31 Mart 2008

SOL DUYU!

Tam teşekküllü bir hastane aradım… SSK' lıyım dedim… Aldırmadılar… Yıllar yılı sağlık olsun da gerisini boş ver dediğim için sağlık karnemi onaylatmamışım… Yani benim henüz oylanmamış, oynanmamış duygularım var.!. Ve bu beni deli ediyor.. Hem duygularım hem sağlık karnem onay almamış.. Onaylat öyle gel dediler. Ver elini Unkapanı.. Meğer Unkapanı değil bambaşka bir kapanmış!
Arkadaş ben duyularımı kontrol ettirmek için 3 gündür bekliyorum hâlâ bana sıra gelmedi mi? der demez ÜSLUP FARKI denen şeyle tanıştım…
-- Get laaan!… Neredeydin bunca yıl?… Bunca zaman ilanlar verildi… Nutuklar atıldı, sağlıkta devrimler gerçekleşti… Sen bu ülkede yaşamıyor musun? Önce kaydını yaptır… Sağ duyulu ol!
-- Arkadaş benim sağla bir işim olmaz ki.. Ne ihale peşinde koştum, ne kimilerini ihbar ettim, ne rant kovaladım, ne de yağdanlık elde dolaştım…
-- Peki nerede yaşadın sen?
-- Valla 90 metre kare kooperatif evimi hiç terk etmedim… Kapımı çalanlar hep işçiler, emekçiler, emekliler, hakları yenenler oldu… Haksızlığa uğrayanların dertlerini dert edindim…
-- Yani bir iki villa edineceğine bunu mu becerdin?…Nedir bu?
-- Sol duyu… Yoksa siz hiç duymadınız mı?
Sonra kıpkırmızı oldum… Utandım… Hemen herkesin sağ duyu, sağ duyu, duy bizi sağ duyu dediği bir ortamda git SOL DUYU reklamı yap… Benim adam olamayacağımı kim söylemişti?… Biri öyle demişti.. Hatırlamadım ama haklıymış.. Özür dilerim.
…………..
Duyularımı özel bir doktora mı göstersem?…. Sıra beklemekten, başka başka duyguların esiri olmaktan kurtulmanın bir yolu olmalı... O gece sol tarafımı boş geçtim.. Ben de ilk kez sağa yaslandım… Kabus gördüm.. Sağ duyu, sağ duyu denmiyor mu? Ohhhh kıyak bir genel müdürlük… Bir yerin bir şeyi olmuşum… Başbakan nerede ben de hemen arkasındayım… Kim içeri girecek… Masanın başındayım… İtibar dediğin sağ olsun.. Sağ duyularla duygulu anlar yaşıyorum… Yok anam yok.. Bu kabusu üreten hangi duygum bilemem.. Sağ mı, sol mu sağ mı.. Her neyse… Kabusu uyku kaçırıyor artık..İçten içe bir ses..
-- Hayırsız herif sen de, ne olacak… Bunca yıldır solcu geçinirdin modaya uydun değil mi? Sen de mi sağ duyu diyorsun?
-- Benim hiç gıkım çıkmıyor ki! Çıkamıyor ki… Daha duyularımı kaydetmediler.. Duygusuzum….
-- Hadi hadi.. Vardır başka bir çıkarın.. Saklama işte.. Sağ duyu çağrısına katıl işte… Hem öteki olmakla ne elde ettin ki?
………………
Bunca hırpalanma bana bazen iyi geliyor… Birden şimşek çaktı… Vay be.. Neden akıl etmedim.. Bu sağ duyunun en sağında kim var dedim… Başbakan var… Ondan daha çok sağ duyulu olan var mı?
Önce Üniversiteye tüm sağ duyusunu toplayıp ver yansın etmedi mi? Etti.. Bu sağ duyu değil miydi?… EVETTT.. Sağ duyu idi .Yüzde yüz sağ duyu.. İçinde bir miligram sol yoktu ..
Daha daha hangi üslup farklarını sergiledi..
-- Al ananı da git dedi…. Sağ duyulu bir yaklaşım değil miydi? .Anası güneşin altında bekleyip güneş çarpmasın.. Çiftçi kardeş al ananı git.. Gölge bir yer bul.. Serinle.
İşte medya böyle yapmıyor.. Sağ duyulu olmuyor… Her şeyden bir şey arıyor.. Bize ne lâzım.. Sağ duyu.. Sağ duyu..Sağ duyu…
-- Kapatma davası açarsın haaa… Ben de ananın yasasını bile değiştirir sağ duyuyu göreve davet ederim. Etmedi mi?
Ne oldu?.. Tüm sağ duyu görev başı yaptı.. Gene anası ağlayan, duyulmayan, işçinin, emekçinin, açlık sınırında çırpınanların feryatları olmadı mı?
-- Haksızlığa bakın efendim… Gerilim politikası varmış. Kaç kere dedik kardeşim… Bazen bağırma da, haykırmada, ağır sözleri hafifmiş gibi söylemek de sanattır… Bu anlamadığınız bir üslup farkıdır.. Üslup farkı mı üslup zartı mı? Sol duyum bir kıpırdasa kavrayacağım!
…………..
…Uğultu gözlerimi de mi bozmuştu… Hani duyularımı kontrol ettirip kaydını da yaptıracaktım ya! Olmadı… Kulaklarım.. Daha az duyuyor ..…Sağ duyu giderek sağ UYU SAĞ UYU olmuş…
Bir adım geri atmamız istenmiyor mu? Bulmaca gibi değil.. Mehterimsi…Ama iki ileri yok! Yalnızca hep geri… Üslup farkı bu… Türkçe söyleyip Arapça düşünmek gibi! İçinde GERİ kelimesi yok mu? Herkes GERİYE bir adım atsın… Geri emri kime.. Sağ duyu ve geri adım.. Ah sol duyu ahhh!. Anladın mı neden senin adını hiç ağızlarına alamıyorlar?

30 Mart 2008

Kronik yorgunluk için: SEMİZOTU

Bahar aylarına giriyoruz. Bu aylarda hepimiz yorgunluktan şikayetçi oluruz ama kronik yorgunluğun önemli bir hastalık olduğunu biliyor muydunuz?
Son yıllarda en çok tartışılan hastalıklardan biri kronik yorgunluk artık. Yapılan bazı tahminlere göre dünya genelinde 90 milyon kişi kronik yorgunluktan şikayetçi.
Tabii böyle bir hastalığa yakalanmış kişilerin ilk durağı doktorlar olmalıdır.
Bazı bitkilerin kronik yorgunluk konusunda etkili olduğu görülmektedir. Bunlardan hemen bulabileceğiniz ilk bitki SEMİZOTU’dur.
Biliyorsunuz yeşil bitkilerden alınan magnezyumun önemi büyüktür. Magnezyum vücudun direncini ve enerjisini artırmaktadır. Magnezyum almak için de en önemli yeşil bitkiler olan semizotu, çalıfasulyesi, ıspanak, kıvırcık marul, ısırgan otu, meyan kökü ve kişniş yemelisiniz.
Semizotu, çalıfasulyesi ve ıspanakla hazırlanmış bir salata, magnezyum almak için bire birdir.
Ayrıca kronik yorgunluk için AYRIK OTU SUYU da öneriliyor.
Kaynak: Dr.James A. Duke-Yeşil Eczane kitabı

Bunları Biliyor musunuz?
Ağrı araştırmalarını 1946 yılında ağrı kliniği kuran J:J:Bonica başlattı. Bu araştırmalar 1973 yılında düzenlenen sempozyumun ardından meyvelerini verdi.
Ululusarası ağrı araştırmaları hız kazandı, algoloji bir bilim dalı olarak yerini aldı.

Kaynak: Ulagay takvimi

29 Mart 2008

Hukuksuzların “hukuk” anlayışı!...

