30 Eylül 2007

Türkçemiz, ayaklarımızı silmek için paspas mı?

Sevgili Tijen yani Mutfaktazen, Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi Koruyalım etkinliğimize değişik bir bakış açısı getiriyor; Sevgili Tijen hazırladığı yazıyı şöyle tanıtıyor bizlere:
“Etkinliğe katkım gazete, dergi ve kitaplarda gözüme çarpan hatalı, çarpık cümleler. Bunları yazanların kimi profesör, kimi yılların gazetecisi, kimi çevirmen, kimi romanları yayımlanmış bir yazar. Hele de ilköğretim okullarına ‘Medya okuryazarlığı’ dersi konulan (seçmeli de olsa) bir dönemde önce medyanın kendine bakıp yanlışlarını düzeltmesi gerektiğine inanıyorum.”
Devam ediyor Sevgili Tijen:
“Bu sefer işi oyuna dökelim istedim. Gördüğüm kırık dökük cümleleri buraya yazıyorum. Hatalarını birlikte bulup düzeltelim mi? Cümleleri şöyle bir okuyun. Hata nerede? Sözcük kullanımında mı, imla kurallarında mı? Yoksa abartılı bir dil mi kullanılmış? Sadeleştirilse adam olur mu? Bu yazıyı okuyorsanız, bir cümleyi de siz evlat edinin, onu adam edip doğrusunu gönderin. Sonra en doğru kurulmuş halini (yazan kişinin adıyla) her birinin altına yazalım, DDD sitesinde de bu şekliyle yer alsın. Ne dersiniz?”
Evet "bir şeyler demek istiyorsanız" Sevgili Tijen sizi Mutfaktazen'de bekliyor.

27 Eylül 2007

Sivil Anayasa ve "kanuna karşı hile"!...

Büyükçe bir salon. Kapı açık, giren çıkan belli değil. Salonun ucunda geniş bir masa. Bir tarafında koltuk. Karşı tarafında yan yana üç iskemle. Koltukta bir öğretim üyesi oturuyor. Üç iskemlede de sınava giren öğrenciler.
Öğretim üyesi her bir öğrenciye birer soru soruyor ve tek tek cevaplamalarını istiyor. Salon, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi salonlarından biri. Öğretim Üyesi de Anayasa Profesörü Orhan Aldıkaçtı.
Rahmetli Aldıkaçtı Hoca, değişik sorularıyla bizleri şaşırtan ve bunaltan hocalardan biri. O dönemlerde Hukuk Fakültesi’nde sınavlar hem yazılı hem de sözlü. Yani yazılıdan geçerseniz, aynı dersin bu kez sözlüsüne giriyorsunuz. Neyse.
Aldıkaçtı Hoca, o günün en önemli sorusunu soruyor: “Bu günlerde siyasette bir şeyler oluyor. Haberin var mı?” Soruyu duyan öğrenci sağa sola bakınıyor, yardım arıyor, “ne diyor bu hoca” diye de bön bön bakıyor. İskemlelerdeki üç öğrenci de aynı durumda. Cevap veremiyorlar.
Aldıkaçtı Hoca bu kez kendi açıklıyor siyasette neler olduğunu; “Biliyorsunuz Adalet Partisi’ne bir başkan seçildi. Süleyman Demirel. Demirel milletvekili değil. Seçimlerde de en çok oyu Adalet Partisi aldı. Demirel nasıl başbakan olacak? Milletvekili olması gerekiyor. Ne yapmak istiyorlar? Senato Meclis’inden biri istifa edecek. Onun yerine Demirel’e görev verilecek. Demirel böylece Parlamento’ya girecek ve başbakan olabilecek." (O dönemde parlamento iki meclisten oluşuyordu. Senato ve Millet Meclisi. Senato için seçim yapılmıyordu)

Biz yine Aldıkaçtı Hoca’ya dönelim; Hoca olayı anlattıktan sonra sorusunu sordu; “Bu uygulamaya ne denir?” Cevabını da kendi verdi; KANUNA KARŞI HİLE.Hukuk sisteminde bu yol kabul edilemez” diye de son noktayı koydu.
Dedi de ne oldu? Demirel bu yolu seçmedi. Seçimlere girdi. Milletvekili seçildi. Sonra başbakan oldu. Neyse.
Aldıkaçtı Hoca'nın bu yorumunu hafızanızda biraz tutun.
Birileri yakın bir zamanda ne yaptı? Siirt milletvekili istifa etti, Siirt’te seçim yapıldı, seçimi kazanan o birisi meclis’e girdi. Bunun adı neydi hukuk sisteminde? “Kanuna karşı hile.”
Demek ki demokrasi demokrasi diye demokrasiyi ağızlarında sakız yapanların demokrasilerinde hile yapmak çok doğal.
İşte o Aldıkaçtı Hoca, 1982 Anayasası’nı hazırlayan Danışma Meclisinde Anayasa Komisyonu Başkanlığı yaptı. Halk oyuyla kabul edilen Anayasa için “Anayasa mı çaldılar” demişti.
Şimdi de bir sivil anayasa yapma telaşı var birilerinde. Adı neden "sivil Anayasa" anlamak mümkün değil.
Bir şeyi daha merak ediyorum. Belki siz de merak ediyorsunuzdur. 1982 Anayasası yüzde 92 oyla kabul edildi. Halk oyuyla. O halk şimdi de bu halk.
O halkın kaçta kaçı neye oy verdiğini biliyordu?
Yeni yapılacak Anayasa da halk oyuna sunulacak. Merak ediyorum, halkımızın kaçta kaçı yeni Anayasa’nın tek tek maddelerini inceleyip doğru karar verebilecek?
Ne olacak? Çok basit. 1982’de askerler, endişelerini yansıtan maddeleri koydular Anayasa’ya. Şimdi de hükümet, işine gelmeyen maddeleri ayıklayıp işine gelenleri koyacak Anayasa’ya.
Ve halkımız da bir şey anlamadan “evet” diyecek.
Umarım yanılırım.

