31 Mayıs 2007

Maviliklerde giderken yeşile doymak!...

Boğaz'da erguvanları seyretmeyi kaçırdınız mı? Olsun varsın kaçırmış olun ama bu günlerde Eminönü'den kalkan bir vapurla bir Boğaz turuna ne dersiniz? Bence bu geziye kendinizi zorlayın ve o güzelim Boğaz'ın yeşilliğini -beton yığınlarına gözünüzü kapatıp- bir kere daha doya doya seyredin.

VAPURDA..

Bir kızın saçları değiyor yüzüne,
Buram buram deniz kokuyor nefesi.
Bir çocuk atlayıverecek maviliklere sevinçten,
Yanındaki martı duymayacak çığlığını...
Suzan Peker

27 Mayıs 2007

İnat, tecrübe, macera ve yaşayarak öğrenme

Bir yaz günüydü. Günlerden de cumartesi. Babası eşine seslendi: “Daha hazır değil misiniz? Dünyanın yolunu gideceğiz, Üstelik hava gittikçe sertleşiyor. Annenler merak edecek bizi”.Tamam şimdi geliyoruz” diye seslendi eşi. Hazırdılar. Evden çıktılar, otobüs durağına kadar yürüdüler. Evden durak 15 dakika çekiyordu. Bebek otobüsü geldiğinde hep birlikte bindiler. Baba, eşi ve iki çocuğu ile. Erkek çocuk 19 yaşlarında, kız ise 10 yaşlarındaydı. Bebek’te indiler otobüsten. Mısır Konsolosluğu’nun yanındaki sandalların bulunduğu yere geldiler. Baba ve oğlu sandallarını çekekten denize indirdi. Delikanlı küreklere geçti, babasını, annesini ve kız kardeşini alıp Küçük Bebek açıklarında demirli kotraya doğru kürek çekmeye başladı. Kotraya yanaştılar, ve tekneye çıktılar. Sandalı birkaç metrelik bir halatla teknenin arkasına bağladılar.Maceranın yaşandığı kotra bakım için Rumelikavağı sahilinde.
Babası teknenin motorunu çalıştırdı, oğlu da şamandıra ipini çözdü, Boğaz’dan Karadeniz’e doğru yol almaya başladılar.

“BAŞIMIZA BİR İŞ GELECEK”
Delikanlı bir yandan sahilin iki yakasını izlerken, bir yandan da hayıflandı: “Çok sert poyraz var. Umarım Rumelifeneri’nde deniz dalgalı değildir. Yoksa çok kalamayız orada. Nereden çıktı şimdi denizden Rumelifeneri’ne gitmek”. Babasının gözü pekliğine, inadına kızdı. “Başımıza bir iş gelecek. Annem, kardeşim de var. Hayırdır inşallah” diye içinden geçirdi. Sarıyer’i geçtiler, sert poyraz yüzüne yapıştıkça tedirginliği de arttı, “Bu rüzgar Karadeniz’i köpürtmüştür. Büyük Liman’dan sonra işimiz iş” diye düşündü. Büyük Limanı geçince dalga boyu büyümeye başladı. Garipçe önlerinde dalgalar kotrayı dövmeye başladı. “Babam dönse buradan bari” diye düşündü. O arada büyüyen dalgaları gören annesi “dönsek iyi olacak” diye seslendi eşine. O hiç aldırış etmedi. Bunlar “dalga mı” diye geçirdi içinden. “Bir şey olmaz. Kotra bu. Altında üç ton demir salma var. Korkma” diye eşini yatıştırdı. Tekne bir dalgaya giriyor, bir dalgadan çıkıyor ama gidiyordu. Yarım saat sonra Rumelifeneri açıklarına geldiler. Roke taşlarının iç kısmına demirlediler. Köy balıkçı köyüydü ama hiçbir balıkçı teknesi görünmüyordu. Hepsi fırtınadan Sarıyer’e kaçmışlardı. Bugünkü liman yapılmamıştı henüz.
Babam, sandallarından birinin başında. Denizi o kadar çok severdi ki görevli olarak gittiği her yerde mutlaka bir sandalı olmuştu. Deniz onun en büyük tutkusu idi.

Köyün yamacında kalabalık dikkatini çekti delikanlının. “Bizi mi gözlüyorlar bunlar nedir?” diye sordu kendi kendine.

ANNEANNENİN KAYGILI BEKLEYİŞİ
Kalabalığın en önündeki yaşlı kadını tanıdı. Anneannesiydi. O da merak içinde bekliyordu kızını, damadını, torunlarını.
Delikanlı hemen teknenin arkasındaki sandala atladı, babası, annesi ve kardeşi sandala binince küreklere asıldı. Dalgaların arasından sahile ulaştı. Sandalı kıyıya çekiverdiler.
Tekne roke taşlarının kuytusunda demirli kalmıştı.
Eve vardıklarında anneannenin sitemiyle karşılaştılar: “Bu havada ne işiniz var el kadar tekneyle buralara gelmeye? Haber verdiler köyden bir direkli tekne geliyor, sadece direkleri görünüyor. İstanbullular bu fırtınada burunlarını bile dışarı çıkarmazlar. Bunlar olsa olsa senin damadın ve torunlarındır” diye. Ödümü patlattınız. Fırtına daha da artacak. Gece kalamazsınız burada”.
Baba sakin sakin “ne var havada? Geldik işte. Akşam bakarız. Sertleşirse hava kaçarız”diye cevap verdi.
Hava gerçekten üstüne üstüne bastırdı. Köyün tepesinden denizi seyreden delikanlı “İşimiz iş. Umarım babamın inadı tutmaz. Akşam kaçarız” diye geçirdi içinden.

