızlık yapıyor... Karın ağrısı kaçınılmaz!

Sahnenin açılışını unutmayalım! Haber sızmış! Kim sızdırmış? Geçelim... Sızan haber ne? Tam olarak anlaşılması da zaman almış... Özel yetkili Savcı KCK dosyalarına bağlı bilgiler için bugünkü başkan Hakan Fidan ile diğer 4 mit mensubunu şüpheli sıfatı ile ifade vermeye çağırdı. Şüpheli olarak... Şüphesiz kabul edilemez bir garip durum... Nedir bu durum diye Bülent Arınç’a soruluyor... “Yargıdır her istediğini yapar. Ben bir şey söyleyemem” Kimse itiraz etmedi... Bari ben itiraz edeyim... Hayır... Yargı istediğini yapamaz... Bırakın ileri demokrasiyi biraz ilerlemeye başlamış olanlar da bile yapamaz. Yargı kurallara bağlıdır. Kuralları uygular. Kuralların çizdiği sınırda kalarak ve de mutlaka usulüne uygun uygular. Mesele gizli kalması gereken ne varsa gezgin kılınmasından kaynaklanmıyor mu? Kim ölmüş yalandan? KCK yı MİT kurmuş!.. Aslında KCK operasyonu 2 yıl önce yapılabilir iken ertelenmiş... Ve Başbakan yanıltılmış!.. Gerçeği ararken olmadık söylentileri sıralamak akıl sağlığına zarar veriyor... Sorular soruldukça yenilerini doğuruyor...

Oysa biz çatışmanın aksine inanmıştık... Dünden daha organize bir MİT bekliyorduk... Kurumların uyumu çok daha verimli bir çalışma ortamı yaratacaktı! Yakın bir tarihte İstihbarat teşkilatı alışılmadık reklamı bu havayı yaratmıştı... Yeni ekip olmasa bile yeni başkanı Fidan ile teşkilat yepyeni bir kanla ve gelişmeye hazırdı... Mesele Fidanı büyümeden, kökleşmeden sertleşmeden, istenen şekle sokmak olabilir mi? Söylenmemesi gerekenlerin hemen hepsi söylenir oldu... PKK ve KCK mücadelesinde söylentiyi kim üretti? Açılım siyasetinde geri tepen silah kimin elinde kaldı? Benim ülkem son dönemde mantık kaybına uğratılmış gibi... Eski bir genel kurmay başkanı terör örgütü başı olarak tutuklanıyor...

OSLO da kim ne söyledi? Bilinmiyor mu? PKK ile pazarlığın ipliği pazara çıkmadı mı? Mesele ve başarı bu tür işlerin gizli kalması değil mi? MİT kendi başına buyruk bir örgüt mü oldu? Emniyet-MİT çatışması... Cemaat- İktidar kapışması... Emniyette tarikat ayrımı... Nerede birlik... Nerede bütünlük ve nerede gizlilik? Siyaseti yapan, son kararı veren yürütme değil mi? İstihbarat toplayan birimlerin kendi içinde uyum sağlaması uygunsuzlukları ve sıkıntıları dışa vurmadan gene kendi içinde çözmesi gerekli olan şey değil mi?

İnanılmaz bir kargaşanın başındayız. Şaşırmayı ve şaşırtmayı seviyoruz. İstihbarat için şeytanla bile görüşmek normal olur. Şeytan olmadan... Anormal gelen özel şeyler değil mi? Ezberleri bozan, giderek sıkıntı yaratan şey ÖZEL YETKİ... Savcıların teraziye koymadan, geniş bir demokrasi felsefesine bulamadan, yazılı maddeye bakıp sığ kararlar alması özel yetkiyi ÜZEN YETKİ haline soktu!.. Bu kargaşada aranan bit yeniği bulunur mu? MİT yeniği bulunmadan çok zor!

9 Şubat 2012

Balıkçılığımıza hep beraber kurşun sıktık!