24 Eylül 2007

"Hayat dizi gibi" de ikinci perde

ÖZET: Seksenine merdiven dayamış Hatçe Nene, Altınoluk’ta Rumlar’dan kalma eski bir evde oturmaktadır. Bir gün Ali Dirik adlı bir yönetmen, köyde bir dizi çekmek ister ve Hatçe Nene’ye evini üç günlüğüne 100 milyon liraya (100 ytl) vermesini teklif eder. Hatçe Nene’nin şartları vardır... Filmle birlikte Hatçe Nene’nin de anıları canlanır, onu yıllar önce terkeden eski kocasının bile döneceğine inanır. (Yazının tamamı Mart 2007 tarihiyle punto arşivinde)

Hayat Dizi Gibi (2)
(Çok geç kaldığı için özürlerimle...)

“Yakalım canlarını, it soylarının” dedi, Pepeyi İbrahim...Ahmet Çavuş “geliyorlar, hazırlan” diye bağırdı İbrahim’e... Seyfettin’in Çamı, Mecittepe Dede ve minareye yerleştirilmişti makineliler... İbrahim, “bizi keklik gibi avlayacaklar, gavur oğlu gavurlar” dedi, burnundan soluyarak...
Bahçedere’den gelen Çetebaşı Musa, Arnavut Aziz, Kara Kadir, Nuri Tepe, Arıklılı Rıfat’ın desteği yetişti imdada...Çetindi çatışma..Onların mermileri vardı, çetenin hırsı...Ayvacık’ta bozguna uğrayan Yunan askerleri de gelince Papazlık, savaş alanına döndü.
YUNAN İŞGALİ ALTINDA
Papazlık, 3 yıldır Yunan işgali altındaydı...Yunan askeri birlikleri Papazlık’ı iyice sahiplenmişti. Çeteyle Yunanlı askerler çatışıyordu ama, Rumlar’la Türkler’in köklü dostluklarını bitirmiyordu bu....Hasanaki, evini Amet Dayı’ya emanet ediyor. Ziya Amca’nın Hristo ile kapışması, kahvedeki pişpirikle sınırlı kalıyordu. Eleni ile Fadime’nin tek kavgası ise evcilikteki bebek paylaşımıydı. Çetelere katılan oğlu yüzünden baskı gören Bakırlı İsmail’i İnatyu ile Kindapu kurtarmıştı, Rum askerlerinin elinden.
PAPAZLIK KURTULUNCA..
Refika, kömür siyahı saçlarını beyaz gerdanına doğru tararken, Refik Bey’i düşündü...Acaba ne yapıyordu, şimdi...O da Refika’sını düşünüyor muydu. Yunan, artık Ege’den denize dökülmüştü, Papazlık da kurtulmuştu. Şimdi sıra onlardaydı...Savaş bitmişti, düğün dernek zamanıydı artık. Vatanda düğün vardı...Kurtuluş düğünü, özgürlük düğünü...O da Refik’ini istiyordu artık..
“Ah bir kavuşabilsem” diye iç geçirdi...Huriye Hatun, gül gibi kızını zengin bir yere vermek istiyordu. Refik Bey, güzel Refikası için biçilmiş kaftandı.
GİZLİ GİZLİ BULUŞMALAR
Refik Bey, köyün beyinin oğluydu.. Zengindi, yakışıklıydı...Ama bunlar yetmiyordu ona. O, Refika’sını istiyordu. Gizli buluşmaları daha ne kadar sürecekti. Babasına açtı konuyu bir akşam..Zaten biliyordu Mehmet Bey. Ama oğluyla yüzleşmemişti. İstemiyordu Refika’yı..Oğluna uygun değildi, “Davul bile dengi dengine oğlum” dedi. “O kız bu eve gelin giremez” Yunan çetelerinin bile Refika’ya göz koyduğu söyleniyordu dilden dile. Kapattı konuyu Refik Bey..Ta ki o korkunç geceye kadar.
İçti, içti, içti bir akşam, dikildi babasının karşısına Refik, “Baba, Refika’yı almazsan bana, evlatlık etmem sana” dedi. Mehmet Bey, “Ben bir kere olmaz derim, oğul” dedi...Koca beydi, bugüne kadar herkese söz geçirmişti. Sözü geçmiyordu oğluna işte...Böyle mi aciz olurdu bir bey. “İstemem” dedi, diretti. Kaptığı gibi tüfeği Refik, üç hayatı da bitirdi...Babası yoktu artık, Refika’nın yerini de vicdan azabı aldı. Refika ise karalar bağladı uzun yıllar...
Ancak bir kere adı çıkmıştı Refika’nın, sadece adı değil, türküsü bile çıkmıştı:

Derelerin ayazı
Aman da Refika’m
Gül memenin beyazı
Çok bekledim gelmedin
Fidan da boylu Refika’m
Çok çektirdin ayazı


Dere kunduzu musun
Aman da Refika’m
Seher yıldızı mısın
Çok bekledim gelmedin.
Fidan da boylu Refikam
Miralay kızı mısın...

Dereleri aş da gel
Pencereden kaç da gel
Refik de Bey’i seversen
Top zülüflü Refika’m

Adatepe yolunda
Altın saat boynunda
Refika Hanım’ı sorarsan
Refik Bey’in koynunda