“HADİ OĞLUM GİDİYORUZ”
Öyle de oldu. Hava kararınca babası “Hadi oğlum gidiyoruz. Annen ve kardeşin gece kalıyor. Onlar yarın kara yolundan inerler Beşiktaş’a. Hem yarın akşam üstü misafirler gelecek. Kotradan denize girecekler”.
Sevinmişti delikanlı. Biraz dalga yerlerdi ama sonunda kaçarlardı buralardan.
Hemen harekete geçtiler. Sandalı denize indirler, kotraya çıktılar. Baba “ Önce Anadolufeneri’ne doğru gideceğiz. Boğaz’ın ortasını bulunca döneriz. Dalgaya arkadan alırız. O zaman daha rahat gideriz. Dikkat et. Dalgayı yandan alacağım. Tekne yalpaya düşecek. Çok yan yatabiliriz. Bir yerlere tutun” diye seslendi.
Zifiri karalıkta yola çıktılar. Baba gaz verdi, kotra ileri fırladı. Delikanlı başaltında duruyordu. Kotranın kamarasından başa geçiliyor, bir kapakla baş üstüne çıkılabiliyordu. Delikanlı gövdesinin yarısı teknenin içinde, iki yana tutunmuş ileriye bakıyordu. Bir hayli gittiler, köyün ışıkları iyice küçülmüş, karşı kıyıdaki ışıklar ise büyümüştü. Babası ışıkların aynı büyüklükte olduğuna karar verince tekneyi döndürdü. Şimdi dalgalar kıç tarafından geliyordu, yalpa azalmıştı.

MAKİNE ARIZA YAPINCA
Devamlı ileriye bakan delikanlı, bir ara babam ne durumda diye kafasını geriye çevirdi, babasını sakin sakin dümen kullandığını görünce o da sakinleşti. Ama bir şey dikkatini çekmişti, motordan duman çıkıyordu. Hemen babasına seslendi, babası da dumanları görmüştü. Hemen motoru durdurdu. Oğluna seslendi, “daha yeni yaptırdık, devir daim su motoru yine arıza yaptı”.
Ne yapacaklardı denizin ortasında. Tekne durunca yan dönmüş, dalgaları yandan bordadan almaya başlamıştı. Babasına baktı, babası mutlaka bir çözüm üretecekti, yılların tecrübesi bir şeyler bulurdu. Babası istifini bozmadı, oğluna seslendi: “flok yelkenini bas”.
Flok yelkeni hazırdı, büyük yelkende hazırdı ama rüzgarın şiddetinden büyük yelkenin açılması zordu. Delikanlı beline bir ip geçirdi, ipin ucunu da teknedeki babaya bağladı. Babasından tedbirli olmaya öğrenmişti. Bu havalarda denize düştün mü bulamazdı kimse seni. Flok yelkenini basmaya başladı, avuçları patlamıştı, “olsun” dedi. Can havliyle flok yelkenini çekti. Tekne biraz sarsıldı, sonra rüzgarın yoluna girdi. Allah’tan rüzgar kıçtan geliyordu.

BÜYÜK LİMAN’DA MOLA
Yavaş yavaş Boğazdan içeriye girmeye başladılar, dalga boyu da azalmaya başladı. İyi de zifiri karanlıkta flok yelkeniyle nereye kadar gidebilirlerdi ki. Babasına seslendi: “Baba böyle mi gideceğiz Bebek koyuna kadar?”.
“Hayır” dedi babası. “Bak şimdi Büyük Liman’a gelmeden flok yelkenini indir. Sandala atla. Tekneyi sandala bağlayıp kürekle limana sokacaksın. Hele limana girelim. Gece orada kalırız. Sabah bakarız durumumuza”.
Deniz sakinleşmişti artık. Büyük Liman hizasında delikanlı sandala atladı, kotrayı bağladı, asıldı küreklere. O zamana kadar şansları iyi gitmişti ama Karadeniz’e doğru çıkan büyük bir gemi onları görebilecek miydi? Marmara’dan gelen ve Karadeniz’e çıkan bir gemi denizi yara yara üstlerine doğru geliyordu. İyice asıldı küreklere delikanlı. Deliler gibi kürek çekiyordu, nefes nefese kalmıştı. Babası eline geçirdiği beyaz bir bezi gemiye doğru sallayıp duruyordu. Kimse görmemişti onları ama kıl payı ezilmekten kurtulmuşlardı.
Delikanlı son bir gayretle kotrayı limana soktu.
Derin bir nefes aldılar. Delikanlı kendini zor çekti kotraya. Teknenin baş üstüne uzandı. “Sabaha kadar uyurum artık” diye düşündü. Başına gelecek bitmemişti daha.

