27 Şubat 2007

“Hapı yuttun ağabey”

Şimdi 33 yaşına giren ikizlerin 10 yaşındaki fotoğrafları (üstte) yeni doğduklarında çektiğim fotoğrafları. (altta)

Hikayemize başlamadan önce alttaki haberleri sizlerle paylaşmak istedim. 33 yıl önceki iki haber:

Tarih 26 Şubat 1974:
Şekere yüzde 25, akaryakıta yüzde 65-79, çimentoya yüzde 52, Sümerbank ürünlerine yüzde 20-70, sıvı gaza yüzde 16, gazete kağıdına yüzde 36.5 zam yapıldı. Zamdan sonra İstanbul'da süper benzinin litresi 200'den 336 kuruşa, normal benzinin litresi 153 kuruştan 270 kuruşa çıktı.

Tarih 28 Şubat 1974:
Akaryakıta yapılan zamdan sonra birçok ilde taşıma ücretleri artırıldı. İstanbul'da taksi ve dolmuş ücretlerine ortalama yüzde 50 oranında zam yapıldı. Taksilerin saatleri 3 liradan açılacak, kilometre ücreti olarak 130 kuruş alınacak.
Şimdi gelelim hikâyemize.


İKİ FARKLI HEYECAN

1 Mart 1974 sabahı iki farklı evde iki farklı heyecan vardı. Birinci evdeki heyecan herşeye gelen zamlarla ilgili idi. Esmer zayıf genç kız bir doğumevinde hemşire olarak çalışıyordu. Maaşına ocakta yapılan zam, Ecevit hükümetinin her şeye yaptığı fiyat artışlarıyla silinip gitmişti.
Erkenden kalktı, uyku tutmamıştı. Doğumevinin yolunu tuttu.
Aynı saatlerde bir başka evde genç bir kadının doğum sancıları tutmuştu. Karnı çok şişti, doktoru şişkinliği suya bağlamıştı. Bazen hamileliklerde olurmuş, karın çok şişermiş. Eşine “hadi” dedi, “sancılar artıyor”. Hazırlandılar, doğumevinin yolunu tuttular.
Hastane odasında saat ilerlemiyordu bir türlü. Hamile bayanı doğumhaneye aldılar. Aldılar ama doğum başlamamış diye tekrar odaya çıkardılar.
Heyecanlı bir bekleyiş başladı. Neden doğum olmuyordu. Sancılar neden kesilmişti? O sırada bir hemşire girdi odaya. Esmer zayıf bir hemşire. “Bir de ben muayene edeyim neler oluyor” diyerek. Boynuna astığı dinleme aletini bayanın göbeğinde gezdirdi. “Hay Allah” dedi. Bir daha gezdirdi. Doğruldu ve bayanın eşine döndü, umutsuz bir sesle konuştu; “Hapı yuttun ağabey” .
Bayanın eşi, bir anda tüm kötü olasılıkları aklına getirdi, yüzü kireç gibi oldu. “Ne oldu?” diye sordu hemşireye korka korka. “Ağabey, iki kalp atışı duyuyorum. İkiz bebek geliyor. Hükümetin yaptığını biliyorsunuz. Her şeye zam. Her şeye zam. Bu iki bebekle Allah kolaylık versin sana bundan sonra” dedi. Bir anda sessizlik oldu. Farklı bir heyecan rüzgarı esmişti odada. Demek ikiz şişkinliğiydi büyük karın. Doktoru su şişkinliği deyip durmuştu. Ailede ikizler olduğu halde bu olasılık hep kulak arkası edilmişti.
Hemşire bir koşu doktora haber verdi, bayanı hemen doğum odasına aldılar, röntgen çekildi. İkizlerin duruşlarını belirlediler. İki bebekte dönmüş, doğum durumuna geçmiş. Birbirlerine yol veremedikleri için de tabii doğum gerçekleşmemiş bir türlü.

BAŞKA VAR MI?

Koridorları arşınlayan eş, doğumhaneden çıkan hastabakıcının ona doğru gelmesiyle kalbi hızla atmaya başladı. “Bayım bir oğlunuz oldu” sözlerini işitince endişeli heyecanı tatlı bir heyecana dönüştü, eş hemen bahşişi sıkıştırdı adamın eline. 5 dakika geçmişti ki, aynı hastabakıcı tekrar göründü, “bayım bir oğlunuz oldu” dedi yeniden. Eşin “Biraz önce söylemiştin ya” cevabına” Hayır bayım. Bu ikincisi” deyiverdi. Eşin “daha var mı?” dediğini duydu çevredekiler sadece.
Evet!. Bizim ikizler böyle dünyaya geldi dostlar. Esmer zayıf bir hemşirenin endişesine o zor şartlarda bir şekilde büyütmüştük ikizlerimizi. Lüks yaşantımız olmamıştı ama iki pırıl pırıl genç yetiştirmiştik. Bizim en büyük servetimiz de onlardı.
Ailemiz için unutulmaz bir gündü o 1 Mart. 33 yıl sonra bu unutulmaz günü sizlerle paylaşmak istedim.

25 Şubat 2007

Telgrafın tellerine kuşlar konmuyor

Bizim yaşımızdakiler iyi hatırlarlar. Radyolarda sıkça çalan bir türkü vardı. Sanırım yeni nesil de biliyor bu türküyü. "Telgrafın telleri" türküsünü;

Telgrafın tellerine kuşlar mı konar
İnsan sevdiğine canım böyle mi yanar
Yanıma gel yanıma, otur yanı başıma
Bu gençlikte neler geldi garip başıma

Telgrafın tellerini arşınlamalı
Yar üstüne yar seveni kurşunlamalı
Yanıma gel yanıma,otur hele yanıma
Şu gençlikte neler geldi garip başıma

Kapınızın tokmağını birisi üst üste vuruyor, ya da zilinizi çalıyor. Kim o diye bağırıyorsunuz ? Kapıdan bir ses geliyor: “Postacı”. Yüreğiniz küt küt atıyor. Acaba ne haber getirdi diye. Gurbetteki nişanlınızdan, eşinizden, kızınızdan, oğlunuzdan ya da bir yakınınızdan bir haber mi var diye heyecanla kapıyı açıyorsunuz.
Postacı güleç yüzü ile size ya bir zarf ya da bir kağıt uzatıyor. Zarf mektuptur ama kağıt. Kağıt daha önemlidir zira onun adı telgraftır.
Telgrafı açarken önce bir kaygı, heyecan, korku yaşarsınız. İnsanın aklına önce kötü şeyler gelir. Eller titrer, dizlerinizin bağı çözülür, kalp atışlarınız hızlanır açarken. Sonra okursunuz telgrafı. Telgraf ya ELT yazılmıştır ya da acele veya yıldırım. En çabuk gideni tabii ki yıldırım telgraf.
Biliyorsunuz İstiklâl Savaşı'nın sembolü telgrafçılardır. İngilizler İstanbul'u işgal edince, Anadolu'daki direnişçilerle İstanbul arasında haberleşmeyi kesmek için ilk telgrafhaneyi bastılar. Postacıları, telgrafçıları şehit ettiler. Şehit telgrafçı son nefesinde, Mors Alfabesi'nin tık-tıklarıyla geçer haberi Ankara'ya. "İngilizler İstanbul'da stop. İstanbul işgal altında stop. Payitaht düştü stop. Telgrafhaneyi bastılar stop. Telgrafçıları kurşunluyorlar. Vuruldum, ölüyo..."

TELGRAF EN HIZLI İLETİŞİM ARACIYDI

Telgraf, iki merkez arasında, kararlaştırılmış işaretlerin yardımıyla yazılı haberlerin veya belgelerin iletimini sağlayan bir iletişim düzeniydi.
1830 yılında Amerikalı Joseph Henry (1797-1878), elektrik akımını teller vasıtasıyla uzaklara taşıyıp, oradaki bir zili bir çalıştırdı. Zil bir elektromıknatısa bağlıydı. Bu elektrikli telgrafın doğuşuydu.
1835 yılında Morse ilk elektromıknatıslı telgrafını yaptı. O telgrafta bulunan elektromıknatısa başlı bir kalem vardı. Bu kalem kağıt bir şerit üzerine elektro mıknatıstan aldığı hareketle zig zag çizgiler çiziyordu. Bu sistem pek başarılı değildi.
Daha sonra Mors ve yardımcısı bunu geliştirdiler. Nokta ve çizgilerden oluşan bir
kodlama sistemi ortaya çıkardılar. Bu kodlama sistemi, daha sonra tüm dünyada kabul gören Mors alfabesiydi.
Elektrikli telgraflar, bir verici, bir alıcı ve ikisi arasına çekilmiş elektrik hattından meydana gelir. Vericiye maniple denir. maniple, telgraf şebekesindeki elektrik akımını açıp kapayan anahtarlardır. Manipleye basınca devre tamamlanır ve telgraf şebekesinden akım geçer.
Karşı tarafta ise alıcılar vardır. Alıcılar, elektro mıknatıs bobinlerden yapılmışlardır. Elektro mıknatısın karşısında ileri geri hareket edebilen madeni bir çubuk vardır. Bu çubuk elektro mıknatıstan akım geçtiği zaman hareket eder. Çubuğun ucundaki mürekkepli bir kalem kağıt şerit üzerine nokta . ve çizgi – şeklinde şekiller çizer.

