29 Ocak 2008

Randevusuna geç gelen “sulu” misafir!...

Büyükçe bir salon. Bilgisayarlar sıra sıra dizilmiş. Karşılarında da ellerini göbeklerine kavuşturmuş "öylece" bakan memurlar. Hepsi erkek.
"U" şeklindeki oturma düzeninin ucunda ayakta duran bir bürokrat. İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı.
Hafif gülümsemeli bir yüzle sorulara cevap veriyor.
"Evet" diyor. "Tüm tedbirlerimizi aldık. Saat 17.00 gibi bekliyoruz misafirimizi. Bize bol su getirecek".
Biz de evlerimizde bekliyoruz ama misafir biraz nazlı. Saat 18.00 olmuş ne gelen var ne giden.
Başkan yine kameraların karşısında. "Tüm tedbirlerimizi aldık. Saat 23.00’ten sonra misafirimiz gelecek, biz de hazırlıklarımızı yaptık, misafirimizi çok güzel bir şekilde ağırlayacağız".
Saat 23.00. Ne gelen var ne giden. Misafir gelişini saat 24.00’e ertelemiş bile. Naz yapıyor tabii. Bu kadar merasim boşuna mı?
Misafirimiz kendini beklete beklete ertesi sabah geliyor.
Devir "randevuya geç kalma" devri ya. Bizimki de randevusuna biraz geç kalıyor.
Önce rüzgarını gönderiyor, ben geliyorum dercesine. Ortalığı hallaç pamuğu gibi atarak.
Sonra şöyle bir ortalığı beyazlatıp geçip gidiyor.
Tüm “sulu” ümitleri bir başka ziyarete bırakarak…

26 Ocak 2008

"En büyük miras cehalet!.."

Son günlerdeki bazı tartışmalara ışık tutması bakımından Metin Münir’in bir yazısını sizlerle paylaşıyorum.
Metin Münir. iktisatçı Oktay Yenal'ın “Ulusların Zenginliği ve Uygarlığı-Eğitim Boyutu” adlı kitabından alıntılar yapıyor. İşte o yazı:

En büyük miras

Türklere Osmanlı'dan kalan en büyük miras cehalettir. Bu, iktisatçı Oktay Yenal'ın Ulusların Zenginliği ve Uygarlığı-Eğitim Boyutu adlı önemli kitabın içerdiği en önemli mesajlardan biridir.
Yenal, "Osmanlı Devleti'ndeki cehalet karanlığının, Cumhuriyet kuşaklarına öğretilenden çok daha derin" olduğunu yazıyor.
Avrupa'da kökleri Roma İmparatorluğu'na dayanan bir kilise/okul geleneği vardı. Sonradan ortaya çıkan prenslik ve dükalıkların birçoğunda temel eğitim bizzat hükümdarlar tarafından teşvik edildi. Almanya'da Büyük Frederik'in (1712-1786) 5-14 yaşındaki bütün çocuklara başlattığı zorunlu eğitim, kısa sürede diğer Avrupa ülkelerine yayıldı. On yedinci yüzyıla gelindiğinde Avrupa'nın büyük bir kısmı yaygın eğitim kurumlarına sahipti.
Osmanlı bu akımın tümüyle dışında kaldı. Cumhuriyet kurulana kadar "okul çağındaki çocukların çoğu Kuran kursu niteliğinde, sayıları, binaları, hocaları fevkalade yetersiz sübyan okullarına gidiyordu" diye yazıyor Yenal.
"Temel eğitim düzeyi sağlamak bir yana, Osmanlı'da basit okuryazarlık bile çok düşük düzeyde idi. Birçok alanda reformlar getiren Tanzimat hareketi ilköğretimi tümüyle program dışında bıraktı. 1870'ten sonra 'iptidai' adı verilen yeni bir tip okul açılmaya başlandı ve 1876 Anayasası ile çocukların ilkokula devam zorunluluğu getirildi.
Fakat bu lafta kaldı, çünkü güya zorunlu yapılan ilköğrenime devlet parası olarak bir kuruş para bile harcanmadı. Eğitim olduğu kadar ile ulema yönetiminde olmaya davam etti. Tanzimat döneminde Ahmet Mithat Efendi, nüfusun %90-95'inin "kalemsiz ve dilsiz" olduğunu yazıyordu. On dokuzuncu yüzyılın sonunda imparatorlukta lise düzeyindeki okulların yüzde 70'i gayrimüslimlere aitti.
Liselerdeki öğrencilerin yüzde 78'i gayrimüslimdi. Temel okuma yazma cehaletinin "korkunç karanlığı" cumhuriyete kadar sürdü. 1927'de bile Türkiye'de altı yaşından yukarı nüfusun ancak % 11'i okuryazardı. Kadınlarda bu oran % 4'e düşüyordu."Osmanlı'da temel eğitimin bu derecede ihmali, tek başına, Türkiye'nin geri kalmışlığını açıklamaya yeter" diye yazıyor Yenal.
Laik eğitim düzeyine geçiş ve eğitim sağlamanın devletin temel görevlerinden biri haline getirilmesi "Atatürk devriminin en büyük zaferi(dir)."Avrupa'nın on dokuzuncu yüzyıl ortasında eriştiği okuma yazma düzenine Türkiye 120 yıllık gecikmeyle 1970'li yıllarda erişebildi. "Üstelik, Türkiye'nin temel eğitim düzeyi hâlâ Batı'nın değil, birçok Asya ülkesinin gerisindedir." Ülkelerin büyüme hızları arasındaki farkı en iyi açıklayan şey temel eğitimdir. Eğitim, Osmanlı'da olduğu gibi Türkiye'de de kalkınmanın önündeki en büyük engel olarak duruyor. Bazı petrol şeyhliklerini saymazsanız, nüfusunun yarısından fazlası okuryazar olmadığı halde zengin olan ulus yoktur. Okuryazar oranı yüksek olan ülkelerde ise (Vietnam gibi) ülke dış etkenlerle yoksulluğa düşmüş olsa bile, nefes alır almaz ekonomi büyük bir kalkınma atılımı göstermektedir. Japon mucizesi her şeyden önce bir eğitim mucizesidir.Başka ülkeler hızla ilerlerken biz geri kalıyorsak bunu insan kalitesinde aramak lazım, diyor Yenal. Önerdiği çare "bilimsel, yaratıcı ve hür düşünce gücü ile donatılmış aydın kadrolarının yaratılması"dır. Bunun ilacı ise kitap ve "derin" üniversitelerdir”.
Ne dersiniz? Türkiye'nin bu gün geldiği noktaya baktığımızda bir ışık görüyor musunuz?
Yorumu sizlere bırakıyorum.