5 SAATLİK KÜREK ÇİLESİ
Biraz sonra babası “Biraz dinlen. Yanımızda yiyecek hiç bir şey yok. Su bile yok. Kotrayı burada bırakalım. Sandalla Rumelikavağı’na gidelim. Oradan yiyecek bir şey alalım” dedi. Delikanlı şaşırmıştı. Babasının gidelim dediği mesafe kürekle en az iki saat sürerdi. İki saat gidiş, iki saat geliş. Bir şey diyemedi babasına. Zaten dese de dinlemezdi babası. İnatçı bir kişiliği vardı. Kafasına koyduğu şeyi mutlaka yapardı. Bırakırsa bu kez kendisi tek başına giderdi.
Biraz soluklanınca yola koyuldular. Sandalda yan yana oturdular, birlikte tek tek küreklere asıldılar, yola koyuldular. Yük bu kez ikisine birden binmişti.
Kavağa vardıklarında saat 23.00 sıralarıydı. Her yer kapanmıştı. Sora sora bir bakkal buldular. Bakkal hemen dükkanının üstünde oturuyordu. Dükkanını açtı, 3-4 günlük erzak aldılar dükkandan.
Tekrar sandala binip kotraya doğru yola çıktılar. Bu kez rüzgara karşı gidiyorlardı. Yorgunluk bir yana rüzgara, akıntıya karşı gittikleri için yol üç saat sürmüştü. Delikanlı kotraya nasıl çıktığını hatırlamadı, biraz su içti, sonra da yorgunluktan sızdı.
Gürültüler geldi, kulağına. “Rüya görüyorum” sandı. Bu ıssız yerde ne gürültüsü olabilirdi ki. Uyandı, kamaradan çıktı. Babası kıç üstünde oturuyordu. Erken kalkmıştı. Limanda 5-6 tekne vardı. Limana gelip demirlemişler, denize giriyorlardı.

YELKENLE BOĞAZ’I GEÇTİLER
Ne yapacağız baba şimdi?” diye sordu. “Ne mi yapacağız. Basacağız yelkeni. Yelkenle ineceğiz Bebek Koyu’na” dedi babası. “ Tamam da. Ya boğaz trafiği. Gemiler.”Boş ver” dedi babası. “Gemiler deniz kurallarına göre yelkenlilere yol vermek zorunda. Zaten o sert rüzgar da yok. Bize yaptı yapacağını. Erkenden yola çıkalım. Annenler de gelir, misafirler de. Randevuya geç kalmayalım”.
Bastılar yelkenleri. Kotra akıntıyla birlikte süzüldü boğazın sularında. Artık tecrübeliydiler. Bebek koyuna hızla girdiler, yelkenleri hemen indirdiler. Delikanlı yine sandala atladı, kotrayı bağladı, kürekle şamandıralarına yanaştılar. Kotrayı Küçük Bebek açıklarında bulunan deniz fenerinin yanındaki şamandıraya bağladılar.
Randevuya bir saat önce gelmişlerdi, hiçbir şey olmamış gibi annesini ve misafirleri bekleyebilirlerdi.
DELİKANLI KARARLILIĞI, TECRÜBENİN ÖNEMİNİ UNUTULMAZ BİR MACERA YAŞAYIP ÖĞRENMİŞTİ.
Bu 19 yaşındaki delikanlıyı tanıdınız değil mi, şimdilerin punto amcasını.
................................................................
Tecrübeden ders çıkaranlar
Aşağıdaki yazı aynı zamanda yorum kısmında da var. Ben bu anıyı da buraya almayı uygun buldum. Zira ben de sizin gibi yeni öğreniyorum bu küçük macerayı. Gönlüm bu anının yorumların arasında kalmasına razı olmadı. buradan da sizlerle paylaşmak istedim:
M.Ali said...
Bu anıyı bilmeme rağmen keyifle okudum. Dedem gözümün önüne geldi ve her satırda "tipik dedem" dedim. Demek ki hiç değişmemiş. Aynı dersi bize de bir keresinde vermişti.
Daha küçüktük herhalde 12 falanız ve kardeşimle yeni yeni ufak sandalın arkasındaki 2 beygirlik motorla denize çıkmaya başlamışız. Gün ortasında "hadi balığa çıkalım" demişti. Biz biliyorduk ki bizim orada öğlen vakti özellikle 12.00 - 16.00 arası sert poyraz olur ve açıklarda ciddi dalga olurdu. Neyse.
3 metrelik sandal ve her akşam omuzumuzda eve çıkarabildiğimiz 2 beygirlik canı olan motor ile açılmaya başladık. O güne dek büyük tekne ile açılmıştık ama bizim ufak sandal ile hiç gitmediğimiz yerlere gidiyorduk. Biz her ne kadar yanımızda dedem var diye fazla önemsemesek de rüzgar çıktıkça ve dalgalar büyüdükçe birbirimize bakmaya başlamıştık.
Tabi dedeme hiçbir şey söylemedik. O gayet sakin balık tutmaya devam etti. Bizim için büyük olan dalgalar belli ki onun için çırpıntı idi. Sonra "hadi dönelim" dedi. Biz bir oh çektik. Motoru çalıştırdık tekneyi rüzgara, dalgaya karşı çevirdik ve kıyıya doğru gitmeye başladık. En azından gidiyoruz sanıyorduk.
Biz dalgalara giriyor, teknenin başı iniyor kalkıyordu bir ara yanıma baktığımda denizde bir naylon torba gördüm, 1-2 dakika kadar yanımızda kaldı. O zaman anladım ki tüm o eforumuza rağmen olduğumuz yerde sayıyorduk. Motorun canı o rüzgar ve dalgaya yetmiyordu. Kardeşimle beraber küreklere geçtik ama teknenin inip kalkmasından doğru düzgün kürek de çekemiyorduk. "Hah" dedik şimdi ne olacak bakalım derken dedem "geç bakalım dümene" dedi. "Şimdi size dalgalı havada nasıl gitmek gerektiğini göstereceğim". Kürekleri içeri aldık. Teknenin burnunu dalgaya dik değil de sağ baş yan taraftan almaya başladık. İlk başlarda oldukça sallandık ve endişelendik ancak sonra gördük ki hiçbirşey olmuyor ve tekne de gayet iyi gidiyordu. Yolu biraz uzattık, yani direk hedefimize gitmedik ama kıyıya yaklaştıkça dalgalar dindi biz de rotayı eve çevirdik ve 20-30 dakika rötarla eve vardık.
Aslında şimdi düşününce "hedefe ulaşmak için en kısa yol her zaman en uygun yol değildir" veya "Çözemediğin bir problem ile karşılaştında hemen pes etme, her zaman alternatif bir yolu ara" gibi dersler almışız farkında olmadan.
Dedem hiçbir zaman bu kelimeleri kullanmadı ama eminim ben de kardeşim de o günden iyi bir ders aldık.