Biliyorsunuz gündeme önce AKP’nin kapatılması için Yargıtay Başsavcısı’nın iddianamesi geldi. Ortalık karıştı. Ardından Ergenekon Soruşturması kapsamındaki gözaltılar tozu dumanı birbirine kattı.
Şu aralar toz duman azaldı, ortalık görünüyor gibi ama bu kez de medyalar arasında savaş başladı.
Yıllardır süren medya savaşları “hedef gösterme”ye kilitlendi.
Herkesin kafasında bir soru var. Neler oluyor?
Çok basit ne olduğu.
Medya yasalara saygılı olmazsa, ben bildiğimi yazarım derse olacağı budur.
Neden böyle diyorum?
Kasım 2006 da bir yazı yazmıştım. O yazıda şöyle bir cümle var:
Ceza Muhakemeleri Yasası’nın bir maddesi şöyle der: “Kanunun başka hüküm koyduğu haller saklı kalmak ve savunma haklarına zarar vermemek koşuluyla soruşturma evresindeki usul işlemleri gizlidir.”
Yani savcının yaptığı Ergenekon Soruşturması’nın gizli yapılması gerekir. Kimsenin haberi olmadan.
Bizde böyle bir tavır var mı?
Gizli yapılması gereken bir soruşturmada bazı gazeteler isimler yayımlayarak hedef gösteriyor ve kişilik haklarını ayaklarına paspas yapıyorlar.
Sonrada çıkıp “hukuk” herkese gerekli diyorlar.
Dostlar. Hukuk önce bu hukuksuzlara gerekmiyor mu?

26 Mart 2008

Kelaynak'tan SERİN OMLET tarifi!...

İleri demokrasi ayarında iyi bir serin omlet yaratabilmeniz için yumurtlamaları takip etmeniz yetmiyor… Seslere de kulak vermeniz gerekli.. En çok ve uzun öten horozları sabah namazının öncesinde ve sonrasında gözlemeniz yararlıdır… Germe deyip gerinen, yerme deyip yerenleri izlemek bir değil, birkaç tavuğun beslendiği kümesi bulmanızı sağlayacaktır. Hangi tavuk nerede yumurtlamış? Ne zaman yumurtlamış?… Bunu da iyi takip edebilirseniz omlet derinliğiniz artar… İşin daha da uluslar arası bir hava almasını, markalaşmasını istiyorsanız değişik kümeslerden birer ikişer yumurta seçin… Bunların folluğun sağından değil mutlaka solundan olmasına özen göstermelisiniz… Böyle yaparsanız omlete lezzet ve de serinlik içinde derinlik de katmış olursunuz..
....................
Follukları araladık, yumurtaları sıraladık.. Ateşi kızdırırken kullanacağınız YAĞ gene önem kazanacaktır… Bunu bitkisel olduğu halde tereyağ tadı veren MEDYAĞ olarak seçmelisiniz… Medyağ, hem kendisi yanmaz hem de damakta değişik bir tad bırakır… Tekrar tekrar serin omlet için kullanılmağa da elverişlidir.. Zira ne tarafa koyarsanız koyun aynı özellikleri taşır, gelene paşam kıvamında işleri pişirir..…
MEDYAĞ ınızı sakın çokca kullanmayın. Öyle vıcık vıcık bir özelliği vardır ki bir damlası kafidir…. Medyağ ın en önemli özelliği normalden 5 kat etkili olması, yıllarca kullanıldığı halde asla bitmemesidir… Bir damlası bile koskoca omlete yetecek ve belki de artacaktır!..
Pişirme: Önce tavanızı seçin.. Altı yapışmayan SOSYAHAK marka derin tavayı tercih edin… Hem içine daha çok domates, soğan varsa beyaz peynir ve bilhassa maydanoz koyun.. Maydanoz her kesimi kışkırtan, öne fırlatan gizli gücü ile kanun içi doping yeşilidir… Bol bol koyun… Mide bozukluğunuzu, bilhassa hazımsızlığınızı anında çözecektir… Böylece derin tavaya zengin malzemeleri yerleştirmeniz kolaylaşır.. İnanılmaz isimleri de kırkıp kırkıp en üste süs olarak serpmeniz keyfinize kalmış servis öncesi bir son işlemdir…
Şimdi tavanızı kısık ateşe koyun… Pişmedi diye şüphe ediyorsanız Nevruz ateşi ile pişme kıvamını dengelersiniz .. Daha da iyi olabilir… Derin ve de serin omletinizin pişmemiş, kızarmamış yanı kalmamasına dikkat edin.. Derin tavanızı zamanı geldiğinde ateşten indirmeden serin omlet olarak servis yapabilirsiniz. Tava derin olduğu için dibi tutan, yanan ve yapışan malzemeyi tavadan çıkarmadan, kimseye çaktırmadan tavanın dibini kazımadan sunmanız diptekileri terk etmeniz kimsenin ruhu duymadan gerçekleşecektir. Ustalığınız bozulmadan bu işi ancak derin tava bile bu kadar yapabilirsiniz…
.........................
Önemli not: Sakın tarifdeki serin lafına aldanmayın… İşin aslı bu pişirme derinde değildir.. Göz göre göre devam etmektedir .Her tarif gibi burada da saklanan şey serin adı altındaki aşırı sıcaktır!… Üfleyerek yenmesinde yarar vardır…
Afiyet olsun…
..................................................
KAMA
SAĞ UYU!
Çağrılar hızla artıyor… Bizi bir kenara bırakmış gibiler… Sadece sağ duyu deniyor..
Sağı solu yokluyorum… Soldan çağrılan yok… Sıkıntılı olan sol… Geçim derdi olan yoksullar solda… Emekliler, memurlar, çalışanlar, işçiler hak diyor ve yoldalar… Ayaktalar.. Yolun sonunda değiller ama solundalar!
Onlara çağrı yok. Çağrı sağda.. Bunca feryadı sağ duyuyor mu bari?… Yoksa çağrı sağ duyu değil de sağ uyu olarak mı tekrarlanıyor?

24 Mart 2008

Öksürüğe iyi gelen bitkiler!...

Bahar yavaş yavaş geliyor. Sıcaklarla birlikte kışlık giysileri yavaş yavaş dolaplara yerleştiriyoruz ama soğuk algınlığına yakalanma riskimiz yüksek.
Öksürük hepimizin sıkça karşılaştığı bir şey. Nedeni konusunda en doğru kararı doktor verecektir. Biz bu yazıda öksürük konusunda yardımcı olabilecek bitkileri sıralayacağız. Bu bitkilerden ne kadarını ülkemizde bulabilirsiniz bilmiyorum ama ben yine de yazmak istiyorum, zira Punto’nun yurt dışından da izlendiğini biliyorum:
ÖKSÜRÜK OTU, adı üzerinde öksürüğe iyi gelen bir bitki. Öksürük için dört ölçü sinir otu, dört ölçü öksürükotu, bir ölçü meyan kökü ve iki ölçü kekiğe çok az miktarda ekinezya ile yapılacak bir çay öksürüğünüze iyi gelecektir.
Çok miktarda ilaç alanların öksürük otunu dikkatli kullanmalarında fayda vardır. Alkol ve karaciğer sorunu olanlara bu bitki önerilmiyor.
MÜRVER de etkili bir bitki. Türkiye’de var mı bilemiyorum ama kurutulmuş mürverden yapılan çay öksürüğünüze iyi gelecektir.
Kitabın yazarı ZENCEFİL inde öksürüğe iyi geldiği belirtiyor.
LİMON evet yanlış okumadınız. Limon. İki çay kaşığı organik limon kabuğu, bir çay kaşığı adaçayı ve yarım çay kaşığı kekiği kaynamış suda 15 dakika bekletin. Dikkat edin, kaynatmayın, kaynamış suda bekletin. Bu sünenin sonunda yarım limonun suyunu ve bir çorba kaşığı bal ilave ettikten sonra için. Bu karışım günde iki ya da üç kez içilebilir.
MEYAN KÖKÜ nün astıma ve öksürüğe iyi geldiği bir gerçek. Bir bardak suya koyacağınız bir çay kaşığı kurutulmuş meyan kökü ile çay yapıp içebilirsiniz.
Dikkat edin, uzun süreli kullanırsanız yüksek tansiyona nadan olabilir.
ANASON tohumunun balgam sökücü olduğunu anlatmıştık. Anason öksürük kesici de olabilir. Bir bardak suya bir ila iki çay kaşığı dövülmüş anason tohumu eklenerek yapılacak çay öksürüğe iyi gelecektir. Kaynadıktan sonra 10-15 dakika kadar dinlenmeye bırakın ve sonra da süzün. Sabah ve akşam birer fincan en makul dozdur.
HATMİ ÇİÇEĞİ rahatlatıcı özelliği olan bir bitkidir. Bir bardak kaynamış suya karıştırılacak iki çay kaşığı kurutulmuş hatmi köküyle çay yapıp içebilirsiniz.
ISIRGAN OTU ile hazırlanmış çay her zaman öksürük ilacı olmuş yıllar boyunca.
Kaynak: Dr.James A. Duke-Yeşil Eczane kitabı

22 Mart 2008

Gerçek hayattan “iki fıkra”!...

