30 Nisan 2007

Gözleriniz açıldı mı ?...

Çarşafları da gözleri de kara...Yakındalar ama gören yok...
Seçtiğin dört taneden hangisi ile cennete gideceksin....?
Seçtin mi?
Yaşarken cehenneme çevirdikleri ülkemde hayat hakkın var mı?
Düşündün mü?
Ölürsen hangisi ile cennete gideceksin..?
Onu da bilmiyorsun ki!
Şeyhe sordun mu?

29 Nisan 2007

Gözleriniz ne zaman yaşarır?

İki miting izlediniz... Ben de izledim... Sizi bilmem ama zaman zaman gözlerim yaşardı... Zaman zaman hayretten ağzım açık kaldı...
Koca koca ünlü gazerteciler-ünlerini nereden nasıl aldılar bilemiyorum- meslek ilkelerinin anasını ağlattıklarını seyrettim..
Bu tarafsız olma kuralı idi. Dikkat çeken isim Tucay Özkan oldu.
Kanaltürk de öncülük ettiğini söylemeliyiz. Dipten gelen belirgin bir duyguyu ilk algılayan da oydu... Gene de yaptığı meslek açısından doğru değildi... Militan gazeteci olarak mitingi takip etmedi, yönetti... Bu idam edileceğini bile bile sehpaya çıkmağa benziyor... Cesurca ama tarafsız değil! Söylediklerini yanlış mı buluyorum? Hayır.. Ama yaptığını yanlış buluyorum.... Meslekteki tarafsızlığı bir tarafa ittiği için...
Öte yandan daha vahim terslikler de yok değil... Koca koca sıfatlı yazarlar... Rüstem Batum... Askere ve orduya faşist diyebiliyor.. Nerede ve ne zaman ..... Çağlayan mitingini değerlendirirken... MİLİTAN AYDIN MI? Militan demokrat mı?
Bunlar düşündürücü!.. Asker ne karışıyor diyen, kimin neyi ne kadar karıştırdığı konusunda doğruları bilmeyenler değil mi? Sevindirici olan görülmemiş kalabalıkların, görülmemiş sadelikte yaptıkları uyarıdır.... Askeri değil, SİVİL MUHTIRA dır...
AKP'deki Siyaset, kadınları görmeli... Onların başlarını kapatmağa çalıştıkları, seslerini kısmağa çalıştıkları kadınlar onlara yeni bir yol açtı.. Bunun farkına varabilecekler mi? Çağlayan’da iki şey birlikte söylendi.... İrticaya da darbeye de HAYIR...
Başımızın sıkıştığı anlarda askeri çağırma kolaycılığından artık kaçınmalıyız. Onların kanla, canla ödenen daha ağır görevleri var... Ulusun güvenliğini korumak... Bu güvenlik kavramı siyasetin söylediği kadar dar değil! Rejimin güvenliği de bunun içindedir. Ama sivil örgütler bunu kendi görev alanı içinde görmelidir. Çocuklarının geleceği olarak... Onlara bırakacakları yarınların selameti olarak... Demokratik tepkiler sancıları dindiremiyorsa operasyonu yapacaklar da bellidir... Son çare de olsa temenni edilen bir yol olmamalıdır! Her zaman demokrasinin ameliyatı masada kalma riskini de yanında taşır....
Darbeye karşı olmak, ordusunu sevmemek anlamı mı taşır? Hayır, tam aksine kendi ordusuna sahip çıkmaktır..... Ordusunu sevmek onu yıpratacak bir göreve itmemektir... Başımıza gelecekleri bilerek başımıza geçecekleri seçer duruma gelmeliyiz...
Adres artık taksi çağırır gibi asker çağırıp ulaşılacak bir adres olmaktan çıkmıştır....... Dik bir yokuş olmuştur.... Terlesek de bacaklarımıza güvenip tırmanacağız... Ve sokakların albayraklı kalabalığı, Türk kadınlarının heyecanı doğru adresi söylemektedir.
İlkeler içinde birlik olmak günüdür... Başı kapalısı da mini eteklisi de Çağlayan'da yan yana durdular... Laik demokratik hukuk devleti ve Cumhuriyete sahip çıkmak için... Siz görebildiniz mi?
Kaç kişiyiz sayar mısın dendi... Siz sayabildiniz mi? Tek kişi de olsalar bana umut verdiler...
Umudumun gölgelerden kurtulduğu anlar da gözlerimin yaşardığı anlar da o anlar oldu!

28 Nisan 2007

Zor dostum zooorrr!...

Bir an önce tekneye binme telaşımız vardı... Yelken hocamız bizden tek sıra halinde oturmamızı istedi... Tatlı bir rüzgar vardı.. Biliyorum ki benim kadar arkadaşlarım da şu rüzgarı kaçırmasak diye içten içe mızmızlanıyordu..
“Teorik çalışmaları bitirdik... Hepiniz yelken kullanabilirsiniz... Ama yelkenci olamazsınız!
Bu sporun olmaz ,olmaz tek kuralı vardır... Centilmenlik... Gerçekten ve centilmenlikten ayrılmayacağınıza yemin ediyor musunuz?” Evet... Evet... Evet...
Yelken alanı açık deniz... Çok geniş bir alan... Sizi göremeyecekleri anlarda kural ihlali yaparsanız yarış sonu protesto edilirsiniz... En önde gelmeniz çoğu kere bir şey ifade etmez... Yarıştan elenirsiniz... Hakem heyeti tek soru sorar... Centilmen anlattıklarınız doğru mu? Evet doğru deyip yalan söylemeyeceksiniz...
.........................
Türkiye Büyük Millet Meclisinde “Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir” yazısı var... Yazı var olmasına var da içine girdiğimiz ortamda Millet ne kadar egemen? Meclisin ne kadarında var? Parlamentoda millet ne kadar temsil edilebiliyor? Millet iradesinin nerede ise yarısının meclise yansımadığı bir seçim sistemini “bu bana da yarar” mantığı ile gelen de giden de kabul etmedi mi? Manzarayı alt alta sıralarsanız karanlığın yüzü, geleceğin sıkıntısı, kişilerin kural tanımaz tavrı, ben yaptım oldu zorbalığı daha iyi anlaşılacaktır...
Parlamenter sistemde temel dayanak parlamenterler değil mi? En basitinden seçmenden A partisi forması giyerken, aldıkları tapuyu B partisine geçince de kullanmaları hangi egemenliğin kaydı olabiliriz? Sık sık fikir ve de parti değiştirenlerin sabit fikri ne olabilir ki?
Adil olmayan, demokrasinin özünü zedeleyen Seçim Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu yaparsınız.. Barajlar koyarsınız. Uygularsınız.... Seçersiniz... Bu kanunlara uygun ama adil olmayan bir uygulama olur... Demokrasinin özünü çürütürsünüz...

*Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçim süreci için belli tavırlar sergiliyor... Biz de siz de seyretmiyor muyuz? Başbakanın iki dudağı egemenliği kayıtsız şartsız çiğnemedi mi?
Meclis gücünü milletten aldı denilince ne anlayacaksınız?
Milletin % 50 si barajlara takılıp atılmış... Iskarta... Çöpe gidiyor... Geri kalan % 50’ nin sadece % 33 ü ile temsil edilen parti bu oy oranı ile Meclise giriyor... Aldığı sandalye tüm meclisin % 64.ü oluyor... Bu matematik adil değil ki? Hangi parti iktidar olursa olsun bunun yarattığı bir rahatsızlık olacaktı... Vardır da..

* Bir ülkede Başbakan, Cumhurbaşkanlığına kimin seçileceğini tartışmaya dahi açmıyor... Böyle bir hakkı kendinde buluyor... Neye dayanarak.. Mecliste % 64 çoğunluğa... Süreci son iki güne sıkıştırıyor... Her kesime sorduğunu ilan ediyor.. Kumkapılı balıkçı Haydar’a kadar geliyor... Çünkü Haydar daha önce bu konu hakkında fikrini ana muhalefet partisi gibi açıklamamış, yaptığın yanlış dememiş ve sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı kızdırmamıştır... Demokratik tavrı içinde “onunla konuşmam” Balıkçı Haydar’a sorarım olur biter diyebiliyor.. Allah’tan Balıkçı Haydar sağ duyusunu, kalkan balıklarının sırasına koyup satışa arz etmemiş! “Olmaz” diyor... “Sen Cumhurbaşkanı olma!” Masal bu ya olmuyor!

*“Sizlere uzun araştırmalardan sonra canım kardeşim dava arkadaşım partiyi birlikte kurduğumuz adayımı açıklıyorum.... Abdullah GÜL”
Gel de Gül me!...
Tablo öylesine demokratik ki... Gel de inan ma! Gel de zokayı yeme.! Kan ma!
Allahtan karar anında Meclisi sloganlar kaplayınca ayılıyorsunuz... Görülmemiş bir tempo var... “Türkiye seninle gurur duyuyor.” Bir an Fenerbahçe kupayı mı kazandı dedim.. Öyle ya... Sarı lacivertli Başbakana ancak böyle bir tezahürat yapılabilirdi!

*Son saniyelere dayalı bu karmaşık - asla şık değil - aday dayatmasının hemen ardından gizli mimar, gizli duyguları açıklama cesareti de göstermedi mi? Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunu duvarda unutmuş olanların duyguları dile gelmedi mi?
Meclis Başkanımız Arınç “dindar bir Cumhurbaşkanı” istediğini açıklamıştı. Sonra ben yapmadım, ben seçmedim derken dayanamayıp nasıl yaptığını açıklamadı mı?.

“Pehlivan çırağını yetiştirmiş... Çık güreş deyince çırak hocasına meydan okumuş... Mindere çıkmışlar... .Çırak KÜT diye yere serilmiş... Hoca “sana otuzdokuz oyun öğrettim. .Ama kırkıncıyı kendime sakladım... Bak küt diye sırtın yere geldi... Bu da sana son oyunum olsun!”demiş...
...................
Kolay kolay KÜT diye milletin sırtını yere getiremeyeceksiniz!.. Oyun bitecek.
Belli bir görüşün nereye yelken açtığını bütün çıraklar görüyor... Son oyunu da sergilediniz.
Yelken olsa sonucu biliyorum... Hakem “Centilmen bu yarışın özü dürüstlüğe dayanıyor... Yarış dışı kaldınız der.... Ülkemde oyun içinde oyunun adı siyaset olunca... Sadece iç çekiyorum... Yarınlara bakıp... Söylenecek söz kısa oluyor..... Zor dostum zoorrr...