20 Ocak 2008

Beşiktaş dolmuşu beklerken ıslananlar!...

Besiktaş Iskelesi: Besiktaş İskelesi’nin yapısı, mimari açıdan değerli. Beşiktaş'ta ilk iskele 1851 yılında ahşap olarak inşa edilmiş. Bu iskele1884 yılında yıkılmış. Sonra yeniden yapılmış. 1908 yılında iskelenin deniz tarafı doldurulmuş. Rıhtım inşa ettirilmiş, 1913 yılında bugünkü 2 katlı iskele yapılmış. İskeleyi mimar Ali Talat Bey yapmış. Tabii yaptıran da Sirket-i Hayriye. Beşiktaş İskelesi lodos fırtınasına açık olduğu için sık sık tamirat gördüğü bir gerçek.İskele binası ilk yapıldığı yıllarda düğün salonu olarak da kullanılmış.

İstanbul’un trafiğinde çile çekmeyen var mıdır? Bence yoktur. Bir dokunsam binlerce feryat yükselebilir dostlarımdan.1970’li yıllardı. Meydan – Larousse Ansiklopedisi’ni hazırlıyorduk. Ansiklopedi, Yeni Sabah binasında hazırlanıyordu. Bina da Cumhuriyet’in karşısındaydı.Aslına bakarsanız yerinin tarifi şöyle; Sirkeci’den Cağaloğlu’na doğru, Bab-ı Ali yokuşunu çıkın. Sağdaki İran Konsolosluğunun köşesinden dönün. Ve yürüyün. İstanbul Erkek Lisesi’ni geçin. Bina oralarda bir yerdeydi işte.
Akşamüzeri saat 18.10 sıraları. Hemen fırladık eşimle binadan. İp gibi yağmur yağıyor- nerede o eski yağmurlar- diyor insan.Ara sokaklardan Eminönü’nü bulduk. Telaşımız 18.35 vapuruna yetişmek için. O dönemlerde de Boğaz’a hemen köprünün dibindeki iskeleden vapur kalkıyor. Boğaz boyunca her iskeleye uğrayan bir vapur. İlk durağı da Beşiktaş. Biz de eşimle Beşiktaş’ta ineceğiz. Hem sabah işe giderken hem de akşam iş dönüşü vapuru kullanan nadir kişilerdeniz.Boğaz vapuru iskelesinin hemen önünde de Beşiktaş dolmuş durağı var. Bir kuyruk. Bir kuyruk.

KİMSE ALDIRMAYINCA...
Siz deyin 30 metre, ben diyeyim elli metre.Malum. Yağmur yağıyor ve trafik felç. Dolmuşlar trafiğin bir yerlerinde sıkışıp kalmışlar. Kuyrukta bekleyenlerin birkaçında şemsiye var o kadar. Yağmurdan sucuğa dönmüşler.
Biz de vapura yetişme telaşı içinde hızla yanlarından geçtik. Tam vapura bineceğim kafama bir şey takıldı. Vapur beş dakika sonra kalkacaktı, o kadar insan Beşiktaş’a gitmek için yağmur altında bekliyordu. Olacak iş miydi bu?Geri döndüm, kuyruğun başına doğru seslendim; “Arkadaşlar. Beş dakika sonra Beşiktaş’a vapur kalkıyor. Burada boşu boşuna yağmur altında beklemeyin.”Şimdi diyorsunuz ki tüm sıra hemen dağıldı, ve vapura koştular.Ne gezer!. Kuyruğun başındakiler hiç kımıldamadı. Yerlerini kaybetmemek için. Sanırım bana inanmadılar. Kuyruğun arkalarından birkaç kişi fırladı sıradan ve gişelere koştu.Ben de acele acele geminin yolunu tuttum.