24 Mayıs 2007

Martılar ve Boğaz’dan yansımalar!...

Fotoğrafı büyütürseniz yansımaları daha iyi görebilirsiniz.

Emekli olunca ağaçları, çiçekleri, çocukları insanı hayata bağlayan her şeyi yeni yeni keşfediyorum.
Zaman zaman Yeniköy’de , zaman zaman Emirgan’da , zaman zaman da Kireçburnu’nda yürüyüşler yapıyorum. Kâh yalnız, kâh bana eşlik eden bir dostumla.
Geçenlerde Emirgan’da yürürken martıların denizdeki ekmek parçalarına saldırışlarını seyrettim. Yaşam mücadelelerini, Boğaz’ın güzelliğini, inci gerdanlık gibi görünen Boğaziçi Köprüsü’nü aynı karenin içine sığdırabildim.
Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Bahar Sarhoşluğu” şiirinden bir bölümünü bu görüntüyle birleştirip sizlerle paylaşmak istedim:

Gökyüzü mahallesi İstanbul'un
Süt beyaz bir martıyım açıklarda
Gemilere ben yol gösteriyorum,
Buğday ve ilaç yüklü gemilere
Bir kanat vuruşta bulutlardayım;
Bir süzülüşte vatanım dalgalar!

22 Mayıs 2007

Bizim sitede nazlı, vatanında ise odun!...

Çocukluğumun bir kısmı Rize’de deniz kenarında geçti. O dönemlerde yol yoktu, vasıta azdı. Onun için dağları görememiştim. Ne zamana kadar. Birkaç yıl önce bir Karadeniz turu yapana kadar.
Eşimle birlikte bir tura katıldık ve Karadeniz sahillerinin yeşilliğini doya doya yaşadık.
Ben aslında bu geziyi anlatmaktan çok sizlerle “orman gülü”nü paylaşmak istiyorum.
Daha önce anlatmıştım bir sitede oturduğumuzu.
Birkaç yıl önce sitenin bir çok yerine bir çiçek dikildi. Bazıları yerini beğenmedi, kurudu. Bazıları da çok güzel çiçek açtı. Açelyaya benzeyen bir bitkiydi bu dikilen.
Sordum adını “Orman Gülü” dediler. Demek bazı orman gülleri bizim buraları beğenmedi diye düşündüm. Öyle ya. Seni ormandan alsınlar, getirsinler, bir yerlere diksinler. Burada yaşa desinler. Hiç bir şey sormadan. Sen de gel bu şehirde yaşa. Kolay mı?
Rize’yi geçtik. Sahilden ayrıldık, Çamlıhemşin’e doğru tırmanıyoruz. İki yanımızda bizimle birlikte yükselen orman, yeşilin tüm tonlarını bize sunuyor.
Bazı ağaçlar dikkatimi çekti. Çiçekleri açmıştı ve bana bir yerden tanıdık geliyordu. Eşime gösterdim o da şaşırdı. “Bunlar bizim sitedeki orman güllerine ne kadar benziyor” dedi. Çamlıhemşin’de sordum soruşturdum, onların da orman gülü olduğunu öğrendim.
Orman altı bitki örtüsü "kumar"
Bilgi de verdiler, ormanları hakkında. Kıyıdan yaklaşık 750 m yüksekliğe kadar olan sahada geniş yapraklı kıyı ormanları varmış. Bu bölgede sakallı kızılağaç, kayın, kestane, ıhlamur türleri, gürgen, karaağaç türleri, yabani Trabzon hurması, yabani karayemiş, yabani kiraz, defne, çınar, tesbih ağacı, meşe, dişbudak ve şimşir çok. Bunlardan sakallı kızılağaç ve yabani karayemiş akarsu vadileri boyunca orman üst sınırına kadar çıkarmış.
Bu bölgenin orman altı bitki örtüsü de yörede "kumar" adıyla bilinen ve yakacak odun olarak kullanılan “orman gülü” imiş.
Yani sizin anlayacağınız bizim nadide orman gülü vatanında odun olarak kullanılıyormuş.
Bir başka ilginç bilgi de açelyanın orman gülünün melezlerinden, üretilmiş olması bilgisi.