25 Nisan 2007

Çocuklarımız, sorumluluk ve bir anı

İnsanlar belirli bir yaşı geçince hep ne derler” bizim zamanımızda bu işler böyle böyleydi”. Bu düşüncenin içinde kuşaklar arası anlayış farkının çok önemli olduğu bir gerçek. Davranış biçimleri de yıllar eskidikçe her şey gibi değişiyor.
Dikkat edin, sağlık konusunda, beslenme konusunda eski alışkanlıkların, temel kuralların yeni teknolojiyle değiştiğini görüyoruz.
Hepimiz çocuk yetiştirdik, ya da yetiştiriyoruz veya yetiştirmek üzereyiz.
Acaba çocuk yetiştirirken temel kurallar da değişiyor mu? Bu konuda uzman değilim, uzmanların da her konuda aynı düşündüklerini sanmıyorum.
Ben sadece sizlerle, bizim ikizleri yetiştirirken nasıl davrandığımızı bir örnekle anlatacağım ve bugüne gelip yorumu sizlere bırakacağım.
Biliyorsunuz biz ikiz erkek çocuk büyüttük. İlkokulu birlikte okudular, birlikte olmalarının bir çok sakıncalarını gördük önce.
Örneğin, öğretmenin tahtaya yazarak verdiği ev ödevini ikisi de defterine yazmıyor, yazma işini birbirlerine bırakıyorlar, sonra da arkadaşlarından ödevin ne olduğunu öğreniyorlardı. Yani ikisi de sorumluluğu bir diğerine bırakıyordu.
Orta öğretimde okulları ayrıldı, iyi de oldu. İkisinin de sorumluluk duygusu gelişti, kendi ayaklarının üzerine basmayı öğrendiler.
Sorumluluk konusunda bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum:
Yaz aylarını Kumburgaz’da geçirdik. Çocuklar orada büyüdü. Hem motorlu bir teknemiz vardı, hem de küçük bir sandalımız.

İkizler küçük yaşta sandalla başladıkları kürek çekmeyi üniversite yıllarına kadar bir kulüpte devam ettirdiler.

Çocuklar, küçük yaşlardan itibaren kürek çekmeyi öğrendiler, denizle mücadele etmesini de. 10 yaşları civarındayken sandalı alıp bir kilometre uzaklıktaki bir buruna kürekle gitmeye başladılar. Burun, kayalık olduğu için oradan midye çıkarıyorlardı. Bu da onlar için önemli bir olaydı. Yine sakin bir hafta sonunda, bizimkiler bir arkadaşlarını da yanlarına alıp kürek çeke çeke buruna gittiler. O sakin deniz, bir anda patlayan lodosla kabusa döndü. Rüzgarla birlikte dalgalar da büyüdü, balıktaki tekneler kıyıya kaçtı, sandalların çoğu karaya çekildi. İkizlerle birlikte giden arkadaşlarının babası telaşla beni buldu, oğlunu merak ediyordu. Çocuklar ne olmuştu acaba? “Motorlu tekneyle gidip bakalım” dedi. Telaşlanmamasını söyledim, “çok çoğu kürekle gelemezlerse sandalı karaya çekerler. Korkma ben ikizlere güveniyorum” dedim. Dedim ama benim de içime kurt düştü. Başka bir fikir geldi aklıma. “Gel” dedim “gidelim”. Motorlu tekneye atladık, balığa gider gibi denize dik olarak açılmağa başladık. Açıldıktan sonra bir müddet kıyıya paralel gittik. Tam çocukların gittiği burun hizasına gelince sahile doğru dümen kırdık. Deniz ciddi şekilde kabarmıştı ama Karadeniz dalgalarına alışık olduğum için bana vız geliyordu. Arkadaşın rengi kireç gibi olmuştu. Hem oğlunu merak ediyordu, hem de dalgalarla boğuşmamız onu korkutmuştu. Sahile yaklaşınca sandalı gördük. Karaya çekmemişler, tam tersine dalgalarla boğuşa boğuşa kürek çektiklerini gördük. Sakin denizde kürek çekmek kolaydır ama dalgalı denizde kürek çekmek her babayiğidin harcı değildir. Siteye 400 metre mesafe kalmıştı. Dalgalara karşı sandal batıp çıktıkça naralar atıyorlardı. Keyiflerine diyecek yoktu. Hizalarına gelince yavaşladım tekneyi “yardım edelim mi?” diye seslendim. Bizi balıktan geliyoruz sanmışlardı. “Yok” dediler. “Biz geliriz”. Motoru hızlandırdım, onlardan önce siteye ulaştık . Tüm site halkı sahilde toplanmış, bizi merak etmişti. 15 dakika sonra da onlar geldi. Biz de hem tekneyi, hem de sandalı karaya çektik.

Çocuklar servisten inmişler. Anneleri ellerinden tutuyor. Çantalar hemen annelere teslim edilmiş. Neşe içinde evlerine gidiyorlar.

İKİ ANNE İKİ ÇOCUK

Geçen akşam bizim evin camından dışarıyı seyrediyordum. Penceremiz sitenin otoparkına bakıyor. Hemen otoparkın girişinde iki bayan dikkatimi çekti. Saa16.00 sıralarında görüyordum onları. Merak edip bekledim. Bir okul servisi geldi. İki çocuk indi servisten. Annelerini öptüler, iki anne hemen çocuklarının çantalarını alıp, üç adım ötedeki evlerinin yolunu tuttular. Çocuklarının yorulmasını istemiyorlardı. Haklı olabilirlerdi, çocuklarımız çok kıymetliydi. Doğru ama bu çocuklar hayatları boyunca hep ailelerinin desteği ile mi yaşayacaklardı? Bu konuda yorum yapmıyorum. Şimdi size soruyorum? "Bizim bakış açımız mı doğruydu, yoksa çocuklarının çantalarını taşıyan annelerin bakış açısı mı? Ne dersiniz?". Madem ki bu günlükler yorumlara açık ve günlüklerin önemli bir parçası. O zaman yorumlarınızın bu konuya ışık tutması açısından önemli olduğuna inanıyorum.
Hadi bakalım! Anneler. Babalar. Anne adayları. Baba adayları. Yorumlarınızı bekliyorum.

24 Nisan 2007

Soyluların ağacı: Erguvanlar

Başladı uçsuz bucaksız bir yolculuk:
Her erguvana seni fısıldıyorum
Gelip geçmişsin ama gözlerin kalmış
Onlar da bunu fısıldıyor ilk...
Adil İzci'nin Erguvan şiirinden bir dörtlük
Bahar geldiğinde Boğaz yolundan geçerken pembeler içinde bir ağaç kümesi karşılar sizi. Yaprakları yoktur, ağaç gövdesinden, dallardan çiçekler fışkırmıştır. Yıllarca iş güç derken baktık geçtik görmedik bu güzellikleri. Pek ilgilenmedik nedir bunlar diye.
Emekli olunca çevremdeki bitkilere, ağaçlara dikkat etmeğe başladım. Gördüm ki meğer bizim sitede de bol miktarda varmış. Ben de oturduğum binanın iki yanına birer tane diktim bu ağaçlardan.
Bu yıl ikisi de çiçek açtı. Cıvıl cıvıllar. Anladınız hangi ağaçtan bahsettiğimi. Erguvanlardan. Bu yıl biraz lalelerin gölgesinde kaldılar; ama olsun yine de çok güzeller.
Erguvanlar aslında Akdeniz kökenli bir ağaç türü. Çok sert olduğu için mobilyacılıkta tercih edilen bir ağaç. Akdeniz kökenli ama İstanbul’la anılıyor. Bunun da nedeni Bizans İmparatorluğu'nda erguvan renginin, Bizans İmparatorlarının simgesi sayılması. Bizans'ta imparator ve soylular kendilerini "Erguvan kanlı" olarak kabul ediyorlardı.

Halkın bu rengi kullanması yasaktı. İmparatorların erkek çocukları doğduklarında saraylardaki erguvan renkli odalara alınıyorlardı. Önemli günlerde erguvan renkli özel tören kıyafetleri giyiliyordu. Mitoloji konulu bütün kitaplar da erguvandan bahsediyor.
Bir inanışa göre İsa'nın havarilerinden Yahuda, İsa'yı ele vererek ölümüne sebep olduktan sonra duyduğu pişmanlık sebebiyle kendisini bu ağaca asar. Beyaz çiçek açan erguvan ağacı da duyduğu utançtan kızararak bu rengi alır.
Erguvan, yüzyıllar boyu Bursa şehrinin de simgesi olmuş. Osmanlı Sultanı Yıldırım Beyazıt'ın damadı Anadolu erenlerinden Emir Sultan, her yıl erguvanların açma mevsiminde Bursa'da müritleriyle buluşurmuş. Bu buluşma nedeniyle 14. yüzyıldan itibaren erguvan şenlikleri düzenlenmiş. Şenliklerin şehrin ekonomisine olumlu etkileri görülünce 19. yüzyıla kadar gelenek olarak sürdürülmüş. Erguvan , baklagiller familyasından 10 m'ye kadar boylanabilen, tek gövdeli yaprak döken çalı görünümünde bir ağaç. Yapraklar karşılıklı, basit, dairemsi 7-12 cm kadar. Dip kısmı kalp şeklinde, ucu yuvarlak, kenarlar tam. Gençken kırmızımsı-mor daha sonra mavi-yeşile dönüyor. Yüzeyi dalgalı düşmeden önce sarı. Çiçekler 1,5-2 cm uzunluğunda kırmızı-mor 3-6 tanesi bir arada bulunuyor. Meyvesi fasulye biçiminde 7-10 cm uzunluğunda.
Anavatanı güney Avrupa ve Batı Asya. Türkiye'de Ege ve Marmara bölgesinde yaygın. Tohum ve çelikle üretiliyor. Tohumlar 2-3 dakika sıcak su ve 24 saat ılık suda bırakıldıktan sonra ilkbaharda ekiliyor. Çelikle üretim temmuz-ağustos aylarında alınan yarı odunsu çeliklerle yapılıyor.
Yazın sap kısmından girintili yuvarlak yaprakları olur. Sonbaharda ise fasulye benzeri tohumlar bırakır. Erguvan çiçeği havaların güzel gitmesi durumunda bazı sonbaharlarda da açar.
Kaynak: wikipedia sitesi, Milta Com

22 Nisan 2007

23 Nisan senin ilk bayramın Mete !...

Fotoğraf NTV internet Sitesi'nden alınmıştır.
Sevgili Mete. 23 nisan 2007. Yani Çocuk Bayramı. Senin ilk bayramın. Peki neden 23 Nisanlar çocuk bayramı biliyor musun Mete?
Büyüdüğünde öğreneceksin, bu ülkeyi düşmandan ve Batı işgalinden kurtaran bir liderimizin varlığını, isminin de Atatürk olduğunu.
İşte Mete, o büyük insan 23 Nisan 1920’de Türk milletinin iradesini temsil eden Birinci Millet Meclisi’ni açmış ve Türk halkının egemenliğini ilan etmişti. Hem de ne zor şartlarda. Ve bu tarih, bayram olarak kabul ediliyor Mete.
Sevgili Mete. kucağında oturduğun nine, senin babanın anneannesi. O seni gördüğü, kucağına alabildiği, sevebildiği, senin maskaralıklarına gülebildiği, koklayabildiği için o kadar mutlu ki.
Atatürk bu bayramı, milletin geleceği olarak gördüğü çocuklara armağan ediyor ve şöyle diyor:
Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk arıltısısınız!
Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerdençok şeyler bekliyoruz."
Mete şunu hiç unutma. Babanın dedesi, babanın anneannesi Atatürk’ün öğretmenleriydi. Onlar çocuklarını Atatürk sevgisiyle,onun ilkeleriyle büyüttüler. Bu çocuklar, Cumhuriyet Bayrağını şerefle, gururla taşıdılar.
Sevgili Mete. Hani bize geldiğinde pencere kenarında yaşlı bir ninenin kucağında oturuyorsun. Onun, pencerenin mermer kenarlığına eliyle vurup tempo tutarak söylediği şarkılara bayılıyorsun. Bazen dönüp ninenin yüzündeki "o" kırışıklıkları inceliyorsun. İşte Mete, o kırışıkların her birinde tarihin, Cumhuriyetin zorluklarının çizgileri yatıyor. Ne mutlu sana ki o kırışıklarla dolu yüzü öpebiliyorsun bugün.
Sevgili Mete. Cumhuriyet bayrağını teslim almak için gün sayıyorsun. Bugün senin ilk bayramın. Daha nice bayramlar göreceksin.
İlk bayramın kutlu olsun. Senin gibi ilk bayramlarını kutlayan tüm çocuklarımızın da bayramları kutlu olsun.
Sana emanet edeceğimiz Cumhuriyet Bayrağı’nı şerefle, gururla taşıyacağına, bu bayrağı senden sonraki nesillere devredeceğine inanıyoruz, güveniyoruz, gurur duyuyoruz.
Tombul yanaklarından öpüyoruz seni. Tabii tüm çocukları da.
Deden ve ailesi

Kim dinler seni !...