Geçenlerde bir haber yıllardır çözülemeyen bir yarayı tekrar gündeme taşıdı. Bir trolcu  Rumelikavağı Su Ürünleri Kooperatifi başkanını silahla yaraladı. Bir gözünü kaybeden başkan gazetecilere şöyle diyordu: Trolcülerle mücadele etmek için karar aldık. İlgili yerlere bu durumu bildirdik. Kendimiz de mücadele etmeye çalışıyoruz. Yapanları da uyarıyoruz. Gözdağı vermek istediler. Üstlerine fazla gitmemizi istemiyorlar. Daha önce de birçok kez tartışmalar yaşandı, tehditler oldu ancak hiç böyle silahlı bir olay yaşanmamıştı. İlk defa silahla saldırdılar.”
Biliyorsunuz trolle balıkçılık Marmara’da yasak. Karadeniz’de de karadan üç mil açığa kadar olan bölgede avlanma yasağı var. Bazı trolcüler bu üç mil yasağını delip trol çekiyorlar ve piyasa değeri yüksek tekir avlarken tüm balık yataklarını da bozuyorlar.
İşte kavga bu ranttan doğuyor.
Buraya kadar doğru. Şimdi bir de madalyonun öbür tarafını çevirelim.
Çocukluğum balıkçıların arasında geçti. Anne tarafım Rumelifenerli ve balıkçılıkla geçimlerini sağlıyorlar.
İki dayım da balıkçı reisiydi. Birini kaybettik, diğeri seksen küsur yaşında ve evde oturuyor. Çocukları reislik yapıyor.
Dayımı sık sık olmasa da ziyaret ederim ve onun anlattıklarını dinlerim.
Eğriye eğri, doğruya doğru görüşleri vardır. İşte balıkçılık konusunda reislerin reisinden cümleler:
-Yeğenim, balıkçılığa önce fabrikalar darbe vurdu. Özellikle İzmit Körfezi’ndeki fabrikalar. Gezginci balıklar, palamut, uskumru, lüfer körfeze girer, yumurtalarını oraya bırakırdı. Biraz büyüyen balıklar Karadeniz’e çıkar avlanır, serpilir, gelişir ve tekrar Boğaz’dan girip İzmit Körfezi’ne girerdi. Körfez şimdi asit kaynıyor.
-Eskiden tekneler küçüktü. Teknik gelişmemişti. Tüm balığın belki de onda biri tutuluyordu. Önce radar girdi teknelere. Sonra gelişmiş sonarlar. Japonlar yasaklarken biz para hırsıyla kapış kapış sonarları, radarları teknelere taktık. Denizin içinde ne varsa topladık.
Tekneler büyüdü, masraf çoğaldı. Tekne sayısı binleri buldu. Mutlaka balık tutma, para kazanma hırsı her şeyin önüne geçti. Haliyle balıkçı arttı, balık azaldı.
-Trole yasak geldi ama trol çekene ancak para cezası getirdiler. Adam veriyor cezayı yine trolü yasak bölgede çekiyor. Gırgırlara gelince. Onlar da ağlarının derinliğini çoğalttılar. Eskiden 40 kulaç suya bilemedin 25 kulaç ağ bırakılırdı. Ağ silindir gibi iner. Ağın alt kısmı torba gibi büzülür. İçindeki balıklar alınırdı. Şimdi bir futbol sahası kadar alanı çeviriyor gırgır tekneleri.  Hem de trole yasak bölgelerde. Ağın altı dibe ulaşıyor. Ağır kurşunlardan oluşan ağın alt kısmı yine büzülüyor ama bu kez trol gibi dipteki çok büyük bir alanı tarıyor. Bir gırgır, belki 20 trolün yaptığı zararı yapabiliyor. Gırgırların ağ boyuna Standard konmassa vay haline balık yataklarının.
- Balık boylarına getirilen sınırlamaya gelince. Diğer balıklarla karışık olan çinakopu denizin içinde ayırt etmek zor. Balık, tekneye çekilinceye kadar da ölüyor. Bu durumda 20 santimin altındaki balıkların denize mi döküleceğini, bunun kime fayda sağlayacağını kimse bilmiyor.
İşte bir reisin balıkçılığımız hakkındaki özet görüşleri.

Benim anladığım kadarı ile her işimizde olduğu gibi balıkçılıkta da bencillik ön planda. Karar vericiler de işin özünü kaçırınca insanlar keçileri kaçırıyor ve silaha sarılıyor.

