28 Nisan 2009

Orada bir Beypazar'ı var uzakta!

Baharın ayak seslerini duyduğumuz şu günlerde eşim gezi programlarını tek tek araştırmaya başladı bile. Sonunda "iki günlüğüne bir gezi var. Beypazarı, Göynük ve Mudurnu’yu gezdiriyorlar. Gidelim mi?" diye sordu. "Olur" dedim.
Cumartesi sabahı Hey Travel’la yola çıktık. Göynük, Mudurnu, Sünnet ve Çubuk göllerini gezdikten sonra Beypazarı’na geldik. Önce ismini çok duyuran Beypazarı’ndan başlıyorum geziye.
Mansur Yavaş ismini duymuşsunuzdur. Hani MHP’den Ankara belediye başkanlığına adaylığını koyan ve çok oy alan başkan. Belde eski İpek Yolu üzerinde imiş ama Ankara'ya 100 km uzaklıktaki bu ilçeyi başkan tanıtmış herkese.
Şimdi fotoğraflarla Beypazarı’nı gezmeye başlayalım:
DİNAZOR TEPELERİ: İlçeye girdiğinizde 400 metre yükseklikten panoramik bakış açısına sahip ilginç bir tepe sizi karşılıyor. Hıdırlık Tepesi. Hıdırlık Tepesinden tarihi camileri, boyalı evleri, konakları görebiliyorsunuz. 80 milyon yıl önce iç göl olan Beypazarı içinde 15 km boyunca uzanan Dinozor sırtı benzeri tepeler suların çekilmesi ile ortaya çıkmış. Yöre halkı bu tepelere "dinazor tepeleri" ismini takmış.
TÜRK EVİNDEN MÜZE: Beypazarı Müzesi tipik "Beypazarı Evi" özelliklerini taşıyor. Binada 9 oda var. 1996 yılında "Tarih ve Kültür evi olarak açılan müzenin bahçesinde Roma dönemi sütun ayakları, mermer sütunlar, mezar kapakları, Bizans kilisesi kalıntıları, Selçuklu koç heykeli, Osmanlı dönemi Sıkma Taşı, Dilek Kuyusu yer alıyor. ESKİ VE YENİ BİRARADA:Beypazarı Ankara, İstanbul, Eskişehir üçgeni arasında yer alan bir ilçe. Zengin tarihi boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış. İlçede eski ve yeni bir arada yaşıyor. Gelenekler yaşatılıyor, göz okşayan Türk mimarisi sizi etkiliyor. Her yer tertemiz. Yöresel yemekler en önde. Konuklara karşı yardımsever ve güler yüz dikkat çekici.
BEY HAZAR'DAN BEYPAZARI'NA:"Lagania" Beypazarı nın eski ismi. Kaya doruğu ülkesi anlamına geliyor. Yöreyi Rumların işgalinden Germiyen oğullarından Dinar Hezar Bey kurtarıyor ve Bey Hezar olarak anılmaya başlıyor. Daha sonra yörenin zengin beyleri bugünkü Paşa Cami ile Beytepe Mahallesi arasında büyük bir zengin pazar kuruyorlar. Haftada üç gün kurulan bu pazarlar sonucu günümüz ilçesi ismini Beypazarı olarak taşıyor. SAFRANBOLU USTALARI İŞ BAŞINDA:1800'lü yıllardan günümüze ulaşan yapılar 7 kez büyük yangın geçirmiş. Yaklaşık 200 yıllık olan bugünkü evlerin büyük bölümü aslına uygun olarak yeniden yapılmış. Bu yapım aşamalarında Safranbolu dan getirilen ustaların çalışması sonucunda Beypazarı evlerinde Safranbolu evlerine benzerlikler oluşmuş.
400 EV RESTORE EDİLMİŞ:Sarp araziye kurulan evler için tarım arazisinin işgal edilmemesi göz önüne alınmış. Beypazarı'nda 400 adet restore edilerek yaşama kazandırılmış eski ev bulunurken toplam proje için 3500 adet ev seçilmiş. Evlerin içinde oturanlardan katkı payı alınmamış, kendilerinden sadece oluk suları ve çatı onarımları yapmaları istenmiş.SATICILARIN ÇOĞU KADIN: Beypazarı'nı pazar günü gezdik. Müzeye çıkan yolun iki yanına yöre halkı tezgah kurmuş. Özellikle yörede üretilen ürünleri satıyorlar. Satıcıların çoğunun kadınlar ve özellikle geleneksel giysileri ile yaşlı kadınlar olması ilgi çekici. EKMEĞİNİ TAŞTAN ÇIKARAN NİNE: Bu yaşlı nine büyük şemsiyenin altında hem üretiyor, hem de satıyor. Tek başına oturmuş akşama kadar ekmeğini elleri ile ördüğü giysilerden çıkarıyor.TEK FİYAT VAR, KAZIKLANMA YOK: Beypazarı'da belediye önemli bir şey yapmış. Tüm ürünlerde tek fiyat uygulaması var. Kazıklanma korkusu olmadan rahatça alışveriş yapabiliyorsunuz. Dönüş yolunda dinlenme tesisinin birinde mola verdiğimizde, pazardan aldığımız bir ürünün orada üç katı fiyatla satıldığını görünce tek fiyat uygulamasının ne kadar önemli olduğunu anladık. Bir başka uygulama da ister alın ister almayın size tezgah önünde ürünlerden ikram edilmesi ve güler yüzle karşılanmanız. Zengin yeraltı suları ile beslenen humuslu ve verimli topraklara sahip Beypazarı, Türkiye'nin Havuç deposu olarak tanınıyor.