Çocukların bile diline düşünce Refika, bakamaz oldu, komşularının yüzüne...Anneciği de terketti onu. “Belki görüşürüz, öbür dünyada” dedi son nefesinde.
BİR ÇİFT MAVİ GÖZ...
Genç Türkiye Cumhuriyeti, bayrak bayrak dalgalanıyordu o sıralar. 1923 yılının soğuk bir kış günü, vatanın kurtarıcısı Mustafa Kemal Atatürk, eşi Latife Hanım’la birlikte Edremit’e geldi. Refika da vardı O’nu görme şerefine erenler arasında. Tüm dertlerini unutmuştu, Refik’ini, anneciğini, türküsünün sözlerini bile. Bir çift mavi göz esir almıştı onu... Atatürk, onuruna verilen yemeğin ardından hastane caddesini hınca hınç dolduran halka seslendi. Pür dikkatti Refika, yüreği pır pır ediyordu. “Muhterem arkadaşlarım, yurttaşlarım, hakkımda gösterdiğiniz teveccühlere fevkalede müteşekkirim, benim için fazla rahatsız olmayınız” dedi Atatürk. Edremit gençlerinden Mehmet Şah atıldı hemen “Paşam sizi mukaddes savaş yolundan ne Selma’nın aşkı, ne İngiliz’in parası ne de Avrupalıların gönderdiği şunlar bunlar çeviremedi. Siz bu aziz yolda yürüyerek düşmanı istilaya çıktığı yerde denize gömdünüz. Bırakın da sizi doya doya görelim” diye bağırdı.
Büyük kumandan “Ben bir şey yapmadım, zaferi kazanan millettir, bu şeref ona aittir” cevabını verdi. Gözlerinden yaşlar süzülenler arasında Refika ön sıradaydı. At arabasıyla bir günde gittiği Edremit’ten, yine bir günde köyüne döndü. Aklından çıkmadı o çakmak bakışlar, mavi gözler...Minnettardı atasına. Tüm Türk milletinin olduğu gibi...
Papazlık’tan papazların çıkma zamanı gelmişti artık. Lozan Anlaşması’yla gelen mübadele, yeni bir sayfa açıyordu hem insanlık tarihinde, hem yüreklerde. Tarihi değil belki ama, yürekleri kanatıyordu.
Eleni, bütün bebeklerini Fadime’ye bıraktı ağlayarak. Hasanaki’nin evi, artık tümden Amet Dayı’ya emanetti, kızının çeyizlerini de bıraktı Amet’e Hasanaki..”Ola ki bir gün dönersem” dedi, “Sakla bu çeyizleri”...
Amet, “Emanete hıyanet etmem, bilirsin” diye karşılık verdi. Hristo, Ziya Amca’yı “son bir pişpiriğe” davet etti...İnatyu ve Kindapu, ardı ardına sarıldılar Bakırlı İsmail’e..."Hakkınızı helal edin” dedi İsmail, “ikiniz de”. İnatyu da Kindapu da “Bizden yana helal olsun” dedi yürekleri titreyerek.
Ege’nin öte kıyısına gönderirken dostlarını, gözlerinde yaş yüreklerinde sızı vardı, Türkler’in...
Önce inceden yanık bir ses duyuldu odada, sonra yükseldi ses, Hatçe Nene’nin yüreğini delercesine:
Derelerin ayazı
Aman da Refika’m
Gül memenin beyazı
........
Kalkıp kapadı televizyonu Hatçe Nene. Annesinin türküsünü nerede duysa hemen oradan uzaklaşmak ister, onun çektiği çileler yüreğini dağlardı. Çok küçükken onu bırakıp Yunanistan’a giden annesini de affetmemişti, tıpkı eşini affetmediği gibi..
”Şeherli Delikanlı yavuz yapmış diziyi ” dedi Hatçe Nene Ali Dirik’i kastederek. “Tıpkı annemin hayatı”...
“Ama sonu bu türküyle bitmeseydi keşke...”
...............................................
NOT: Papazlık’ın adı 1927’den beri Altınoluk. İsimlerin çoğu gerçek, olayların ise Atatürk’ün Edremit’e geliş bölümü dışında gerçekle bağlantısı yok. Refik Bey ve Refika Hanım’ın aşkı gerçek ancak anlatılan kurgu.
Hıfzı Aksoy’un “Geçmişten Günümüze Altınoluk” ve Zekeriya Özdemir’in Adramyttion’dan Efeler Toprağı Edremit’e kitabından yararlanılmıştır...Refika’nın fotoğrafı bugün Adatepe’deki Zeytinyağı Müzesi ve Adatepe Zeytinyağları’nın logosu haline gelmiştir...

23 Eylül 2007

Can torunla canlı canlı!...

Canı tez biriyim. "Hadi" dedim eşime. Can torun bizi bekliyor. Onun da dün ev işlerinden canı çıkmış. Torun lafını duyunca ben de can atıyorum bir an önce Can torunu göreyim diye. O da canı gönülden "Can’ı görmeğe gelirim" dedi. Bindik arabaya. Ver elini can dostumuz Pınarların evi. Bastım gaza. Eşim uyardı. Hızlı gitme. Canımızı sokakta bulmadık. Ne de olsa herkesin olduğu gibi bizim de canımız tatlı.
Hemen yavaşladım. Ama içim içime sığmıyor, Can torunu bir an önce görmek için can atıyordum. Haliç’e doğru kıvrıldım. O sırada siren seslerini duyunca "acaba can taşıyan birini mi hastaneye yetiştirmeğe çalışıyor bu cankurtaran" dedim kendi kendime.
Park ettik Pınarlara yakın bir arsaya. Kapıyı güler yüzüyle eşi Armağan açtı. Ve Pınar. Cana yakınlığı ile kalpleri fetheden Sevgili Pınar.
Hamileliğinde 16 kilo almış ama hiç göstermiyor. Ve salonda yatağında Can bebek. Fotoğraflardaki gibi gözlerinin içi gülüyor.
Armağan, baba olmanın mutluluğu içinde. Tüm konuşmalar Can torun üzerine. Armağan’ın annesi Hızır gibi orada. Canınız sıkılmasın, Can torun candan tecrübeli ellerde.
Hemen işin can alıcı noktasına geliyoruz. Can bebek kime benziyor? Fotoğraflara bakarsanız Pınar’a. Ama biz gördüğümüzde farklı görüntüsü vardı Can torunun.
Onlara bizim torun Mete’den örnekler verdim; Bizim ailenin Mete’yi anne tarafına, anne tarafının da baba tarafına benzettiklerini anlattım.
Bir gerçek var ki bebekler daha çok annelerine benziyor. Önce anne, sonra baba.
Bir başka merak konusu da Can bebeğin gözlerinin rengi. Babanın gözleri mavi, anneninki ise kahverengi. Sizce Can torunun göz rengi hangi renk olacak?
Mutlu bir aile. Bu aileye can kurban. Can, bu ailede huzurlu, sakin bir çocuk olacak. Bu mutluluk başarıyı da beraberinde getirecek. Buna canı gönülden inanıyorum.
Biraz oturduktan sonra "hoşça kalın" dedik ve mutlu bir aileyi mutluluklarıyla baş başa bıraktık.

22 Eylül 2007

Sevsinler senin o gülücüğünü Can Torun!...