Telgrafların da, telgrafçıların da yeri yok artık hayatımızda. Postacı zili çalıyor ama ya banka hesap bildirim zarfını, ya da icra kağıdını getiriyor.
Şimdi e- telgraf dönemi başladı. Sahi bu hizmetten haberiniz var mıydı? İşe yarıyor mu?

22 Şubat 2007

Yorum bırakanların "bırakamama çilesi"

Hepiniz benden daha iyi biliyorsunuz. Kullandığımız sistem kendini yeniledi ve bizleri de bu yeni sisteme sokmaya çalıştı, şifreleri değiştirdi, sonunda da başardı.
Bir çok günlükte aynı şikayet var. "Yorum bırakamıyorum". Ben de bir ara bu sorunu yaşadım. Sevgili Dilek gurbet ellerden yetişti, düzeltti. Şimdilik sorun yok gibi görünüyor.
Önceki gün orayı burayı karıştırırken sistemin içinde bir yorum listesine ulaştım. Sevgili B5'in iki yorumu gmail adresime gelmemiş, görmemişim, tabii yorumu kullanmamış olmuşum. Aynı şikayeti Sevgili Nicomedian'da yapmış, yorumunun kaybolduğunu yazmıştı.
Bu liste nereden çıktı, nasıl olmuş onu da bilemiyorum.
Bu iki yorumdan birini kullanabildim, diğeri sanal alemde sır oldu çıktı. Sevgili B5'in günlüğüne de özür yazısı yazdım, gördü mü yoksa o da sır mı oldu bilemiyorum.
Dostlarıma şunu söylemek istiyorum: Bırakılan yorumlar gerçekten insanı mutlu ediyor. Bir nevi iletişim kuruyor, tanımadığınız kişilerle dostluğunuzu sağlıyor. Bu bakımdan yorumlara çok önem veriyorum, cevap verme konusunda da çok titizim. Zira gelen yorumlar gibi cevaplar da beni mutlu ediyor. Sizlerin de aynı düşüncede olduğunuza inanıyorum.
Sevgilerimle,

Punto amca
.................................................................................................
Tramvay geliyor çın çın öterek!.

Tünel ve taksim arasında çalışan tramvaylar hem özlem yaşatıyor, hem de hatırı sayılır ölçüde yolcu taşıyor.
Tramvay’a binmişsinizdir Tünel'le Taksim arasında. Bizim yaştakilere oyuncak gibi geliyor şu an kullanılanlar.
Çocukluğumuzun vazgeçilmez toplu taşıma aracıydı tramvaylar.
Bu araçla ilk tanışmam Ortaköy- Karaköy hattındaki tramvaya binmemle oldu. Ortaköy’den Eyüp’e orta okula gidiyordum. Ortaköy neresi, Eyüp neresi. Karaköy’de iniyordum, Eyüp’e de vapurla gidiliyordu.
Lisede de tramvaya çok bindim ama bu kez Kadıköy yakasında. Yeldeğirmeni’nden bir koşu sahil yoluna iniyor, tramvaya binip Haydarpaşa Lisesi’ne gidiyordum. Öğrenci bileti 3 kuruştu. Yanlış okumadınız üç kuruş. Hatta biz öğrenciler vatmana delikli iki buçuk kuruşları veriyorduk, bir gidiş bir gelişte bir kuruş kazanıyorduk. Ailemizden aldığımız harçlık dışında yarım kuruşlardan kazandığımız paralara çok seviniyorduk.

İLK TRAMVAY YOLU NEWYORK'TA

Tramvay kelimesi de İngilizceden girmiş dilimize. Biliyorsunuz tram düz yay, way de yol demek. Yani düz yaylı yol. İlk tramvay yolu 1842’de Amerika’nın Newyork şehrinde döşenmiş. Yolu bir Fransız yapmış. Arabaları da atlar çekmiş. Amerika’dan sonra İngiltere, Fransa ve Belçika’da yaygınlaşmış. Atlardan sonra elektrik dönemi başlamış.
Türkiye’de ilk tramvay 3 Eylül 1869’da Kostantin Karopano Efendinin kurduğu kumpanya tarafından getiriliyor. Bu tramvayları da atlar çekiyor. İlk tramvayımız Azapkapı, Galata, Tophane, Beşiktaş arasında işletmeye açılıyor.
Bizde de zamanla atlar yerini elektriğe bırakıyor. İlk elektrikli tramvay 1914’ de işlemeye başlıyor. Şehir trafiğini tıkadığı gerekçesiyle önce İstanbul yakasında 12 Ağustos 1961’de kaldırılıyor, daha sonra 14 Kasım 1967’de de Kadıköy yakasında.
Bir dönemde troleybüsler boy gösteriyor yollarda. Sonra onlarda veda edince yollar anlı şanlı belediye ve halk otobüslerine kalıyor.
............................................................

21 Şubat 2007

İşte Türkçemizin zenginliği

Fotoğrafın konuyla pek ilgisi yok. Biz gazeteciler her konuya bir görsellik katmak isteriz. Ben de bu güzel çocuklarımızın hayata masum bakışlarını sizlerle paylaşmak istedim.
Sevgili Dilek öncülük etti, ben de destekledim ve sizler de seve seve katıldınız. Doğru Türkçe konusundaki kampanya önemli bir adım. Ben kampanya dışında yine de Türkçemiz ve dilimizle ilgili bazı konuları zaman zaman buradan sizlere aktarmak istiyorum. İşte bunlardan birisi. Hiç böyle bir bilgiyle karşılaştınız mı? Benim ilgimi çekti. Tüm dünyadaki konuşulan Türkçe ile yeni yıl mesajı nasıl söylenir?
Buyrun inceleyin:

Yeni yılınız kutlu olsun ! (Türkiye Türkçesi)
Yeni yılınızı kutlerim! (Gagauz Türkçesi)
Yéni iliniz mübarek olsun ! (Azerbaycan Türkçesi)
Teze iliniz mübarek ! (Bakû dışındaki Azerbaycan ağızlarında)
Teze yılınızı gutlayaarin ! (Türkmen Türkçesi)
Yéngi iliwiz mubarâk olsun ! (Kerkük/Erbil TürkmenTürkçesi)
Yéngi iliyiz mubarâk olsun ! (Diğer Kuzey Irak Türkmenleri)
Yéngi yılıngız mübarek bolsun ! (Özbek Türkçesi)
Yéngi yılıngızğa mübarek bolsun ! (Yeni Uygur Türkçesi)
Cangi cılıngız kuttu bolsun ! (Kırgız Türkçesi)
Canga cılıngız kuttı bolsın ! veya Canacılınız ben ! (Kazak Türkçesi)
Canga cılıngız kuttı bolsın ! (Karakalpak Türkçesi)
Sézné yanga yıl bélen tebrik item ! (Tatar Türkçesi)
Yanı ılınız kaırlı (mubarek) olsun ! (Kırım Tatarcası)
Ceni cılınız kutlu bolsun ! (Moldova Tatar ağzı)
Hezze yangı yıl menén kotlayım ! (Başkirt Türkçesi)
Cangngi cılığıznı alğışlayma ! (Karaçay-Malkar Türkçesi)
Yana yılınız men ! (Nogay Türkçesi)
Yangı yılıgız kutlu bolsun ! (Kumuk Türkçesi)
Sizni yanhı yıl bıla kutleymin ! (Karay / Karaim Türkçesi)
Naa çılnang alğıstapçam şirerni ! (Hakas Türkçesi)
Caa çıl-bile bayır çedirip or men ! (Tuva Türkçesi)
Slerdi cangi cılla utkup turum ! (Altay Türkçesi)
Naa çil çaksi polzun ! (Sor Türkçesi)
Ehigini şanga cılınan eğerdeliibin ! (Sahaca / Yakutça)
Sene sul yaçepe salamlatap ! (Çuvasça)

20 Şubat 2007

Bahara kucak açan ağaçlar

Biliyorsunuz İstanbul kışın baharı yaşıyor bu mevsim. Ağaçların bir çoğu bahar geldi sanıp çiçek açtı bile. Bir yandan artık kar yağmasın, don olmasın diyor insan bu güzelim tomurcukları görünce. Bir yandan da yağmur yağsın, kar yağsın susuz kalmayalım diyoruz. Çok mu şey istiyoruz ne dersiniz?
AĞAÇLAR

Kollarınızı dolamışsınız bahara
Yeşile göz kırpıyorsunuz yine
Daha dün beyaz gelinlikler içinde
Sarmaş dolaş değil miydiniz karla
Bu aldatma niye...
Suzan Peker

19 Şubat 2007

Türkçemize neden saygılı olmalıyız?