Kaynak: Sihirli Tur internet sitesi

24 Nisan 2009

Bacalarda martı ve güvercin dostluğu!

Doğalgazın evlere verilmesiyle birlikte ısınmada odun ve kömür artık kullanılmıyor. Böylece bacalardan duman çıkmadığı için hava kirliliği büyük ölçüde azalmış durumda. Dumansız bacalarla birlikte evimizin karşısındaki binanın bacalarında çeşitli kuşların yuva yaptığını görüyoruz. Tam karşımızdaki bacada yuva yapan bir martı ailesinin her yıl iki tane yavru çıkardığını, o minicik yavruların nasıl tüylenip büyüdüğünü, daha sonra anne ve baba martılar tarafından onlara verilen uçma eğitimini hayranlıkla seyrediyoruz.
Hemen yanlarındaki bacada da güvercinlerin birbirlerine kur yapışlarını, onların da yumurtadan çıkan yavrularını nasıl koruyup beslediklerini aynı hayranlıkla izliyoruz. Aslında doğa şartlarında güvercinlerin en büyük düşmanlarının başında martıların geldiğini bizzat gözlemleyen biri olarak bu durumu hayretle seyrediyorum. Ne kadar yabani olsalar da demek ki kuluçka döneminde birbirlerine zarar vermiyorlar.
Martılar bildiğiniz gibi deniz kenarlarının kuşlarıdır. Genellikle balıkla ve deniz kenarlarındaki çöplerle beslenirler.
Gemiyle seyir halinde iken martıların kendi türleri dışındaki diğer kuşları nasıl acımasızca takip ederek denize düşürdüklerini ve sonrada yediklerini yüzlerce kez gördüm. Karşı çatıda martılar, kargalar, güvercinler, kumrular ve serçelerin büyük bir dostluk içinde yaşadıklarını gördükçe hayretler içinde kalıyorum.
Güvercinler deniz kenarlarından ziyade meskenlerin bulunduğu alanlarda yaşarlar. Çatılar onların evleridir. Oluklarda ve sahipleri tarafından pek açılmayan balkonlarda yavrularlar.
Acaba bu durum üreme dönemi olduğu için mi böyle?.
Martılar karınlarını artık denizden doyuramadığı için çöplüklere yöneldiler. Bu durum onları diğer kuşlarla birlikte yaşamaya alıştırdığı için mi ehlileşmiş görünüyorlar. Yoksa şehir hayatına alıştıklarından mı medenileştiler acaba? Bilemiyorum ama bildiğim bir şey var.
Biz insanlar ne yazık ki kuşlar kadar bile olamıyoruz. Birbirimizi bir kaşık suda boğmaya çalışıyoruz!

23 Nisan 2009

20 Nisan 2009

Torunum Can’ın elleriyle birkaç dakika!