Aramıza hoşgeldin Can. Bir gün gelecek annenle ve de babanla iftihar edeceksin. İyi ki ben sizin çocuğunuzum diyeceksin. ( Fotoğraf Pınar'ın günlüğünden alınmıştır)
Evet dostlarım!.. Pınar Armağan çiftinin “Can”ı aramızda artık.
Tüm aksilikler beni bulur. Pınar’dan nerede doğum yapacağını sormuş, gitmeyi kafama koymuştum.
Son gün Pınar’ın sayfasında “kontrole gidiyoruz, 10 günümüz var” yazısını görünce ben de ver elini Silivri dedim. Yazlık ev elek gibi olmuştu. Duvar içlerinden geçen su boruları çatlamış, yaz boyunca böyle idare edip yaz sonunu beklemiştik. Cumartesi günü de tekneyi denizden alacaktık.
Silivri yolundayken cep telefonuna bir mesaj geldi. Yine bonus monustur diye yolda bakmadım. Eve gelince şeytan dürttü, mesajı açtım. Mesaj Dilek’ten geliyordu; “Akın Amca Pınar doğum yapmış”. Dondum, kaldım.
İşte böyle. Bir şeyi çok isterseniz, mutlaka bir aksilik çıkar. Biz ustalarla uğraşırken, Can büyümüş bile!.
Yarın eşimle “Can”ı görmeğe gidiyoruz. Can torunu.
Bakalım, fotoğraftaki yakışıklı çocuk kime benziyor?

19 Eylül 2007

İlaçlarda da "doğaya dönüş"hızla yayılıyor

İDDİALI İLAÇLAR: Firmanın iddialı bitkisel ilaçları PASSİFLORE ( stres ve gerginliği gideriyor), CONSETİN ( içinde sarı kantaron ve ginkgo biloba var. Dikkati artırıyor), ANAGEST ( romatizma ve ağrıların kontrolüne yarıyor), NATURGANT ( sağlıklı ve kalıcı kilo kontrolüne yarıyor) ve NATURGY ( zihinsel vi fiziksel doğal enerji veriyor).

Rahmetli babam bir gün kardeşlerimle bana bir "kara kaplı" bir defter gösterdi. Sayfalarını çevirince bir şey anlamamıştık. Zira defterde eski Türkçe yazılar vardı. Babam defterin içindekileri şöyle anlatmıştı bize; "bu defter dedenizden kalma. Dedeniz bitkilerden ilaç yapmağa meraklı idi. Bu defterde yüzlerce tarif var".
Ne yazık ki o tariflerin ne olduğunu bilemiyoruz şimdi.
Bu anımı neden hatırladım?
Son yıllarda organik yiyecekler ve organik ilaçlar konusunda müthiş bir gelişme var. En çok kızdığım da marketlerdeki “organik ürünler” kısmı. Demek ki bu bölümün dışında satılan her şey organik değil. Bu iş nasıl bir iştir anlayan varsa anlatsın bana. Hem de iki misli fiyattan satılıyor organik ürünler.
Birileri yıllarca çoluk çocuğu zehirlemiş demek ki gözlerini kırpmadan.
Yiyeceklerden sonra da şimdi alternatif bitkisel ilaçlarda bir artış var.
Bitkisel ilaçların kullanımının M.Ö 3000 yıllarına kadar uzandığını biliyoruz. Tıp okullarında İbn-Sina’nın şifalı bitkilerle tedaviyi anlatan kitabı okutulmuştu. 1900’larda modern tıp devreye girince bitkisel ilaçların kullanımı azaldı.
Bitkisel ilaçların adı "kocakarı ilaçları" oldu. Bugün gelinen noktada kimyasal ilaçların yan etkileri ortaya çıktı. Modern tıp ilaçları hâlâ birçok rahatsızlıkta tam bir başarı sağlayamadı. Ve bitkisel ilaçlara dönüş başladı.
Geçen gün bizim binanın altındaki Defne Eczanesi'nde yeni çıkan bitkisel ilaçlar gördüm. İlaçları üreten de yabancım değil. Çok sevdiğim ve güvendiğim bir dostum.
Bitkisel ilaçlarını “NATURE TİME” adı altında piyasaya çıkarmış.
Örneğin passiflora’nın bir bitki olduğunu ve bunun da kapsülünün yeni üretildiğini orada öğrendim.
Bitkisel ilaçların faydalı olduğuna inanıyorum, karalahananın vuruklara ve ağrılara iyi geldiğini üzerimde denediğim için.
Umarım bir çok hastalığa iyi gelen bitkiler, modern teknolojinin elinde faydalı, yan etkisi olmayan ilaçlar olarak şifa dağıtır. Böylece bu bitkiler aktar tezgahlarından kurtulur, kapsül olarak önümüze konur.

18 Eylül 2007

Neyi sevmiyorum ki!...

Yeni bir oyunda sevdiğiniz üç şeyi sıralıyorsunuz. Tüm dostlarımın sevdikleri şeyleri bu oyun sayesinde öğreniyorum.
Hep soruyorum, günlükçüler neden gerçekten birbirlerini seviyorlar?Cevabı çok kolay. Birbirlerinin karakterlerini öğreniyorlar ve bu paylaşım sevgiyi doğuruyor.
Evet. Sevgili Pınar sevdiği üç şeyi sıraladıktan sonra üç kişiyi de sobelemiş.
Bunlardan biri de benim. Sevdiğim o kadar çok şey var ki. Hayatı, ailemi, ülkemi, denizi, dostlarımı, günlük dostlarımı, paylaşmayı, yardımlaşmayı vd…..
Ama ben bunlardan üçünü seçtim. Bu seçimi yaparken daha genel bir açıdan bakarak değerlendirme yapmayı tercih ettim. İşte fotoğraflarla sevdiğim, değer verdiğim üç şey:
AİLEMİ, TABİİ TORUNUMU SEVİYORUM: En başta ailemi seviyorum. Onlarla hayatın mutlu yanını, hüzünleri paylaşmayı, bir arada olmayı, onların başarısı ile gurur duymayı seviyorum. Aramıza en son katılan Mete'nin yeri bambaşka tabii.
"NE MUTLU TÜRKÜM" DİYEN HERKESİ SEVİYORUM: Ülkemi seviyorum. “Ne Mutlu Türküm” diyebilen herkesi seviyorum. Bayrağımı seviyorum. Çocuklarımın, torunlarımın da aynı sevgiyi taşımasını istiyorum. Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını seviyorum. Bize özgür yaşadığımız bir cumhuriyet bıraktıkları için.
DENİZ ÜZERİNDE YAŞADIĞIM ÖZGÜRLÜĞÜ SEVİYORUM: Denizi seviyorum. Çocukluğumdan beri bana, azgın denizlerle dalgalarla boğuşa boğuşa hayata ve zorluklara direnmeyi öğrettiği için. Denizin üzerinde kendimi daha fazla özgür hissettiğim için.
Oyuna katıldık, sevdiklerimizi sıraladık. Peki şimdi kimi soeleyeceğim bilemiyorum. Kimin sobelendiğini izleyemedim. Yine de üç isim yazayım; katılan olursa ya da daha önce sobelenmişse ne ala. Katılmazsa da canı sağolsun.
Bu durumda b5 i, Morkoyun 'u ve Mahzun Prenses'i sobeliyorum.