OTOBÜS DURAĞI
Selime ile Fadime Şişli’de doktora giderler. Doktor çıkışı, Beşiktaş’a gitmek için otobüs durağına gelirken, otobüsün de yaklaştığını görürler.
Fadime “Selime abla. Koş otobüse yetişelim” der ve koşmaya başlarlar. Fadime durağa gelince, belediyenin koyduğu yeni şeffaf durağı görmez, o hızla cama çarpar.
Durağın camı kırılmaz ama Fadime’nin burnu kırılır. Selime Fadime'nin burnundan oluk gibi kan akarken o şaşkınlıkla “abla habu otobüse hemen binelum. Durağun saybi gelmeden kaçalum” der.
Akan kanı mendille silerek otobüse binerler. Eve geldiklerinde Fadime’nin otobüs şöforü olan kocası eşini burnu kırık görünce “ne oldi saa” diye sorar. Olayı öğrenince de durağa bişey oldi mi diye sorar, ve ilave eder; “onun değeri onbin dolardu, kirilsaydi ebbedi emekli olamazdum”.

KEMİK TARAMASI
Fadime ile Selime Selime’nin annesini de yanlarına alıp kemik taraması için bir kliniğe giderler. Daha önce yaptırdıkları tahlilleri de yanlarında götürürler. Nineyi bir banka oturtup kendi tahlillerini eline verirler.
Nine sırasını beklerken onlar üst kata çıkarlar. Tekrar aşağıya indiklerinde nineyi çok üzgün, düşünceli kendi kendine konuşurken bulurlar.
“Ne oldu” diye sorarlar. Nine elindeki raporu gösterip “baksananuz haburiya hasta köti yazayi” der.
Gösterdiği yere bakınca kahkahayı basarlar, çünkü gösterdiği yerdeki yazı “hasta kodu” dur.

21 Mart 2008

YIKILMADIK....DAYAKTAYIZ!...

Benim de kapatmayla ilgili ciddi sıkıntım var ve ben de baba yasayı değiştirmek istiyorum. Anayasanın anansını ağlatmakla mesailerinin tamamını dolduranlar, henüz baba yasaya ulaşamadıkları için, yani vakit varken, sıra gelmemişken derdimi sunmak istiyorum…
Evet kapama ile ciddi sıkıntılarım var… Gözümü kapar kapatmaz aynı sahneler tekrarlanıyor… Aynı filmi, aynı acıyı, aynı vurdum duymazlığı görüyorum… Bu akıl tutulmasını, bu karanlık hırsı anlayamıyorum…
Bilmeyen, bilmediklerini sormayan, sormadıkları için doğruyu bulamayanların baş rol oynadığı bir medyada hâlâ ayaktayız.. Yıkılmadık.. Ama hâlâ dayaktayız…
Başsavcı memleket ahalisinin % 46.5 ini, yaklaşık 16 milyon oy alan bir partiyi nasıl kapatabilir miş?.. Yüksek oy oranı kapatılmayı zorlaştırmaz ki! Kolaylaştırır… Yani korunması gereken ve korunmağa çalışılan Laik Demokratik ve hukukun üstünlüğünü benimseyen bir sosyal devlet sistemi değil mi? Oy oranı çok düşük partilerden rejime karşı gelmesi beklenen tehlike daha az olmaz mı? Oy çokluğu tehlikeyi büyütür.. Haklılığı büyütmez… Meclise bakın.. Eller havaya... Kanun tavaya… Başbakan “sus” emri veriyor vicdanı hür milletin tekilleri (onlar kimseye benzemez tek tirler)susmuyor mu?
Bilmeyen, bilmeklerini sormayan, sormadıkları için doğruyu bulamayanların baş rol oynadığı bir medyada hâlâ ayaktayız.. Yıkılmadık. .Ama hâlâ dayaktayız…
Parti kapatılmasına karşı olmak, Demokrasi kültürünü benimsemiş, şeffaf olmayı özgürlüklerin nezaketi içinde sayanlar için öylesine doğal bir sonuçtur ki… Bu dünyada hukukun üstünlüğü ile siyasetin alçaklığı mukayese de edilemez… Siyaset iktidar emanet eder, devlet tapusu vermez… Avrupa’da parti kapatma yok diyenler kimler? Yalakalar.. Borazanlar.. Kendi ceplerinden başka sınır tanımayanlar… Avrupa ülkelerinde de değişik şartlarda partilerin kapatıldığını bilirler
… Söylemezler… İktidarların yarattığı medyalar partileri “ ben neymişim” körlüğüne iter… Hele devlet eli ile el koymalar… TV’leri 5 vakit kullananlar nasıl bir ölümcül hastalığa yakalandıklarını göremezler… Göremezler çünkü gerçek görüntüye engel olan yarattıkları kendi
medyalarıdır.. Ve onlar iktidar cellatları!… Ruhlarını sattıkları iktidarlar için, görevleri celladın işi kadardır… Sehpadan iner inmez sahiplerini de, dünü de unuturlar! Yeni sahiplere alkışla koşarlar… İnanılmaz olanı, aynı şeyi yeniden yapabilme, aynı itibarı yeniden yaşayabilmeleri, değil midir? Ve inanılmaz tekrar Hukuka, Üniversitelere , saldıranların ezberlediğimiz sonları! Göremediğimiz acı birliğin dirliğin güvenin bozulması, ayrılıkçığın palazlanması olmuyor mu?
Bilmeyen ,bilmediklerini sormayan, sormadıkları için doğruyu bulamayanların baş rol oynadığı bir medyada hâlâ ayaktayız.. Yıkılmadık. .Ama hâlâ dayaktayız…
Partiler siyasetin vazgeçilmez unsurlarıdır… Hiç şüphe yok… Rejimi korumakla, Cumhuriyeti korumakla görevli savcı ve yasalar demokrasiyi de korumayacak mı? Denen ne? Yasalarla siyasi partiler kapatılamaz!… Peki Siyaset Demokrasiyi kapatabilir mi?
Laik olmak kolay bir iş de değil ki! Sindirmek gerekiyor. Laik bir ülkede memleketin % 99 u müslümandır denebilir mi?… Hemen her kutsal duyguyu din üzerinden oya çevirme alışkanlığını sürdürmek, yarını nasıl güvence altına alacak ki! İşte % 46.5 şiddet kullanmaya gerek olmadan, el kaldır, el indir gücünü inanmışlığı kullananların elinde tehlikeye doğru gitmiyor mu? Şehitleri anarken bile 280 kilo kadar bir abartmayla top mermisini kaldırabilmeyi iman gücüne bağlamak şaka değilse nedir? Laiklik midir?
Laiklikte kimin dinsiz, kimin hangi dinden olduğu sorgulanamaz ki!
Benimde kapatmayla ilgili ciddi sıkıntım var. Korkuyorum ve gözlerimi kapatamıyorum.. Bir şey daha kaçacak diye… Bilmediğim bir kanun daha değişecek. Cart diye.. Geçecek..
Sisler arasındayım.. Şarkı tasalı. Sigara yasaklı ya.. Kelimeyi değiştiriyorum.!.Cigaranın zift gibi ağır dumanı içinde yırtınıyor kadın!… İçki günah ya… Duyduklarım beni bir kere daha günaha sokuyor!.. Son kadeh deyip dikiyor.. Sesi çatlamış kadının… Kredi kartı borcunu ödeyemeyen kocasının intiharından sonra borç ona kalmış.. Son durak burası! Makiyaj rezalet.. Ama gene aynı şarkı var dudaklarında..
“ Yıkılmadım…Ayaktayım…”
..............
Bilmeyen, bilmediklerini asla sormayan sormadıkları için doğruyu bulamayanların baş rol oynadığı bir medyada hâlâ ayaktayız.. Yıkılmadık. .Hâlâ bir kenara itilmişliğimize aldırmadan gerçeği kovalıyoruz.. Bir avuç kaldık.. Gene de yıkılmadık.. Bunca dayağa rağmen.. Ayaktayız.. Ama galiba son duraktayız!
.......
ALACA KARANLIK NOTU: Tarikat sarmalının son yumruğu nasıl kondu gördünüz!.. Ergenokon muydu neydi önemli değil… Ama şok sarsıcı da olsa, beklenmedik de olsa, ayaktayız… Ve yıkılmayacağız…

18 Mart 2008

İtalyan şarkılarıyla horon tepen ufaklık!...