DENİZ YOLU RAHATLIĞIN ADI
Bu anımı sizlerle neden paylaştım?Yıllardır İstanbul trafiğini rahatlatmak için deniz ulaşımı gündeme gelir.Genelde İstanbulluların sadece Anadolu yakasında oturanları kullanır deniz ulaşımını. Köprüler yapılmadan bu yol mecburiyetten kullanılıyordu. Şimdilerde ne kadar kullanılıyor bilemiyorum. Bildiğim bu yolun kullanılır hale getirilmesidir.
İstanbullu bir türlü deniz yolunu kullanmasını bilmez. Bu bilmezlikte tanıtımın iyi yapılmamasının payı da var şüphesiz.Tabii bu işin bir de iskeleler yanı var. Vapurdan indiniz. Kuş değilsiniz ki gideceğiniz yere uçasınız.Eğer iskeleye indiğinizde gideceğiniz bölgeye hemen vasıta bulabilirseniz, deniz ulaşımı cazip hale gelebilir.

İSKELE KAVRAMI GELİŞİNCE...
Hazır iskelelerden konuşurken Boğaz’a ayrı bir güzellik katan iskelelerimiz hakkında da biraz bilgi vereyim;
19. yüzyıla kadar Boğaz’da iskele kavramını göremiyoruz. Gemilerden yolcuları sandalların aldığı, sandalların önemli bir rol üstlendiği bir dönem.“Şirket-i Hayriye” şirketi kurulduktan sonra da sandalların önemi devam ediyor.Daha sonraları gemilerin yanaşmasına uygun iskeleler inşasına dair bir proje hazırlanıyor ve iskelelerin yapımına başlanmış.
Hâlâ kullanılan bazı tarihi iskelelerimiz:

Arnavutköy iskelesi: 20. yy. başlarında inşa ettirilmiş. Tabii Sirket-i Hayriye tarafından. 1986'da sahilden kazıklı yol geçince eski iskele süs olarak kaldı ve yolun kenarına yeni bir iskele yapıldı.
Bebek İskelesi: Bebek Koyu'nun ortasındadır. Bebek parkının önündedir. Küçük iki yapıdan oluşur. Yapılardan büyüğü bekleme salonudur.

Anadoluhisarı İskelesi: Eski Anadoluhisarı iskelesi 1393 yılında Yıldırım Beyazıt tarafından Antik Çağdan kalan Zeus Mabedi'nin yıkıntıları üzerinde inşa edilmiş olup, önceleri Güzelhisar adıyla anılan, Fatih Sultan Mehmet'in Rumelihisarını yaptırmasından sonra Anadoluhisarı adıyla anılmaya başlamış. Anadoluhisarı'na ilk iskele Şirket-i Hayriye tarafından ahşap olarak, 1851 yılında fahihanelerin nihayetindeki Hisar önü denilen yere inşa edilmiş iken 1905 yılında yıkılarak yeniden inşa edilmiş. Boyama işleri Şirket-i Hayriye'nin Hasköy Tersanesi baş nakkaşı Hasan Usta tarafından yapıldı. Anadoluhisarı İskelesi T.C. Kültür Bakanlığınca taşınmaz kültür varlığı olarak tescilli olduğundan restorasyon izni ile ahşap olan iskele platformu yerine betonarme kazık üzerine yapılan platform ve iskele binası olarak 1989 tarihinde 510 m2'lik platform üzerinde 135 m2'lik aslına uygun restore edilerek bugünkü halini almış.
Kandilli İskelesi: Bu iskelenin başına gelmeyen kalmamış. Şirket-i Hayriye tarafından yapılmış, 1916 yılında yanmış. Yerine yapılan iskele de bir geminin hışmına uğramış. Boğaziçi'nin tarihi ve geçmişini yansıtan iskelenin inşa tarihi net olarak bilinmemektedir. T.C. Kültür Bakanlığı İstanbul III Numaralı Kültür Ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun onayı ile yakın tarihte aslına uygun olarak restore edilmiş. Denize kazık çakılarak elde edilen 345,60 m2'lik platform üzerinde 98 m2' lik ahşap kaplamalı iskele binası aslına uygun olarak inşa edilmiş.
Kanlıca İskelesi: Boğaziçi'nin yaşam ve geçmişteki mirasını yansıtan ve Şirketi Hayriye döneminde de önemli iskelelerimizden olan Kanlıca İskelesi, yoğurtları ünlü semtin simgesini tamamlıyor. İnşa tarihi kesin olarak bilinmiyor. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığınca taşınmaz kültür varlığı olarak tescilli olduğundan alınan restorasyon izni ile 1989 yılında iskele binası yapılmış.
Diğer bazı tarihi iskeleler:
Ortaköy İskelesi: Ortaköy Vapur Iskelesi Sokagi'nin denize kavustugu yerde, Ortaköy Meydani'nin kenarindadir. 20. yy basinda insa edilmistir. Türk neoklasigi üslubunda, tek katli, kare formunda, ahsap bir yapidir. Kas kemerli pencereleriyle dikkat çeker. Denizden bakinca sagda küçük bekleme salonu, solunda iskele memuru ve çimaci odasi, arkada gise yer alir. Iskelenin rihtim uzunlugu 12 m kadardir.
Üsküdar İskelesi: Şehir hattı vapurlarının Her yirmi dakikada bir yolcu alıp, yolcu indirdiği Üsküdar iskelesi Şirket-i Hayriye’nin Boğaz kıyılarında yaptırdığı ilk iskelesi olması bakımından ayrı bir yeri vardır. İlk yapılan iskele bugünkünden biraz daha içerde, tarihi çeşmeye biraz daha yakında olduğu kayıtlarda belirtilir. 1906’da ilk iskele binası yıkılıp yerine yenisi inşa edilir, içinde kuş kafesler, süslü, oymalı bilet gişeleri yer yapı bugünkü halini 1983 yılında gerçekleştirilen inşa ile alır.
Beylerbeyi İskelesi: Yapım tarihi bilinmemekle birlikte çok eski yerleşim yeri olan çevresindeki tarih ve kültür mirasının bir parçası olarak geçmişin anılarını yaşatmaktadır. T.C. Kültür ve Bakanlığından restorasyon izni alınmış olup İskele binasının aslına uygun olarak restorasyonu ile beton iskele platformu inşa edilerek yeniden vapur seferlerine açılacaktır. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığınca taşınmaz kültür varlığı olarak tescillidir. Boğaz hattı yolcu gemilerimizin en eski geçmişi olan iskelelerinden biridir.