17 Eylül 2007

Noktalama işaretlerinde son notlar

Sevgili Peçete'den Notlar , noktalama işaretlerinin üçüncü bölümüyle konuyu tamamlıyor. Denden işareti, yay ayraç, köşeli ayraç, kesme işareti hatırlayacağımız konular. Noktalama işaretleri ile ilgili bilgilerinizi tazelemek için Peçete'den Notlar'a bir uğramanız yeterli.

13 Eylül 2007

Boğaz’ın incileriydiler, şimdi seyirlik oldular!...

Prof. Murat Belge’nin ifadesiyle yalı yaşamı deniz kıyısında bir sayfiye yaşamı. Osmanlı toplumu deniz kıyılarındaki konutlarını bugünün insanı gibi kullanmamış. 20 yy. ‘a gelinceye kadar yalı sakinlerinin yüzmeleri söz konusu değil. Yalı deniz kenarında bir bahçe köşkü niteliği taşıyor. Büyük yalılar, yamaçlardaki köşklere bağlanıyor, ağaçlar, korular, havuzlar, küçük köşkler denizle bütünleşen bir kır yaşamının simgeleri. Bu bahçelerin kendine özgü ağaçları var. Defne, şimşir, erguvan, çınar,servi, ceviz, incir ve ıhlamur. Manolya ve fıstıkçamı sonradan gelmiş bu bahçelere. Bütün bahçelerde dut, ayva ve incir vazgeçilmez meyve ağaçları. Zavallı fındık çit olarak kullanılmış. Yalıya yakın bahçelerin favorisi de mor salkım ve asma. Bu bilgilerden sonra dönelim yine gezimize.Yalı gezisinin şimdi de detayını anlatıyorum size. Prof. Murat Belge’nin ifadesiyle 19. yy’dan günümüze kadar ayakta kalan yalı sayısı çok az. İşte bunlardan bazılarının yeni fotoğrafları ve bilgileri:
AYAKTA KALAN EN ESKİ YALI : Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı. Anadoluhisarı’nın kuzeyinde kalan bu yalı Boğaz’ın ayakta kalan-pek kalmış gibi değil ama- en eski yalısı. Meşruta Yalı olarak da biliniyor. Yalı 1699’da Amcazade Hüseyin Paşa için inşa edilmiş. Yalının 1893 Rus Savaşı sırasında yerleştirilen Rumeli göçmenleri yüzünden tahrip olduğu ve kısmen yıktırıldığı söylenir. Belge’ye göre büyük tahribat, günümüze kadar süren ihmalden.
MİMARI BİLİNMEYEN YALI : Fethi Ahmet Paşa Yalısı. Kuzguncuk’taki bu yalının ne yazık ki mimarı kesin olarak bilinmiyor. Yazmayan, gelecek nesillere bilgi bırakmayan bir anlayışın eseri bu. Yalı Damat Fethi Paşa tarafından satın alınınca genişletilmiş. Bugün de bu anlayış devam etmiyor mu? Murat Belge bunu çok güzel ifade ediyor; “bizim yalıların bir özelliği var. Hem enine hem boyuna büyürler” diye. Eski yalılarda olduğu gibi bu yalının da hem selamlığı hem de haremliği var. Yalının Kuzguncuk tarafı yanmış 1922’de. Fethi Ahmet Paşa’dan sonra damadı İngiliz Said Paşa’nın torunu Şevket Mocan yalının sahibi. Yalıyı pembeye boyatan Mocan. Yalı onaltı odalı, iki büyük sofalı. 1948’de büyük paralarla onarılmış bu sayede günümüze kadar gelebilmiş. Yalının tepelere doğru yayılan korusu da içinde yapı yapılmaması şartıyla İstanbul Belediyesi’ne bırakılmış. Koru çoğunlukla çam, çınar ve köknar ağaçlarıyla kaplı. ( Not: Çektiğim fotoğraflarda pembe yalı göremedim. Yanlışlık yapmamak için fotoğrafı Denizce Sitesi'den aldım. )
OTLARDAN İLAÇ YAPMASIYLA ÜNLÜ: Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı.Yalı Anadoluhisarı ile Kanlıca arasında. Hekimbaşı Salih Efendi otlardan ve çiçeklerden yaptığı ilaçlarla tanınıyor. Yalısının bahçesiyle, kendisine ait tepelerin sırtlarındaki bağ ve arazide her çeşit çiçekleri, bitkileri ve nadide meyveleri yetiştirmiş. Karanfil ve güle çok meraklı. Aşıladığı bir gül "Hekimbaşı Gülü"diye meşhur olmuş. Mevsiminde yalıyı, özellikle karanfillerle bir gelin odası gibi süslermiş. Yalı 18.yy’ın ikinci yarısında harem ile selamlık olarak yapılmış, günümüze sadece haremi gelebilmiş. Selamlık hekimbaşının ölümünden sonra hissedarlarca satılmış yerine modern bir yalı yapılmış.Yalı aşı boyası ile dikkati çekiyor. Bilindiği gibi normal boyalar kolay yanan kimyasallar. Aşı boya ise zor tutuşan bir boya. Diyeceksiniz ki yangın çıkarsa ne fark eder? Şöyle fark ediyor; yan yana iki yalı düşünün. Birinde yangın çıkmış. Yalının tahtalarını tutan çiviler kor halinde fırlayıp yandaki yalıya saplanabiliyor. İşte bu çiviler aşı boyayı tutuşturamıyor, normal boyayı kolaylıkla tutuşturuyor.
ÜÇ SOFALI 21 ODALI: Kıbrıslılar Yalısı. 18 yy’ın son çeyreğinde inşa edilen bu yalı Kandilli’de. Yalının ilk sahibi İzzet Mehmet Paşa Osmanlı sadrazamlarından. İzzet Mehmet Paşa ailesinden sonra yalının son sahibi Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa olmuş. Yalı diğer yalılarda olduğu gibi harem selamlık kısımlarından oluşuyor. Üç sofalı. Sofaların etrafında odalar yer alıyor. Toplam 21 odalı yalı. Yalının bahçesinde mermer bir musluk ve dilimli havuz var.OSMANLININ HUKUK MÜŞAVİRİ: Kont Ostrorog Yalısı. Bu yalının özelliklerini anlatmadan önce vurgulamak istediğim bir nokta var. Sağolsun Murat Belge yalıları anlatırken sahile bakmıyor bile. Burada şöyle bir sıkıntı oluyor. Benim gibi dikkatli dinleyenler anlatılan yalıyı seçmekte zorlanıyor. Şöyle diyebilse; üç tane yan yana yalı görüyorsunuz. Anlattığım yalı en sağdaki. Nokta atışı olmayınca Ostrorog yalısını atlamışım. Zaten diğer yalıları da internette bulduğum fotoğraflarına bakarak belirlemiştim. Ostrorog Yalısı’nı böyle atladım. Neyse. Ostrorog Yalısı Kandilli’de. Kont Ostrorog Yalısı’nın 19 yy.’ın birinci çeyreğinde yapıldığı biliniyor ama ilk sahibi bilinmiyor. Yalıyı 20 yy’ın başında Leon Ostrorog satın alıyor. Kont Polonya’nın eski ailelerinden. Leon Ostrorog, İslam Hukuku konusunda çalışmış bir akademisyen. Osmanlı hükümetince çağırılıyor ve sadaret hukuk müşavirliği yapıyor. Kont İstanbul’a yerleştikten sonra Lorandonların kızı ile evleniyor ve yalıya yerleşiyor. Yalı birbirine bitişik iki binadan oluşuyor. Harem dairesi orta sofalı karnıyarık tipte. Sofa muntazam bir dikdörtgen halinde evi ikiye bölüyor. Vaktiyle İstanbul’a gelen C. Farer, Piyer Loti gibi Avrupalı misafirler burada ağırlanmış. (Fotoğraf, Denizce internet sitesinden alınmıştır.)