Bu küçük delikanlıyı tanıdınız mı?
Eski İtalyan şarkılarıyla horon tepen, bu global alemin ray ban gözlüklü ufaklığını tanıdınız mı?
Hayatımıza renk katan, sevgiyi yeniden yaşatan, bizleri hayata bağlayan bu ufaklığı.
Tanımışsınızdır artık bizim torun Mete’yi.
.......................................................
METE VE DEDE!
Yüreğimdeki sıkıntıyı evirip çevirip ufaltmağa çalışıyordum…Birden gözlerime inanamadım….Ritmi yakalamıştı…Kulak dolgunluğu kadar hareketleri de işi severek yaptığını göstermiyor mu?
Müzik onu uçurmuş…Kimsenin göstermesine gerek de yok…
Mete mutlu ya dede?
Onun da objektifi ister istemez en can alıcı anı kaçırmıyor…Mete'ye de Dede'ye de teşekkür ediyorum…Bana bir kere daha tebessüm ışığı yolladınız…
Kelaynak

17 Mart 2008

Görevi yapmak mı? yoksa ihmal etmek mi?

Yargıtay’ın kuruluş şemasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının yerini görüyorsunuz. Anayasa Mahkemesi’nin baktığı davalarda da savcılık görevini Yargıtay Cumhuriyet başsavcısı veya Cumhuriyet Başsavcı vekili yapar.

İzinli olduğum bir gündü. Sabah işe gitmemenin tadını çıkarırken telefon çaldı. Tanımadım bir ses “Savcım –ismi hatırlamıyorum- sizinle görüşmek istiyor”dedi. Şaşırmıştım. Çalıştığım gazetenin sorumlu yazı işleri müdürü olduğum için zaman zaman savcı beye ifade vermeğe gidiyordum ama mahkeme çağrısını aldıktan sonra gidiyordum. Savcı bey beni telefonla neden arıyordu? "Bağlayın" dedim. Hoş beşten sonra Savcı bey "Akın bey sizden bir ricam var. Bugün mahkemeye kadar gelebilir misiniz? Bir ifade vermeniz gerekiyor" dedi. Şaka yollu “hayrola savcı bey. Çağrılar bu kadar hızlandı mı? Telefonla çağırıyorsunuz?takıldım.
Savcı bey ciddi bir sesle "bu davayı açmam konusunda Adalet Bakanlığından talimat geldi. Hemen gelirseniz sevinirim." "Tamam” dedim. "Hemen geliyorum”.
Savcı beye "hemen dava açın" talimatının neden ve nereden geldiğini anlamıştım. Turgut Özal hakkında bir haber çıkmıştı bizim gazetede. O da habere kızmış. "Dava açın" demiş demek ki.
Bize açılacak dava bir anda tüm davaların önüne geçmişti.
Gitmesem olmaz mıydı? Olurdu. Normal yollardan 10-15 gün sonra dava açılırdı bana karşı. Nasıl olsa dava açılacaktı. Savcı beyi zor durumda bırakmak istemedim. Bir anda Doğu illerinden birine tayini çıkabilirdi.
Gittim, ifademi verdim, jet hızıyla yargılandım, sanırım mahkum da olmuştum.
Bu anımı neden hatırladım?

HEDEF TAHTASI BİR SAVCI
Bu günlerde gündemde Yargıtay Başsavcısının AKP’nin kapatılması isteği ile açtığı dava var.
Dava açıldı, herkes bir şeyler söyler oldu. Çoğu söylenenler davanın açılmaması gerektiği noktasında birleşiyor.
Hukuk eğitimi görmüş biri olarak bile bu konuda fikrimi söyleme yetkisini kendimde göremiyorum. Sonuçta bir iddia vardır ve bu iddia hakkında kararı yargı yani Anayasa Mahkemesi verecektir.
Hukuka saygının, demokrasinin bir gereği olduğunu unutmamak gerektiğine inanıyorum.
Hepimiz bir gün hukuk normlarına sığınmak zorunda kalabiliriz.

SAVCI KAMUYU KORUMAKLA YÜKÜMLÜ
Hedef tahtası haline getirilen savcılık makamı nedir? Ne iş yapar? Biraz bu konuda bilgi vermek istiyorum.
Savcılar, bir suç oluşumu karşısında devlet adına araştırma ve soruşturma faaliyetinde bulunmak, kamu davasının açılmasını gerektiren şartlar oluştuğunda dava açmak ve yürütmek, mahkemelerin verdiği kararları yerine getirmekle yükümlüdürler.
Osmanlı Devleti’nde şer’i mahkemeler zamanında savcılık kurumu bulunmuyordu. Savcılık kurumu hukuk sistemimize Tanzimat Dönemi kanunlaştırma hareketleri ile birlikte girmiş.
Cumhuriyetle birlikte yürürlüğe giren 1929 tarihli ve 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanunu ile de savcılık kurumu gerçek hüviyetine bürünmüş. Savcıların görev ve yetkileri ise çok çeşitli kanunlarda dağınık bir şekilde düzenlenmiş.
Cumhuriyet Savcısı, sadece sanığın aleyhindeki delilleri toplamakla yetinemez, sanığın lehine de delil toplar. Ayrıca savcı kamu davası açtıktan sonra sanığın suçsuz olduğu kanaatine varırsa sanığın beraatını dahi talep edebilir.
Dolayısıyla savcılık kurumunun amacı, sadece sanığa suç isnat etmek için gereken delilleri toplayıp salt iddia faaliyetinde bulunmak olarak anlaşılmamalıdır. Savcılıkta amaç yargılama sonucu adil bir karar verilmesine yardımcı olmaktır.
Konumuzu ilgilendirdiği içinYargıtay’ın kuruluş şemasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da bulunur. Yargıtay’ın savcılık teşkilatı, Cumhuriyet Başsavcısı, Cumhuriyet Başsavcı Vekilli, Cumhuriyet Başsavcı Yardımcısı ve Cumhuriyet başsavcı yardımcılarından oluşur.
Anayasa Mahkemesi’nin Yüce Divan sıfatıyla baktığı davalarda da savcılık görevini Yargıtay Cumhuriyet başsavcısı veya Cumhuriyet Başsavcı vekili yapar.
Yargıtay Cumhuriyet başsavcısının görevleri arasında partilerin faaliyetlerini izlemek ve bu faaliyetlerin yasalara uygun olup olmadığını tespit etmek de var.

Şimdi size soruyorum:
Yargıtay Başsavcısı işin nereye varacağını düşünmeden elindeki delillere bakarak AKP’nin laikliğe karşı bir odak oluşturduğu kanaatine vardığına göre görevi gereği davayı açmalı mıydı? Yoksa istikrar bozulur, bilmem şu kadar oy almış bir partiye bu yapılar mı diyerek görevini ihmal mi etmeliydi?
Varın kararı siz verin.
..................................................................
Kama

MİLSİZ İRADE!…
Acı olan tünelin karanlık kalması değil mi? Ötekilerin sıkıntısının asla ağızlara alınmaması! Ayrımın derinleşmesi..İstenmeyene mecbur kalınması…Bu idare edilemez bir görüntüdür. Ampul'un belli bir kesimi aydınlatması kabul edilemez tehlikeli bir ayrımdır ve kimseyi aydınlığa ulaştırmaz… Milli iradenin üstünde kimse olamaz deniliyor….Nedir şu milli irade bir kavransa…
Başbakan öfkeli...Bağırıyor...Ak Parti'ye verilen 16 milyon 327 bin oy milli iradedir;
Ak Partiye verilmeyen 18 milyon 722 bin OY hangi iradeyi temsil ediyor? MİLSİZ İRADEYİ Mİ?

14 Mart 2008

Bronşite karşı bitkisel bir karışım!...