Çengelköy İskelesi: İstanbul Boğazının en eski yerleşim yerlerinden biri olan Çengelköy İskelesi'nin yapım tarihi net olarak bilinmemektedir. T.C. Kültür Bakanlığı İstanbul III Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu izni ile yakın bir geçmişte aslına uygun olarak restore edilmiştir. 172 m2 iskele binası ahşap kaplama olarak inşa edilmiştir. Denize kazık çakılarak elde edilen 330,75 m2'lik mahal iskele platformu olarak kullanılmaktadır. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığınca taşınmaz kültür varlığı olarak tescilli olup Boğaz hattı yolcu gemilerine hizmet vermektedir.
Kaynak: Şirket-i Hayriye internet sitesi

18 Ocak 2008

Tapu dairelerine "rüşvet" baskınları!...


Birileri şikayet etti, düğmeye basıldı ve ülkenin en büyük kanayan yarası "rüşvet" birkaç gün gündeme taşındı. Birkaç gün o kadar.
Önce Keçiören’deki tapu dairesine konan gizli kamera “rüşvet”i belgeledi, ardından İzmir’de bir baskın daha yapıldı. Tapu daireleri çoktan alarma geçmiştir bile.
Ne demiştim, rüşvete veren mi alıştırıyor, yoksa alan mı?
Bu baskınlar çözüm mü? Sanmıyorum.
Memurlar değişir, daha dikkatli olurlar ama yine rüşvet döner. Baskınlar da göstermelik kalır.
Tapulardaki "zarflar" yasalara aykırı bir işlem yapılması için değil tabii. Özellikle bazı emlak takipcileri, işlemlerinin önce yapılması için bu yola başvuruyorlar.
Şöyle bir çözüm olabilir mi tapu dairelerinde?
1- Randevu sistemi.
2- Bankalardaki gibi sıra alma yöntemi.
Aklıma gelenler bunlar. Daha farklı çözümler de üretilebilir.
Ne dersiniz?

14 Ocak 2008

Muhabir, gazete ve ülke yararı çatışınca!...

Yazı işlerine fırtına gibi girdi. Önemli bir haber yakalandığında muhabirlerin heyecanı böyle olurdu. Soluk soluğa anlattı:
“Abi çok güzel fotoğraflar var. Bir grup Çemberlitaş civarında gösteri yaptı. Caddeyi trafiğe kapattılar, lastik yaktılar. Olayın fotoğraflarını çektim. Banyoda”.
Önemli bir haber varsa ve gazeteye mutlaka girecekse muhabirler olayı şeflerine anlatmadan yazı işlerine haber verirler ki gazetede yer açılsın o habere.
Sayfalara baktık. Birinci sayfadan göbekten verecektik haberi. Tabii fotoğraf güzelse.
Film yıkandı. Geldi. Gerçekten tam lastikler yanarken fotoğraflar vardı ve muhabir doğru söylüyordu.
Sayfayı bozduk ve haberi kullandık.
Yaklaşık 10 gün sonra aynı muhabir yine böyle bir eylemi yakalamıştı. Bu kez eylem yeri Eminönü idi.
Bu eylemler devam etti. Fotoğraflar da.
Yazı işlerinden bir arkadaş bir gün pirelendi, şüphesini şöyle açıkladı; “Tüm eylemler bizim bu muhabire mi rastlıyor? Eylem süresi bir dakikayı geçmiyor ve muhabirimiz orada bitiveriyor”.
Sorguya alındı muhabir ve gerçek ortaya çıktı; eylemciler muhabire güveniyorlardı, eylem yerini ve saatini haber veriyorlar. O da orada bulunuyor ve "olay fotoğraflarını" çekiyordu.
Karar verdik, bu tip haberleri kullanmayacaktık. Örgütün reklamını yapmayacaktık.
Bu kez eylem haberleri, başka gazetelerde çıkmağa başladı.