İnsan yapısında belirgin bir özellik vardır: Paylaşma duygusu. Dikkat edin etrafınıza. Saçınızı yeni mi yaptırdınız, dostlarınızla paylaşmak istersiniz. Güzel bir kitap mı okudunuz. Onu da birilerine önererek paylaşırsınız. Güzel bir film, dizi ya da ne bileyim her hangi bir şey. Gezdiğiniz yerler. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Hayatımıza giren internete de çok önemli bir buluş demiştik. Önemliydi; zira orada bilgi paylaşılıyordu.
E-postalar da bir şeylerin paylaşılması isteğinden doğmamış mı? Onlarca e-posta internet ortamında dolaşıyor. Size bir e-posta geldiğinde beğenirseniz siz de dostlarınızla paylaşıyorsunuz o konuyu.
Emekli olunca tanıştım internet günlükleriyle. Önce Berceste'nin internet günlüğüne merhaba dedim. Dilek, yabancı bir ülkede yaşarken gördüklerini kıyaslama yaparak paylaşıyordu sizlerle. Sonra Berceste’nin adres listesinden sizlere ulaştım.
Kiminiz günlük yaşantınızı, kiminiz yaptığınız yemek tariflerini, kiminiz duygularını paylaşıyordu dostlarıyla. Tanımadan, uzaktan uzağa.
Eski dönemlerde aileler bir arada yaşardı. Ben de çocukluğumu böyle bir evde geçirdim. Annem, babam, kardeşlerim, dayılarım, dayılarımın çocukları, gelinler ve akrabalar. Her şey paylaşılırdı akşamları. Şakalar yapılır, gülünür, konuşulurdu.
Şehir hayatı aileleri küçülttü, bir apartman dairesine, televizyon başına hapsetti. İnsanlar birbirlerinden koptu. Ne komşuluk kaldı ne bir şey. Vaktiyle paylaşılan bir çok şey paylaşılamaz oldu.
İşte ben diyorum ki bu internet günlükleri bu boşluğu dolduruyor, iyi de oluyor. İnsanlar paylaşma duygusunu doya doya tadıyorlar.

Dikkati çeken Türkçe yanlışları

İnternet günlüklerini okumaya başladığımda bir şey dikkatimi çekti. Bir kısım günlükcüler yazılarında Türkçeye dikkat ediyorlar, bir kısmı dikkat ediyor ama hatalı da yazıyor – benim gibi – bir kısmı klavyelerden ötürü sıkıntı çekiyor, bir kısmı da hiç dikkat etmiyor.
Bakın ben yıllarca gazetelerde çalıştım, sayfalar hazırladım. Sayfaları yaparken bir kamu görevi yaptığımızı hiç unutmadık. İnsan evinde yazacağı bir yazıda istediğini yapabilir. Kimsenin o yazıya karışma hakkı yoktur. Ama bir gazete hazırlıyorsanız, bu gazete binlerce kişiye ulaşıyorsa bazı kurallara uymanız gerekir. Neden? Dilde birliği sağlamak için. Zira dilde sağlanan birlik, bir millet olmanın önemli faktörlerinden biridir de ondan.

Yazılardaki sorumluluk

Gelelim internet günlüklerine. Günlükler de aynen gazeteler gibi bana göre. Zira yazdıklarınızı bir çok kişiye yayıyorsunuz. Evde yazdığınız bir yazıda birilerine hakaret edebilirsiniz ama internet günlüklerinde edemezsiniz. Bu açıdan baktığınızda dili de istediğiniz gibi kullanmamanız gerekir. Bu yazıların bir çok kişi tarafından okunacağını düşünürseniz, kendinizi dil konusunda sorumlu hissetmeniz önem kazanır.
Telefonla atılan mesajları bu kapsamın dışında tutuyorum. Telefon mesajı iki kişi arasındaki bir haberleşme. Günlükler öyle değil. Bilmediğiniz bir çok kişi, genç, ihtiyar sizi okuyabilir.
Evde istediğiniz gibi giyinir dolaşırsınız ama dışarıya o şekilde çıkabilir misiniz?

Dilek’le bu konuda ne yapabiliriz diye konuştuk. "Bir grup kurup dil konusunda bir kampanya yapabiliriz" dedi. "İyi olur" dedim. Harekete geçtik.
Her yeni başlayan işteki karışıklığı yaşadık ilk zamanlar. Herkesin katılmak istemesi çok güzel. Bizim düşüncemiz şöyle:

* Hiç kimse kimseye sen şöyle yazdın, ben şöyle yazdım ikazında bulunmayacak.
* Amacımız tartışmak değil. Amacımız dili düzgün kullanmak.
* Bunun için kuralları hatırlayacağız, örnekler bulacağız, tüm bunları ortaya dökeceğiz.

* İsteyen faydalanacak, isteyen bildiğini okuyacak.
* Burada önemli olan Türkçemize ve birbirimize karşı saygıyı koruyabilmek.

Anket hazır, oy verebilirsiniz

Sağ olsun Dilek anket bölümünü halletti. Kampanyanın ismini belirlemek için http://turkcemiz.dnsalias.net/ 'den
oy verebiliyorsunuz. Ankete herkese katılabiliyor.

17 Şubat 2007

Piyer Loti’yi İstanbul’a bağlayan sevda

Eyüp Belediye Başkanı Ahmet Genç, durdu durdu, birden bire aşka gelip geçen hafta gündemin ortasına oturdu. Adını ünlü Fransız romancı Piyer Loti'den alan kahvenin içinde bulunduğu tepeye “Eyüp Sultan Tepesi” ismi verilmesini teklif etti. Sonra tepkileri görünce “İsim değişikliği yapmıyoruz. Teleferiğin üst ayağının bulunduğu yere Eyüp Sultan Tepesi adı veriyoruz” dedi. İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, Eyüp Belediye Başkanlığı'nın, belediye sosyal tesislerinin, teleferik üst ayağının ve Piyer Loti Kahvesi'nin bulunduğu tepeye "Eyüp Sultan Tepesi" adı verilmesi teklifini reddetti ve tartışmayı Türkiye’nin gündeminden çıkardı.
Piyer Loti kahvesinden İstanbul’un eşsiz güzelliğini seyretmeyeniniz var mıdır acaba? Eğer varsa çok şey kaybettiniz demektir.
Kaçamak yaptığımız yer
Gençliğimizde kaçamak yapacak çok fazla mekan yoktu, ya Beyoğlu’nda sinemaya, ya Adalar’a ya da Piyer Loti kahvesine giderdik. Giderdik diyorum ama bana sorun nasıl giderdik diye. Yollar berbat, mezarların içinden tırmanırdık tepeye. Çıkana kadar perişan olurduk ama çıkınca gördüğümüz manzara her şeye değerdi. Tabii o zamanlar köprü yapılmamıştı, manzara farklıydı. Yine de güzeldi.
Şimdilerde yol çok güzel. Araçla çıkabiliyorsunuz, isterseniz yine mezarlıkların içinden tırmanıyorsunuz, isterseniz teleferikle iki nefeste tepedesiniz. Tesisler salaşlıktan kurtarılmış. Gerçekten görülecek bir yer olmuş Piyer Loti tepesi.