11 Eylül 2007

Şişmanlayan ve boyu uzayan yalılar

Bu yaz leylekleri gerçekten havada görmüşüz dostlar. Bir ayrıntı var bu durumda. Leylekleri havada gördük, evet de kendimizi de denizin üstünde bulduk.
7 günlük Yunan Adaları gezisinde deniz üstünde gezdiğimiz yetmemiş gibi bir pazar gününü de yine deniz üzerinde geçirdik.
Eşim ve öğretmen arkadaşlarından bazıları bir tura yazdırmışlar isimlerini. Benim haberim yok tabii bu tip aktivitelerden. Boğaziçi Yalıları gezisi'nden.
Reklam olmasın diye turun ismini vermiyorum ama adam başı 54 ytl aldıklarını hemen ilave edeyim. Bu gezide ne var diye sorar gibisiniz. Anlatayım:

MURAT BELGE ANLATIYOR: Gezi sırasında gözler yalılarda, kulaklar Prof. Murat Belge' de idi. Murat Belge anlatacaklarını o kadar ezberlemiş ki kıyılara arasıra bakması yetiyordu.
Kabataş’tan biniyorsunuz gezi teknesine. Güzel bir tekne. Büyük. Hani düğün müğün yapılanlardan. Beşiktaş yönüne doğru yavaş yavaş yol alıyorsunuz. Başlıyor anlatmağa Prof. Murat Belge. Kendine has ses tonu ve esprileriyle ve 19.yy’ın tüm yalı dedikodularıyla birlikte. Beşiktaş’tan sonra tekne Anadolu yakasına doğru dönüyor ve sahile paralel gitmeğe başlıyor. Sahi unuttum, tekneye ilk binilen yer Üsküdar Tekel Fabrikası önü. Ne diyorduk? Tek tek yalıları izlemeğe başlıyorsunuz. Tabii tarihi olanlarını. Tekne Paşabahçe ve Beykoz önlerinde hızlanıyor, zira oralarda pek yalı yok. Anadolu Kavağı’nda bir saat mola veriliyor. Sahile çıkıyorsunuz ve bir anda lokanta çığırtkanlarının ortasında kalıyorsunuz. Küçük bir not size. Büyük dayım yani annemin dayısı Anadolu Kavaklı. Çocukluğumun ve gençliğimin çoğu gününü orada geçirdim ve yıllardır gitmemiştim. Şaşırdım nereye geldik diye. Sahi Yunan Adaları’nda böyle bir şey var mıydı diye bir düşündüm. Yoktu. Neredeyse elinizden tutup çekecekler lokantanın içine. Gireceğiniz varsa da girmiyorsunuz. Her taraf lokanta. Küçücük bir alan var zaten. Dağ taş balık ve midye lokantası olmuş. Bizim arkadaşlar hemen midyecilere koştular. Onlara midyelerin Boğaz’dan çıkarıldığını ve dipte kimyasal madde olarak ne ararsanız var olduğu için midye yemenin riskli olduğunu söyleyemedim. Neyse.

SEVİNDİRİCİ GELİŞME: Gezinin yapıldığı tekne büyük bir tekne. Bu tip gezilerin çoğalması insanı sevindiriyor. Çok geç kaldık bu işlerde ama zararın neresinden dönülse kardır. Avrupalıların nehirlerindeki gezileri görünce bizim boğaz gezisi muhteşem oluyor.
Bir saat sonra tekrar tekneye binerek bu kez Boğaz’ın Rumeli yakasına geçip dönüşe başladık.. Rumeli kıyılarındaki yalıları da taraya taraya…
Prof. Murat Belge’nin anlatımı ile yalı kavramını ve tarihi değeri olan birkaç yalıyı tanıtacağım size.