BUNLARI NEDEN HATIRLADIM?
Geçenlerde bir televizyon programında gazeteci bir büyüğümüz, “teröre bilmeden bizler de alet edildik” deyince hatırladım tüm bunları.
Gazeteci büyüğümüz, terör haberinin görüntülerinin tekrar tekrar gösterilmesini eleştiriyordu.
Anarşinin kol gezdiği 1970’li yıllarda tüm medya olarak, eylemleri gazetede küçük görmek ya da hiç görmemek konusunda fikir birliğe varamamıştık. Hiçbir zaman böyle bir anlaşma olmadı zaten aramızda. Bugün de yok görünüyor.

YARARLARIN ÇATIŞMASI
Bu tip olaylarda dört yarar çatışır birbiriyle.
Birincisi örgütlerin yararı. Onlar eylemlerinin duyurulmasını isterler. Güçlerini arttırmak için.
İkincisi muhabir haberi yakalamıştır. Haberinin gazeteye girmesini ister.
Üçüncüsü gazeteyi hazırlayanlar da haberi atlamamak için bu tip haberleri kullanmak isterler.
Dördüncüsü ise ülke yararı. Ülke yararı mı?
İşte onu kimse düşünmez. Düşünmediği için de örgütler çoğalır, başa bela olur. Nice canlar vakitsiz ayrılır bu dünyadan.
Unutmadan bir bilgi daha vereyim; hani o muhabir vardı ya. Bir dakikada biten eylemleri çeken o muhabir.
Şimdi bir televizyonun Ankara temsilcisi.
Varın gerisini siz düşünün.

13 Ocak 2008

Yemeklerimiz ve paylaşılamayanlar!...

Günlüğümde ara sıra Sevgili Yılmaz Özdil’in yazılarını yayımlıyorum.. Belki siz de okuyorsunuzdur.
Pazar günü çıkan yazısı aynı zamanda ülkemizin yemek çeşitleri konusunda bilgi verici. Onun için sizlerle paylaşmak istedim:


Diyet yapan okumasın...