Ellerin lügat anlamı, kolun bilekten parmak uçlarına kadar olan tutmaya ve iş yapmaya yarayan bölümü şeklinde.
El kelimesinden türeyen o kadar çok kelime var ki. Yaz yaz bitmez.
Ellerin kendimizi ifade konusunda en etkili organ olduğu bir gerçek.
Okşayan bir el, "Gel," "git," "dur," "hoşçakal" anlamına gelen el hareketleri.
Küfür anlamında bile el hareketlerinin olduğunu biliyoruz ve bu hareketlerin kültürlere göre değiştiğini de.
Ben daha çok bebeklerin el hareketlerini merak etmişimdir. Hep sorarım kendime acaba ne hissederler ve el hareketleri ile neyi ifade etmek isterler?
Torunlarımın fotoğrafları ile uğraşırken torunum Can’ın el hareketleri dikkatimi çekti.
Aşağıda sizlerle paylaşacağım fotoğrafları bilerek çekmedim. Ancak çektiğim fotoğraflardan derledim.
İşte torunum Can’ın elleri:



9 Nisan 2009

Günlük tuz alımı sadece 6 gram olmalı!...

Torun Mete zaman zaman bizimle yemeğe oturur. Önce o yer yemeğini. Geçenlerde yemek yerken “tuz var mı” diye sordu. “Ne yapacaksın tuzu” dedik. Eliyle serpme işareti yaptı. Eşim hemen boş bir tuzluk buldu, “bak yemeğine tuz serpiyorum” dedi. Serper gibi yaptı. O da bekledi ve ondan sonra yemeğini bitirdi.
Nereden çıkmıştı tuz işi böyle. Bizim evde tuz serpen yoktu yemeklere. Demek ki birilerinden görmüştü.
Bazen lokantalarda görüyorum, yemek geliyor, daha tatmadan tuzluğu boca ediyorlar yemeğin üstüne. Bizim torun da öyle mi olacak diye ödümüz kopuyor.
Büyükler olarak bazı şeylere dikkat etmemiz gerektiğine inanıyorum. Bazı alışkanlıkları göstermemeleri konusunda Mete’nin annesinin ve babasının dikkatini çektik tabii.
GÜNLÜK TUZ ALIMI 6 GRAM
Tuz deyip geçmeyin. İnsan vücudunun tuza ihtiyacı olduğu bir gerçek. Tabii orantısız tuz kullanmamak da önemli.
Tuz biliyorsunuz sodyum klorür ismiyle bilinen beyaz kristal yapılı bir bileşik. İnsan dahil tüm canlıların besin kaynağı.]
İngiliz Tıp Dergisinde yayınlanan bir çalışmayla çok fazla tuz tüketiminin kan basıncını yükseltebileceği, yüksek tansiyonunla birlikte kalp krizi ve inme riskinin artırabileceği kanıtlanmış. Günlük tuz alımının büyükler için 6 gramı geçmemesi gerektiği öneriliyor.
Günlük beslenmelerindeki tuz tüketimini önemli miktarda düşüren insanların, gelecek 10-15 yılda kalp-damar hastalıklarına yakalanma olasılığının yüzde 25 oranında azalacağı söyleniyor. Araştırmada tüketilen tuzun dörtte üçünün zaten alınan gıdaların içinde bulunduğu, günlük 6 gram tuz tüketimi hedefinin de, yediklerine dikkat etmeleri durumunda çoğu insan için ulaşılabilir bir hedef olduğu vurgulanıyor. Sizin anlayacağınız araştırmadan çıkan sonuç şu:
“Önünüze konan her yemeğe tuzu boca etmeyin”.
MAAŞINI TUZ OLARAK ALAN ASKERLER
Tuz konusunda bir başka araştırma da Mark Kurlansky'nin İnsanlığın Tuzlu Tarihi adlı kitabı.
Kitapta hiçbir canlı türünün onsuz yaşayamayacağı, bir asidin bazla tepkimesinden doğan tuzun, insanlık tarihindeki yeri dile getiriliyor. Kitaba göre, insanın yediği bilinen tek kaya türü olan tuzun, günümüzde ilaç üretiminden, buz tutan yolların trafiğe açılmasına, suyun yumuşatılmasından sabun üretimine kadar 14 bin çeşit kullanım alanı bulunuyor.
Tarih boyunca tuz o kadar değerliydi ki, bazı ülkelerde asker ve işçiler maaşlarını tuz olarak alıyordu. Büyük Roma yollarından ilki, tuzu sadece Roma'ya değil yarımadanın iç kesimlerine de taşımak için inşa edilmişti.

8 Nisan 2009

Muharrem Kaptan'dan bir şiir!...