İlk yazımda nezle ve gribe iyi gelen bitkileri anlatmıştım. Hazır soğuk algınlığına değinmişken şimdi de sizlerle bronşite iyi gelen bitkileri paylaşayım;
Çinli araştırmacılar bronşit konusunda 96 çocuğu üç gruba ayırıp bir deneme yaptı. İlk grup çocuğa sadece bitkisel bir formül olan ve içeriğinde hanımeli, hor çiçeği ve takke çiçeği bulunan bir karışım verildi, ikinci gruba antibiyotik, üçüncü gruba hem antibiyotik hem de bitkisel formül verildi.
Yalnızca bitkisel formülün verildiği çocuklarda hızlı iyileşme görüldü. Bu çocuklardaki iyileşmenin antibiyotik verilen çocuklara göre çok daha hızlı olduğu görüldü.
Bronşitin birkaç nedeni var. Bu nedenlerin arasında önemli olanları bakteriyel, sigara kullanımı, kimyasal maddelerin yaptığı kronik tahribatlardır.
Bronşit tedavisinde iki favori bitki HANIMELİ ve HOR ÇİÇEĞİ'dir. Bunların çayını yapmak en güvenli yoldur.
OKALİPTÜS etkili bir balgam sökücüdür. Okaliptüsün yaprakları ile yapılmış bir bitki çayı da okaliptüsü doğal yollardan alınması kadar etkilidir.
Bolca SARIMSAK yemek bronşit tedavisinde büyük yarar sağlar.
SIĞIR KUYRUĞU da solunum problemlerine karşı kullanılan ve yıllardır bilinen bir bitkidir.
Son yıllarda bronşit, astım ve saman nezlesine iyi geldiği belirlenen bir bitki daha var; ISIRGAN OTU. Isırgan otunun kökünün suyunu ve yapraklarını bal ve şekerle karıştırıp kullanılırsa bronşite karşı önemli bir silah elde etmiş olursunuz. Her 250 cc suya bitkinin kurutulmuş yapraklarından iki çay kaşığı karıştırıp kaynatın ve soğuyuncaya kadar bekleyin.
E komisyonuna göre SARMAŞIK da solunum sorunlarına iyi gelen bitkiler arasındadır.
HATMİ ÇİÇEĞİ' nin kökleri anti inflamatuar etkiye sahiptir. Bronşite karşı önemli bir iyileştirme özelliği vardır.
Dr. James A. Duke bronşit konusunda bir bitkisel karışımdan söz ediyor. Bu karışım kara ısırgan, İngiliz muzu, sığır kuyruğu, Arnavut biberi, sıçan kulağı, meyan kökü, karaağaç kabuğu ve kiraz kabuğundan oluşuyor.
Bronşit için ayrıca C vitamin i içeren bitkilerin de faydalı olduğunu unutmayın.
Kaynak: Dr.James A. Duke-Yeşil Eczane kitabı
....................................................................................
Bunları biliyor musunuz?
Eski devirlerde ağrı çeken hastayı bayıltmak için, kafasının üzerindeki tahta kaseye çekiçle vurmak ya da gaz ocağının başında bayılana kadar bekletmek gerekiyordu. 19.yüzyılda elle tutulur bir gelişme ilkel yöntemleri rafa kaldırdı, anestezi ameliyatlarda başvurulan bir hizmet olarak tıp dünyasına girdi.
Kaynak: Ulagay takvimi

13 Mart 2008

İşgalde bir isimsiz kahraman: İpsiz Recep

Rizeli bir taka kaptanı olan İpsiz Recep Reis Batum’dan Rize’ye yük taşırken, zaman zaman da insan getiriyormuş.
Yine böyle bir seferde teknesine on yedi silahlı adam alıyor. Bunların İstanbul’da karışıklık çıkarmaya giden Ermeni komitacılar olduğunu farkedince yanındaki Rizeli Abdullah ile komitacıları bir şekilde öldürüp denize atıyorlar.
Yalnız bu adamlar Rus vatandaşı olduğu için Rusya Recep Reis’le Abdullah’ı kendilerine teslim edilmesini istiyor.
Durumu öğrenen Recep Reis İnebolu ya geçiyor ve orada Cebeci köyüne yerleşiyor. Recep Reis Kerempe ile Kefken arasında taşımacılık yapıyor.
Genel af çıkınca tekrar Rize’ye dönen Recep Reis Batum’a geçiyor ve Ruslara yakalanıyor. On yedi kişinin ölümünden sorumlu olarak tutuklanarak 6 ay hücrede kalıyor. Ayağında zincir ve güllelerle çok eziyet ve işkence görüyor.
Kimilerine göre Azebaycanlı bir gardiyanın yardımıyla zincirleri kırarak kaçmış, kimilerine göre de Rizeli fırıncılar gerekli yerlere para vererek kurtarmışlar.
Oralarda barınamayacağını anlayınca İstanbul’a gelmiş ve Sarıyer’e yerleşmiş.
İşgal döneminde Rum ve Ermeni çeteleri, işgalcilerin desteğiyle azıtmışlardı.
İpsiz Recep Reis bir grup kurarak onlarla mücadeleye girişiyor.
Bu çete reislerinin en zalimi Giritli Andon’muş.
İpsiz Recep Reis Andon’la ilgili araştırma yapıp gerekli bilgileri toplamış. Andon’un her Pazar Tarabya’da bir gazinoya gittiğini öğrenmiş. Andon’un çetesi kırk kişi imiş.
İpsiz sekiz tayfası ve Sarıyer’den katılan üç Rizeliyle toplam on iki kişiymiş.
Bir Pazar gecesi gazinoya baskın yapıyor ve Andon’a dört el ateş ediyor Andon ölüyor, çetesine de büyük kayıp verdiriyorlar. İpsiz ve adamları kayıpsız çekiliyor.
Çetenin ikinci adamı Hrista ve İngiliz gizli servisi, İpsiz Resip’i yakalamak için harekete geçiyor. Boğaz’a elli asker gönderip ev ev arama yapıyorlar ama Recep Reis’i bulamıyorlar.
Recep Reis arada bir Rize’den tanıdığı Rumelifeneri’nde oturan Giritlioğlu Hacı Şakir’in evine de uğrarmış.
“ Fener'deki ev 2 katlı idi, ben yıkılmış halini hatırlıyorum, duvarlarında oynardık”.
Recep Reis yine bir akşam çetesinden birkaç kişiyle Fener’e gelmiş, alt katta onlara yemek ikram edilmiş.
Kısa bir süre sonra Recep Reis’i arayan İngiliz devriyeleri de Hacı Şakir’in kapısına dayanmış.
Hacı Şakir dede onları de buyur etmiş ve üst kattaki misafir odasına almış, hemen sofralar kurulmuş.
İngiliz’ler yemeğe başlayınca Recep Reis ve adamları alt kattan kaçmışlar.
Daha sonra Anadolu’ya silah nakliyle ilgili olarak Kefken’e gidip orada kalmış.
Orada da Kandıra İzmit havalisindeki Rum çeteleriyle savaşmış. Milis yüzbaşılığına kadar yükselmiş.
Kurtuluş savaşından sonra Atatürk Recep Reis'e milletvekilliği teklif etmiş. Gelen heyete “BİZ İŞİMİZİ TAMAMLADIK EFENDİLER. SAVAŞTA DİK DURAN BAŞIMIZI SİYASETTE EĞMEYİZ. TİLKİNİN BU PAZARDA İŞİ YOKTUR. GAZİ PAŞA HAZRETLERİNE HÜRMETLERİMİ ARZ EDERİM” diyerek kabul etmemiş.
İşte bu ülke, böyle isimsiz, kalbi ülke sevgisiyle yanıp tutuşan kahramanlar sayesinde kurtuldu. Araştıralım, öğrenelim ve geçmişten ders alarak ileriye bakalım.
10.09.2007
Antalya Körfezi

11 Mart 2008

Soğuk kaç derece? SORMAYACAĞIZ!