BAZILARI zanneder ki, haber dediğin "5N 1K"dır...
Yıllarca gazetelerin "mutfağı"nda çalışmış biri olarak, iddiayla söyleyebilirim ki, haber "yemek"tir...
Ettir, sebzedir, undur, yağdır; bazen baharatlı, bazen ekşi, bazen tatlıdır. Kiminin hazmı kolay olur, kimi mideye oturur.
*O nedenle, Ankara Ticaret Odası’nın çıkardığı "lezzet haritası"nı okurken, adeta parmaklarımı yedim.
Eğer siz de benim gibi "boğaz"a düşkünseniz, buyrun sofraya, afiyet olsun...
*2 bin 205 çeşit yöresel yemek varmış memleketimde...
En zengini Gaziantep. Sonra Elazığ.Bölgelere baktım...
Kendi payıma, utandım.Ege mutfağıyla büyüdüm, her yerde koltuklarım kabara kabara anlatırım.Halbuki "en az çeşidi" olan bölgemizmiş Ege...
"En çok çeşit" sıralaması ise şöyle:
İç Anadolu, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Karadeniz, Akdeniz, Marmara ve Ege.
*Paylaşılamayanlar var...
Mesela, "çiğköfte."Urfa, Adıyaman, Batman, Mardin ve Osmaniye "benim" diyor.
"Künefe"ye ise hem Hatay, hem Elazığ sahip çıkıyor."Keşkek" için resmen kavga varmış, haberimiz yokmuş... Afyon, Amasya, Ankara, Balıkesir, Bilecik, Bitlis, Bursa, Çankırı, Çorum, Denizli, Elazığ, Mardin, Muğla, Ordu, Samsun ve Tunceli, aynı anda bağırıyor, "öbürleri hikáye, en iyisi bende".
"Höşmerim" desen...
Aksaray, Amasya, Ankara, Balıkesir, Bolu, Manisa ve Uşak "ortak"...
*2 bin 205 çeşidi buraya sığdırabilmem imkánsız...
"İlginç" olanlarını seçiyorum.
Çünkü, öyle acayip, öyle matrak, öyle sevimli isimler var ki, anlaşılan, bu iş sadece "gastronomi"nin değil, Türk Dil Kurumu’nun da görev alanına giriyor.
Adana: Süllüm. Adıyaman: Basalla.
Afyon: Sakala çarpan çorba, sırtsırta, ağzı açık, cücü.
Ağrı: Gösteberg. Amasya: Unutma beni, eli böğründe.
Ankara: Sıçgıç, pıtpıt pilavı, entekke böreği, tamtak tiridi, öllüğün körü.
Antalya: Bergamut reçeli.
Artvin: Zurbiyet, püşürük çorbası.
Aydın: Pelvize. Balıkesir: Mafiş tatlısı.
Bilecik: Samsı. Bingöl: Sirın.
Bitlis: Büryan, şekalok.
Bolu: Çantıklı pide, kedibatmaz, kaldırık dolması, kaşıksapı.
Burdur: Testi kebabı.
Bursa: Kaşarlı pırasa, dilber dudağı (ki, bayılırım), kaymaçina.
Çanakkale: Erik macunu.
Çankırı: Mıkla.
Çorum: Cızlak, borhani.
Denizli: Çaput aşı, gındıra çorbası.
Diyarbakır: Cartlak kebabı, patlıcan meftunesi.
Edirne: Mamzama, hardaliye.
Elazığ: Lobik çorbası, kındık köfte, işkene, pirpirim boranı, tavşan üflemesi.
Erzincan: Tulum peyniri.
Erzurum: Cağ kebabı.
Eskişehir: Çiğ börek.
Gaziantep: Mahhıtalı köfte, süzük yapması, maş çorbası, ekşili daraklık tavası, kakırdak böreği, yarpuz piyazı, at elması turşusu.
Giresun: Hamsili mısır ekmeği, dıble.
Gümüşhane: Köme, kanzılı börek.
Hakkari: Gulul çorbası.
Hatay: Kaytaz böreği, semirsek.
Isparta: Kuyruğu sulu, derdimi alan.
İçel: Tantuni.
İstanbul: Uykuluk.
İzmir: Kumru, papaz yahnisi.
Kars: Tandırda kaz çekmesi.
Kastamonu: Köle hamuru, cırık tatlısı, delioğlan sarığı.
Kayseri: Mantı, pastırma.
Kırklareli: Sulu kaçamak.
Kırşehir: Keykef.
Kocaeli: Pişmaniye, otur Fatma tatlısı.
Konya: Etli ekmek.
Kütahya: Namaz dolması, tekke çorbası, çene çarpan çorbası, tosunum.
Malatya: Taş küllüğü, gurut çorbası, kurşungeçirmez köftesi.
Manisa: Mesir macunu.
Kahramanmaraş: Dövme dondurma, tarhana, pıtpıt lapası.
Mardin: Semberuk, irok.
Muğla: Galli patlıcan, ebegümeci kavurması, dülek reçeli.
Muş: Çorti. Nevşehir: Dıvıl, sızgıt.
Niğde: Mangir çorbası, papara, cılbır.
Ordu: Melocan kavurması, sakarca mıhlaması.
Rize: Hamsi çiğirtası, enişte lokumu.
Sakarya: Pekmez.
Samsun: Kocakarı gerdanı.
Siirt: Zivzik narı, perde pilavı.
Sinop: Nokul, mamalika.
Sivas: Pezik turşusu.
Tekirdağ: Köfte.
Tokat: Bacaklı çorba.
Trabzon: Vakfıkebir ekmeği.
Tunceli: Zerefet.
Şanlıurfa: İsot, şıllık tatlısı.
Uşak: Alacatene haşhaş sürtmesi.
Van: Otlu peynir.
Yozgat: Testi kebabı.
Zonguldak: Beyaz baklava.
Aksaray: Höşmerim.
Bayburt: Lor dolması.
Karaman: Kayısı musakka, paraköfte.
Kırıkkale: Sarığı burma.
Batman: Bumbar.
Şırnak: Hekeheşandi.
Bartın: Pumpum çorbası, yumurtalı isbut.
Ardahan: Pişi.
Iğdır: Patlıcan reçeli.
Yalova: Luhu şirkey çirbuli, lalanga, papa.
Karabük: Çingene baklavası.
Kilis: Şıhıl mahze, kübbülmüşviyye, mazlum, sucuk hapısası, cennet çamuru.
Osmaniye: Tirşik, çiçcire. Düzce

10 Ocak 2008

Rüşvete veren mi alıştırıyor, yoksa alan mı?

Hediye konusunu yazarken bir noktaya dikkat çekmiştim; Hediye ile rüşvet arasında ince bir çizgi var diye.
Bu konu beni gençlik yıllarıma götürdü.
Meydan-Larousse’de çalışırken bir yandan da avukatlık stajı yapmıştım.
İcra İflas kaleminde staj yaptığım sırada karşılaştığım bir tespiti sizlerle paylaşmak istiyorum.
İcra kalemindeki günlerimin çoğu dosyaları düzeltmekle geçmişti. Avukatlar icra dosyalarını getiriyor, ben de sıraya koyuyordum. Aslında bu işi icra kalemindeki memurlar yapıyordu, ama stajyerleri yakaladıklarında bir şeyler öğreteceklerine angarya işleri yaptırmak daha çok işlerine geliyordu.
Daha yeni başlamıştım icra kalemine gitmeğe. Dosyalar geliyor ve sıraya konuyor. Avukatlardan birinin getirdiği bir dosyayı da sırasına koydum. O dosyadan önce otuza yakın dosya daha vardı.
Memurlardan biri bana seslendi; “son gelen dosyayı en başa koy”. Refleksle “neden. Bir özelliği mi var bu dosyanın” diye sordum.
Öyle ya daha önce gelen otuza yakın dosyanın önüne geçiveriyordu. “Sen benim dediğimi yap kardeşim” diye sertleşti. Lafı gediğine koydu:“Avukat olup buralara geldiğinde anlarsın”.
Avukat oldum ama mesleği yapmadığım için oralara gidemedim.
Gitseydim aynı şeyi yapar mıydım? Yani kalemdekilere “hediyeler” verir miydim?
Hayır. Bin kere hayır.
Zaten o an karar vermiştim. Avukatlık yapamazdım. Zira benim icra takibim diğer avukatların icra takiplerinden daha önce bitsin diye hediye mediye dağıtamazdım.
O zaman da ne olurdu? benim dosyalarım en arkalarda sürünürdü. Hediyeci avukatların on beş günde bitirdiği bir icra takibini ben aylarca bitiremezdim.
Bana dokunan memurların hediye almaları değildi. Bana dokunan hak arayan, hak dağıtan bir mesleğin, hukukçuların birbirlerinin haklarına saygı göstermemeleri idi. Gerisini siz düşünün.
Evet! İster hediye deyin, isterse rüşvet. Toplumumuzda bir kanayan yara bu. İyileşeceğine kangren olmuş, yayılıp gidiyor.
Hep kendime sormuşumdur. "Rüşvete alıştıran, alan mıdır, yoksa verip alıştıran mıdır?"
Siz ne dersiniz?