Tutkulu bir aşk
Şimdi sizi tarihin derinliklerine götürüyorum.
Aziyade bir cariye kızdır. Çerkezdir. Yurdundan ayrılmış, Cihangir semtinde oturan Abidin Efendi adlı bir İstanbullunun cariyesidir. Aziyade bir gün karşısına çıkan bir yabancıya ölümüne bir sevdayla bağlanır. Aziyade’nin sevdalandığı yabancı, asıl adı Julien Viaud olan Piyer Loti’dir.
Dünyanın dört bir köşesini görmüş olan bu denizciye İstanbul'u yurt tutturan ve sevdiren Aziyade’dir.
Onun peşinden İstanbul'a gelen, Eyüp sırtlarında bugün bir şark kahvesi olarak işletilen eve yerleşen, Türkçe'yi ve Türk örfünü benimseyip tıpkı bir İstanbullu gibi yaşayan Piyer Loti, yazdığı günlüğünde hem Aziyade'ye olan sevdasını, hem İstanbul'un o yıllarını hem de o dönemde yaşanılan siyasi çalkantıları dile getirir.
Aziyade bir aşk romanı olarak ele alındığında asıl önemini yazıldığı dönemin İstanbul’u ve bu dönemde imparatorluğun siyasi durumu hakkında önemli yorum ve gözlemler içermesinden kaynaklanır.
Piyer Loti romanı kaleme aldığında henüz otuz yaşındadır ama şaşırtıcı bir bilgi birikimine ve gözlem yeteneğine sahiptir. Piyer Loti'nin eserlerinde okuyucu kendi hayal dünyasıyla baş başa bırakılır. Onun yetmiş üç yıllık ömrüne sığdırdığı kırk cilt eser, dünya edebiyatının o döneme ait önemli başyapıtları arasındadır. Ama Aziyade, bunların arasında bir İstanbul güzellemesi olarak ayrı değer taşımaktadır.
İstanbul'un en seçkin köşelerinden birine, Aziyade ve Piyer Loti'nin sevdasına mekanlık eden tepeye onun için Piyer Loti'nin adı verilmiş onun için İstanbullu ilan edilmiş. Günümüz Türkiye’sinde ise hala tarihi mirasları işine gelmediği için elinin tersiyle itenlerin varlığı düşündürücüdür.
Kaynak: Kafkas Vakfı sitesi

16 Şubat 2007

Gazeteci Nurgün Erdinç ve ikinci romanı

Nurgün Erdinç. Çok sevdiğim bir kardeşim. O da gazeteci ama büyük tutkusunu gerçekleştiriyor, roman yazıyor. Akıcı bir üslubu var. Romanlarında, günümüzün gençliğini ve onların arasındaki ilişkileri irdeliyor.
İkinci romanı basılmış ve dağıtımı yapılmış durumda.
Romanın tanıtım yazısında şu bilgiler var:

Düş Yayınları tarafından yayımlanan “Bazen Erkek de Sever” hesapsız kitapsız bir aşka kulaç atan Gamze ile bu aşktan bucak bucak kaçan, kadınlarla sadece gecelik ilişkileri tercih eden Ömer’in öyküsünü konu alıyor.
Okuyucu, Gamze’nin aşkına karşılık alıp alamayacağının merakına kapılmışken Ömer’in kalbinin derinliklerinde gizlediği sırla karşılaşıyor. O sırrın izini sürerken aniden esrarengiz bir “konuk”la yüz yüze geliveriyor...
Roman, aşkın ve hayallerin güzelliğini akıcı dille anlatıyor. “Bazen Erkek de Sever”, kimi zaman ayrılıklarla ve özlemlerle hüzünlendiren, kimi zaman bir kuğunun kanadında dans ettirerek romantizmi doruklara taşıyan bir roman.
Nurgün Erdinç’in “Bazen Erkek de Sever”in yanı sıra “Aşk Kusura Bakmaz” adlı bir romanı daha bulunuyor.

14 Şubat 2007

Emirgan’da bir başkadır emekli çayı

Söze şairinin kim olduğunu unuttuğum mısralarla başlamak istiyorum;

"Bir şeyde gözüm yok, kuru bir can kâfi,
Hoş-beş edecek ehl-i ihvan kâfi,
İkbaline bel bağlamadım dünyanın
İstanbul içinde bir Emirgan kâfi."

Bir kaç gün önce Sevgili Pınar, Emirgan'daki tatil yürüyüşünü anlatınca bir anımı hatırlattı bana.
Milliyet’te çalıştığım günlerdi. Bir sabah yazı işlerine henüz 3 kişi gelmiştik. Dikkatimi çekti, üçümüz de emekli olmuş, ama mesleğe devam ediyorduk. Sonraki günlerde de üçümüzün herkesten önce gazeteye geldiğini gözlemledim.
Bir sabah “arkadaşlar, mademki üçümüz de emekliyiz. Mademki sabahın köründe işe geliyoruz. Şöyle bir şey yapalım, bir sabah Emirgan’da buluşalım, çınarların altında çayımızı içelim, emekliliğimizi bir saat de olsa yaşayalım, sonra hep beraber gazeteye döneriz”.
Evet. Düşündüğümüzü yaptık ama sadece bir sabah yapabildik.

Emirgan, oturduğum semte yakın. Zaman zaman emekli arkadaşlarla güzel havalarda – bu aralar güzel olmayan hava mı var – Çınaraltı’nda oturup çayımızı içiyoruz. Her çay içtiğimde, üç arkadaş birbirimize verdiğimiz sözü hatırlarım ve uygulayamadığımız için de hayıflanırım.