Anlamakta zorluk çekeceksiniz medyada uçuşan beyanları! Fakat aralarındaki zaman boşluğunu kaldırıp bir kere daha yan yana getirin. Perde aralanır gibi olur… Operasyondaki beyaz elbiselilerin, elinde silahla adım adım ilerleyen mehmetçiğin teri soğumadan yüreğine düşen ne oldu? Ölümü tebessümle karşılayan yüzünde hangi umutsuzluk var? Dağda kazandık, neyi niçin ve nasıl kaybediyoruz?
Mesele bize havale edilmedi mi? İsterseniz kısaca bir kere daha hatırlatalım…
Ne mesaj vermişti TSK:
“Siyasi kişi ve kurumlarla hiçbir zaman polemiğe girmek istemeyen Türk Silahlı Kuvvetleri (.!.) ilk defa bu tür anlamsız saldırılara hedef yapılmak istenmektedir. Bu saldırılar TSK’nın terörle mücadele azmine, hainlerden daha fazla zarar vermektedir. Bu tür saldırıların değerlendirilmesini, Türk milletinin engin sağduyusuna havale ediyoruz.”
Şimdi söz konusu olan benim sağ duyum öyle değil mi? Havale bana çıkmadı mı? “Manzara-i Umumiye’yi tarih penceresinden ibretle seyretmek” sıramız gelmedi mi?Ve gene cephede kazandığımızı masada kaybetmiş durumda değil miyiz?…
3 gün önce ABD başkanı Bush’u yüzü asık “Türk Ordusu derhal çekilsin” derken izledim… O sıra Mecliste eller kalktı eller indi… CHP’liler çırpındı. Biz bar fedaileri miyiz konsomatris miyiz feryatları “kabul edenler - etmeyenler.. Kabul edilmiştir efendim” klasik cümlesi ile tamamlanmadı mı?
Demokrasi adına gizli ihanetler. Vakıflar kanunu, sosyal güvenlik yasaları, nükleer enerji kararları, belediyeler kanunu ne oldu?..Tartışma, kurumları yıpratırken gözden kaçanları kim işaret edebildi?
Bugün sevinemediğimiz başarılar için ağlarken yarın başımıza gelecek felaketleri düşünme fırsatımız bile yok..
Söylemler neden art arda gelir dersiniz?
Siz bu kadar dağınık olursanız plan biraz daha hızlı iler… ABD ordusu “PKK ile anlaşın” diyebiliyor..
ABD sabah bizi öpüyor, akşam sıkıntı ile sırtını dönüyor. Aşk mı bitti, iş mi bitti? Soran olabiliyor mu? Dış borç sarmalı boyumuzu aşmışken, bir yumruk olma zamanı yaşanırken kim kimi yumrukluyor? Bilen var mı?
Büyük oyunun karanlık taşları bir bir yerine oturmuyor mu? Talabani kim? Barzani kim? Soran oldu mu? Talabani’yi Cumhurbaşkanı çağırıyor, asker karşılamıyor. TSK ile alınan siyasi kararların ne denli uyumsuz durduğunu gören oldu mu?
Halk olarak ben SAĞ DUYUMA, SOL DUYUMA duyanıma, duymayanıma havale edilen bir konuyu en gür sesimle, çığlık çığlığa tekrarlamak istiyorum… Yazıklar olsun bize. Yazıklar olsun… Hepimize yazıklar olsun… Çocuklarımıza, torunlarımıza ne diyeceğiz?… Toprağı kanı ile sulayanların geride bıraktıklarına ne diyeceğiz?. Onların yüzlerine nasıl bakacağız?
Çaresizdik mi diyeceğiz? Yalnız kaldık mı diyeceğiz… Soğuk, beni donduran soğuk, yüreğimi buz yapan, isyana sokan soğuk.. Seni mutlaka yakacağım. Ellerim böğrümde uzunca bir süre böyle kalmayacak… Soğuk… Çok soğuk.. Kaç dereceydi bu soğuk?… Eksi 22 mi? Böyle buz kestiğimize aldananlar… Yeniden ayrık parmaklarımızı bir yumruk yapacağız… Soğuk kaç derece idi.. Sormayacağız… Yumruk olacağız…
.....................................................................
KAMA

ÜÇLEME!

*Süleyman Demirel: “ Türban irtica işaretidir” diyor…
Türbanı savunarak ülkeyi ben yönetirim deyip bölenlere ne denir?
……….
*Recep Tayip Erdoğan: “ Kadınlar en az üç çocuk doğursun” dileğinde bulundu…
Soran yok: Ülkemi yıllardır dokuz doğurttuğunuz yetmedi mi?
………….
*Sosyal Güvenlik yasası iki tarafın da yalanlamaları ile çıkageliyor…
Başbakan “ Sendikalar yalancı” Sendikalar “Başbakan doğru söylemiyor”.
Demek ki ortada yalan var, yalancı yok! Aslında yasa ile gelen gelecek tasası..
Sosyal Güvensizlik Yasası…

10 Mart 2008

Tarihin en önemli tanıkları: Çınarlar

Martın ortalarına geldik. Artık ağaçlara suyun yürüdüğü zamanlar. Yavaş yavaş dallarda tomurcuklanmaylar başladı. Umarım meyve ağaçları erken bahara aldanmaz ve don olmaz.Hazır ağaçlardan söz açmışken İstanbul’un ağaç konusunda önemli bir şehir olduğunu hatırlamakta fayda var. Tarihi şehir aynı zamanda tarihi ağaçlara da sahip.Bugünün tarihine şahitlik yapan çınarlar isimsiz kahramanlar gibi aramızda. Yarın bizler olmayacağız ama onlar yine olacaklar. Yüzyıllar boyunca. Çınarların yanından geçerken bir de bu gözle bakın bu ağaçlara diyorum.
Türklerde ululuğu sembolize eden Çınar ağacı, saray kültürünün de bir ürünü. Nasıl bir çocuk doğduğunda adına kavak dikiliyorsa, sarayda her şehzadeye kendi adına bir çınar ağacı diktirildiği bilinmektedir. Kentin en eski çınarlarından birisi de Eyüp Sultan Camii iç avlusunda Eyyüb Sultan Türbesi Hacet Penceresi önündeki Akşemseddin Hazretleri'nin diktiği rivayet edilen anıt çınardır. Çınarın üstten büyük bir kısmı günümüze ulaşamamış. Fakat gövde kısmı hâlâ yaşıyor.Biz bu ağaçların ne kadarını koruduk onu bilemiyorum ama sizlerle önemli tarihi ağaçları paylaşmak istiyorum:
Yeniçeriler Çınarı(Eminönü): Bu çınar, Sultanahmet Meydanı’ndan Gülhane Parkına inen yolun başındadır.Çınarın ilginç de bir hikayesi vardır. Fatih Sultan Mehmet’in ilk sarayının bulunduğu bugünkü
Topkapı Sarayı’nda yaşayan hizmetkârlardan genç bir kız, hürriyetine kavuşmak için duvarlara tırmanıp sarayın dışına atlar.. Duvarın dışında bulunan bir kişi kızdan şüphelenir ve saraydan kaçtığını anlar. Hemen yakalar ve orada bulunan bir çınarın içine hapseder. Saraya haber verir.
Fatih Sultan Mehmet olayı öğrenince adamı huzuruna çağırır, yaptığı işin karşılığında ne istediğini sorar. Adam para istemez, çınar yakınında bir yeniçeri ocağının kurulmasını diler.
Bunun üzerine bu çınarın yanında bir yeniçeri ocağı kurulur, “Kız Bekçileri” ismi de bu ocağa verilir.
Kanlı Çınar (Vaka-i Vakvakiye):Sultanahmet Atmeydanında hemen Alman çeşmesi yanındaki bu çınara, Osmanlı tarihinde kanlı olaylara sahne olduğu için "Kanlı Çınar" deniyor. Son olarak da 1826 yılında Yeniçeri ocağının kaldırılışı sırasında öldürülen Yeniçerilerin bir kısmı bu ağacın altına getirilmiş.
“Kanlı Çınar” çınar günümüze kadar ulaşmamış.
Emirgan Çınarı (Sarıyer): İstanbul, Emirgân’da ünlü Çınaraltı Kahvesi’ne ismini veren Emirgân Çınarı’nın edebiyatımızda önemli bir yeri var. Bu çınarın altında devrin tanınmış kişileri toplanıp sohbet etmiş, çınar altı bir nevi akademi olmuş.
Büyükdere Çınarı (Sarıyer): Büyükdere’de bulunan çınarın 4000 yıllık bir geçmişi olduğu söyleniyor. Ne var ki bu çınar I. Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılmış.Sultan II. Mahmut’un sık sık gittiği Büyükdere çayırında bu çınarın altında oturup Yeniçerilerin oynadığı Tomak oyununu seyrettiği belirtiliyor. Ayrıca devrin ünlü musiki üstatlarına da burada konserler verdirilmiş. Büyükdere Çınarı bir söylentiye göre üzerine düşen yıldırımdan, bir başka söylentiye göre de içerisinde yapılan kahve ocağının tutuşması sonucu yanmış.
ANTİSEPTİK YANI VAR
Platanaceae familyasından olan Çınar, yapraklı ağaçlar sınıfına giriyor. Odunu kullanışlı olduğu için de çok aranan ağaçlardan. Kendi kendine kolayca yetişir ve gelişir. Ulu ve yaşlı çınarlara daha çok İstanbul, Bursa gibi yörelerde rastlanmaktadır. Batı çınarı ve Doğu çınarı gibi çeşitleri vardır.
Çınarlar hızla büyüyen ağaçlardır. Uzun ömürlüdürler. Yaşlı çınarların içleri çürüse bile yaşamlarını sürdürürler.
Çınarın tanen denen kabukları kabız yapıcı ve ateş düşürücü olarak içten, antiseptik olarak dışarıdan kullanılır.
Kaynak: Kenthaber Kültür Kurulu

6 Mart 2008

Grip ve nezleye karşı şifalı bitkiler!...