9 Ocak 2008

Gazeteciler Günü ve kutlamayı “hak edenler”!...

Her yıl 10 Ocak’ta Gazeteciler Günü sessiz sedasız kutlanır.
Neden Gazeteciler Günü? Bunu geçen yıl şöyle anlatmıştım:
“1961 yılında gazetecilerin çalışma haklarında önemli iyileştirmeler getiren 212 sayılı Yasa yürürlüğe girer. Yasadaki hükümleri beğenmeyen 9 gazete patronu, yasayı protesto etmek için 3 gün boyunca gazeteleri yayımlamama kararı alırlar. Bu gelişme karşısında, gazeteciler 10 Ocak 1961 günü haklarına ve basın özgürlüğüne sahip çıkmak amacıyla Sendika binası önünde toplanarak Vilayet'e kadar bir yürüyüş yaparlar. Gazeteciler, patronların boykot kararı karşısında Sendika'nın öncülüğünde, BASIN adıyla kendi gazetelerini 11–12–13 Ocak 1961 tarihlerinde yayımlarlar. O tarihten sonra 10 Ocak, "Çalışan Gazeteciler Bayramı" olarak kutlanır.”
Ben de gerçek gazeteci ağabeylerimi ve dostlarımı kutluyorum.
Sahi! bugün geldiğimiz noktada, bazı gazeteci diye ortalıkta dolaşanlar bu günü kutlamayı hak ediyorlar mı?
Yorumu size bırakıyorum.

Çıldırtan konular ve "bahtımın rüzgarı"!...

Sevgili Dilek beni sobelemiş. Çıldırdığım detayları yazmam için. Hani daha yazıya başlamadan “neye çıldırmıyoruz” diye mi başlasam diye düşündüm bir an.
Bu sobe işini kimler çıkardı bilmiyorum. Bir önerim var; Öyle konular bulun ki biraz araştırma gerektirsin, biraz da bilgi versin. Hem yazan hem de okuyanlar için daha iyi olmaz mı? Benden söylemesi.
Gelelim çıldırdığım detaylara daha doğrusu çıldırtan konulara;
Genelleme yaparak sıralarsam:

- Trafikteki kuralsızlığa,
- Bir şeyi anlatırken karşınızdakinin ilgisizliğine,
-Televizyonlardaki sabah programlarına,
- Medyadaki magazin programlarının sululuğuna ve çokluğuna,
-Spordaki şiddete,
- Kadını ve erkeği küçümseyen anlayışlara,
-Her alanda başarıyı paylaşma konusundaki cimriliğimize,
-Düzensiz çalışma ortamına,
-Haksızlıklara,
-Bencil davranışlara...vs...vs....


Çıldırıyordum ama şimdilerde “boş vermişim gidiyorum bahtımın rüzgarına”.
Siz ne yapıyorsunuz acaba?

4 Ocak 2008

Hediye konusu ve düşündüklerim!...