Emirgan'ın eski halini gösteren bir fotoğraf (üstte). Aşağıdaki fotoğrafı bir kaç gün önce çektim. Aynı yerden Emirgan'ın yeni görünüşünü. Fesli birini bulamadığım için benim çektiğim fotoğrafta konu mankeni yok. Dikkat ederseniz sadece caminin minaresi değişmemiş. Emirgan, İstanbullunun nefes aldığı önemli mekanlardan biri. Çok eski bir yerleşim bölgesi değil. Antik çağla ilgili herhangi bir bulguya rastlanmamış. Ancak Bizanslılar döneminde ismi Kiparodismuş. (Kyparodes) . Bu kelimenin Rumca karşılığının "Serviler" olduğu biliniyor. Bu ismin verilmesinin nedeni ise yörenin servi ormanları ile kaplı olması. Emirgan'da yerleşim 16. yüzyılın ortalarında, Sadrazam Sokulu Mehmet Paşa'nın nişancılarından Feridun Bey’e, bu büyük alan hediye edilince başlıyor.
Önceleri bir yazlık köşk ve müştemilatı yapılıyor, sonra da diğer binaların yapımı dolayısıyla de yerleşimin devamı sağlanıyor.Sultan IV. Murat Revan seferine gittiğinde Han Emirgüneoğlu Tahmasb, Revan Kalesini hiç savaşmadan Sultan IV. Murat'a teslim edip Osmanlıların safına geçiyor.
Bu hareketi nedeni ile Halep Paşalığına gönderiliyor, fakat bir süre sonra İstanbul'a çağrılıyor. Sultan IV. Murat çok sevdiği Emirgüneoğlu'na vezirlik rütbesi veriyor, ismini de Yusuf Paşa olarak değiştirdikten sonra kendisine Emirgan'daki Nişancı Feridun Beyin (1583) bahçesini bağışlıyor.
Bu olay nedeniyle bahçeye "Emirgüne bahçesi" deniliyor, semtin adı bilahare Emirgan oluyor. Emirgan'a 1933-1934 yıllarında "Uluköy" adı verilmişse de kısa bir süre sonra 'Mirgün" olarak değiştirilmiş, bu iki isim tutmadığından Emirgan ismi devam etmiş.
Abdülhamid Han (I) Çeşmesi cami ile birlikte yapılmış. Tarihi Çınaraltı mevkiinde, Muvakkithane Caddesinin tam ortasında inşa edilen bir meydan çeşmesi. Çeşme 1782 yılında Sultan I. Abdülhamid tarafından genç yaşta ölen şehzadesi Mehmet ve onun annesi Hümaşah kadın anısına yaptırılmış. Çeşmeye "Hümaşah Kadın Çeşmesi" denildiği gibi "Şehzade Mehmet Çeşmesi" de denilmekte.
Yeni bir yerleşim bölgesi olan Emirgan'da hayli tarihi eser var. Emirgan'da Çınaraltı mevkiinde bulunan Emirgan Camii, 1781 yılında Sultan I. Abdülhamid tarafından, erken yaşta ölen şehzadelerinden Mehmet ve onun annesi Hümaşah kadın adına yaptırılıyor. Külliye olarak yaptırılan caminin; hamamı, çeşmesi, fırını, değirmeni de bulunuyor. Bunlardan bir kısmı günümüze ulaşamıyor. Bu cami, Emirgüneoğlu Yusuf Paşa'nın yaptırdığı sahil sarayın yerine inşa edilmiş. Bugünkü cami Sultan II. Mahmut (1808-1839) döneminde, eski camiin yerine 1838 yılında yeniden yapılmış. Tarihi eserlerden biri de Çınaraltındaki Muvakkithane. Cami inşaatından altı yıl sonra ve 1844 yılında Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılmış. Muvakkithane Cumhuriyet döneminde değişik amaçlar için kullanıldı. Uzun süre Emirgan Spor Kulübü binası olarak işlev gördü, halen büfe olarak kullanılmakta.
Emirgan'da Çınaraltındaki çınar ağaçlarından ikisi asırlık ağaçlardandır. Çınaraltı, Muvakkithane Caddesi üzerindedir. Bu ana caddenin tam ortasında asırlık çınar ağaçları vardır. Cadde trafiğe kapatılmıştır. Cadde, muvakkithanenin önünden yukarıya doğru çay bahçesi haline dönüştürülmüş. Çınaraltı her mevsim ilgi çeken bir dinlence yeri. Burada doğa ile iç içe kalır insan. Yeşillik ve deniz kucak kucağadır. Yazarlara, ozanlara ilham kaynağı olan Çınaraltı'ndan gündüz denizi, gece mehtabı seyretmek ayrı bir zevktir.
Emirgan'daki bir diğer tarihi eser Atlı Köşk'tür. Atlı Köşkün bulunduğu yerde Mısır Hidivi İsmail Paşa'nın sarayı ile ailesinin oturduğu yedi yalı vardı. Sultan II. Abdülhamid tarafından Karadağ Prensi Nikolaya armağan edilen bu yer 1913 yılma kadar Karadağ Sefarethanesi olarak kullanıldı. 1923 yılında Hidiv İsmail Paşanın torunu Mehmet Ali İhsan Bey tarafından yaptırılan yeni köşk 1951 yılında Hacı Ömer Sabancı tarafından satın alındı.
Emirgan Vapur İskelesi de semtin tarihi eserlerindendir. Emirgan'da ilk vapur iskelesi 1851 yılında Şirketi Hayriye vapurlarının Boğaza yolcu taşımaları için ahşap olarak Emirgan Hamid-i Evvel Camii önündeki arsada yapılmıştır. 1900 yılında halen bulunan yerde iskele yeniden inşa edildi. 1989 yılına kadar kullanılan iskele, sahil yolu düzenlemesi sırasında yıkılmışsa da 2001 yılında yapılan yeni vapur iskelesi hizmete açıldı.
Kaynak: Sarıyer Belediyesi Sitesi

12 Şubat 2007

Sevenlere, sevilenlere merhaba

Sevgililer Günü geldi çattı. Sevenlerin sevilenlerin sevineceği bir gün. Sevgiyi bir güne hapsetmek mümkün mü? Bence değil ama yine de küllenmeye yüz tutan bazı duyguları harekete geçirmek için gerekli olabilir böyle günler diyorum. Tüm sevenlere, sevilenlere aman sevgiden uzak kalmayın dedikten sonra, sizleri Behçet Necatigil’in "Sevgilerde" şiiri ile baş başa bırakıyorum:

Sevgilerde

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.


Behçet Necatigil
.....................................................
Telefonun İcadı da 14 Şubat'ta

Hepimiz 14 Şubat olunca Sevgililer Günü’nü hatırlarız. Aslında hatırlanacak çok önemli bir konu daha var. Telefonun icadı. 14 Şubat 1676.
Edinburg doğumlu Alexsander Graham Bell, Amerikan yurttaşlığına geçmişti ve sağır bir kıza aşıktı. Sağırlara nasıl yardımcı olabileceğini düşünüyordu. Boston Üniversitesinde ses fizyolojisi profesörü iken sesleri mekanik olarak yeniden üretme fikri kafasını sürekli meşgul ediyordu. Ses dalgaları, elektrik akımına dönüştürülebilirse, o zaman elektrik akımının da bir devrenin öteki ucunda yeniden sese dönüşeceğini düşünüyordu. 1876 yılıydı. Bir gün sesi taşımak üzere tasarladığı bir araçla deney yaparken, pilin asidi pantolonuna döküldü. Asistanı Thomas Watson’dan, Watson’un binanın başka bir tarafında olduğunu bilmeden yardım istedi. Bundan sonra neler olduğunu laboratuvar notlarında şöyle anlatır:

“ Ağızlıktan şu tümceyi söylemiştim: Bay Watson, buraya gelin. Sizi görmek istiyorum. Şaşılacak bir şey, ama geldi ve söylediklerimi duyup anladığını söyledi. Ondan sözlerimi yinelemesini istedim. Harfi harfine yineledi. Sonra yer değiştirdik Watson, kitabın birinden ağızlığa birkaç bölüm okurken alıcıdan dinledim. Çıkan seslerin alıcıdan geldiğine hiç kuşku yoktu. Duyulan ses yüksek, ama anlaşılmaz ve boğuktu. Ne söylendiğini çıkaramadım, ama rast gele bazı sözcükler çok açıktı; en sonunda da çok açık ve anlaşılır biçimde Bay Bell, söylediklerimi anladınız mı tümcesi duyuldu. Bell, bir yıl sonra telefonun patentini aldı.
Kaynak : Çankaya Üniversitesi
...................................

Aşk, sevgi ve sadakat üzerine...

Aşağıdaki hikayeyi duymuştum. Belki sizde duymuşsunuzdur. Birilerinden e-posta ile gelince "Sevgililer Günü"ne yakışır dedim ve sizlerle paylaşmak istedim:
Olay İngiltere’de geçiyor:
Yaşlı bir bey sabah erken evinden çıkmış, yolda ilerlerken bir bisikletlinin kendisine çarpması ile yere yuvarlanmış ve hafif yaralanmış. Sokaktan geçenler yaşlı beyi hemen en yakın sağlık birimine ulaştırmışlar. Hemşireler adamın yarasına pansuman yapmışlar ama biraz beklemesini, röntgen çekerek herhangi bir kırık veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini söylemişler. Yaşlı bey huzursuzlaşmış, acelesi olduğunu söylemiş. Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar. Adamcağız da “ Eşim huzurevinde kalıyor. Her sabah onunla kahvaltı etmeye giderim. Geç kalmak istemiyorum” demiş.
Hemşireler hayretle “ madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden her gün onunla kahvaltı etmek için acele ediyorsunuz” demişler. Adam buruk bir sesle “ Ama ben onun kim olduğunu biliyorum” demiş.

9 Şubat 2007

Rahmetli Demirkent’ten sakladığım sırrım

11 Şubat 2001. Bir pazar sabahı. İçimde bir karamsarlık var. İsteksiz isteksiz hazırlandım, “gazeteye bari erken gideyim” dedim. O sırada telefon çaldı. Biz gazeteciler için zamansız çalan telefonda önemli bir olay vardır. Dünya Gazetesi’nin Genel Yayın Müdürü Osman Saffet Arolat: “Başımız sağ olsun. Nezih Bey’i kaybettik” dedi. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü bir anda.
Ben de birkaç yıl önce babamı kaybetmiştim. Bu benim için ikinci şoktu. Nasıl hazırlandığımı, nasıl gazeteye gittiğimi hatırlamıyorum, sanırım o dakikaları yaşamadım.
Çalışanların üzüntüsü, gelenler gidenler…
Mesleğimin en zor gününü yaşadım o gün. Tüm gazete alt üst olurken, biz hiçbir şey olmamış gibi normal işimize devam edeceğiz, ertesi günü için okuyuculara gazete hazırlayacağız. Hazırladık tabii.
11 Şubat’lar Nezih Ağabey’in ölüm yıldönümü.
O’nu rahmetle anarken Nezih Ağabey’le ilgili bir anımı da paylaşmak istiyorum sizlerle.
Bizim meslek böyledir işte. Acılı günümüzde sanki hiçbir şey olmamış gibi gazeteyi hazırladık ve birinci sayfa yukarıda gördüğünüz "kapak"la çıktı.