Kelaynak, Suzan Abla ve Muharrem Kaptan’dan sonra Punto ailesine bir dostumuz daha katılıyor; Eczacı Nuran.
Eczacı Nuran’ın ilgi alanı şifalı bitkiler ve bu bitkilerin iyileştirdiği hastalıklar. Dostumuz Eczacı Nuran zaman zaman sizlerle bitkilerden çıkan şifayı paylaşacak.
İşte Eczacı Nuran’ın ilk tanışma yazısı:
Biliyorsunuz bitkisel şifacılık yüzyıllardır var olan bir gerçek. Bu konuda bir çok araştırma var. Ben sizlerle elimdeki önemli bir kaynaktan alıntılar yaparak bitkilerle tedavi konusunu paylaşacağım. Elimdeki kaynak Dr. James A. Duke’nin “Yeşil Eczane” kitabı. Pegasus Yayınları tarafından Türkçeye çevrilmiş.
İlk yazımı hepimizin sıkça yaşadığı nezle ve gribe ayırdım.
Büyük düzlüklerde yüzyıllar boyu yaşamış, Amerikan Kızılderilileri nezle ve gripten korunmak için EKİNEZYA kökü çiğnemişler ya da bu kökten yaptıkları çayları içmişler.
Araştırmalara göre ekinezya insan vücudundaki bağışıklık sisteminin virüs ve bakterilere karşı savaşma mekanizmalarını harekete geçirmekten sorumlu olan properdin adlı kimyasalın düzeyini artırır.
Ekinezya mucizevi bir ilaç değil tabii. Bağışıklık sistemini güçlendirdiği bir gerçek. Uzmanlar sürekli ekinezya alınması yerine soğuk algınlığının başlangıcında alınmasının daha yararlı olacağını belirtiyorlar.
Soğuk algınlığına iyi gelen bir diğer bitki de SARIMSAK. Sarımsak önemli bir antibiyotik olan alisin içerir. Soğan da sarımsak gibi soğuk algınlığına karşı önemli bir bitkidir.
Birkaç yemek kaşığı ince doğranmış taze ZENCEFİL kökünün üzerine 250 ml. Kadar kaynar su dökün. İşte size soğuk algınlığı virüslerine karşı savaşacak kimyasalları içeren bir çay.
Kiraz çayı da soğuk algınlığında kullanılıyor.
C vitamini içeren tüm bitkilerin soğuk algınlığına iyi geldiğini biliyorsunuzdur.
ANASON balgam söktürür, MEYANKÖKÜ de faydalıdır.
HATMİ ÇİÇEĞİ soğuk algınlığına bağlı öksürük, boğaz ağrısı ve diğer solunum yolları hastalıklarında rahatlatıcıdır.
Bilmem biliyor musunuz? SÖĞÜT KABUĞU bitkisel aspirindir. İçerdiği salisin adlı kimyasal aspirinle eş değerdedir.
...................................................................
Bunları biliyor musunuz?
İslam bilgini İbn-i Sina tıp dünyasına damgasını vuran bir bilim adamıydı. 980-1063 yılları arasında yaşayan İbn-i Sina’ya göre, vücut salgılarının doğal işleyişini bozan düzensizlikler on beş çeşit ağrıya yol açıyordu.
Kaynak: Ulagay takvimi

...............................................................
KAMA

DÖN İLE DON!...
Asker neden erken DÖNDÜ! Kim emir verdi?
Ayak sesleri aynı hedefe gitmiyor mu? Rap… Rap.. Rap… DÖNNNNNN!
TÜRBAN daha ne kadar bölecek?. Parçalayacak… Zapsu açıktan DONSUZ!
Aslında densiz... Gizlide çulu var pulu var… Nükleer ihalede gözü var… Parmağı bal…
Kimse görmedi.. Ülkemde geçim sıkıntısı çeken 50 milyon aile var. Asla gündeme gelmedi… Sahnedeki şenlikte iki nokta eksik…Şaşkına dönmedik mi, DÖN İLE DON arasında…

5 Mart 2008

Beyinler… Beyinsizler!

İrem Barutçu dün bana bir not geçmiş… ILICAK’ lar hakkında yazarken BULVAR gazetesini, Tercüman-Bulvar çekişmesini soruyordu…
Ona Tercüman terbiyesini anlatırken beyin yapısının öne çıktığını, basit fikirleri aşamadığımız noktalarda sıkıntı çekip haksızlığa uğradığımızı yazmıştım.
PUNTO’ da okuduğunuz baskı ustası olayı, başka meyvelerin içinden çıkan başka resimleri de görmezden geldiğimizi hatırlıyorum… Gene de bırakın kadına benzer meyveleri Kuran Fasikülleri dağıtırken bile, peşin hükümlerin yarattığı adaletsizliği yazmıştım…
İnsanları aynı kalıba dökme gayreti sadece çıplak kadın resmine bağlanamaz… Bakış açısını ve
bize verilen peşin öğretiyi görmezden gelmek tehlikeli oluyor… El zinası nedir?
Kadın elini uzatıyor, karşı taraf sıkmıyor.. Gözlerini çok ayıp olmuş gibi kaçırıyor.. Hele göz zinası? Kadına bakamıyor? Bakınca neden fena oluyor acaba? Zihni neyi canlandırıyor? Kim bana çıkıp anlatabilecek ne kadar doğru ve ulvi olduğunu bu düşüncenin, böyle davranmanın?…
……….
Beyinlerde yerleştirilen ön yargı “BUNLAR DİNE SAYGI DUYMUYOR” imam fetvası gazete kağıdına bastığımız Türkçe açıklamalı Kuran Fasikülleri yüzünden protesto edilmemize yol açmıştı… Kadına benzer bitkiler veya sadece kadın resmi ile sınırlı değil bu baskı… İç içe iki şey var iyice irdelenmeyen… Cinsel öğreti üzerindeki karanlık… Karanlık içindeki cinsel dürtüler!
Kemal Ilıcak böyle bir tepkiyi düşünemiyor ve beklemiyordu!.. Öyle ya, Tercüman ve grubu tescilli dindardı… Dine saygılarında kusur aramak olmazdı!. “Nasıl oluyor diye araştırmıştı.. Bana gelen cevap şöyleydi..
Gazeteler paketleniyor, kamyonlara konurken yerlere atılıyordu… (Kamyon kasasına konuyor ya!…) Gazete dağıtımı sırasında da dağıtıcı ekleri ve gazeteyi yerlere koyup yeniden paketliyordu… Reaksiyonun anlatımı “Kuran'ı yerlerde sürüklüyorlar” şekline döndü..
Zihnimde kalan bir konuşma idi. Çünkü bu promosyona karşı çıkmıştım… Ne gazetelerin, ne de siyasetçilerin bu tür promosyonlara girmemeleri fikrini hâlâ koruyorum… Ama beni kendi konumumda koruyacak kimse kalmadı!
Hemen her kesimin, dini rahat bırakmaları, kul ile Allah arasına girmemelerini istedim. Ama hep tersi yapıla geldi… Bu da her zaman beni korkuttu… Kim dindar kim değil, kim cennetlik kim cehenneme gider. BİLEN OLABİLİR Mİ? Kime ne, soran olabilir mi?
Benin canım sütlü baklava yemek ve günah işlemek istiyor diyebilir miyim?
Onlar bunu kesin biliyorlar gibi davranmıyorlar mı? Cennetlik cehennemlik denmiyor mu? Siz alışkın mısınız? Ben hep ürktüm… Gazete yaparken her zaman korkuyordum!
Hâlâ zihinlerin yıkanması ve öğreti gözden kaçıyor… Türban olayında da bu yok mu?
Kimse 18 yaşını geçmişlerin (kızların) giyim özgürlüğünü tartışmıyor… Onların ısrarla karşı taraf söylemi de gözden kaçar hale geldi… Hele her zaman biraz dikkatli bakılırsa grubun etrafında var olan bir grup destekçi koruyucu erkek kalabalığı için ne demelisiniz?
Din üzerinden gerçekleşen zihin işgali, özgür düşünebilen bireylerin daraltılan ufuklarından bahseden yok!
18 yaş, yaş bir varsayım!… Daha 5 yaşında eğitilen bir beyin neye, nasıl özgürce karar verecek! 18 yaşındakinin kıyafet özgürlüğüdür bu diyenler samimi mi?
Dini kul ile Allah arasında… İnanç kulun sahip olduğu en kutsal duygudur… Bunu etrafa yaymamalısınız. O zaman başkalarının inancı ile karşı karşıya kalmıyor musunuz? Beyinler üzerine konuşanların bana göre bazı gerçekleri görmezden gelen beyinsizlikleri konuşulmağa başlanmalı…

4 Mart 2008

Baskı ustasından "havuç" resmine sansür!...