5 Şubat 2012

Sabrın sonu melanet!

KELAYNAK YAZIYOR
Senin konuşmana gerek yok! Bilmene de... Ne olmuş ne bilirsin sen! Biz zaten ilgili ve bilgiliyiz... Bırakın da ülke için en iyi olanı yapalım... Gerekirse sövelim... Olmadı dövelim... Rahat çalışalım... Meclis içindeki çekişmenin özü ne? Durup düşününce bu gerçeğin bir yeri Fransız değil mi? Daha ileri demokrasi, daha fazla özgürlük nerede saklı?...
Düşünce ve ifade özgürlüğünü neden yan yana koymuşlar... Gerek var mıydı?.. Düşün... Düşün... İster başını ellerinin arasına al düşün... Düşünmekte özgürsün... İfade etmenin ne gereği var... Gerekenler, gerektiği gibi, gerekli kişilerce zaten ifade edilmiyor mu? Kimse bize düşüncesiz diyemez... Bir zaman bulup her şeyi kolaya ve alaya alan reklam mantığından sıyrılabilsek ayaklarımız yere basabilse...  Gerçeği ifade edemesek bile görsek!.
Kenara itilenlere sıra gelmiyor... Soranları olmuyor. Onların merdiveni çıkmıyor, iniyor! Liyakat emekliye ayrılmış... Yükselen yıldız şimdi sadakat!
Ağzımı kapasam diyorum!
Ben de korka bilirim... Ama bu kapama korkudan değil... Hemen her gün bir başka hayret verici olayla art arda açık kalıyor! Normale ulaşamadık... Ağzımız açık kala kala geldik bugüne... Ağzımı kapatabilirsem, uzun tutuklamalar öncesi yapılan kısa nasihati de daha normal bulacağım!... Hemen itiraz etme, konu mahkemeye intikal etmiş... Şimdi sana düşen sabırla beklemek!.. Ne kadar deme... Sabırlı ol... Nasihat taraftar bulacak...
İfade edememe sıkıntısının başını Fransa çekiyor. Orada cezalar açık! Fransa nefretimize su sermiş haldeyiz... Önce öfke, protesto, tehdit ve de tekdir ile yürüdük... Ayranı taşırdık...

Şu Fransızları kovsak olur mu hesabını bile yaptık... Geçerli yaptırım paketleri sıraladık. Bir kısım paketler halen uygulamada.10 gün içinde rotayı saptıran bir rüzgârı bulduk... Çok kısa bir zaman içinde nefretten sevgiye ulaştık! Tekdire yol verip takdire geldik... İfade özgürlüğüne titizlenen Fransa’nın “yakışanı yaptı” diye sırtını sıvazlar olduk... Zira Fransa 77 senatörle Soykırımı inkar yasasını iptal edebilmek için Anayasa Mahkemesine baş vurdu... Bizim hatırımıza olmuş hazzını duyduk! Fikir özgürlüğünün vatanı kendi iç işinde seçim cambazlığındaydı! Şimdi gözler iptal kararında. Bu karar gerçekleşirse Fransa baş belası konumundan baş tacı koltuğuna geçer... Hayır, gerçekleşmez ise yaptırım paketleri hazır...

Sahi biz Fransa’yı neden bu kadar eleştirmiştik... Tartışmaya bir başka fikri, tezi konuşmaya izin vermediği, hapis ve para cezası vererek önlemeye çalıştığı için. Yani ifade özgürlüğüne aykırı kanun çıkardığı için...