21 Mayıs 2007

Fenerbahçe’nin 2. kalesi: Kapalıçarşı

Temeli 1461’de atılan Kapalıçarşı’da bu aralar dev bir Fenerbahçe bayrağı çarşının giriş kapısından başlıyor, tavandan devam ederek gidiyor, gidiyor ve diğer kapıya ulaşıyor. Fenerbahçe’nin kalesi olarak Bağdat Caddesi bilinir ama Kapalıçarşı esnafının Fenerbahçeliliği işte böyle bir şey.
Söz Kapalıçarşı’dan açılmışken çarşının bir krokisini Ocak 2007 tarihinde genel yazılar etiketi ile bu günlükten dostlarımla paylaştığımı hatırlatayım ve yılların çarşısından bazı bilgiler vereyim.
İstanbul Belediyesi resmi internet sitesinde Kapalıçarşı’dan şöyle bahsedilmektedir:
Çarşının nüvesi, Fatih Sultan Mehmet tarafından fetihten hemen sonra Ayasofya Camii’ne gelir sağlamak amacıyla inşa edilmiş olan 2 taş bedestendir. Daha sonra yapılan ilavelerle genişleyen Kapalıçarşı’nın Fatih tarafından kurulan iki bedesteni, Cevahir ve Sandal Bedesteni olarak bilinir. Kapalıçarşı da, İstanbul’daki bir çok tarihi yapı gibi, zaman zaman İstanbul’un büyük yangınlarında ve depremlerde hasar görmüş ve defalarca onarılmıştır. Yaklaşık 1500 metrekarelik bir alana kurulu olun İç bedesten ile 1300 metrekarelik bir yer kaplayan Sandal Bedesteni çarşının yarı müstakil bölümleridir. Çarşının çevresi, yine çarşının birer parçasını oluşturan hanlarla çevrilidir.
Binlerce dükkanın bulunduğu Kapalıçarşı içindeki 61 sokak ve caddenin çoğu, Fesçiler, Serpuşçular, Tuğcular, Feraceciler, Perdahçılar, Terlikçiler, Kuyumcular, Aynacılar, Kalpakçılar gibi, mesleklere göre isimlendirilmiştir.
Kapalıçarşı’da bir çok handa esnafın dükkanı vardır. O zaman bir soru; Hanların isimlerini biliyor musunuz? Bilmiyorsanız biz hatırlatalım:
İşte Kapalıçarşı’daki hanlar: Ağa, Alipaşa, Astarcı, Balyacı, Bodrum, Cebeci, Çukur, Evliya, Hatipemin, İçcebeci, İmamali, Kalcılar, Kapılar, Kaşıkçı, Kebapçı, Kızlarağası, Mercan, Perdahçı, Rabia, Safran, Sarnıçlı, Sarraf, Sepetçi, Sorguçlu, Varakçı, Yağcı, Yolgeçen, Yolgeçen, Zincirli.

20 Mayıs 2007

Mİ ekinin nasıl kullanıldığını hatırlıyoruz!...

Doğru yazalım, Doğru konuşalım, Dilimizi koruyalım etkinliğimizde Sevgili Zeynep (ycurl) "Mİ" ekinin kullanılışını bizimle paylaşıyor ve yazısına şu cümlelerle başlıyor:
"Aslında "mi" bir ek değil bir edat. Edat ya da ilgeç, farklı tür ve görevdeki sözcükler ve kavramlar arasında anlam ilgisi kuran sözcüklere verilen isim. Edatların tek başlarına anlamları olmadığı gibi, tek başlarına görevleri de yok". Bu konuda geniş bilgiyi Zeynep'i ziyaret ederek http://zng.blogspot.com/2007/05/doru-yazalm-doru-konualm-dilimizi.html#comments öğrenebilirsiniz.

17 Mayıs 2007

Bu yıl 19 Mayıs bir başka 19 Mayıs!...

Fotoğraf Zonguldak Haber Sitesi'nden alınmıştır.
19 Mayıs için çok şey yazılabilir ama sanırım Tandoğan, Çağlayan ve İzmir mitingleri tüm yazılabileceklere bedel mitinglerdi. Cumhuriyetimize sahip çıkma çoşkusunu gördükten sonra içim rahat sizleri Cahit Külebi'nin bir şiiri ile başbaşa bırakıyorum:
ATATÜRK KURTULUŞ SAVAŞI'NDA
Bir gemi yanaştı Samsun'a sabaha karşı
Selam durdu kayığı, çaparası, takası,
Selam durdu tayfası.

Bir duman tüterdi bu geminin bacasından bir duman
Duman değildi bu
Memleketin uçup giden kaygılarıydı.
Samsun limanına bu gemiden atılan
Demir değil
Sarılan anayurda
Kemâl Paşa'nın kollarıydı.

Selam vererek Anadolu çocuklarına
Çıkarken yüce komutan
Karadeniz'in hâlini görmeliydi.
Kalkıp ayağa ardısıra baktı dalgalar
Kalktı takalar,
İzin verseydi Kemâl Paşa
Ardından gürleyip giderlerdi
Erzurum'a kadar.
Cahit KÜLEBİ

15 Mayıs 2007

Anıtkabir de, müze de çok güzel !...