“Gazetelerinizin baş köşelerinde bu toplumun ahlak değerleriyle tamamen ters düşen çırılçıplak kadın resimlerini siz basıyorsunuz, affedersiniz ilavelerinde her şey tamamen ortada, ne yapıldı, hangi müdahale yapıldı?”
Bu sözler Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanına ait.
“Çırılçıplak kadın resimleri basıyorsunuz”.
Şöyle bir düşündüm. Bana bir yerden tanıdık geliyordu bu düşünce tarzı ama nereden?
Sonunda buldum neyi hatırladığımı.
Daha önceki yazılarımda bahsetmiştim, büyük bir gazetenin içinde farklı kulvarda bir gazete çıkarıyorduk. Tercüman’ın içinde Bulvar Gazetesi’ni. Hemen hatırlatayım bugün yayımlanan Bulvar ile bir ilgisi yoktu o gün yayımlanan gazetenin.
Gazeteyi ilk yıllarında Topkapı’daki Tercüman tesislerinde hazırlıyorduk. Hani Bakırköy’e giderken solda kalan ve bugün Akbank’ın olan bina da.
Çalışma yerimiz bir koridordaydı. Koridorun bir yanı dışarıya, diğer yanı da binanın ortasına bakıyordu. Binanın ortasında baskı makineleri vardı. Camdan baskıyı görebiliyorduk.
Sakin bir gündü o gün. Gazeteyi hazırladık baskıyı bekliyoruz. Bir yandan da camdan gazetenin dönüp dönmediğini izliyoruz. Zaman kıymetli zira. Gazete döner dönmez bir yanlış var mı diye kontrol edeceğiz ve baskı dönmeye başlayacak.
Gazete şöyle bir döndü ve durdu. Baskı ustası elinde gazeteyi ikiye açıp bize bir şeyler işaret etti. "Sanırım önemli bir yanlışlık var" diye gazeteyi almak için fırladım.
Baskı ustasının yanına geldim. "Ben bu gazeteyi basmam" dedi. Şaşırmıştım. "Neden" diye sordum. "Herhalde çıplak resim var diye basmıyor" dedim kendi kendime. Bir yandan da düşünüyorum, gazetede pek öyle çıplak resim de yoktu o gün.
Baskı ustası iki eliyle gazeteyi açıp baktığı için "basmam" dediği fotoğrafı, burnu ile gösterdi. Merakla fotoğrafa baktım. Donakalmıştım.
Fotoğrafta bir havuç vardı. Fotoğraf yabancı ajanslardan gelmişti. Havuç "çıplak bir kadın siluetini" andırıyordu. Biz de fotoğrafı ilginç bulmuş, gazeteye koymuştuk.
Tabii dinlemedik baskı ustasını.
Bu “bireysel bakış açısının” üzerinde o zamanlar pek durmamıştık.
Bugünden o güne bakıp, neler düşündüğünüzü sizlere bırakıyorum.

2 Mart 2008

Venüs gezegeni ile nasıl çarpıştık?

1972 sezonunda kalkancılık yaparken başımızdan geçen iki traji komik olayı sizlerle paylaşmak istedim;
Yine bir devir daim sonrası ağları kurduk, Boğaz’a doğru yol alıyorduk. (devir daim, bütün kalkan balığı takımlarını çekip yeniden kurmak-sermek).
Dümen vardiyası bendeydi. Yanımda da Kısırkayalı Selahattin vardı. Herkes yorgunluktan bitap düşmüş bir halde yatıyordu. Boğaz’a doğru gelirken Malatra açıklarında uzaktan bir ışık gördüm, deniz seviyesiyle birdi, gittikçe yaklaşıyor gibi görünüyordu. Işık sanki üzerimize geliyordu. Selahattin’e dışarı çıkıp bakmasını söyledim. O sırada kuzenim Zeki’de uyanmış, dışarı çıkmıştı. İkisi beraber baş üstüne çıkmış ışığa bakıyor ve ne olduğu hakkında fikir yürütüyorduk.
Zeki, sahil güvenlik botu olabileceğini, zira botun tanınmamak için seyir fenerlerini yakmadığını, sadece beyaz bir ışık yaktığını söylüyordu. Biz böyle konuşup fikir yürütürken, Zeki birden bire “Muharrem dön. Bindiriyor bize” diye bağırdı.
Dümeni alabandaya bastım, 90 derece kadar dönüp viyaladım. Birkaç dakika sonra gidip makineyi boşa aldım. O şekilde biraz bekledik.
Bu arada ışık da ufuktan bayağı yükselmişti. Meğerse kaçtığımız ışık Venüs’müş. Biz az daha Venüs gezegeniyle çarpışacaktık!...
Üç gün üç gece hiç uyumadan çalışmanın verdiği yorgunluk gözlerimizi bile isyan ettirmişti.

KAMARA KAPISINA SIKIŞINCA!....
İkinci anlatacağım olay ise anlattığım olaydan bir yıl önce olmuştu.
Yine bir devir daim sonrası Boğaz’a geliyorduk. Yine ben dümendeydim. Saat 23.00 sıralarıydı. Rahmetli babam birden “eyvah bindirdi bize” diye bağırarak yattığı ranzadan fırladı. Amcam da o bağırmayla ranzasından fırlayınca ikisi birden kamaranın çıkış kapısına göbek göbeğe sıkıştılar, ne biri geçebiliyordu ne öteki. Dümende bendim ve herhangi bir tehlikeli durum da yoktu. Bunu onlara anlatmaya çalışıyordum ama o panikle beni duymuyorlardı bile. Bu bağırtıyla arka kamaradakiler de uyandılar. Dağ adamı Hüseyin en alt ranzada yatıyordu, oradan çıkarken üst ranzadan atlayan Seyfi onun göğsüne bastı. Hüseyin bir an baygınlık geçirdi.
Ben makineyi boşa alıp onları yatıştırmaya çalışıyordum. Bu arada Zeki de teknenin her tarafını dolaşmış kontrol etmişti bile. Ortalık biraz durulunca işin aslını anladık. Babam rüyasında, bir geminin bize çarptığını görmüş ve bağırmış.
Daha sonra onların kapıya sıkıştıkları anı hatırladıkça o olaydan bize miras kahkahalarla gülmek kalmıştı.
Siz siz olun, uykusuz, yorgun yorgun araç kullanmayın, kullananı da önleyin.
..................................................
KAMA

Akıl tutulması!...

Çok kez aşmakla, şaşmak arasında sıkışıp kalıyoruz…Hak etmiyoruz ki…
Kaos’un, şüphenin, nefretin, ayrımcılığın, menfaatin her şeyi boğduğu bir AKIL KARANLIĞI var? Seyrettiğimiz sahne hainlik, alaca karanlıktaki özgürlük feryadı ihanet..!
Görme diyorlar…Göremiyoruz ki! Kandil’de aradığımızın Meclis’i seçtiğini!…
İmkansız denen bir dönemde dondurucu bir soğukta sarp kayalara yaslanıp elde silah ölüme doğru beklemek neymiş? Anlama…Anlatma…Parlayan VATAN ışığını görme…KÜÇÜMSE! Uyan ey gönlüm uyan .
Çekilmiyor bu kargaşanın, bu akıl tutulmasının alaca karanlığı!
Oysa sevginin ufkunda güneş bizi bekliyor....
YK