Henüz biz hapis ve para cezası veremiyoruz ama karşı fikirleri paralamıyor muyuz? Ünlü yazar Paul Auster, ülkemizle ilgili düşüncelerini açıklar açıklamaz sert bir cevap aldı. Başbakan Erdoğan “Hapiste yatan gazeteciler yüzünden Türkiye'ye gelmiyormuş, Çin'e de gitmiyormuş. Aman! Biz sana çok muhtacız sanki. Gelsen ne olur gelmesen ne olur? Kılıçdaroğlu da bu adama sahip çıkıyor. “Onun gördüğünü bazıları görmüyor” diyor. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Bu yazar en son 2010'da İsrail'e gitmiş. Güya İsrail demokrat, laik, insan hak ve hürriyetlerinin sınırsız olduğu bir ülke. Sen ne cahil bir adamsın. İsrail tam bir din devleti. Gazze'de bombalar yağdıran bunlar değil mi? Tabii bizdeki Kılıçdaroğlu görmezse onlar da görmez. Nasıl oluyorsa İsrail'deki hak ihlallerini görmüyorlar. Bu yılki yazarlar konferansına da Auster ile Kılıçdaroğlu birlikte gider”. Auster ise suskun kalmadı. “Başbakan İsrail devleti ile ilgili ne düşünürse düşünsün, İsrail'de düşünce özgürlüğünün var olduğu bir gerçek ve orada hiçbir yazar ya da gazeteci tutuklu değil. Uluslararası örgüt PEN tarafından elde edilen son rakamlara göre, Türkiye'de 100'e yakın yazar tutuklu, Ragıp Zarakolu gibi davaları dünyanın dört bir yanındaki PEN merkezlerince yakından takip edilen bağımsız yayıncılardan bahsetmiyorum bile. Ülkem Birleşik Devletler ve Türkiye’niz de dahil, tüm ülkeler kusurludur ve hepsi on binlerce sorunla boğuşur sayın başbakan. Şahsi kanaatim şudur ki; ülkelerimizin durumlarını iyileştirebilmek adına, hapis tehditi ya da sansür olmaksızın konuşabilme ve yazabilme özgürlüğü, her ülkede, tüm erkek ve kadınların kutsal hakkıdır.”

Düşünce ve ifade özgürlüğünü cimrice kullanıyoruz ve bir kısmı bize yetiyor! Düşünceli olduğumuz zamanlar memleketin hali ve umutsuzlukla ilgili... Şu sıralar kimin kim için ne düşündüğü ise derin devlet arşivlerine sığınmış... 12 yaşındaki kızını 5 bine satan baba da bu ülkenin vatandaşı... Hrant Dink cinayetinde ihmal ile suçlanan Ramazan Akyürek’in terfi etmesi yürek karartıcı... Türkçe anlatamıyor olabilir miyiz? One (VAN) minute desek... Bir dakika da olsa sanal alemin girdabı bizi kıyıya atsa ve görsek gerçeği... Kanıksanmayacak gerçeği kanıksamasak... Çadırı kurduk, VAN’ı kurtardık demek!. Depremden bu yana bir arpa boyu yol almak yetiyor mu? Rakamlar söylenmiyor! 130 çadır yangını, 50 ölü, 11 bebek kaybı... Hani tedbir? Sorun mu önlem mi sonlandı ? Futbolu kurtaracağız diye yola çıkanlar kurtaramadılar, kurtulamadılar ve kaytardılar. Yeniden yapılandırmada mı yoksa umut var !. Atasözlerini de ele almalıyız... Böyle sürerse sabrın da sabrı taşmış olacak... Şoka girdiğimiz her olayda sabırlı olduk da ne oldu! Selameti bulamadan bir başka şoka girmedik mi? Gerçekçi olursak selamete çıkma şansı uzak!.. Yakın gerek, sabrın sonu melanet!

1 Şubat 2012

Sitedeki palmiyeler eksi derecelere direniyor!

Palmiyeyi  ülkemizde süs bitkisi olarak özellikle sıcak iklimi sevdiği için Akdeniz bölgesinde sıkça görüyoruz.Yaygın olduğu yerler Asya, Amerika, Büyük Okyanus Adaları ve Afrika’dır.
Birçok türü var. Akdeniz bölgesinin dışında da özellikle parklara palmiye dikiliyor. Bizim sitede de palmiye çokça. Kışları kar yağsa da palmiyelerin dayandığını gördük ama bu kez soğuklar eksi 8 derecelere kadar indi.
Bakalım bu soğuk kışı atlatabilecek mi Bizim palmiyeler?.

Hepimiz Ermeni değiliz, Ermenilerle et ve tırnak gibiyiz!