Ne güzel tesadüf değil mi? Türbanlı değil başörtülü bir hanım ve eşi Ata'nın huzurunda. Gösterişsiz, tabii bir görüntü.
Uzun zamandır gitmemiştik ona. “Hadi bakalım” dedi eşim. “Benim bir hafta iznim var. Gidiyoruz”. Hazırlandık ve yola çıktık. Yeni açılan tünele girmeden, nostalji yaşayarak, vurduk Bolu Dağı’na. Dağı tırmanırken uğrak yerlerinden çoğunun sinek avladığını gördük. Bir çoğunun yeni yol üzerinde tesis yapmak istediklerin öğrendik. Neyse.
Anıt Kabir o gün doldu, taştı. Otobüslerle yurdun dört bir yanından gelenler Ata'ya sevgilerini sundular.
Kahvaltıdan sonra 2 saat içinde Ankara’ya ulaştık. Melih Gökçek bildiğimiz Ankara’yı bilmediğimiz Ankara’ya çevirmiş. Şehre girmeden Konya yoluna dönüp öğretmen evine yerleştik. Benim öğretmen evi dediğime bakmayın. Adı öğretmen evi de orada kalanların bir çoğunun pek öğretmenlikle ilgileri yok gibiydi. İpini koparan oradaydı.
Müzedeki panoramalardan biri de Sakarya Meydan muhaberesi'ydi. Görüntü gerçekten güzel.
Arabamızı otoparka bıraktık, ta ki dönüşe kadar. Bir taksiye atladık. Önce Anıtkabir dedik. Eşim de ben de yıllar önce gitmiştik Anıtkabir’e. Kalabalıklar bastırmadan Ata’mızın huzurundaydık. Bizi orada çok güzel bir sürpriz bekliyordu.
Büyük Taarruz panaromada çeşitli savaş sahneleriyle canlandırılmış. Siz bu tabloları seyrederken savaş sırasında çıkan seslerle o günlere gidiyorsunuz. (Üstte ve alttaki fotoğraflar.)
Size müzeden söz etmek istiyorum. Eğer 2003 yılından önce Anıtkabir’e gitmişseniz, ilk fırsatta müzeyi görün derim. Müze gerçekten çok güzel düzenlenmiş. Özellikle üç büyük panorama muhteşem. Görmeyenleri tekrar uyarıyorum. Mutlaka gidin, görün ve çocuklarınıza gösterin. Üç büyük panorama Çanakkale, Sakarya ve Büyük Taarruz'u anlatan panoramalar, biri Türk, diğerleri Rus olmak üzere toplam 12 ressam tarafından yapılmış. Emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun talimatıyla yaptırılan Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi'ndeki üç panoramada, duvar boyunca metrelerce savaş sahnesi yer alıyor. Tabloların senaryosunu Turgut Özakman yazmış, ressam Aydın Erkmen, eskizleri çizmiş ve Rus sanatçılar resmetmiş. Rus ressamlar, tabloların gerçekçi olması için Türk figürlerini kullanmışlar. Panoramalarda Anıtkabir'de görev yapan askerlerin yüzlerinden de esinlenilmiş.
"Çanakkale Geçilmez" dedirten şanlı Türk Ordusu'nun direnişi çok güzel canlandırılmış.
Anıtkabir'in inşaası
Anıtkabir projesinin belirlenmesinden sonra, inşaatın başlayabilmesi için ilk aşamada kamulaştırılma çalışmalarına başlandı. Anıtkabir'in inşaatı ise 9 Ekim 1944'de görkemli bir temel atma töreni ile başladı. Anıtkabir'in inşası 9 yıllık bir süre içinde 4 aşamalı olarak yapılmış.
Birinci Kısım İnşaat: 1944-1945 Toprak seviyesi ve aslanlı yolun istinat duvarının yapılmasını kapsayan birinci kısım inşaata 9 Ekim 1944'te başlamış ve 1945'te tamamlanmış.
İkinci Kısım İnşaat: 1945-1950 Mozole ve tören meydanını çevreleyen yardımcı binaların yapılmasını kapsayan ikinci kısım inşaat 29 Eylül 1945'te başlamış, 8 Ağustos 1950'de tamamlanmış. Bu aşamada inşaatın kâgir ve betonarme yapı sistemine göre, temel basıncının azaltılması göz önünde tutularak, anıt kütlesinin "temel projesinin" hazırlanması kararlaştırılmış..
Üçüncü Kısım İnşaat: 1950 Anıtkabir üçüncü kısım inşaatı, anıta çıkan yollar, aslanlı yol, tören meydanı ve mozole üst döşemesinin taş kaplaması, merdiven basamaklarının yapılması, lahit taşının yerine konması ve tesisat işlerinin yapılmasını kapsıyordu.
Dördüncü Kısım İnşaat: 1950-1953 Anıtkabir'in 4. kısım inşaatı ise şeref holü döşemesi, tonozlar alt döşemeleri ve şeref holü çevresi taş profilleri ile saçak süslemelerinin yapılmasını kapsıyordu. Dördüncü kısım inşaat 20 Kasım 1950'de başlamış ve 1 Eylül 1953'te bitirilmiş.
Heykel grupları, aslan heykelleri ve mozole kolonlarında kullanılan beyaz travertenler Kayseri Pınarbaşı İlçesi'nden, kulenin iç duvarlarında kullanılan beyaz travertenler ise Polatlı ve Malıköy'den getirilmiş. Kayseri Boğazköprü mevkiinden getirilen siyah ve kırmızı travertenler tören meydanı ve kulelerin zemin döşemelerinde, Çankırı Eskipazar'dan getirilen sarı travertenler zafer kabartmaları, şeref holü dış, duvarları ve tören meydanını çevreleyen kolonların yapımında kullanılmış.