BULUT’ UN HÜZNÜ

Bulutlar gök yüzünde
Pamuk tarlaları gibiydi
Güneşin ışıklarında dans ediyorlardı
Mutlulukları yer yüzüne yansıyordu.
***
Öfkeli bir rüzgar
Daldı aralarına
O mutlu bulutların
Çil yavrusu gibi dağıldılar.
***
Rüzgarın ne garezi vardı bulut’a
Mutluluğunu bozmuş
Yüzünün asılmasına
Renginin kararmasına sebep olmuştu.
***
Hüzünlüydü bulut
Asılmıştı suratı
Ağlamaklı olmuştu
Kendisine mutluluğu
Çok görmüştü rüzgar.
***
Bu düşüncelerle iyice hüzünlendi
Önce rüzgarın önünde koşmaya başladı
Sonra içinden geldiği gibi ağlamaya
Göz yaşları yer yüzüne inmişti.
***
Aslında bulutu üzen rüzgar
İnsanlara yaramıştı
Buluttan düşen her damla
Toprağın canlanması demekti.
***
Bulut göz yaşlarını akıtmış
Toprak suya doymuş
Doğa yeşermiş canlanmıştı
Bulut gördükleriyle hüznünü unutmuş
Eski mutlu haline dönmüştü.

5 Nisan 2009

Birlikte çalıştığınızı eğitmezseniz….!

Size bu kez başarılı bir iş adamının anlattığı daha doğrusu çalışanlarına gönderdiği bir fıkrayı paylaşmak istiyorum. Cem BOYNER’ in fıkrası şöyle:
Doğu illerindeki bir ağanın en büyük zevki, kar üzerine çişiyle imzasını atmakmış.
Bu nedenle kar yağmaya başladığı andan itibaren köyde hayvanlar
dahil hiç kimse sokağa çıkamazmış.
Kar biraz kalınlaşınca, ağa sırtına kürkünü giyer ve köy meydanına gelirmiş. Yanında da en yakın yardımcısı Haso.
Ağa sırtını köye doğru döner sonra sorarmış:
- 'Ula Hasso, ahali bakiy mi...? '
- Hasso cevap verirmiş:
- 'Evet ağam, hepisi de bir olmuş, pencerelerden bakir.'
Ağa çisiyle karın üzerine imzasını atarmış 'Abdullah Cizrelioğlu'.
Sonrada bir nokta koyarmış ve sorarmış:
- 'Hala bakirler mi...? '
-'He ağam, hem bakirler hem de çılgın gibim alkıslirler.'
Her sene aynı tören sürermiş.
Aradan 7 yıl geçmiş.
Ağa yine, kar tuttuktan sonra, çıkmış köy meydanına.
Sormuş Hasso'ya:
- 'Ahali bakir mi...?'
-'He ağam, bakirler, köpekler, kediler bile camdadır.'
Ağa 'Abdullah' diye adını , arkasından 'Cizrelioğlu'
diye soyadını yazmaya başlamış ki;
kalakalmış, çünkü yaş gereği prostat....!
- Halka rezil olmak var.
Alçak sesle Hasso'ya sormuş:
- 'Bakirler mi...?'
- 'He ağam, bakirler de, sen ne diye durdin öyle.....? '
Ağa çaresiz:
- 'Ula gel yanıma, arkanı dön ahaliye, tamamla şunu.' diye emretmiş.
Hasso bir an durmuş, sonra çişini yapmaya hazırlanmış ve ağanın
kulağına eğilip :
- 'Ağam' demiş, 'Kırk yıldır kafama vurdin, salak dedin, sırtıma vurdin aptal dedin. Ha bu kulun okumayi yazmayi sökemedi ki,
hele bi ucuni tut da yazının devamını sen yaz.' ...

1 Nisan 2009

Tarihi çeşmenin çarpıcı tanıtımı!..

İznik müzesinin girişindeyiz. Eşimle bahçeyi gezerken sağa sola serpiştirilmiş tarihi taşları inceliyoruz. Kaç yıllık taş oyma işleri bugüne kadar gelmiş. Hayran olmamak elde değil.
Bir çeşme dikkatimizi çekiyor. Çeşmenin taşına birileri tuvalet musluğu takmış, kentin suyunu bağlamış, yanına da sıvı sabunu koyuvermiş.
İşte sana elini yüzünü yıkayacağın bir çeşme dercesine.
Bu yaratıcı aklı kutlamak gerek!
Bahçenin bir köşesine bir çeşme yapma zahmetine katlanmadan işin pratik çözümünü bulmuşlar. Ne denebilir ki.
Yurdum insanı.
Tarihi günümüze getirmiş.