(20 Nisan-Milliyet- Dallas AA)
Dallas ta mahkeme anırdığı için petrolcü Jonh Cantelli’nin eşeğini dinleme gereği gördü...
Eşek dinlendi... Jüri eşeği sevimli buldu... Komşulara “kusur sizde anlaşın” dedi...
..................
Bizde bir kişi kimseyi dinlemeden 72 milyonun başını Cumhurbaşkanını seçiyor !
Ankara’da yürüyen milyonları görmüyor duymuyor... Dinlemiyor.!
Müthiş bir ilerleme yok mu? Bugün eşek yerine de konmuyoruz!

20 Nisan 2007

Hepimiz kör müyüz!?

Karanlık bir değil ki!.. Neyin ne olduğunu görememek, ne olduğunu öğrenememek, karanlığın bizi saracağını bildiğimiz halde ışığı yakalayamamak!..
Bunların tümü birlikte olursa bugünü anlatmağa yeter mi? Başımıza gelenlere bakın... Başımıza geleceği de, kimin baş olacağını da kestiremeden karanlığın içinde değil miyiz? 70 milyonu aylardır, haftalardır oldu olacak diye oyalamayı yüksek siyaset zannedenlerle çelik çomak oynamak kaderimiz mi?.. Kimin çomağı nereye soktuğu belli mi?
Her alanda karartma yok mu? Karanlık büyümüyor mu? Acaba korkusu ile adım adım acıya, utanca ve umutsuzluğa sürüklenmiyor muyuz?... Hem de hak etmediğimiz ölçüde...
......................
Malatya’daki vahşet neyi işaret ediyor?.. Elden giden din mi? İnsanlığımız mı? Hoş görümüz mü? Karanlığa gömülmüş olanların biri de bu... Kim oynuyor? Oynanan çelik çomak mı?
10 bin kişinin Hıristiyanlığa geçtiği söyleniyor... Misyonerlerin merkez kadrosu 50 kişi. İçişleri Bakanlığı verilerine göre 1999’dan bu yana din değiştirenler 344 kişi...
Siyasiler yıllardır konuyu tehlikeli buluyor!.. MHP lideri Bahçeli, BBP lideri Yazıcıoğlu ve SP lideri Kutan misyonerleri tehdit olarak gösterdi.
DSP lideri Bülent Ecevit 2001'de konuyu MGK'ya taşıdı. Rahşan Ecevit'in "AB sürecinde din elden gidiyor" açıklaması yaptı. Hıristiyanlığı yaymaya çalışanlar Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nde de tehdit unsuru olarak yer aldı
Sonra: Yeni Ceza Kanunu’nda ise Hıristiyanlığı yaymanın suç olmadığı yazılı.

Geçen yılın şubat ayında Trabzon’da Katolik Papaz Andrea Santoro’yu öldüren lise öğrencisi, Hrant Dink’i vuran da lise öğrencisi... Yaşları nerede ise aynı... Malatya’da üç insanı, dini inancı yaymaya çalıştıkları için vahşice öldüren katiller de ötekiler gibi 20 yaşın altındaki gençler... Oyunun adı ne dersiniz?.KARANLIKTA ÇELİK ÇOMAK!
Olamayacağımız halde söylediğimiz yalanlar bizi kurtarıyor mu? Hepimiz Santoro’yuz, hepimiz Hrant’ız , Ermeniyiz veya hepimiz hıristiyanız demek neyi kurtarıyor! Neyi önlüyor?
Ülkemi cemaat yurtları sararken, yapılanlar ve niyetler açık değilken kimi tanıyacağız kimi öğreneceğiz kimi görebileceğiz? Belli mi?
.........................
Medya demokratik tavrın ışık tutan kalabalıklarını gerektiği gibi yansıtıyor mu?... Medyadan beklenen tarafsızlık bir tarafa mı atılıyor dersiniz?..
Son mitingden, 14 Nisan’dan sonraki görüntü Medyanın sınıfta kaldığı bir imtihan olmadı mı? Bir karanlığın daha serin gölgesini yaşamadık mı?
...............
Gene de yalanları gerçekmiş gibi dinleye dinleye gidiyoruz!
23 Nisan Egemenlik ve Spor Bayramında geçen yıl Bülent Arınç, 21 yaşındaki İmam Hatipliyi genç bir çocuk olarak! koltuğa oturtmuştu... Kendisi Meclis Başkanı olarak ne denli tarafsız olduğunu da ispatlamamış mıydı? Aynı Başkan 14 Nisan öncesi Mitinge gidenlere göz dağı vermedi mi? “Mitingi düzenleyenler darbeci.. Daha demokratik düşünün ve katılmayın” demeğe de getirmişti.. Ne oldu... Katılım 1 milyon veya 500 bin... Ama görülmedik kadar çok....
Bu yıl aynı zihniyet yabancı çocukların gösteri yapacağı Ankara Atatürk Spor salonunu Endülüs spor kulübüne kiraladı... Niçin... En güzel kuran okuma yarışması için...
Ankara da başka salon kalmamış gibi... Son anda gazeteler durumu açıklayınca karanlık ortaya çıktı... İnkar gene sahneye çıkmadı mı? İnkar edildi. Haberleri yoktu!
Haberleri öyle şeyler de yok ki.. Rejim tehlikede olsa yabancı para gelir mi? Bu yalan da cevap buldu!.. Yüksek faiz ve gelir varsa üstelik İMF de kefil ise bal gibi gelir... Sen bedavadan para kazandır yeter ki?
...............
Çelik Çomak oynamayı sevmeyen Fransızlar da Cumhurbaşkanı seçiyor. Adaylar 1 yıl önceden belli olmuş... Fransız halkı adayları tanıma ve karar verme haklarını kullanıyorlar. Halkın, kamu oyunun tercihleri sık sık yansıyor...
Adaylar ve bilgiler son saniyeye kadar saklanmıyor ki... Biz de tek kişi, kimseye bakmadan ne olacağını 70 milyondan saklayabiliyor... Bunun adı taktik... Uygulaması demokrasi öyle mi? Durumdan sıkılanlar için de çelik çomak hazır... Oynasınlar diyebiliyor..
Her şeyin başı Laik Anayasadır... Ve de Anayasa’ya göre İslamcılık, dincilik, şeriatçılık, tarikatçılık yasa dışıdır, gayri meşrudur.
Ve karanlıkta oynanan çelik çomak da zannedilenden daha tehlikelidir.....

18 Nisan 2007

Osmanlıdan bugüne gelen lâle sevgisi ve sorular

YAPRAKLARI UZUN VE MIZRAKSI: Lâle zambakgiller familyasından, yaprakları uzun ve mızraksı, çiçekleri kadeh biçiminde, türlü renkte, alacalı bir süs bitkisi. Çiçeklerin parlak renkli, hemen hemen bir birine eşit olan altı taç yaprağı var.
Hürriyet İnternet sayfasındaki bir haberin başlığı şöyle: “Yakıştı mı İstanbul'a bu lâleler Başkan?... Ve haber devam ediyor: “İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2005’te İstanbul’a 600 bin lâle dikti... 2006'da bu sayı 3.5 milyona çıkarıldı... Bu yıl ise kentin özellikle merkezi yerlerine tam 82 türde 8 milyon 296 bin lâle dikildi... Bu lâlelerin 1.2 milyonu erken açtı!.. Açacak daha 7 milyon lâle var... Bu lâlelerin alımı ve dikimi için harcanan para ise 2 milyon 136 bin 144 YTL olarak açıklandı... Sadece lâle değil, 2.7 milyon sümbül, nergis ve muskari de kentin değişik bölgelerine dikildi. Bu da toplam 11 milyon soğanlı bitki anlamına geliyor... Şimdi İstanbul'da herkes bu lâleleri konuşuyor... En çok sorulan soru ise şu: "İstanbul'da rögar kapağı olmadığı için kanalizasyonda çocuklar ölüyor. Bunca sorun varken belediye trilyonlarca lira harcayıp lâle dikiyor. Belediye Meclisi'nden bu kararlar nasıl geçiyor?"

Evet. Buna benzer bir soruyu da Sevgili Enne sormuştu. Bunca sorun varken lâlelere harcanan para doğru mu? diye. Merak ettim bu lâle sevgisi nereden geliyor İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni yönetenlerde?

İşte bazı bilgiler:

Ana vatanı Orta Asya. Böyle sanılıyor. Anadolu'da lâle ile ilgili ilk bilgiler Türkler ile başlamış. Lâle çiçeği on ikinci yüzyıldan itibaren Anadolu'da süsleme motifi olarak kullanılmış. Anadolu'da lâleyi şiirlerinde kullanan ilk düşünür ise Mevlana Celaleddin Rumi. Lâlenin Türkiye'den Avrupa'ya ne zaman götürüldüğü kesin olarak bilinmiyor. Lâle, Osmanlı imparatorluğu döneminde bilhassa on altıncı ve on sekizinci yüzyıllarda büyük önem kazanmış. Lale Kefe'den (Kırım'ın güneyinde bir bölge), sümbül ise Maraş ve Halep civarından İstanbul'daki saraylara getirtiliyor.
ATALARI ORTA ASYA'DA: Lâlenin anavatanın Orta Asya olduğu yaygın bir görüş. Beşir Ayvazoğlu, lâlenin Türkistan’ın bozkırlarında yabani bir çiçek olarak uç verip, Bulgar Türkleriyle İdil boyuna, Timuroğulları ile Hint’e, Selçuklularla İran’a ve Anadolu’ya geldiğini savunuyor. Lâleye yabani olarak Akdeniz’in kuzey kıyıları ve Japonya’da da rastlanıyor.

İstanbul lalesi çeşitlerinin biçimleri, bugün Avrupa lalesi olarak bilinen lale çeşitlerinden çok farklı. İstanbul lalesinin çiçeği badem şeklinde, periant parçaları (berkleri) ise hançer şeklinde ve uçları tığ gibi ince ve sivri. On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda elde edilen lale çeşitlerinin isimleri, özellikleri ve yetiştiricileri hakkında bilgi veren elyazması risalelere göre, İstanbul'da elde edilen lale çeşitlerinin miktarı toplam olarak 2000 civarında.

ÇÖKÜŞ DÖNEMİNDE YAYILIYOR: Lâle motifi, tarihi kaynaklardaki örneklerden de anlaşılacağı üzere ilk olarak Orta Asya’da ortaya çıkmış. Sanat tarihçilerinin büyük bir kısmı Orta Asya sanatında veya 16. yüzyıla gelinceye kadar Türk sanatı süslemelerinde lâleden bahsetmezler.