Mermerler yurdun dört bir yanından
Şeref holünün zemininde kullanılan krem, kırmızı ve siyah mermerler Çanakkale, Hatay ve Adana'dan, şeref holü iç yan duvarlarında kullanılan kaplan postu Afyon'dan, yeşil renk mermer Bilecik'ten getirilmiştir. 40 ton ağırlığındaki yekpare lahit taşı Adana'nın Osmaniye İlçesi'nden, lahitin yan duvarlarını kaplayan beyaz mermer ise Afyon'dan getirilmiş.
Kaynak ve fotoğraflar: Genelkurmay Başkanlığı Anıt Kabir sitesi
.......................................
KAMA
MERVE KAVAKÇI’YA HAYIR!
Bayrakları kapıp Dallas’ da da yürümek ancak internet ile olacak...Merve Kavakçı Üçüncü Dünya Kadınları Barış Konferansı'nda, Türkiye'ye temsil ediyormuş.
Merve Kavakçı’nin başını nasıl bağlayacağı, kiminle bağlayacağı bizi ilgilendirmiyor...!
Ama Merve Kavakçı’nın Türk kadınını temsil etmesini asla kabul edemeyiz!
Kimin seçimi kimin biçimi belli değil mi?..
Bu sadece kadınlarımıza hakaret olarak da kalamaz...
Türk Vatandaşı bile olmayan bu kadın, sadece kendini temsil edebilir!
Yalçın Kamacıoğlu

12 Mayıs 2007

Tüm annelere kucak dolusu sevgiler !..

Ne zaman sıcacık bir elle, başım okşansa,
Ne zaman yanağıma yumuşacık bir öpücük kondurulsa,
Uykuda bile bedenim sıcak bir nefes hissetse,
Alnımdaki ateşi ölçmeye bir avuç değse,
Gözlerim açıldığında bir ela göz görse,
Sen gelirsin aklıma ellerin gelir anne….
Selahattin Ölmez’in “Benim Annem Melektir” şiirinden

2007 senin ilklerini yaşadığın bir yıl Mete. 23 Nisan senin ilk bayramındı. 19 Mayıs da öyle olacak. Haziranda yaş gününü kutlayacağız.
Sevgili Mete. 13 Mayıs da senin ilk Anneler Günün. Bu günün ne anlama geldiğini bilmiyorsun henüz.
Annenin kalbinin senin için nasıl çarptığını da bilmiyorsun daha, nasıl seninle yatıp seninle kalktığını da.
Ama seni nasıl sevdiklerini hissediyorsun artık. O öpücüklerin de ne anlama geldiğini belli ediyorsun gülücüklerinle, öpücüklerinle...El çırpışınla…Sevinçlerinle…
Sevgili Mete!. Ne mutlu sana ki yıllarca sevgi içinde yaşayacaksın. Annenin, babanın, tüm ailenin sevgisiyle büyüyeceksin.
Ailen senin de sevgi dolu bir çocuk, delikanlı ve yetişkin olacağından çok emin.
Hep sevgiyle kal Sevgili Mete.
Tüm annelerin anneler günü gibi senin de anneler günün kutlu olsun.
Tüm anneler çocuklarının, tüm çocuklar da annelerinin öpücükleriyle yaşasın.

11 Mayıs 2007

Medya bugün Millet’in müşterek sesi mi?

Büyük Atatürk 1922’de ne demiş; “Basın Millet’in müşterek sesidir. Başlı başına bir kuvvet, bir okul bir öncüdür.”
Evet. Atatürk 85 yıl önce bunları söylüyordu. Bugün geldiğimiz noktada televizyonlarla birlikte medyanın Millet’in müşterek sesi olduğunu söylemek mümkün mü?
Yorumu sizlere bırakıyorum.

9 Mayıs 2007

Çocuklarınıza güzel konuşmayı öğretin !...

Başlıktaki “öğretin” önerisini ben söylemiyorum. Çağımızın geldiği “sunum” dönemi söylüyor.
Çocuklarımızın sorumluluğu konusunda yazdığım yazıdan sonra, aldığım yorumlar çocuklarımızın ne kadar önemli ve kıymetli olduğunu bir kere daha gösterdi.
Çocuklarımızın gelişmesini sağlayacak bilgilerin paylaşılmasının faydalı olacağına inanıyorum.
Üniversitede okuduğumuz dönemlerdeki bir uygulamanın bugün ne kadar doğru bir uygulama olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum.
İstanbul Hukuk Fakültesi’nde, Edebiyat Fakültesi’nde 1960’lı yıllarda sınavlar iki aşamalı yapılıyordu. Yazılı sınavı kazanırsanız, aynı dersten sözlü sınava giriyordunuz. O zamanlar kızardık bu ikili sınav sistemine.
Bu yaşıma gelince anladım ki insanın kendini sözlü ifade etmesi, ya da bir topluluk karşısında çıkıp konuşabilmesi hiçte kolay değilmiş.
Hiç dikkat ettiniz mi? çok güzel yazanlar, çok güzel konuşamıyor. Ya da çok güzel konuşanlar çok güzel yazamıyorlar.
Artık devir güzel konuşma devri. Eğitimde bugün “konuları öğrenci anlatsın” dönemine girildi.
Tüm bunları neden yazıyorum?
Özellikle çocuk büyüten annelere sesleniyorum. Çocuklarınızın topluluk içinde konuşmasını destekleyin. Misafirlerin yanında evin bir bireyi gibi konuşmalara katılmasını sağlayın. Bizim büyüklerimizin yaptığı gibi “sen sus” demeyin. Onları yüreklendirin.
Unutmayın. Devir sunum devri. Çocuklarınız bir işe girerken kendini tanıtmak için konuşacak, işinde zaten hep konuşacak.
Ben olsam, şimdi çocuk büyütüyor olsam, çocuklarımı mutlaka “güzel konuşma” kurslarına gönderirdim. Bunun çok önemli olduğuna inanıyorum.
Bir bilgeye sormuşlar:
- Bir insanın zekâsını nereden anlarsınız?
- Konuşmasından.
- Ya hiç konuşmazsa?
- O kadar akıllı insan yoktur ki.