Gazetecilik damarı

Bir günün akşamı işlerimizi bitirdik, gazeteyi gececilere teslim edip çıktık. Ertesi gün önce yaptığımız gazeteye bir bakarız, gece ne haberler girilmiş diye. 3. sayfanın manşeti gece değişmişti. Haber hemen dikkatimi çekti. Manşette, büyük bir deniz nakliyat firmasına kaçakçılıktan soruşturma açıldığı haberi yer alıyordu. Haberi gececiler bize sormadan kullanmışlardı. Hemen gececi arkadaşı aradım, haberi Nezih Bey’in verdiğini söyledi. Akan sular durmuştu. Patron ne derse o olurdu tabii. Ama içime sinmemişti haber. Bir soruşturma haberiydi ve ilk soruşturma kapsamındaydı. Yani soruşturmanın gizli olması gerekiyor, bizim de haberi vermememiz gerekiyordu. Biz daldık günlük çalışmaya. O gün şirketten aradılar hemen. Haberin yanlış olduğunu, düzeltme göndereceklerini söylediler. “Olur” dedik, “gönderin kullanırız”. Diyorsunuz ki şimdi ne olmuş yani. Önemi ne bunun? Önemli olan şuydu. Bu şirket Dünya Gazetesi’ne en çok ilan veren şirketlerden biriydi ve tüm ilan anlaşmalarını bu haber nedeniyle iptal etmişti.

Yanlış yaptık yazısı

Düzeltme istediler yayınladık, ikna olmadılar, denizcilik sayfasını hazırlayan yazar arkadaş gece ekibini daha doğrusu gazeteyi yerin dibine geçiren bir yazı yazdı, onu da yayınladık yine ikna olmadılar. “Ne yapalım daha” deyip kestirip attık. İlişkiler kopmuştu artık.Gel zaman git zaman bir gün “şirketin avukatı seni arıyor” dediler. “Olur konuşurum” diye cevap verdim. Avukat hanım, şirketin gazeteden “bu haber yanlıştır” şeklinde bir yazı istediğini anlattı. “Nasıl olur” dedim ve isteği Nezih Ağabey’e aktardım. “Tamam” dedi, “ben hallederim”. Bir hafta sonra avukat hanım yeniden aradı beni. “Evet” dedi. “Sizden bir yazı geldi, geldi ama ben bunu şirkete gösterirsem ilişkiler felaket olur”. Cevaptan haberim yoktu. Nezih Ağabey ne yazmıştı acaba? Avukat hanıma “bana yazıyı fakslar mısınız” dedim .Faksladı. Aman aman... Nezih Ağabey basmıştı fırçayı şirkete. Haberin doğru olduğundan, elinde belgelerin bulunduğundan bahsediyordu.

Yazıyı ben yazıyorum

Ne yapacaktım? Ne mi yaptım? İlk defa buradan açıklıyorum. Avukat hanıma “siz o yazıyı yok edin. Ben şimdi benim imzamla size başka bir yazı gönderiyorum onu verin şirkete” dedim. İlk soruşturmanın yasalara göre gizli olduğunu, bu nedenle haberin kullanılmasıyla yanlışlık yaptığımızı vurgulayan bir yazı yazdım. Nezih Ağabey’in haberi olmadan imzaladım ve şirkete gönderdim. Teşekkür ettiler, bir süre sonra ilişkiler de düzeldi. Kimseye söylemedim yaptığımı, yakın arkadaşlarıma bile. Nezih Ağabey’in öğrendiğinde beni kovacağından şüphem yoktu. Ama ben şöyle düşünmüştüm. “Evet” gazete ilk soruşturma sırasında bir firmayı “kaçakçılıkla” suçlamış, zan altında bırakmıştı. Haberde firmanın görüşü yoktu. Haberin kullanılmaması gerekiyordu. Hiç değilse soruşturmanın sonu beklenmeliydi. Buna hakkımız yoktu. Hatamızı kabul etmemiz gerekiyordu. Nezih Ağabey’i bir şekilde ikna edeceğimden emindim. Bana zaman gerekiyordu. O da hukukçuydu ama gazeteciliği ağır basıyordu.Ne yazık ki Nezih Ağabey’i yaptıklarımı açıklayamadan kaybetmiştik.

İşin aslını yemekte öğreniyorum

Anımın devamı da var. “Biraz soluklanın” diye durdum. Nezih Ağabey’den sonra zor günler geçirsek de gazetenin çizgisini bozmadan devam etti çalışmalarımız. Zamanını hatırlamıyorum ertesi yıldı sanırım. Bu nakliyat şirketi gazete tarafında “yılın şirketi” seçildi. Gerçekten şirket sessiz sedasız dev adımlar atmış, limanlar yaparak nakliyat alanında büyümüştü.Ödül törenine şirketin sahibi de geldi. Törenden sonra yemek yenildi.. Tesadüf şirketin sahibi ile yan yana düşmüştük yemek masasında. Hatır gönül sorgulamasından sonra sohbet koyulaştı, benim denizci bir aileden gelmiş olmama sevinmişti. Neyse..Birden aklıma geldi, pat diye “sahi” dedim. “Sizin bir kaçakçılık sorununuz vardı. Kaçakçılığı nasıl yapıyorsunuz?” Şaşırmamıştı konuyu açmama. Güldü “Anlatayım da dinleyin” dedi ve anlattı.“Bakın biz konteyner taşımacılığı yapıyoruz. Malları alır bir yerden bir yere götürürüz. Konteynerin içindeki mallardan sorumlu olmayız. Şöyle düşünün. Birisi bir çanta ile İzmir’den THY uçağına binse. Uçaktaki kişi Atatürk Havalimanı’nda uyuşturucudan yakalansa THY kaçakçılık yaptı diyebilir misiniz?" Doğru diyordu. “Peki” dedim, “neden ısrarla bizden yazı istediniz? Sonuçta düzeltmenizi yayınlamıştık”.“Onu da anlatayım” derken bardaktaki suyunu yudumladı ve bana döndü: “ Biz bir firma ile birlikte ortak liman yaptık. Sonra anlaşamadık. Ayrıldık. O firma sizin yazını çoğaltıp bizim tüm müşterilerimize göndermiş. Bizi karalamak için. Ta Çin’deki müşterilerimize bile. Biz de sizden gelen hata yaptık yazısını aynı müşterilere göndermek zorunda kalmıştık”.Anlamıştım bir küçük haberin ne büyük işler açtığını bu firmaya. Bilmeden, bir ön seziyle bir yanlışımızdan doğan olumsuzlukları önlemiştim. Sevinmiştim.Anı burada bitiyor. Ama söylemek istediğim önemli bir nokta daha var.

Nezih Demirkent gazeteciyken patron oldu. Daha doğrusu yoktan bir gazete yarattı ama patron olamadı. Anlattığım anıda da gazeteci şapkası ağır basmış, reklam veren ağacı patron olarak başına gelecekleri bile bile taşlamıştı. Nur içinde yat Nezih Ağabey.

7 Şubat 2007

Dil konusundaki kampanyaya var mısınız?

Berceste yani Dilek’le epeydir şu Türkçemizi düzgün kullanma konusunda ne yapabiliriz diye kafa patlatıp duruyoruz.
Sonunda yemek etkinliği gibi biz de bu konuda bir kampanya başlatmaya karar verdik. Dilek blogunda "var mısınız?" diye sordu. "Varız" diyenler beni heyecanlandırıyor. Ben de buradan "var mısınız?" diye soruyorum.
Ve.... Dil konusunda Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun çok sevdiğim “Üç Dil” şiirini sizinle paylaşmak istiyorum. Hem de bu konuda ilk adımı atmayı…

Üç dil

En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
En azından üç dil
Birisi ana dilin
Elin ayağın kadar senin
Ana sütü gibi tatlı
Ana sütü gibi bedava
Nenniler, masallar, küfürler de caba
Ötekiler yedi kat yabancı
Her kelime aslan ağzında
Her kelimeyi bir bir dişinle tırnağınla
Kök sökercesine söküp çıkaracaksın
Her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
Her kelimede bir kat daha artacaksın
***
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Canımın içi demesini
Canım ağzıma geldi demesini
Kırmızı gülün alı var demesini
Nerden ince ise ordan kopsun demesini
Atın ölümü arpadan olsun demesini
Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
İnsanın insanı sömürmesini
Rezilliğin dik alası demesini
Ne demesi be
Gümbür gümbür gümbürdemesini becereceksin
***
En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dilde
Çünkü sen ne tarih ne coğrafya
Ne şu ne busun
Oğlum Mernuş
Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun
Bedri Rahmi Eyüpoğlu (bigüz 1969)