YALI KAVRAMI

“İstanbul’un kent imgesi dünyanın belleğinde denizle birlikte olmuştur.İstanbul 2.600 yıl süren deniz kenti karakterini korumuş. Yalılar bu deniz kentine Türklerin getirdiği bir yaşam simgesidir.Dünyanın bir çok ülkesinde su kenarında yaşayan örneğin Venedik, Amsterdam, Bangkok gibi kentler yapay kanallar üzerindedir. Oralarda insanlar doğaya yardım ederek su yollarını yaratmıştır. Oysa var olan bir doğal yapı İstanbul’u yaratmıştır.1960dan önce çoğu semtlere yerleşenler denizi görerek yaşamışlar. İlk yapılan yalıların arkalarında resim bırakmadan yok oldukları ve 19 yy.’da Boğaz kıyılarının ortalama üç ya da dört kez fizyonomi değiştirdiği bir gerçektir.

YALILARLA İÇ İÇE: Gezi sırasında Anadolu yakasına çok yakın gidiyor tekne. Bu da geziye katılanların yalıları daha yakından görmesine neden oluyor.
Yalı yaşamı deniz kıyısında bir sayfiye yaşamıdır. Tümüyle saray aristokrasisi ve çevresinin yarattığı bu yapı türü, sonradan zengin azınlık tüccarının, yabancı elçiliklerin de katıldığı bir gösteriş yeri olmuştur.Rumeli kıyısında yabancıların ve azınlıkların, Anadolu kıyısında Kuzguncuk, Çengelköy ve Kandilli dışında devlet kademesinde daha alt düzeydeki memurların yalıları vardı. Genelde kente yakın olan yerlerde de saray mensuplarının yalılarını görüyoruz”.
Gezi biterken Prof. Murat Belge'nin bir cümlesi kulaklarımda çınlıyor:"Bizim yalılarımız nedense yapıldıklarından sonra şişmanladılar ve boyları uzadı".
Gelecek yazı: Bazı tarihi yalılar

8 Eylül 2007

Leyleklerin aşkı da bir başka oluyormuş!...

YAZLIKTA balkona çıkmıştım. Birden güneşi engelleyen bir kara bulut belirdi havada. Ne oluyor derken başımı kaldırdım ve bir leylek sürüsünün dans eder gibi döne döne ama bir düzen içinde süzüldüklerini gördüm. Yazlığın 1-2 kilometre uzağındaki geniş tarlalar onların dinlenme yerleriydi belli ki. Oraya doğru indiklerini izledim dakikalarca. Tabii fotoğraflarını da çektim bu arada.
Sahi leylekler neden bu kadar bizi ilgilendirir diye düşündüm. Öyle ya. “Leyleği havada görmek” deyimini hepimiz biliriz. Hatta leyleği uçarken görünce çok gezeceğimize inanırız. "Bebeklerimizi de leylekler getirdi" diyecek kadar içimizdedir bu sevimli kuşlar.
Şöyle bir dolaştım, etrafta leylekler hakkında neler bulabilirim diye. İşte leyleklerle ilgili ilgi çekici noktalar:
*Türün yayılışı çok geniş bir coğrafya üzerinde. Almanya’dan havalanan ve Prenses adı verilen bir leylek, Türkiye(İstanbul-Hatay) üzerinden Güney Afrika Cumhuriyet'ine gittiği tespit edilmiş.
*Genellikle karadan yükselen sıcak hava akımını kullanarak daireler çizerek uçarlar. Avrasya'da üreyen ak leylek, Afrika'nın güney kesimlerinde kışlar.
Ak leylekler çatılara özellikle de bacaların tepesine yuva yaparlar. Bazı ülkelerde insanlar uğur getirdiğine inandıklarından leylekleri çekmek için damlarına kazıklar üzerine tekerlekler koyarlar.
*Leylek çiftleri çalı çırpı ve topraktan yaptıkları tepsi biçimindeki yuvalarını otla döşerler. Yuva her yıl yeni eklemeler yapıldığından çok büyür.
*Ak leylekler uzak yerlere göç eden kuşların en iyi bilinenidir. Avrupa'da ve Türkiye'de üreyen bu leylekler kışı Afrika'da geçirirler. Göç sırasında olabildiğince kara üzerinden uçabilmek için kıtadan kıtaya özellikle İstanbul, Çanakkale ve Cebelitarık boğazlarından geçerler.
*Kuzey Yarımküre’de havaların nisan ve mayıs aylarından itibaren ısınmaya başladığını nereden bildikleri şaşırtıcıdır. Leylekler, sıcak yaz aylarını geçirmek için, soğuk kış aylarını geçirdikleri ülkelerden geriye, yuvalarına dönerler.
*Güney Yarımküre’nin çeşitli bölgelerinden dönen leylekler, hedefi hiç şaşırmadan, yedi sekiz ay önce bırakıp gittikleri bozulmuş yuvalarını bulurlar. Yuvaya önce erkek leylek gelir. Geçen yıl bırakıp gittiği yuvayı çubuk ve otlarla onarıp yenilemeğe başlar. "Yuvayı yapan dişi kuştur" sözü biraz havada kalıyor leylek dünyasında. Erkek leylek işi bittiğinde dişisinin bir an önce gelmesini bekler. Takriben bir hafta sonra dişi leylek de döner. Havada buluşmalarını kutlarlar.
*Yuvanın sahibi erkek, dişisini karşılamak için kanatlarını hızla çırpar ve gagasıyla sesler çıkarır. Bu kutlamadan sonra, dişi leylek dört veya beş yumurta yumurtlar. Bir ay sonra tüy yumağı civcivler yumurtalarından çıkmaya başlarlar. Baba leylek çığırtkan yavrularının beslenmeleri için gerekli solucan, çekirge ve sümüklü böcekler bulabilmek için harekete geçer. Anne leylek ise kanatlarının altına alarak, yavrularını yağmur, fırtına ve kızgın güneş sıcağından korur.
İşte böyle. Leyleklerin aşkı da bir başka oluyormuş meğerse.
Kaynak: Vikipedi

3 Eylül 2007

"Türk demek Türkçe demektir"!...

Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi koruyalım etkinliğimizin ev sahibesi Tuba'nın Penceresinden .
Sevgili Tuba, Oktay Sinanoğlu'nun "by by Türkçe" kitabından alıntılar yaparak Türkçemizin nasıl bozulduğunu örneklerle bize sunuyor.
Lütfen Tuba'nın Penceresinden'e bir uğrayın.