Bizim evin salonu. Yeni yıl gelmeden hediyeler verilmiş, paketler yerlere saçılmış. Torunum Mete, olup bitenin bir oyun olduğunu sanıyor ve boş paketlere saldırıyor. Ben aile içindeki hediye kavramını sevgiye bağlıyorum ve seviyorum.
Hiç aklımda yoktu hediyeler konusunda yazı yazmak. Sevgili Asortik Krep’in bu konudaki yazısını okuyunca ve yönlendirdiği ADAM 'daki Pretty'nin yazısını görünce üzüldüm ve düşündüm. Hediye kavramı ne hale gelmiş.
Ben hediyeyi "hatırlanmak olarak" algılıyorum. Değeri hiç önemli değil. "Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var" deyimi önemli bence.
Bir çok ülkeyi cumhurbaşkanları ile birlikte gezdim. İslam ülkelerinin tamamında bizlere hediyeler verildi. Sanırım ülkemize gelenlere de biz hediyeler veriyoruz. Bu bir misafirperverlik göstergesi. Bir kültür.
Batı ülkelerinde böyle bir uygulama yok.
YÖNETİCİLER HEDİYE BEKLER OLDU
Ülkemizde son yıllarda özellikle yılbaşı yaklaştığında hediyeler havalarda uçuşuyor. Gelenekten çok mecburiyete döndü bu iş. Yöneticilerin çoğu oturmuş hediye bekler hale geldi, ya da getirildi.
İşyerlerinde yöneticilere verilen hediyelerin sevgiyle ilgisi yok tabii.
Bana da gazetelerde müdürlük yaptığım dönemlerde çokça hediye gelmişti.
Bu konuda en hassas kişi Nazlı Ilıcak’tı. Yanlış yazmadım Nazlı Ilıcak. Seversiniz sevmezsiniz ama benim yazacağım da bir gerçek.
Nazlı Hanım’la siyasi bakışımız örtüşmez ama birlikte çalıştığım çoğu patron ve yöneticide olmayan farklı yaklaşımları da vardır Nazlı Hanım’ın.
Nazlı Hanım her yılbaşı kendisine gelen hediyeleri evde paketlettirir, gazeteye getirir, her pakete bir numara verir, çalışanlar bir torbadan çektikleri numaraya isabet eden paketi alır giderdi.
Çalışanlardan kimin çocuğu olmuşsa evine gidip altın takmış, bir çoğuna gizli gizli hediyeler almıştı.
ROMA’NIN İLK KRALLIĞINDA DA VAR
Hediye bugünün bir sosyal olgusu değil.
Hediye verme geleneğinin Roma’nın ilk krallık dönemlerine kadar gittiği biliniyor.Krallığın yöneticilerine, bayram ve yılbaşı hediyesi niyetine mine çiçeği dalları gönderilir, bu dallardan, bitki çayı yapılırmış. Batı’da armağan vermenin dini motiften çıkıp geleneksel bir ‘âdet’ haline gelmesi 18. Yüzyıl'da yaygınlaşmış. Hediye ve armağan geleneği sadece Batı’ya özgü bir şey değil. Doğu dünyasında da şahlar, padişahlar ve sultanlar birbirlerine hediyeler göndermişler. Müzeler bu hediyeyelerle dolu.
GERİ GÖNDERİLEN HEDİYE
Bir başka arkadaşıma da hediye gelmişti. Arkadaşım basketbol hakemiydi. Birinci lige çıkan bir kumaş markasının takımının yöneticileri ona ve diğer hakemlere kumaş göndermişlerdi. Kumaşı aynen geri postalamıştı. Postaneye birlikte gitmiştik.
Hediyeden hediyeye fark var tabii. Neden gönderildiği çok önemli. Hediye ile rüşvet arasındaki ince çizgi gibi.
"Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır" deyimi tarihe mi gömüldü?
Ne dersiniz?

3 Ocak 2008

Özlemiştik kar beyazlığını. Hoşgeldin!...

Yeni yılın ilk karı yağıyor.
Sessiz sedasız.
Yeşilliklerin üzerini bir şal gibi örtüyor.
Hiç bu kadar kar görünce sevinmemiştim.
Bu kar acaba barajları dolduracak karların müjdecisi mi?
Yeni yılın ilk karı yağıyor sessiz sedasız.
Bize umutlar vererek.

1 Ocak 2008

2008 yılının yazıları “tatlıyla" başladı

Yeni bir yıla girdik. Umarım 2008 hepimiz için yüzümüzün güldüğü, sevgilerin uçuştuğu, mutluluk bulutlarının yakalandığı bir yıl olur.
Can torun Kurban Bayramı’nda el öpmeğe geldiğinde eşim, Pınar’a ve eşine süt tatlısı ikram etti. Pınar’ın eşi de yukarıdaki fotoğrafı çekti. Bana da tarifi, eşimden alıp sizinle paylaşmak düştü. Yeni yılın ilk yazısına “tatlı yiyelim tatlı konuşalım” diyerek başlıyorum.
Aslında ben bu tariflere farklı bir tarzla yaklaşıyordum ama bu kez düz bir tarifle karşınıza çıkıyorum.

İşte Rumeli işi süt tatlısı:
Malzemeler:
-Bir kilo süt.
-125 gram margarin.
-250 gram irmik.
-Bir bardak şeker.
-5 yumurta. Biri bütün dördünün sadece sarısı.
-bir paket kabartma tozu veya bir kahve kaşığı karbonat.

Ayrıca şurubu için;
-Bir kilo şeker.
-Beş bardak su.
-Yarım limonun suyu.

Yapılışı:
Süt yağ şeker kaynatılır. Kaynamaya başlayınca azar azar irmik dökülüp pişirilir. Pişen malzeme bir tepsiye dökülüp soğutulur. İçine yumurtalar ve kabartma tozu karıştırılıp yoğrulur.
Sıvı yağ ile yağlanmış el içinde, yassı yumurta biçiminde şekiller verilir. Katı yağla yağlanmış tepsiye dizilir.
175-180 derecede pembeleşinceye kadar pişirilir.
Sıcakken sıcak şurup dökülerek tekrar fırına konup şerbeti içirilir.
Şerbetin yapılışı:
Bir kilo şekerle beş bardak su biraz koyulaşıncaya kadar kaynatılır. Yarım limonun suyu içine katılıp ateşte bekletilir.
Yapacak olan dostlarıma şimdiden afiyet olsun.