6 Şubat 2007

Erbabından hakiki hamsili pilav tarifi

Ben de sanal alemde anlatılan yemek tarifleri kervanına diş buğdayı fotoğrafı ve bilgisiyle katılmıştım. Şimdi de hamsili pilav tarifiyle sürdürüyorum kervandaki yürüyüşümü;
Hamsi tavayı biliyorsunuz. Biz hamsili pilava içli tava deriz. Zira hamsili pilav aslında tavada yapılır. Ben de bu içli tava olayını anlatacağım size. Hamsili pilav ile ilgili ölçüler vermem zor. Zira bu hamsili pilav bizim evde yapılmadı. Kız kardeşim yaptı, bizi davet etti. Bir buçuk kilo hamsi, 2 bardak pirinçten yapılan iç pilavla 10 kişiye yetti hamsili pilav. Ölçü için vereceğim bilgiler ancak bunlar. Hamsili pilavın yapılışındaki püf noktaları sizlerle paylaşmak istiyorum. Diyelim ki Karadeniz yemekleri yapan bir lokantaya gittiniz. Hamsili pilav istediniz. Önünüze fırında pişirilmiş hamsili pilav getirirler. Kanmayın sakın. İşin doğrusu bu değildir. Fırında pişirmek işin kolayına kaçmaktır. Ayrıca bu tip yerler hamsileri mısır ununa da bulamazlar.
Fotoğrafta gördüğünüz tava, hamsili pilav için biçilmiş kaftan. Hem çevirmesi kolay hem de hamsiler eski tavalarda olduğu gibi altına yapışmıyor.

Annemin yaptığı, kız kardeşimle devam eden ve bana göre doğru olan hamsili pilav yani içli tava şöyle yapılır:

Hamsileri önce ayıklarsınız ya da balıkçıdan orta kılçığı ayıklanmış hamsi alırsınız. Hamsinin orta kılçığı alınınca hamsi yaprak gibi açılır. Hamsinin dış kısmını mısır ununa bularsınız. Hamsili pilav için bugün derin tavalar yapıldı. Hamsileri tavanın altına balıkların dış kısımları tavaya gelecek şekilde yayarsınız. Bir püf noktası daha. Hamsileri ucu ucuna değecek şekilde dizmeyin. Birbiri üzerine gelecek şekilde dizin. Zira kızaran hamsiler küçülür, ucuca koyarsanız hamsilerin arası açılır. İç pilav tavaya yapışır.

Çevirirken biraz bilek gücü istiyor

Ne diyorduk. Hamsileri birbiri sırtına gelecek şekilde tavanın dibine dizdiniz. Üzerine bir tencerede hazırladığınız pişmiş iç pilavı yayarak koyun. Pilavı tavanın kenarına gelen yerleri ince, orta kısımları kalın bir şeklinde yayın. Yani atletizmde kullanılan disk gibi olsun. İç pilavı yaydıktan sonra bu kez geride kalan hamsileri sırt kısmı dışarı gelecek şekilde dizin ve uçları alttaki hamsilerle bitişecek şekle getirin. Yani pilav tam olarak hamsilerin içinde kalsın. Ve bu kütlenin önce altını kızartın. Altı kızardıktan sonra bir tabakla çevirin hamsili pilavı. Bunun için eşinizi kullanabilirsiniz. Zira bilek ister o ağırlığı çevirmek için. Tekrar tavaya kaydırın. Şimdi ne oldu, kızaran kısım üstte, kızaracak kısım alta geldi. Kızardığını tahmin ettiğiniz süre sonunda tabakla tekrar hamsili pilavı tavadan alın. Tekrar ediyorum, hamsilerin sadece dış kısımlarını mısır ununa bulayın.

Mısır unu lezzet katıyor

Çok mu zor diyorsunuz. O zaman bu işlemi tavada yapmayın. Bir tepside yapın. Verin fırına. Altlı üstlü pişsin. Ama tavadaki lezzeti bulamazsınız. Bunu unutmayın. Burada önemli olan hamsilerin tavada mısır unu ile kızarmış olması, içindeki iç pilava da lezzet katması. Lokantalar uğraşmamak için tepsilerde, ya da güveç kaplarında hazırladıkları hamsili pilavı fırına veriyorlar, fırında pişen hamsi de lezzetli olmuyor. Siz de o hamsili pilavı aman ne güzel diye diye yiyorsunuz. Ya da dudaklarınızı büküp “o kadar anlatılan hamsili pilav bu muymuş?” diyorsunuz. Tabii en önemlisi hamsilerin taze olması.Ben hakiki hamsili pilavı anlattım size.
Tercih sizin. Rahmetli annem bugünleri görse, bu derin tavaları kullanabilseydi her gün hamsili pilav yapardı bize. Düz tavalarda neler çekti neler.
Hamsili pilavı tavada yapabilenlere şimdiden afiyet olsun.

5 Şubat 2007

Kirlilik mi? Kibirlilik mi?

Bizden söylemesi

Dink cinayetinde gelinen noktaya bakın. Bilgi kirliliği.
Bilgiyi kim veriyor? Kolluk güçleri.
Kim yayınlıyor? Medya.
Bilgi kirliliğinden kim şikayetçi? Kolluk güçleri ve medya.
Atalarımız güzel söylemiş:
Al gülüm ver gülüm, hem suçlu, hem güçlü!!!
Bu şikayetçiler yasalara uysalar, ilk soruşturmanın gizliliğine saygı gösterseler, savcıları rahat bıraksalar ne kirlilik kalır ne de kibirlilik.

3 Şubat 2007

Ağır ceza hakiminden "bir ömürlük" fırça

Bu yazımla sizi gençlik yıllarıma götürmek istiyorum.
Öğretmen çocuğu olduğumuz için orta halli bir ailede yetiştik diyebiliriz. İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okurken bir yandan da çalıştım. Gençlik yıllarımızda babamızdan aldığımız harçlıkla eğlenmek kanımıza dokunuyordu o zamanlar. Hukuk sondayken Meydan-Larousse’de çalışmaya başladım. Teknik sekreterliği orada, Hakkı Devrim’den öğrendim.
Harıl harıl ansiklopediyi yetiştirmeye çalışırken, okulu bitirdim. Avukatlık stajına başladım. İş yerimiz Cağaloğlu’nda idi. Büyük Adliye de Sultanahmet’te.
İşten bir ara fırlıyor, adliyeye gidiyor, staj yaptığım mahkemede görünüyor, tekrar işe dönüyordum.

Ağır cezadaki duruşma

Sulh Hukuk, Asliye Hukuk mahkemelerinde bir sorun çıkmadan birer aylık staj sürelerini doldurmuştum. Sıra Ağır Ceza Mahkemesi’ne gelmişti. Staj yapacağım mahkemenin başkanı sert bir hakimdi. Stajyerlerin duruşmada bulunmasını istiyordu.
İlk duruşma gününü öğrenmek için mahkeme kalemine uğradım. Kalemden hemen uyardılar beni; “İyi ki uğradın. Başkan kim bu stajyer diye seni sordu. İki saat sonra duruşma var. Aman duruşmaya gir. Yoksa staj kağıdını imzalamaz hakim bey”.
İki saat sonra işten fırladığım gibi soluğu mahkeme salonunda aldım. Bir kenara iliştim. Duruşmalar arkası arkasına devam ediyor, ben de ilgiyle izliyordum.
Hakim beş altı duruşmadan sonra mübaşirin verdiği dosyaya baktı. Salondakilere döndü. “Boşaltın salonu” dedi. Acemi olduğum için şaşırmıştım. Meğer önüne gelen dava dosyası ırza geçme ve cinayet dosyası idi. Irza geçme davaları gizli duruşmayla yapılıyordu.
Herkes çıktı dışarıya. Ben stajyerim ya hiç kıpırdamadım. Beni gören başkan "Sen"dedi. "Ne oturuyorsun orada. Duymadın mı söylediğimi. Sen de dışarı çık?" "Ben" dedim. “Stajyerim”. “Stajyer mi”dedi ve ekledi; “ Ben müneccim miyim?. Nereden bileceğim stajyer misin yoksa oto tamircisi mi?