Osmanlılarda lale sevgisinin devletin çöküş döneminde ortaya çıkması ilginçtir. Avrupa’daki topraklarını kaybetmeye başlayan Osmanlı Devleti Pasarofça anlaşmasıyla girdiği barış dönemini, Lâle Devri adıyla yaşamış. Bu dönemde yeni yapılan bahçelerin, saraylarin, kasırların lâlelerle donatılması, halkı bunaldıkları savaş ortamından uzaklaştırmak için yapılmış olabilir mi?

LÂLE MOTİFLERİ HER YERDE:İran Selçuklularının ve Büyük Selçukluların sanat eserlerinde, 12. Yüzyıldan itibaren, lâle motiflerine rastlanıyor.Anadolu Selçuklu devletinin başkenti Konya’daki eserlerde de lâle motiflerine rastlanır. Lâle ve lâle kültürünün Anadolu’ya Türklerle birlikte geldiği kesindir.
Osmanlı’daki lâle sevgisinin altında çiçek sevgisinden çok göz boyama mı yatıyordu? Bugün gördüğümüz lâle bolluğu bu düşüncenin devamı mı? Bilemiyorum. Yorumu size bırakıyorum. Emirgan korusu’ndaki lâlelerden bazılarının isimleri ise şöyle:
Devşirme, Cennet çocukları, Saltanat Kılıcı, Vezir Işığı, Mercan Duası, Allı yemeni, Cem’in tılsımlı kadehi, Gece Çırası, Gelin, Bedehşan Yakutu, Ayrılık Güzeli, Mecnun, Melek Yüzlü, Çığ Damlası, Cennet Işığı, Hokka, Mahşer Güneşi, Kanarya Sükütü ve Kirpik Oku.
ALLAH KELİMESİ İLE BENZERLİK: Lâlenin Osmanlılar tarafından bu kadar kabul görmesinin sebeplerinden biri de Arap harfleri ile lale yazıldığında, Allah kelimesindeki bütün harfleri kapsaması olduğu söyleniyor. Harflerin karşılığı sayılar hesabına dayanan “ebced” usulüne göre de “Allah” kelimesi ile “ lâle” kelimesinin aynı rakamı karşılaması ilginçtir.
14. yüzyılın ortalarında Avrupa’ya giden lâle, özellikle Hollanda ve Almanya’da aranan bir çicek haline gelmişti. Lâle merakı bir ara kelimenin tam manasıyla çılgınlıktı.Charles Mackay’ın “Tuliptomania” adındaki makalesi bu konu hakkında çarpıcı bilgiler sunuyor.
Bu dönemde bir lale soğanına bütün servetini yatıranlar var. Avrupa’ya özellikle de Hollanda’ya giden lâle soğanları melezleme yoluyla, yeni türler elde edilerek Osmanlı İmparatorluğu'na rakip bir duruma gelmiş, hatta Osmanlı İmparatorluğundaki lâleciliği geçmiş. Artık lâle Osmanlı Devletine Hollanda’dan getirilmeye başlanmış.
FERMANLA ISMARLANMIŞ: 2. Selim Devrinden itibaren imparatorluğun çeşitli bölgelerinden lâle ve sümbül soğanları ısmarlandığına dair fermanlar bulunuyor. 2. Selim'in, Kırım’ın güneyindeki Kefe’den 300.000 adet lâle soğanı ısmarladığı biliniyor.
TULİPAN İSMİ VERİLMİŞ:Bugün Avrupa ülkelerinde lâle için kullanılan Tulip veya Tulipe kelimesinin aslı O. G. Busbecq hatıratında Türklerin bu bitkiye “Tulipan” ismini verdiklerini yazmış.S. W. Murray bu ismin Türklerin başlarına sardıkları “tülbent”ile ilgili olduğunu, O. G. Busbecq ile tercümanı arasında meydana gelen bir yanlışlık sonucu ortaya çıktığını kaydediyor.
Kaynak: Rumeysa Karakaş / Hacettepe Üniversitesi

17 Nisan 2007

Köy Enstitüleri..Beşikdüzü...Ve babam

Babamın gerçek takipçisi kız kardeşim oldu...Ne yazık ki Beşikdüzü bölümünde o yoktu..Doğmamıştı.Keşke o da olsaydı.Babam ne kadar mutlu olurdu... Bugün sadece fotoğraflara bakarak yerleri, olayları ve kişileri hatırlamakla yetinmek olayı anlatmağa yetmiyor.Olayları gelişmeleri ve sonuçları da görmek zorundayız.. Keşke o sistem, Köy Enstitüleri gelişse günün koşulları içinde büyüse ve eğitime hayal edemeyeceğimiz katkıları yapabilse idi...Ne denli bir fırsatını kaçırdığımızı bugün tam olarak bilen var mı?
.................
Babamın öğrencilerine, müziğe ve eğitime düşkünlüğü, annemin yalnızlığını yaratan ilk etkendi...Ben çok sonra fark ettim..Annem yalnız bir kadın olmuştu..Ama mutsuz bir kadın değildi. Giderek bana aşırı düşkünlüğü de bu yalnızlığın yarattığı bir sonuçtu...Babamın günü nerede ise 24 saati, müzikle öğrencileri ile vereceği konserle yetişen veya yetişmeyenlerle doluydu...Zaman zaman akşam yemeklerinde kısa sohbetler yapabiliyorduk..Bunların hemen neredeyse hepsinde küçük kardeşim Akın’ın yaramazlıkları konuşulurdu... Vukuat olmadığı anlarda ise öğrencilerin ne kadar kısa sürede, ne kadar ilerledikleri kimin daha iyi keman çaldığı, kimin sesinin koroya yatkın olduğunu anneme anlatırdı.Annem her zaman büyük bir sabır ve hayranlıkla dinlerdi...Anlar mıydı bilmiyorum..Ama dinlerdi... Evin çarşıya dönük hemen her işi, benimle yürüyordu.Annem her aradığında ben yanındaydım...
Yanında daha az bulunduğum tek dönem konsere ve tiyatro oyununa hazırlandığımız dönem oldu...O dönemde Akın, benim de yokluğumu fırsat bilip sokak talimlerini sıkılaştırmıştı...Hemen her gün diğer çocukları büyük bir ciddiyetle boy sırasına sokar, ellerine birer sopa vererek askeri çalışmalarını sürdürürdü....Hemen her gün şikayet edilen konu bu talimler olmaz, talim sonrasında meydana gelen Akın’a göre hatalardan kaynaklanırdı..Yorulan veya sırayı bozan çocukların ellerine ve omuzlarına inen sopalar canlarını yakar, başı bozuk askerlerin firarı ile sonuçlanırdı.Ve mangaya giren çocuklar hemen ağlayarak annelerine koşardı.Ve annelerin pek çoğu anneme gelir, oğlunuz çocukları dövüyor şikayetini tekrarlardı. Benim milli görevim, Akın’ın çocukları dövmesini önlemekti...Önleyemediğim anlarda da çocukların Akın’ın mangasına girmemeye ikna etmekti...Ama her ne hikmet ise her ikisi de çok kere olmazdı... Bugün yazı masamın sol yanında Mete’nin resimleri var...Akın’ın torunu Mete’nin..Yan yan bana bakıyor...Dedesinin bakışlarını hatırlamamam mümkün değil... Bize ne mi kalıyor.? Sadece hatıralar değil. Onların bizi taşıdığı daha değerli şeyler yok mu? Yanlışları daha iyi görebilme imkânı yok mu?

Babamın en büyük hazinesi kemanlarıydı. son günlerine kadar keman çalmayı sürdürmüştü.
Siz hiç babamın -keman çalışını demiyorum- kemana sarılışını, kemanı tutuşunu gördünüz mü? Onun yaşam tarzını bu tutuştan daha iyi ne anlatabilir!.. Bütün benliği ile ona sarılırdı..Dünyalar onun olmuş zannederdiniz...Çıkan ses titreşimleri ile gök yüzüne çıkan bulutları andırırdı...Çaldığı nota ne olursa olsun keman ona yeterdi... Galiba benden sadece eskiye ait resimleri anlatmam istendi...Oysa ben gideceğim adresteki tüm sokakları sağa dönüşleri ,tırmanışları durakları esleri de cümlelere yüklemeğe çalışıyorum. Çoğunun asker traşı gibi saçları kısaydı...Kolları sıvanmış gömlekleri ile koca koca taşları kırdıklarını hatırlıyorum...Belli ölçülerde kırılıyordu taşları...Öğretmenler bu işi kontrol de ediyorlardı...Şöyle kıracaksın deniyordu ara ara..Harçların karıldığı öbek öbek inşaat malzemelerinin sıralandığı manzara giderek yerini beyaz kireç kokusuna bırakıyordu..... Ablaların denize yakın büyük salonun duvar dibinde, makyajlarını tazelemeleri, belli kıyafetler için nasıl yardımlaştıkları bugün gibi gözümün önünde... Çok kere keman çalanlar daha öne çıkıyor...Babamın üç dört öğrenciyi birden dinleyebileceğini sanmıyordum...Ama çok kere biri ile uğraşırken diğerinin yanlış bastığı notaya hemen reaksiyon gösterirdi.

Hazırlanan müsamerenin ve konserin maskotu gibiydim. Hem Babalar ve Oğullar piyesinde rolüm vardı, hem de konserde keman çalıyordum...Çalıyordum da çok da iyi değildim...
Provalarda gelip gelip takıldığım bir yer vardı...Babam işi sıkı tutuyordu. Orada ona baba demem mümkün de değildi...Gelen prova gelip çattı. Ben hala aynı yerde yanlış yapıyordum.Parçayı çalarken nasıl korktuğumu nasıl dizlerimin titrediğini anlatamam...
Ayni notayı bütün dikkatime rağmen yanlış çaldım...Babam beni uçuracak diye bekledim...Sopasını kemanın arkasına üç kere vurdu...
--Baştan alıyoruz..dedi...
Bana baktı sadece artık alışmış olman gerek...Konserde bunu yapamazsın durmayacağız çalmaya devam edeceğiz dedi...
Oysa ben konserde o yanlışı gene yaptım...Ama yapmamış gibi devam ettim...Çalarken durmadım...Konser sonunda gelen alkış tüm hataları siliyordu...
Hayattaki bir gülücük, küçük bir sevgi okşaması gibi....Babam başımı okşamış, hatamdan hiç söz etmemişti...
............
Devlet ileri gelenlerinin beğenisi ile konserin yankısı o dönem için önemli oldu...Kalabalık bir oyuncu grubu kalabalık bir dekor çalışması olmuştu...Ayni konseri tekrar etmemiz için Artvin’e gittiğimizi hatırlıyorum...Hayır cümleyi doğru kurmak gerekirse unutamıyorum..Sadece Artvin’in güzelliği değil ileri kültürü kadar yolunu da unutamıyorum.Ben temsilde birlikte oynadığım bir ablanın yanında ve pencere yanında oturuyordum...Artvin’e yaklaştık dedikleri sırada dağların arasındaydık ve yola bakınca ben uçurumu sadece uçurumu görebiliyordum.Otobüsün tekerlekleri nerede ise havada imiş gibi geliyordu bana.....Otobüs şoförü arabadan inen muavinin de yardımı ile en az dört beş virajı üç dört ileri geri manevra ile alabiliyordu. Böylesine zor ve sıkıntılı bir yolculuktan sonra Artvin’de bir okulda kaldık..Hem konser hem temsil çok daha iyi gitti.Üstelik ben de hata yapmadan çaldım...
.................
Çok kısa bir dönemde köylerinden yeni gelmiş öğrencilerin Koro çalışmaları hayret edilecek kadar hızlı gelişiyordu..O döneme kadar yapılmamış bir işi başarmışlardı...Şimdi olayın büyüklüğünü daha iyi anlıyorum..Babamı da ...