2 Eylül 2007

İstanbul, meğer ne muhteşemmiş!...(7)

Yunan Adaları gezimizin son durağı Pire ve Atina oldu. Pire ve Atina izlenimlerimi bu kez fotoğraflarla anlatacağım size:
FİLİPİNLİ GARSONDAN GÖSTERİ: Gemide çalışan Filipinlilerden biri. İsmi Emanuel. Gece yemeklerinde bize bakan iki garsondan biri. Daha az kıdemli olanı. Yemek tepsilerini tek eli üzerinde getirenlerden. Son gün şefinin kızgın bakışları altında bize hünerlerini gösterdi. Biz de alkışladık bu genci. Güler yüzleri, sinirsiz tavırları, disiplinleri ile bizden tam not aldı Filipinliler.
PİRE LİMANI PİRE GİBİ KÜÇÜK DEĞİL: Pire limanı gerçekten çok büyük. Kaç kısma ayrılmış bilmiyorum ama her sektöre bir liman ayrılmış. Biz cruises limanına yanaştık. Şehirden biraz uzakta bir liman. Oradan Atina şehir turu ve Akropolis turuna katıldık. Bu tur için büyükler için 57 euro, çocuklar için 28.5 euro ödendi.
TARİHİ KALINTILAR RESTORE EDİLMİŞ: Akropolis Atina’nın her yerinden görünen bir tepede kurulmuş. Atina Pire ile iç içe girmiş. Neresi Atina, neresi Pire belli değil. Otobüs sizi dağın eteklerinde bırakıyor. Tepeye yayan çıkıyorsunuz. Çok sıcak olduğu için bizim grup Akropolis’e erken gitti. Yokuşu tırmanırken kaygan taşlar bir hayli tehlikeli. Altı kayan ayakkabılar başa bela olabiliyor.
40 DERECEDE PİŞEBİLİRSİNİZ: Tepede gördüğümüz antik kalıntıları tek tek anlatmağa gerek yok. Biz Akropolis’ten ayrılıp şehri gezdik. İlk olimpiyatların yapıldığı saha şehrin içinde kalmış. Çeşitli yerleri gezdikten sonra Pire’ye, gemiye döndük. Bazı yolcular Atina’da kaldılar. 40 dereceyi aşan sıcaklıkta ne yaptılar bilemiyorum.
"DUR YOLCU"NUN İNGİLİZCESİ NEDEN YOK?: Pire’den kalktıktan sonra İstanbul’a varana kadar uzun bir yolculuk bekliyor sizi. Bu yolculuk sırasında özellikle bayanlar güneşlenmeği ihmal etmediler. Bu güneşlenme, Çanakkale Boğazı’na kadar devam etti. Çanakkale Boğazı’na günün erken saatlerinde girdik. Bir şey dikkatimi çekti. Yabancılar, Çanakkale Boğazı'na hakim tepedeki “Dur Yolcu” yazısına baktılar, baktılar bir şey anlamadılar. Bence bir de bunun İngilizcesi yazılsa iyi olur.
İSVEÇLİ MÜDÜRÜN DENSİZLİĞİ: Gemi Türk karasularına girince göndere Türk bayrağı çekildi. Gemiye Pire’den çoğu Yunan yeni yolcular binmişti. Bu yolculara İsveçli gemi müdürü tarafından İstanbul hakkında bilgi verildi. Bu bilgilendirmeyi dinleyen bir Türk yolcu, müdürün İstanbullu satıcıları örneklerle kötüleyen ve bunları alaycı bir dille anlatan tavrına tepki gösterdi. Bu tepkisini bizlerle paylaştı. Bizler de Türk rehberin dikkatini çektik. Ayrıca döndükten sonra bizi geziye gönderen tura durumu anlattık. Bu tatsız bölümü sizlerle paylaşırken rehberin anlattığı bir nokta aklıma geldi; "Grek" Latince de hırsız, hilekar anlamına geliyormuş. Yunanlı bunun için ilgili her yere başvurup kendilerine Grek değil, Helen denmesini istemişler.
İstanbul Limanı’na 16.30 sıralarında geldik. 17.00 de yanaşacaktık ama 2 saat açıkta bekledik. Denizci olduğum için pek yadırgamadım bu gecikmeği. Çoğu yolcu bunu bizim alaturkalığımıza verdi. Tüm gezi boyunca sadece İstanbul limanında gecikmiştik. Durum sonradan anlaşıldı, Karadeniz'den gelen iki gemiyi beklemiştik. İstanbul limanı bence gemi trafiğini karşılayacak bir konumda değil. Özellikle yolcu gemileri için başka bir yer düşünülmeli diyorum.
İstanbul’a yaklaştıkça insan bir başka heyecanlanıyor. Gemide bir gece de Yunan gecesi yapılmıştı. Her tarafa Yunan bayrakları asılmıştı. Masalarımıza konan Yunan bayrakları da işin kaymağı gibiydi. O gece çok fazla kalmamıştık masada. İstanbul ufukta göründüğünde Yunanlıların merakını görünce o geceyi hatırladım. Gerçekten bizim yunanla bir alış verişimiz yoktu ama tüm bunları görünce onların hala bizim topraklarımızda gözleri olduğunu hissettim.
TÜRK YOLCULARI HEYECANLANDIRAN BAYRAK: İki farklı bayrak var fotoğrafta. Biri normal, diğeri yeşil bantlı. Bu fotoğrafı neden mi koydum yazıya. Şundan; Rehberimiz bu bayrakla ilgili bir hikaye anlattı; seçimin olduğu hafta geziden dönüyorlar. Günlerden yine cumartesi. Ertesi gün seçim var. Meraklı Türk yolcular merakla soruyorlar sağa sola. Hangi parti önde diye? Aldıkları cevap AKP’nin anketlerde önde gittiği şeklinde. Gemi rıhtıma yanaşırken bazı Türk yolcular yeşil bantlı bayrağı görünce telaşla rehbere koşuyorlar. "Şimdi de bayrağın etrafına yeşil bant mı geçirdiler" diye soruyorlar. Rehber gülüyor ve "merak etmeyin, yıllardır deniz gümrüğünün bayrağı böyledir" diyor.