O dönemlerde zabıt katipleri daktilo ile yazardı zabıtları. Bugün bilgisayar kullanılıyor. İstanbul Barosu'nun sitesinden aldığım bu fotoğraftan anlayacağınız gibi zabıt katibinin yazdıklarını daruşmaya katılan avukatlar da görebiliyor.

Düşünebiliyor musunuz ne hale geldiğimi. O gençlik halimizle. Kıpkırmızı kesildiğimi yanaklarımın ateş gibi yanmasından anladım. Başkan'ın dediği doğruydu. Kravat takmamıştım. Matbaada mürekkeplerin içinde yoğrulan biri, beyaz gömlekle mi çalışır? Üstelik ceketim de yoktu, bir tişört ve bir hırka vardı üzerimde.Yerin dibine geçtim. Çıkmadım tabii salondan ama. Mosmor olmuştum.
Bir hafta sonra yine duruşmaya gittim. Bu kez takım elbise giymiş, kravat takmıştım. Fark etmedi bile beni başkan. Yine dört beş dosyadan sonra bir başka ırza geçme dosyası geldi önüne. Ne kadar çok ırza geçme dosyası var diyeceksiniz değil mi? Evet…Yine salonu boşalttı Başkan. Ben yine kımıldamadım. “Siz” dedi. “Duymadınız mı dediği mi?. Bu kez bende panik yok tabii. Altın gölü çakıverdim.“Sayın başkanım. Stajyerim ben. Hani geçen hafta bir oto tamircisi vardı ya. O oto tamircisi benim.”
O sert hakimi güldürmüştüm. “Gel yanıma. Öyle çekingen oturma orada. Bak oğlum. Devir böyle. Kimse bilgine, becerine bakmaz hayatta. Dış görünüşün önemli etkisi vardır karşındakinde. Bunu hayatın boyunca hiç unutma”.
Evet.. Bu öğüdü 70’li yılların başında dinlemiştim. Bugün de geçerli değil mi?
Kürsüde yanına iliştim Başkan'ın. Bir görünüp kaçarım diye geldiğim mahkeme salonundan ancak duruşmalar bittiği zaman çıkabildim . Ama imzayı da kapmıştım.

2 Şubat 2007

Aldanıp erken açan tomurcuklar

Merhaba karın altında kalan bademçiçeği,
Ben sana kimseye inanma demedim mi !
Aldandın güneşe, canın acıyor;
Yavaş yavaş ölüyorsun değil mi .

Sen donuyorsun, benim içim yanıyor,
Gördükçe beyaz rengini.
Yaşam da beyaz, ölüm de
İlginç değil mi?
Suzan
Güller güçlü bitkiler. Yeniden tomurcuklanacaklar.

Sıcak havalarda en çabuk aldanan bademler. Bahar geldi
diye hemen tomurcuklandılar ve çiçek açtılar.

Ortancalar da acele etti bu kış tomurcuklanma için.

Ters söğüt çabuk açtı tomurcuklarını. Bakalım ne olacak?

Şubat ayına girdik bile. Günlerden perşembe. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Lodos ve güneşli bir hava var İstanbul’da. Uzmanlara göre normal değil. Küresel ısınmanın sonuçu. Karadenizli balıkçılara göre ise normal. Zira onlara göre eski kasım ayına-20 Kasım sıraları- İstanbul lodosla girerse kış yumuşak geçermiş.
Bu yıl bu sözü unutmadan 20-21 Kasım günlerine dikkat ettim, hava lodostu. Yılların tecrübesi yine doğru çıkmıştı.
Bazen yürüyüş yapıyorum bizim sitede. Güllerin, ortancaların, bademlerin nasıl aldandıklarını gördükçe üzülüyorum. Sanki biz kandırmışız gibi kahroluyorum. Bir dondurucu havada hepsi sönecek. Erken öten horozlar gibi onlar da erken açmanın cezasını donarak ödeyecekler. Tabiatın acımazsızlığına kurban edilecekler.
Dayanamadım, fotoğraflarını çektim, hiç değilse görüntülerini sizlerle paylaşmak istedim.

1 Şubat 2007

Kel Mahmut ve “dışardan gazel okuyanlar”

Bu yazımla sizi çok eskilere, öğrencilik yıllarıma götürmek istiyorum. Geçenlerde grup halinde arkadaşlarla öteden beriden konuşurken söz dolaştı durdu öğrencilik yıllarına geldi. Ben de üniversite yıllarımı zor geçirenlerden biriyim. 1969 hukuk mezunu olduğumu bilirseniz 1968 olaylarını üniversitede geçirdiğimi hemen anlarsınız.
Şimdi oturup 1968 olaylarından bahsetmek istemiyorum. O yılları anlatan sahiplenen çok.
Türkiye biliyorsunuz Danimarka’da yayın yapan ve yasa dışı bir örgütün sözcülüğüne soyunan bir televizyonu susturamadı. Nota mota fayda etmedi. Danimarka kılını bile kıpırdatmadı.
Bizim üniversite yıllarımızda yasadışı örgütlerin televizyonları yoktu ama sanırım Bulgaristan’dan yayın yapan Türkiye Komünist Partisi’nin yayın organı bir radyo vardı. Türkiye’den de dinlenen bu radyo sürekli komünizm propagandası yapıyor, işçileri devlete karşı kışkırtıyordu. Diyeceksiniz ki şimdi eee ne olmuş. Neden hatırladın tüm bunları. Evet. Neden hatırladım. Sabrederseniz anlatacağım.

Mahmut Belik hocamız

Devletler Hukuku dersindeyiz. Anfi tümüyle dolu. Hocamız Mahmut Belik. Kitap mitap tanımıyor. “Anlattıklarımdan soracağım” diyor ve tüm öğrenciler harıl harıl not tutuyoruz. Tutuyoruz ama ne tutma. Mahmut hoca hiçbir cümlesini tamamlamıyor. Her cümlesini yarım kesiyor. Karadeniz türküleri gibi. Yarım yamalak not alıyoruz akşam tekrar kitaptan bakarak notu düzgün hale getiriyoruz.
Ne demiştik. Anfi tıklım tıklım. Bilenler bilir. Hukuk Fakültesi’nin anfileri iki kat arasındadır. Yani zeminden girerseniz anfiye alt kapıdan girersiniz. Bir kat çıkıp üst kattan girerseniz anfinin üst kapısından girersiniz. Yani iki kapısı vardır. Biri zemin kattan. Diğeri üst kattan.. Genellikle derse geç kalanlar üst kattan usulca süzülürler sınıfa. Gerçi üniversite çalışanları özellikle üst kat kapısını yağlamazlar. Kapı gıcırtttt diye açılır, hepimizin dikkati dağılır ya o da başka.

Kural var, yaptırım gücü yok

Anfinin dolu olduğu Mahmut Belik derslerinden birindeyiz. Pür dikkat not tutuyoruz. Mahmut Hoca devletler arası hukuktaki kuralları anlatıyor. Bu kuralların çok ta geçerli olmadığını vurgulamak için “radyo” örneğini veriyor ve cümlesini şöyle bağlamaya çalışıyor. “Arkadaşlar. Biliyorsunuz Bulgaristan’dan yayın yapan bir radyo var. Türkiye’deki işçileri kışkırtmaya çalışıyor. Radyo yayınlandığı ülke açısından yasal bir radyo. Devletimizin ise eli kolu bağlı. Bu radyo her gün zararlı yayın yapıyor ama biz buna karşı devlet olarak bir şey yapamıyoruz”.
Tam cümle bitmek üzereyken anfinin üst kapısı gıcırttttt diye açıldı. Bir kafa göründü ve “Kel Mahmuttttt. Kel Mahmutttt” diye bağırdı. Sınıf bir anda şoke oldu. Gülmemek için kendimizi zor tutuyoruz. Dikkatle hocaya bakıyoruz.
Mahmut hoca şöyle bir baktı bizlere” İşte arkadaşlar” dedi. “Aynen o radyonun yaptığı yayın gibi bir yayın. Şimdi ben ne yapabilirim bu arkadaşa. Evet ne yapabilirim. Hiçbir şey değil mi. İşte uluslararası anlaşmalar da böyle bir şey. Kural var, imza var ama yaptırım gücü yok”.
Sessizliği bir alkış tufanı bozdu. Ayağa kalkıp Mahmut Hoca’yı dakikalarca alkışladık.