“ Tek seslilerle gidilecek yol bellidir .. Tek kişilik bir yoldur...Çok seslilik toplumun yaşamını da terbiye etmeğe yarar.....Farklı seslerin çıkması belli bir disiplin ve terbiye yok ise dayanılmaz bir eziyet olur..Onu çok sesli disipline sokarsanız bu aykırı sesleri kullanmak meziyet olur...Hem uyumu hem derinliği hem de zenginliği kavramanıza yol açar”.
Bana çok seslilikle bağlantılı bir başka anısını da nakletmişti...
“Konserden birkaç hafta sonra Beşikdüzü’ne gidip gelen otobüslerden birine binmiştim...Şoför bana yabancı gelmeyen bir şarkı mırıldanıyordu.Yol boyu dinledim...Çıkaramadım...Sesi de iyiydi.Şarkıyı da hatasız söylüyordu.Ama ben hangi şarkıyı söylüyor diye merak ediyordum...Beşikdüzü’ne gelene kadar dinledim...Birden şarkıyı hatırladım..Bizim koro ile iki sesli söylediğimiz şarkının ikinci sesini söylüyordu.Onu beğenmişti.Öyle söylüyordu ”
Sönük fotoğrafları canlı kılan anılar değil mi? Yaşadıklarımız kadar yaşayamadıklarımız...
Babamla müziği onun istediği kadar yaşayamadım...Ama kız kardeşim bu açığı kapadı...
Onun yolunu izliyor...
Ben her zaman genlerin getirdiklerine saygılı oldum...Ondan ne kaldı bilemem...
Ona kemanı değil kalbi ihanet etmişti...Gömleğinin yakası göğsüne değince acı içinde kalıyordu...Bana gene gülerek baktı..
“İnsan 15 saniyede ölebiliyor” dedi...Kardeşlerimi de çağırmıştı...
Ondan duyabildiğimiz son cümle “ Sakın kemanları satmayın” oldu!
.................
Duygularımızı ,ruhumuzu tüm saldırılara karşı kaybetmedik...
Kemanları paylaştık...Satmadık baba...
....................................................................................
Kelaynak'ın yorumu

Akın çocukken de tatlıydı. Ama Mete kadar değil

Akın’ın bugünkü tatlı hali eskilere dayanır...Akın’a ait bölümü gerçekten kısa kesip eksik yazmışım..!
Dünü ,Beşikdüzü’yü biraz tarif etmeden olayı anlatınca bir de kardeşimi uzun uzun anlatıp konudan sapmama gayreti içine girince eksik kalan bölümler yanlış anlamaya yol açmış!
Akın’ın elindekiler sopa değildi ki..Silahtı!..Yani Akın hiç eli sopalı olmadı..!.Onun yaramazlığı sokağa dönüktü..Benim okulla paralel gitti...O yaramazlığını belli bir yaşta olgunluğa çevirdi..Ben hala haşarı halimi koruyorum...!
......
Denize ulaşan T şeklinde bir yol düşünün...Taş döşeli bir yol...Yani T harfinin aşağı inen bacağında bizim evimiz vardı...Onu kesen yol da ise zahire dükkanları..Şimdi siz dükkan deyince de farklı bir hayale kapılırsınız...Depo gibi ve bir oda büyüklüğünde yerlerdi...Vitrini kapısı bacası yoktu..Çoğu tek kepenkli idi.Mısır , buğday, fasulye ,fındık gibi malları çuvallar içinde satarlardı...Ve hemen yolun bittiği yerde sahipleri çoğu zaman bir taburede otururdu..Yani sokakta idiler bütün gün....Ve kimi seyrederlerdi dersiniz...Akın’ı...
Akın onların yıldızı idi...Sokağa çıkmakta biraz geç kalsa “ Nerede mataracı” diye sorarlardı...(Mataracı ünlü bir kabadayı. Karadeniz’de yörede çok tanınan biri)

Çoğu kışkırtma da o koca koca adamlardan gelirdi...Çocukların oyunu onların bütün gün sokakta gördükleri tek eğlence aracı idi. Ne vardı o dönemde dersiniz..? Radyo yok...Sinema yok...Bana göre müşteri de yok.! Akın var! Bütün günleri Akın’la geçerdi..Ve o tek sokakta toplanıp oynardı mahalledeki hemen herkes...Tüm çocuklar...Seyirciler pür dikkat...
--Bak sırayı bozuyor...Tüfeği yere indirdi gibi..hemen her an ikazlar yağardı...Bu ikazlar sonrası Akın durup dururken kimseye sopa indirmezdi...Ne gariptir ki iki çocuk hariç diğerleri gık çıkarmazlardı, komutanları NE DERSE NE YAPARSA KABUL EDERLERDİ!
Ve Akın’ın pantolon cepleri hep tıka basa fındık dolu olurdu...Dükkan sahiplerinden biri her zaman babamı çevirir, Akın’ı hayranlıkla anlatırdı...Daha sonraları Akın’a dikilen pantolon cepleri modadan deği,l fındıktan dolayı giderek büyüdü!
..............
Yani Akın amcanızın, sopalı hali bugünkünden farklı bir durum sergilemiyordu...Kimseyi kırmaz ama otoritesini de kaybetmezdi. Buna rağmen ayni çocuklar şikayet edenler en başta olmak üzere ertesi gün ayni mangada sıraya girerlerdi..!
Bilmem Akın ne kadar tatlı idi anlatabildim mi...Tabii bu dündü...
Bugün ise daha tatlı biri var...Bana göre Akın da tatlı idi ama Mete kadar değil! Sanırım Akın da buna itiraz edemez!
Hepinize okuduğunuz için teşekkür ederim...Ve bir numaralı amca olarak çok yakınlarınıza çok dikkatli, bakın...Küçüklerin saçlarını bir kere daha fazladan okşayın...
Bir kere daha fazladan öpün...Benim için....Bu sıcaklık 60'lı yaşlarda çok kıymete biniyor...
YK

Köyü, köylüyü anlayabilmenin sırları

Köy Enstitülerini destekleyen Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in sözlerini dikkatlice okuyun. Bence bir kere daha okuyun ve enstitülerin neden kapatıldığını yorumlayın.

Bugün 17 Nisan. Köy enstitülerinin kuruluş yıldönümü. Mehmet Ali Kamacıoğlu'nun anılarını sizlerle paylaştım. Uzun uzun bu projeyi anlatmanın çok bir anlamı yok ama bir iki cümleyle bazı bilgiler vermenin de doğru olacağına inanıyorum:
O dönemlerde köye hizmet götürmek çok zor. Köye doğru hizmeti götürebilmek için köylünün dilinden anlayan "yeni bir aydın" tipine gereksinme var. Bu da köylünün kendi içinden çıkarılabilecek bir tiptir. Bu “püf” noktasını ilk yakalayan ve kendisi de bir köylü çocuğu olan İsmail Hakkı Tonguç’tur. Tonguç, Köy Enstitüsü Sisteminin hem kuramcısı, hem de kurucusudur. Onu, Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan göreve getirmiş, sonraki Bakan Hasan Âli Yücel de onun girişimlerine sahip çıkmış. Tonguç’a göre “köylüye birşey öğretebilmek için, ondan birçok şey öğrenmeliydik".
Tonguç şöyle diyor:
“Kanımızı ve iliklerimizi isteyerek köyün içine akıtmadıkça, kırk bin köyün kenarına münevver insanın mezar taşı dikilmedikçe, bu köyün sırlarını anlayamayız. Köyü anlayabilmek, ... duyabilmek için onunla kucak kucağa, nefes nefese gelmek lâzımdır. Onun içtiği suyu içmek, yediği bulguru yemek, yaktığı tezeğin ifade ettiği sırları sezebilmek ve yaptığı işleri yapabilmek gerekir. Bizim köyün ne olduğunu evvelâ büyük âlimler, artistler değil kahramanlar anlayacaklar, sonra âlimlere ve sanatkârlara anlatacaklardır. Türk köyü, daha belki yirmi beş yıl âlim değil, kahraman isteyecektir. Bataklığı kurutmak, sıtmalıya kinin rejimi yaptırmak, trahomlunun gözüne ilâç damlatmak, okul binasını yapmak, yaralının yarasını sarmak, gebeye çocuğunu doğurtmak, pulluğun nasıl kullanılacağını veya tamir edileceğini öğretmek, bozuk köprüyü yapmak, ıslah edilmiş tohumu tarlaya saçmak, fidan dikerek onu büyütmek ve step köylüsünün ‘dal’ diye adlandırdığı ağacı hakikaten ağaç hâline getirmek; ulemanın işi değil, kahraman teknisyenler ordusunun işidir... O bu kahramanları içinden yetiştirmeğe mahkûm. Bütün felâketlere katlanarak, ıstırabı zehir yutar gibi yutarak çalışan ve başlarının üstünde şereflerle örülü birer taç taşıyan bu kahramanlar köyü dile getireceklerdir... O zaman yeni sesler duyacağız. Bu seslerden ürkmeden onları dinlemek lâzımdır. Köyden yeni renk ve seda getirenleri saygı ile karşılamak gerekir. Hakiki köyü ve memleketi o zaman anlayacağız...”
Evet dostlar! Bugünden o günlere baktığınızda bir şeyler hissediyor musunuz?
Kaynak: Bilkent Üniversitesi

Köy Enstitülerini Araştırma ve Eğitimi Geliştirme Derneği (KAVEG), 15 Nisan günü kuruluş yıldönümünü, Yıldız Üniversitesi'nde düzenlenen bir etkinlikle kutladı. Aralarında köy enstitülerinde okumuş 80'lik gençlerin de bulunduğu koro, çeşitli türküler söyledi. Koro konserini Ziraat Marşı ile bitirdi.
İki köy enstitülü 80 yaşını geçmiş gençler. Biri keman çalıyor, diğeri de harmandalı oynuyor. İnsan, bu gençlerin yaşama bağlılıklarını gördükçe kıskanmadan edemiyor.
Köy Enstitülerini Araştırma ve Eğitimi Geliştirme Derneği (KAVEG), bu yıl etkinliğini köy enstitülerinde öğretmenlik yapan Sabahattin Eyüboğlu'na ayırmıştı. Konuşmacılar, Eyüboğlu'nun kişiliğini anlattılar, onun öğrencileri de anılarını dinleyenlerle paylaştı.

16 Nisan 2007

Müzik aletleri "hurdaya" veriliyor

Kamacıoğlu, yıllarca öğrencileri ile bağlantısını kesmedi. Zaman zaman o öğrencilerini buldu, zaman zaman da öğrencileri onu aradı. Birlikte eski günlerini andılar.

Altıncı ve son yazı:
O yıl Mehmet Ali Kamacıoğlu da enstitüden ayrılmak zorunda kaldı.
Anılar Müzik Öğretmeni Mehmet Ali Kamacıoğlu’nun şu sözleriyle bitiyor:
“Kırk yıl sonra, şimdi hangi eğitim veya öğretim kurumunda, bu şekilde bir eğitim çalışması ve öğrenci çalışması vardır? Çok üzülerek bir şey daha söyleyeyim. Beşikdüzü Köy Enstitüsü’ndeki müzik aletlerinin daha sonraki yöneticilerce hurda eşya olarak satıldığını ve müteahhit tarafından bir kamyonla götürülmüş olduğunu öğrendim. Halkevlerini ve köy enstitülerini ortadan kaldıran zihniyetin Türkiye’yi Atatürk ilkelerinden uzaklaştırıp nerelere götürmek istediği bugün daha iyi anlaşılmıyor mu? En üzüldüğüm şey, bütün bunların Atatürkçülüğü dilerinden düşürmeyenlerce yaptırılmış olmasıdır.”