1970’li yıllar. Ermeni örgütü Asala’nın elçilerimizi öldürdükleri dönem. Arka arkaya cinayetlerin gündeme oturduğu günler. Yazlarımızı o yıllarda Kumburgaz’daki yüz daireli bir sitede geçiriyoruz. Hemen bitişiğimizde de yüz yirmi daireli başka bir site var. Ondan sonra da geniş bir arsa.
Siteler ve arsa denize sıfır.
Hangi seneydi bilmiyorum birileri yaz başında boş arsaya çadır kurmaya başladı. Öyle bir iki çadır değil. Yüz yüz elli çadır falan. Gelenlerin Ermeniler olduklarını öğrendik. Bir araya gelmişler, yazlarını çadırlarda geçiriyorlar.
Yaşıtlarımızla ahbap olduk, dost olduk, zaman zaman da kumda voleybol maçları yapıyoruz.
Birkaç yıl böyle geçti.
Yine Asala’nın bir cinayetinin olduğu günlerdi.
Bir tatil sabahı bizim dairenin kapısı çalındı. Bizim gençlerden biri “Ağabey. Yandaki sitenin adamları sopalarla çadırlarda kalanlara saldırıyor. Kavga var” dedi.
Telaşlandım. Asala’nın cinayetleri ile gerilen halk bir halt eder diye hemen fırladım. Bizim siteden arkadaşlarla birlikte çadırlara koştuk. Bir bağırma çağırmadır gidiyordu. Ermeni dostlarımız sinmişti. Korkmuşlardı. Jandarma henüz gelmemişti. Hemen bitişik sitenin eli sopalı gençleri ile Ermeni yazlıkçıların arasına girdik. O sırada Jandarma da geldi. Olası bir kötü sonucu önledik.
Ermeni dostlarla oturduk, konuştuk. Saldırının nedenini sorduk. Anlattılar.
Sitenin çocuklarından biri, bir Ermeninin sandalına çıkmış. İkazlara rağmen inmemiş. Sandal sahibi de çocuğu tutup sandaldan indirmiş. Çocuk bu. Başlamış ağlamaya.
Çocuğun babası vay benim oğlumu dövdüler diye fırlamış. İlk kıvılcım öyle çıkmış. Olay kulaktan kulağa “Ermeniler çocuklarımızı dövüyor” söylentisine dönüşünce kapmışlar sopaları çadırlara saldırmışlar.
Sonunda ne mi oldu? Ertesi gün bir kalktık ki, ortalıkta ne çadır vardı, ne Ermeni dostlar. Gece herkes uyurken apar topar kaçmışlardı.
Kumburgaz’daki sitedeki dairemiz duruyor. Hemen bitişik dairede de çok sevdiğimiz bir Ermeni aile var. Sık sık olmasa da görüşürüz. Bayramları elimizi öpmeye gelirler. Kışları da görüştüğümüz bu aileyi laf aramızda ellerinde sopalarla saldıran Türklere değişmem.
Bu anımla şunu anlatmak istiyorum. “Hepimiz Ermeni” değiliz. Ama et ve tırnak gibiyiz.
Birbirimizden ayrılmayız. Kimse hele dışarıdan gazel okuyanlar bizi ayıramazlar.
Ayırmak için uğraşanlar yok mu? Var tabii. Ama kaynaşma gönül kaynaşması, sevgiye ve dostluğu dayanınca ayrışmayı körükleyenler avuçlarını yalarlar.
Bazı sosyal medyada Fransız mallarına boykot çağrılarını görüyorum.  Neyi çözeriz bu boykotlarla. Hiç düşündünüz mü? Hiçbir şeyi.
Sadece ayağımıza kurşun sıkarız o kadar.
Asırlardan beri Batı bizim peşimizde değil mi?
Bir kenara çekilip bizi birileri ile birbirimize düşürmek için uğraşmıyorlar mı?
Hep zayıf kalmamızı istemiyorlar mı?
Güçlenmemiz işlerine gelir mi?
Hep birilerini maşa olarak kullanmadılar mı?
Neyin boykotu?
Boykotu moykotu bırakalım. Bu işler boykotla çözülmez.
Aklımızı kullanalım. İletişim araçlarını kullanalım ve belgeleri ile bu milletin tarihinde “soykırım” olmadığını yedi düvele ispat edelim.
Çok mu zor?