Mehmet Ali Kamacıoğlu iyi bir müzikçi olduğu kadar iyi bir hatipti. Kamacıoğlu Beşikdüzü'nde bir 23 Nisan günü öğrencilere ve halka hitap ederken.
Şöyle devam ediyor M.Ali Kamacıoğlu: “Burada enstitü çalışmalarımızın ilginç bir yanını da anlatmayı yararlı buluyorum. Enstitüde bütün işler öğrencilerce yapılırdı. Her alanda bir öğretmen veya usta öğretici gözetiminde bütün çalışmalar öğrencilerce yürütülürdü. Bunun içinde okul yönetimin yanında, bir de öğrenci yönetimi vardı. Her enstitüde olduğu gibi, Beşikdüzü Köy Enstitüsü’nde kız-erkek karışık 700 öğrenci, memur, işçi, öğretmen 1000 kişilik bir eğitim-öğretim toplumu, birbirine bağlı iki sorumlu kurumca yönetiliyor. Biri devletçe atanan müdür, yardımcıları, öğretmenler, yani yetiştiriciler; öbürü büyük kitle öğrenciler yani yetiştirilenler. Her işin öğrencilerce yapıldığı bir kurumda, öğrencilerin kendi kendilerini yönetmesinin ve denetlemesinin daha başarılı olacağı düşünülmüştü. Günlerce öğretmenler kurulunda, daha sonra tüm öğrencilerin katıldığı toplantılarda nasıl bir öğrenci yönetimi kurulması gerektiği üzerinde tartışmalar yapıldı. Sonunda en demokratik bir sistemin gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı. Bir yönetmelikle yürürlüğe kondu. Öğrenci yönetim biçimi kısaca şöyleydi: Bir yıl için seçimle işbaşına gelecek bir öğrenci başkanı; Her alanda kendisiyle çalışacak kol başkanlarını kendisi seçecek, onların çalışmalarından da sorumlu olacak. Bunlar yemekhane, yatakhane, balıkhane, tarım alanları, atölyeler, aletlerin korunması, eğlence işleri, misafirhane, kız öğrencilerin gereksinimleri gibi tüm alanlarda işlere bakacak birer başkan, hükümetin bakanları gibi. Bir de yine bir yıl için tüm öğrencilerce seçilecek toplantı başkanıyla yardımcısı, meclis başkanı gibi. Bu seçimler, çok hareketli, çetin geçerdi.
Mehmet Ali Kamacıoğlu yıllarca 17 Nisan'da kutlanan köy enstitülerinin kuruluş yıldönümlerine katıldı. Bu törenlerde anılarını ve görüşlerini katılanlarla paylaştı.
Her aday, kendi izlencesini hazırlar, toplantılarda okur, üzerinde tartışmalar yapılır, propagandalar bir ay kadar sürerdi. Sonunda seçim günü gelir, gizli oylar sandığa atılırdı. Başkan seçildikten sonra hemen işe koyulurdu. Hafta sonlarında eğlenceler düzenlendiği gibi, ay sonlarında da okul işlerinin tartışıldığı toplantılar yapılırdı. Bu toplantıları toplantı başkanı yürütürdü. Öğrenci ve toplantı başkanı son sınıflardan, öbürleri ara sınıflardan da olurdu.
Müdür ile bütün enstitü mensupları bu toplantılarda hazır bulunurdu. Her öğrenci, her enstitü mensubu bütün isteklerini bu toplantılarda dile getirebilirdi; önerilerde bulunur, eleştiriler yöneltebilirdi. Müdür dahil her toplantıda bulunan, toplantı başkanından söz alır, yanıt istek ya da eleştirilerini dile getirirdi.Müdürün önerilerinin bile reddedildiği olurdu.
Birini anımsıyorum; bir kitap tanıtma saati nedeniyle tartışma açılmıştı. Toplantı uzuyordu, yatma zamanı gelmişti. Müdür toplantıya ertesi akşam devam etmeyi önerdi.
Toplantı başkanı “o akşam inkılap tarihi toplantımız var, isteğinizi oya koyuyorum” diyerek oylattı. Müdürün önerisi reddedilmişti.
Bu müdür saygıyla rahmetli anılması gereken büyük eğitimci Fehim Akıncı’ydı. Böyle bir yönetimin okulda gerçekleştirilmesi kolay değildi. Fehim Akıncı, Osman Ülkümen gibi müdür ve o dönemin öğretmen kadrosunun da büyük payı olmuştu bunda.”

Punto Amca’nın ilavesi:
Mehmet Ali Kamacıoğlu’nun Beşikdüzü Köy Enstitüsü anılarının sonuna geldik. Kamacıoğlu, enstitüden ayrıldıktan sonra İlköğretim müfettişliği ve çeşitli okullarda müzik öğretmenliği yaptı. Kamacıoğlu, eğitimci olarak ayrıca yetiştirme yurtlarında da görev aldı. Ağaçlı ve Yeldeğirmeni Yetiştirme Yurtları’nda ona “baba” diyen kimsesiz çocuklara müziği sevdirdi.
Çocuklarına da dürüstlüğü, çalışkanlığı, karşılıksız iyilik yapmanın yüceliğini, mütevazı olmayı öğretti, Atatürk ve ülke sevgisini aşıladı.
Nur içinde yat baba.
Punto Amca

Noktalama işaretlerini doğru bileniniz var mı?

Doğru yazalım, doğru konuşalım, dilimizi koruyalım etkinliğimiz çerçevesinde bu kez Sevgili Peçete'den Notlar 'a misafir oluyoruz.
Sevgili Peçete'den Notlar , noktalama işaretlerinin konmadığı bir metinle yazısına başlıyor ve soruyor: Bu metni okuyabildiniz mi?
Sonra da devam ediyor:
"Duygu ve düşünceleri daha açık ifade etmek, cümlenin yapısını ve duraklama noktalarını belirlemek, okumayı ve anlamayı kolaylaştırmak, sözün vurgu ve ton gibi özelliklerini belirtmek üzere noktalama işaretleri kullanılır.
Noktalama İşaretlerini bölüm bölüm incelemenin daha akılda kalıcı olduğunu düşündüm. Başlangıç olarak 5 adet noktalama işaretini ve kullanım yerlerini paylaşmak istiyorum".
Noktalama işaretlerinde bir tereddüdünüz varsa buyurun Peçete'den Notlar 'ı ziyaret edin.

14 Nisan 2007

Müdür değişince müzik de bitiverdi

Beşinci yazı:
Zevkle heyecanla yorulmadan çalışıyorlardı. Kamacıoğlu şöyle diyor: “Yatmaya giden öğrenci beni müzik salonunda bırakıyor, sabahleyin derse gelen beni salonda buluyordu. Şöyle düşünüyordum: Burada yetişecek öğrenciler köye gidecek. Okulda kuracakları okul korosu, zamanla okulla birlikte köy korosu olacak. Okul bitimi tüm köy birlikte İstiklal Marşı’nı, öbür marşları, şarkıları, türküleri, tek ve çok sesli söyleyecek duruma gelecek. Orada kendini gösterecek yetenekli çocuklar, enstitüye, belki de konservatuara gönderilerek Türkiye hatta Dünya çapında sanatçıların yetişmesi sağlanacak. Böylece uygarlık düzeyine ulaşmış Türkiye’nin gelişmesine katkıda bulunacak”.

Mehmet Ali Kamacıoğlu yanından hiç ayırmadığı kemanı ile.
Bu çalışmalar 17 Nisan 1948 yılına kadar aralıksız sürer. Kamacıoğlu’nun enstitü müdürlüğüne yazdığı şu rapor müzik çalışmalarının kapsamıyla ilgili yeteri derecede bilgi verecek niteliktedir.

“Enstitü Müdürlüğüne;

Beşikdüzü Enstitümüzün demirbaşında kayıtlı 1 piyano, 48 keman, 1 alto, 1 viyolonsel, 20 mandolin, 1 akordeon, 10 kemençe, 2 zurna, 4 saz, 1 büyük salon gramofonu, 60 klasik plaklık koleksiyon, 1 adet hoparlörlü amplifikatör ve pikap teşkilatı, biri bataryalı, diğeri elektrikli olmak üzere iki radyo mevcuttur. Bunlara halen öğrencilerin şahıslarına ait olmak üzere mevcut olan 135 keman, 34 mandolin, 4 kemençe, 3 kaval da ilave edilirse, toplam 1 piyano, 183 keman , 1 alto, 1 viyolonsel, 54 mandolin, 1 akordeon, 4 saz, 3 kaval, 4 kemençe, 2 zurna mevcut olup bu aletlerle metotlu ve düzenli olarak çalışan öğrencilerin toplamı şimdilik 320 dir. Gerek alet alanların, gerekse çalışmalarının sayısı süratle artmaktadır. Yeniden kooperatifce sipariş edilmiş olan aletlerin de yola çıkarılmış olduğunun öğrenildiğini saygılarımla sunarım.
Müzik Başı Mehmet Ali Kamacıoğlu”

Beşikdüzü Köy Enstitü öğretmenlerinden bir grup, Kamacıoğlu ile birlikte.

17 Nisan 1948 törenleri için hazırlanıyorlardı. Bu sırada enstitü müdürü değişmişti. Yeni müdür bu çalışmalarını anlayacak yetenekte değil miydi? Ama yine de bir faaliyet olsun istiyordu. “Tarih diyor ki” adlı müzikli piyesi temsil edeceklerdi.Bu onlar için opera temsili gibi bir şeydi. Çünkü içinde üç sesli şarkı ve aryaya benzeyen sololar, düetler vardı. 21 saatlik bir çalışma sonunda oyun hazırlanmıştı. Vilayet erkanı tümen bandosuyla birlikte gelmişti. İstiklal marşını bandonun çalması istendi. Kamacıoğlu bando eşliğinde hep birlikte söylenmesini önerdi. 700 öğrenci ve tüm çağırılanlar geniş bir daire biçiminde Çamlık düzü’nde toplanmışlardı. Bando dairenin ortasında yer almıştı. Müzik Başı Kamacıoğlu bir masanın üzerine çıktı. Hiç prova yapmadan bando eşliğinde İstiklal marşı söylenecekti. Heyecanlıydı. Bandoya başlama işaretini verdi. Dördüncü tempoda 700 hançereden çıkan pürüzsüz sesin en küçük bir ritim yanlışı yapmadan söylediği İstiklal Marşı herkesi şaşırtmıştı. Böyle bir İstiklal Marşı’nı ilk kez dinlediklerini söylüyorlardı.
Öğrencilerin tek tip elbise giymeleri bile kapatılma sebeblerinden biri olmuştu.

Kurmay başkanı, Tümen Komutanı General Hasan Atakan’a “bizim şehir çocuklarının bunlara ulaşabilmesi için daha çok çalışmaları gerekir paşam” diyordu.
Vali ise şöyle dedi:
“Bu müsamerenin Trabzon, hatta Türkiye’nin diğer yerlerinde tekrarı çok iyi olur.” Herkes tebrik ediyordu. Sadece yeni müdür tebrik etmemişti. Şöyle dedi:
“Ben o kadar intizamı sağlamaya çalıştım. Herkes çocukları ve Mehmet Ali’yi tebrik etti. Beni kimse tebrik etmedi”.
Müdür bununla kalmamış, ertesi günü de oyunda başrolü oynayan öğrenciyi derse kaldırarak, “Orada oynamak marifet değil. Dersi bilin bakalım” biçiminde konuşarak öğrencilerin başarılarını küçültmeye çalışmıştı.
Grup Trabzon’ dan başka bir yere de gidemedi. Beşikdüzü’ndeki müzik çalışmaları da böylece sona erdi.
Anılar devam edecek

12 Nisan 2007

Anılara "lale ve oyun" molası

LALE CENNETİNİ GÖRDÜNÜZ MÜ?: Emirgan Parkı bu yıl, gerçekten lalelerle donatılmış. Her çeşit lale yetiştirilmiş. İnsan bu güzellikleri görünce laleleri Hollanda'ya kaptıranları lanetliyor.
Beşikdüzü Köy Enstitüsü Müzik Öğretmeni Mehmet Ali Kamacıoğlu'nun anılarını yayımlarken bir hayli konu birikti. İki konu daha fazla bekleyecek gibi değil. Biri laleler. Emirgan Parkı lale cenneti olmuş. Yüzlerce fotoğraf çektim. Mutlaka siz de gitmişsinizdir. Özellikle Sevgili Pınar (Pınar'ın Kulübesi) saatlerce kalmıştır parkta.
Bu güzelliğin bir de farklı bir yanı var. Onu da Sevgili Enne yazmış. "2.1 milyon YTL (trilyon yani) harcanmış bu güzelleştirme için. Bu parayla yapılabilecekleri düşününce sevinemiyor insan, ben en azından. Okutulacak öğrencileri, tamir edilebilecek yolları, yaptırılacak okulları ve hastaneyi aklıma getirdiğimde yuh! diyebiliyorum sadece".
Ne dersiniz?
Diğeri beni yeni bir oyuna katan ve sevindiren Mahzun Prenses'i, daha fazla mahzunlaştırmamak. Zaman geçince oyun bitecek, ben hala soyunma odasında ısınmakla meşgul olacağım. "Bari" dedim, bir genel lale fotoğrafını lale seven dostlarımızla paylaşıp sonra da yemek kısmı hariç oyundaki sorulara cevap vereyim:

1.1. Daha önce yaşadığınız 3 şehir?
1. Rize,2.İzmir, 3.Adana
1.2. Tatil için gittiğiniz, gördüğünüz ve önermek istediğiniz 3 yer?
1. Foça, 2. Amasra, 3. Cunda adası
1.3. Yaşamak istediğiniz (görmediğiniz de olur) 3 şehir?
1. İzmir, 2. İstanbul, 3. Amasra
2.1. Su anda ki mesleğiniz nedir?
Gazeteci
2.2. Dünyaya yeniden gelseydiniz, hangi mesleği yapmak isterdiniz?
Endüstri Mühendisliği
2.3. "Kesinlikle ben yapamazdım" dediğiniz meslek nedir?
Avukatlık
3.1. Yasam felsefenizi oluşturan sözlerden biri?
Çıkarlarınız çatıştığında, fedâkarlık yapabilen gerçek dostunuzdur.
3.2. Bir kitaptan alınma, çok sevdiğiniz bir cümle veya paragraf veya bölüm?
Doğruluk sonsuzluğun güneşidir, nasıl olsa doğar.
3.3. Çok sevdiğiniz bir şiirin bir parçası?
Elsiz-ayaksız bir yeşil yılan.
Yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal!
Hani bir vakitler, Kubilây'ı kestiler.
Çün buyurdun! Kesenleri astılar,
Sen uyudun. Asılanlar dirildi
Mustafa'm! Mustafa Kemal'im.

11 Nisan 2007

“Bu sabah bülbüller neden hâmûs (susmuş)"

Dördüncü yazı:
1944 yılının sonbaharında, enstitü ilk mezunlarını verecekti. Bir tören ve gösteri düzenlenmesi kararlaştırıldı. Orkestra ve korodan başka bir de müzikli piyes sahneye konacaktı. Oyunun adı “Tırtıllar”dı. Bunun için tüm arkadaşlar seferber olmuştuk. Çalışmalar ders saatleri dışında okulun çeşitli yerlerinde sürdürülüyordu. Sahne dışarıda hazırlanacak, törenle gösteri açık havada yapılacaktı.

Kamacıoğlu tüm zamanını öğrencileriyle geçirdi.

Elektriğimiz henüz yoktu, lüks lambaları, gemici fenerleriyle aydınlanıyorduk. Tören gününe dek hep içerde çalışmıştık. Temsil ve konser geceye kalmıştı. Parçaları çalarken temsile eşlik ettiğimiz sırada yay kıllarının gevşediğini, yayın ağaç kısımlarının tellere değdiğini fark ettik. Konserle temsil bittiğinde kılların tamamıyla gevşediğini gördük. Konseri ve temsili kazasız belasız bitirmiştik. Artık müzik çalışmalarını iki bölüme ayrılmıştı:

1- Derslerdeki müzik çalışmaları,

2- Bir sanat alanı olarak özel müzik çalışmaları.

Derslerde her öğrencinin, ilkokuldaki müzik derslerini yürütecek solfej, şarkı, genel müzik bilgisi, İstiklal Marşı ile okul şarkılarını bir çalgı ile çalıp söyleyebilecek yeteneği kazanması amaçlanıyordu.

Kamacıoğlu "Tarih diyor ki" oyununda oynayan iki öğrencisiyle.
Özel müzik çalışmalarına gelince; Genel kültür dersleri dışında tarım, balıkçılık, marangozluk, demircilik, dikiş, nakış, dokuma, inşaat alanları gibi bir de müzik alanı kabul edilmişti. Her gün öğleden sonra öğrenciler ayrıldıkları alana giderek çalışmalarını sürdürüyorlardı. Özel müzik alanı içinde en az 40 kişi keman ve orkestra, 40 kişi de çoksesli koro için ayrılmıştı. Ayrıca iki kız öğrenci de piyano öğrenimine başlamıştı. Koro–orkestra çalışmaları için yeni yapılan balıkhanenin salon bölümünü kullanıyorduk. Balıkhane enstitüden biraz uzaktaydı. Gidiş gelişlerde koronun çokça söylediği iki sesli marş ve şarkılar çevrede büyük ilgi uyandırmaya başlamıştı. Artık koro ile orkestra kendini dinletecek düzeye gelmişti. Sabah sporlarıyla birlikte sabah müziği yapılması öğretmenler kurulunca kabul edildi.

Öğrencilerin oynadığı "Tarih diyor ki" oyunundan bir sahne.

Her gün derslere başlamadan önce yarım saat toplu müzik, yarım saat toplu spor yapılıyordu. Spor çalışmaları çeşitli halk oyunlarının, hep birlikte halkalar halinde müzik eşliğinde oynanmasıyla başlar, çeşitli spor hareketleriyle sürdürülürdü. İlk sabah müziğine koro ve orkestra ile katıldık. Koro İstiklal Marşı’nı dört sesli söyleyecek hale gelmişti. dört sesli İstiklal Marşı’nı söylediğimiz sabah ilk tepki öğretmen arkadaşlardan geldi. “Mehmet Ali İstiklal Marşı’nı karma karışık ettin” dediler. Sabırlı olmalarını söyledim. Her sabah, dört sesli İstiklal Marşı ile başlıyor, öbür tek ve çok sesli şarkı ve türkülerle sabah müziklerini aksatmadan sürdürmeye çalışıyorduk. Bir ay sonra bir sabah İstiklal Marşı’yla şarkıları tek sesli olarak söylettim. Aynı arkadaşlar bu kez “ Bu sabah İstiklal Marşı’la şarkılar yavan oldu” dediler. Bir aylık bir çalışma sonunda müzikteki yavanlık fark edilmişti. Kamacıoğlu bir gün balıkhanede 40 kişilik keman orkestrasını çalıştırıyordu. Müdür kalabalık bir ziyaretçi grubuyla geldi. Gelenler sessizce çalışmaları izlediler. Gelenler arasında o zamanın Gümrük ve Tekel bakanı Suat Hayri Ürgüplü de vardı. Orkestrayı dinleyen Ürgüplü yanındakilere şöyle dedi: “biz Galatasaray Lisesi’nde okurken içimizde keman çalanlar vardı, fakat dört beş kişiyi geçmezdi. Bir okulda böyle bir çalışmayı ilk kez görüyorum.” Müzik Öğretmeni Kamacıoğlu, bir gün kasabanın otobüsüyle Trabzon’a gidiyordu. Şoförün bir şarkı mırıldandığını fark etti. Melodi yabancı gelmemişti. Biraz dikkat edince, sabah müziklerinde söyledikleri “Ankara” şarkısının ikinci sesi olduğunu anladı. İçini tatlı bir sevinç ve heyecan doldurmuştu. Düşleri gerçekleşecekti.

Kamacıoğlu müzik çalışmalarının yanı sıra törenlerde de konuşurdu.

Sabah müziği çalışmaları aksamadan sürünce tüm kasabanın ilgisini çekmeye başladı. O saatte, hemen tüm kasaba halkı, hatta yoldan geçenler okul bahçesinin çevresini dolduruyor, orkestra ve koroyu zevkle dinliyorlardı. Nasılsa bir gün çalışmalara ara verilmişti. Kasabanın ileri gelenlerinden biri : “ Bu sabah neden bülbüller hâmûs (susmuş) diye takılmıştı.
Yine bir gün Trabzon’dan konuklar gelmişti. Rastlantı bu ya o gün koro çalışması vardı. Dikkatle koroyu dinlediler. Alkışlarından çok memnun oldukları anlaşılıyordu. Bunlar Trabzon’daki İngiliz Başkonsolosu'yla konsolosluk görevlileriydi. Başkonsolos hafta sonları en geç onbeş günde bir enstitüye gelir, koroyu dinlemek isterdi. Bundan öğretmenler de, öğrenciler de mutlu olurlardı.
Beşikdüzü’nde ikinci okul binası bitirilmişti. Binaları da öğrenciler yapıyorlardı. İdare ile müzik salonu bu binaya taşınmıştı. 100 tane tabure alındı, dolaplar yaptırıldı. Belli başlı klasikleri içine alan plak koleksiyonu, gramofon, radyo, hoparlörlü pikapları vardı.
Anılar devam edecek

9 Nisan 2007

Hem keman öğreniyorlar, hem de öğretiyorlar

Üçüncü yazı:
Hemen piyasaya çıktım. Odeon’u yöneten Mösyö Yani’yi eskiden tanıyordum. Önce ona gittim. O yıllarda Milli Korunma Kanunu vardı. Faturasız mallar kaçak sayılıyordu. Mösyö Yani elindeki kemanlardan ancak 15’ini verebileceğini söyledi. Tanesi 16 liradan 15 kemanı Odeon’dan aldım. Elimde daha çok para vardı. En iyi biçimde yararlanmak, elden geldiğince fazla alet ve malzeme almak istiyordum.

Müzik Öğretmeni Mehmet Ali Kamacıoğlu İki öğrencisi ve küçük oğluyla.

Kapalıçarşı’da müzik aletleri alıp satan dükkanlar vardı. Önceden tanışıp ahbap olduğum saz ustası Agop Ohanyan’a gittim. Konuştuk. Kendim piyasadan almaya kalkarsam herkes fiyatı artıracaktı. Bir çare düşündük, okula alacağım sazları kendisinden almam koşuluyla, satıcılardan alacağı her keman için kendisine 2.5 lira kar vermek üzere anlaştık. Bir hafta içinde satın aldığı kemanların ederini nakit olarak ona veriyordum. Hafta sonu kemanları teslim alıyor, eve taşıyordum. Böylece 33 adet kemanı Kapalıçarşı’dan sağladım. 5 adet en iyi kalitede sazı da Agop Ohanyan’dan aldım. Hemen Beşikdüzü’ne hareket ettik. Gemideki kamaramız müzik aleti, metod ve malzemeyle dolmuştu.

Müzik Öğretmeni Mehmet Ali Kamacıoğlu Hasibe Akdeniz ve Melahat Erdoğan isimli iki öğrencisiyle.

Beşikdüzü’ne geldiğimizde kemanları bir an önce okula mal edip öğrencilere dağıtmak istiyordum. Fakat faturayı kesecek kurum bulamıyorduk. Zahire tüccarı Mustafa Baykan haklı olarak “kemana fatura kesemem” diyordu. Sonunda okul kooperatifi kemanları kendine mal ederek sorunu çözdü. Büyük bir heyecanla çalışmaya başladık”. Mehmet Ali Kamacıoğlu sağladığı kemanları, çok hevesli yetenekli gördüğü öğrencilere dağıtır; okulun 48 kemanı olmuştur. O sırada gelen bir haber hepsini heyecanlandırır. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel enstitüye gelecektir. Tüm öğleden sonralarını kemana, orkestra çalışmalarına ayırırlar. M.Ali Kamacıoğlu saatlerce bir taburenin üstünde oturup keman ve orkestra çalıştırır. Arkadaşları, öğrencileri “Siz yorulmak nedir bilmez misiniz? diye uyarırlar. Aldığı sonuçtan öylesine sevinçlidir ki zerrece yorgunluk duymamaktadır.

Müzik Öğretmeni Mehmet Ali Kamacıoğlu iki oğlu ve bir öğrencisiyle.

Çimento taşımaktan, briket yapıp bina örmekten, kazma, kürek tutmaktan, marangozhanede çalışmaktan elleri nasırlaşmış, köyünde kemençe, kaval ve sazdan başka saz görmemiş köy çocukları hem de nota ile çalıyor, orkestra kuruyorlar. Bunun heyecanını duymak mutlulukların en büyüğüdür. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, yanında kalabalık bir grupla gelir. Akşam yemeğinden sonra ilkokulun önündeki bahçede kendilerine orkestra ve koronun konserlerinden sonra şiirler ve halk oyunlarıyla devam eden bir gösteri düzenlenir. Konsere 16 kişilik bir öğrenci orkestrasıyla 40 kişilik bir koro katılır. Orkestra programında İtalyan Dancla’nın trioları, koroda da marşlar şarkılar seslendirilmiştir. Konserden sonra Hasan Ali Yücel’in öğrencileri söylediği şu sözler Kamacıoğlu’nun hatırından hiç çıkmadı: “Çocuklar. Çok şeyleri başaracağınızdan emindik. Ama keman gibi çok zor bir müzik aletini, bu kadar kısa bir zaman süresinde öğrenebilmiş olmanız gözlerimizi yaşarttı. Umutlarımızı kat kat artırdı. Sizleri candan kutlarım”.

Enstitü öğrencileri öğretmenleri Kamacıoğlu ile.

Kamacıoğlu daha sonra şöyle diyor:
“Bundan sonra müzik çalışmaları hızla yayılmaya başladı. Heveslenen öğrenciler, kendilerine keman vermem için peşimi bırakmaz oldular. Kooperatife keman, mandolin, metot, tel gibi müzik malzemesi getirtmeye başladık. Maddi durumu iyi olan öğrenciler, bir müzik aletine sahip olmayı yeğliyorlardı.
Yeni atölye binaları, balıkhane gibi yapılar tamamlandıkça müzik çalışmaları için de yer ayrılmaya başlandı. Artık ilkokul binasından, kendi binamızın altındaki dersliğe taşınmıştık.
Bir yandan çok sesli koro çalışmaları, öte yandan keman, viyolonsel, alto, mandolin, kemençe gibi çalgılar ve orkestra çalışmaları büyük bir hevesle sürüyordu. Hepsine yetişemez olmuştum.
Birinci keman metodunu bitiren her öğrenciye, dörde kadar yeni başlayan öğrenci veriyordum. Böylece başkasına öğretirken kendi eksiklerini de gidermiş oluyorlardı".

Anılar devam edecek

5 Nisan 2007

"Keman alacak parayı bulunca çok sevinmiştim"

İkinci yazı:
Beşikdüzü Köy Enstitüsü Müzik Öğretmenliğine atanan Mehmet Ali Kamacıoğlu hemen sınıflarda öğrencilerle tanışmaya girişir. Kız-erkek karışık olması çok daha elverişlidir. İşe keman çalmakla başlar. Öğrencilere keman çalmayı öğrenmek isteyip istemediklerini sorar. Yanıtlar olumlu, ilgi büyüktür. Kamacıoğlu buna çok sevinir.Öğrenmeye can atan bir öğrenci grubu bulmuştur.
Geriye yer ve en önemlisi çalgı sorunu kalmıştır. Çalgıları sağlayıncaya dek müzik eğitiminin temeli olarak insan sesini kullanacaktır. Sınıflardan sesi güzel kulağı müziğe uygun 40 dolayında kız-erkek öğrenci seçer. Koro çalışmalarına başlayacaktır, ancak çalışacak yer bulamazlar.
Hemen okul binasının bahçesine bitişik ilkokul binası dikkatini çeker. Burada gündüzleri ilkokul öğrencileri eğitim yapıyor, ancak saat 15.00’den sonra okul kapatılıp gidiliyor. İlkokul başöğretmeni Hasip Ataman müziğe meraklı bir kişidir, çocuklara toplu olarak şarkılar, marşlar söyletmektedir. Mehmet Ali Kamacıoğlu Hasip Ataman’la görüşür. "Paydostan sonra okulun bir iki dersliğini kullanmak istiyorum" der. Hasip Ataman, "Olur. Ancak biz okulu temizleyip sıraları düzeltip çıkıyor, ertesi günü öğretime hazır olarak bırakıyoruz. Siz de aynı biçimde bırakırsanız sorun yok” yanıtını verir.
Kamacıoğlu anılarına şöyle devam ediyor:
"Enstitüye geldiğimin üçüncü günü akşam paydosunda seçtiğim öğrencilerle koro çalışmalarına başladık. Bir hafta sonra bir akşam müdürümüz Osman Ülkümen’i koromuzu dinlemeye çağırdım. Tek, iki, üç sesli “solfej” notalarla seslendirme çalışmalarımızı dinleyince sevinçten ne yapacağını bilemedi, kendisi de bize katıldığı gibi, bundan sonraki çalışmalara geleceğini söyledi. Olanak buldukça da geldi.
Koro çalışmalarını böyle başlattıktan sonra sıra çalgıyla çalışmalara gelmişti. O sırada Hidayet Sayın öğretmenin aldırdığı 20 kadar mandolin depolarda duruyordu. Üç öğrenci de pratik olarak alaturka keman çalıyordu. Bunlar Lütfü Baykan, Mehmet Erkan ve Osman Işık’tı.
Lütfü Baykan ayni zamanda kemençe de çalıyordu. Kemençe çalan öğrenciler daha çoktu. Artık bu koşullar içinde işi başarmaya karar vermiştim. Keman çalanları metoda başlattım. Mandolinleri derslerde kullanıyorduk.
Koro çalışmalarına hız verdik. Solfej ve iki sesli çalışmalar yanında İstiklal Marşı’nın düzgün söylenmesine, öbür marşlarla şarkıların öğrenilmesine çaba gösterdik.

Müzik Öğretmeni Mehmet Ali Kamacıoğlu iki öğrencisiyle.
İdareye başvuruyor, keman, nota, müzik malzemesi alınmasını istiyordum. Ancak olur deyip geçiştiriyorlardı. Önümüzde yılbaşı vardı. Müsamereye hazırlanıyorduk. Öğretmen arkadaşların bazılarında keman vardı, onları da kullanarak çalışmalarımızı sürdürdük. Öğretmen ve öğrencilerin katıldığı 9 kişilik bir keman orkestrası kurmayı başardık.
Yılbaşı gecesi için okulun yemekhanesinde, merdivenin altında sıraları birleştirerek meydana getirdiğimiz sahnede müsamere hazırlıklarını bitirdik. Yılbaşı gecesi orkestra eşliğinde söylediğimiz İstiklal marşı, diğer marşlar, şarkılar,temsil ettiğimiz piyes, tüm müsameremiz dakikalarca alkışlandı. Tebrik teşekkür yağmuruna tutulduk.
Konuklar arasında kaymakamla ilçenin ileri gelenleri de vardı. Bu başarının büyük heyecan yaratması beni umutlandırmıştı.
Artık ne istersem alınacağı sözü veriliyordu. Gerçekten Samsun’a eşya ve malzeme almaya giden büyük motorumuz döndüğünde bir tane Fransız piyanosu, bir viyolonsel, bir alto, üç keman, bir akordeon getirmiş, bizi çok sevindirmişti. Piyano çok eskiydi, önce onarıma sonra da akorda gereksinim vardı.
Onarımı öğrencilerle birlikte yaptık, demirci atölyesinde yaptırdığımız akort anahtarı ile akordunu yaparak çalar hale getirdik.
Kamacıoğlu iki öğrencisinin arasında.
1944 yılı Nisan’ında enstitüden birkaç arkadaşla birlikte askere alındık. 45 gün sonra terhis edildiğimizde tatil iznimi kullanmak için eşimin, çocuklarımın olduğu İstanbul’a geldim.
Beşikdüzü’ne dönmeden İstanbul’dan keman, müzik malzemesi almak istiyordum.
Durumu Müdür Ülkümen’e yazdım.
Terhis edildiğimiz gün mayısın ortasıydı. O zaman mali yılbaşı 1 Haziran’dı. Kurumlarda ödeneklerin tümü tükenmiş oluyordu. Müdür Ülkümen bu durumu anlatan mektubunda olanaksızlıktan yakınıyordu. Sonuç olarak para yoktu.
Aklıma başka bir çare gelmişti.
Okula yiyecek, erzak vs. sağlayan yerel müteahhitler vardı. Onlardan bir miktar para alarak onların hesabına müzik malzemesi almak, daha sonra enstitüye satmak olmaz mıydı?
Bu düşüncemi Ülkümen’e yazdım. Buluşuma çok sevinmişti.
Müteahhit Mustafa Baykan, öğrencim Lütfü Baykan’ın amcasıydı. Beşikdüzülü olup, İstanbul'da ticaretle uğraşıyordu. Okula okul çalışmalarına yakın ilgisi, yardımlarıyla hepimizin sevgisini, saygısını kazanmıştı. Osman Dilek’ in ağabeyi Mustafa Dilek aracılığıyla bana 1500 TL, okul kooperatifi eliyle de 250 TL para çıkardılar. Dünyalar benim olmuştu.
Anılar devam edecek