8 Mayıs 2007

Bırakın da biz ağlayalım!...

KAMA......

Öyle ya ...İktidarlar geldi...İktidarlar gitti...Hep halkın anası ağladı....
Şimdi sahnede başka ağlayanları görmek şaşırtıyor...
Bunlar AKP’nin seçime girerken koltuklarını Anayasa gereği bırakmak zorunda kalan bakanları... Hüngür hüngür.. Şu anda onları teselli etmek zor... Önce Ulaştırma Bakanı ağladı! Mesajı ulaşmış mıdır?
Ardından Adalet Bakanı Çiçek... Göz yaşları sel oldu...
Koltuğu erken terk etmek zorunda kalışları mı zorlarına gitti?
Ağlamayı da tekellerine almışlar...
Bırakın da "vah vah yerleri doldurulamaz bakanları nereden bulacağız" deyip karaları biz bağlayalım ve de biz ağlayalım... Olmaz mı?
Kelaynak

Kurşun ata ata, siyaset sıka sıka biter!...

KAMA..........

Manzaraya bir bakın....Sıkılmıyor musunuz?...Sonra düşünün...
Anayasa Mahkemesi gerçekten demokrasiye bir kurşun mu sıktı?
Aslında sıkan tek şey, AKP’nin UZLAŞMA YOKSUNU anlayışı değil mi?
Hem suçlu hem güçlü olma mantığı artık sıkmıyor mu?
367 ile Cumhurbaşkanı seçmek imkansız mantığı, neyin ürünü?
Ben bilirim kim olacak ben seçerim kimi olsa mantığı !...
Kanun koyucu işte tam da bu nedenle UZLAŞIN demiş...367 şart demiş...Uzlaşırsanız 467 yi de bulursunuz 500 ü de...Mesele uzlaşma....
Dediğiniz olmadı...Sonraki hamle ne? DAYATMA...
İşte gördünüz meclis artık seçemiyor...Halk seçsin demek inandırıcı değil her zamanki gibi kandırıcıdır... Açık adı ile dayatmanın dik alasıdır...
....................
Siyasetteki gel gitler...Sıkıntı yaratacak kadar üstelenen gerçek dışı beyanlar....Ve....Mitinglerdeki türkü dilimizde yer etti....Kurşun ata ata biter...Bir eklemesi eksik...Siyaset sıka sıka ....
Kelaynak

7 Mayıs 2007

Büyük Harflerin kullanışı ve kısaltmalar

Doğru yazalım, Doğru konuşalım, Dilimizi koruyalım etkinliğimizin ev sahibi sevgili Nane ve limon. Nane ve Limon büyük harflerin kullanışını ve kısaltmaları akıcı bir dille bizlerle paylaşıyor ve yazısına şu cümlelerle başlıyor:
"Bir dili iyi konuşmak ve yazmak,o dilin yazım kurallarını bilmekle mümkündür. DDD'nin düzenlenmesindeki amaç, bu bilgileri tazelemek, unutulanları hatırlamaktı. Türkçe'deki yazım kurallarından birisi de" büyük harflerin kullanılışı ve kısaltmaların yazılışı"dır. Çok bilinen birkaç kuralın dışında büyük harfleri yerinde kullanmıyoruz. Etkinlik başladığından beri yazım kılavuzunu yanımdan ayırmıyorum.Görüyorum ki ,birçok kuralı unutmuşum".
Büyük Harflerin kullanışı ve kısaltmalar konusunu tekrar hatırlamanız için Nane ve limon sizleri bekliyor.

5 Mayıs 2007

AR ...HINÇ!

Kama............

Manisalılar Manisalı Bülent Arınç’tan ne kadar hoşnuttur derseniz size Cumhuriyet mitinglerinden birinin Manisa’da yapılmasını isteyecek kadar cevabını verebilirim!
AKP li Arınç “AR” hanesini kısırlaştırmasaydı, hıncını böylesine kontrolsüz ve isabetsiz sergilemezdi...Keşke yüce meclisin tarafsız başkanı kalabilseydi...AKP’nin sayısal diktasını duygusal uyumla birleştirmeseydi...367’yi uzlaşma gözlüğü ile görebilseydi...Demokrasiyi hazmı kolaylaşır, ötekiler ayrımı keskinleşmez, kriz kapımıza dayanmaz, meclis laikliği içine sindirmiş bir Cumhurbaşkanını da seçerdi...
Meclis başkanı AR içinde kalır, HINÇ hanesine sığınmazdı...
Görüşün isabetli, olmadı Sayın Ar...Hınç....
Ve Milli görüşün mili milleti yaraladı...
Kelaynak

3 Mayıs 2007

1961 Anayasası nerde, bugünkü Anayasa nerde?

Biliyorsunuz, Anayasa Mahkemesi cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu iptal etti. Bu iptal kararından önce günlerce hukukçular Anayasa maddelerini tartıştılar. Sonuçta şu gerçek ortaya çıktı; Anayasa maddeleri açık ve net yazılmamıştı. Günlerdir bu tartışmaları dinlerken bir ara gözlerimi kapadım ve üniversite yıllarına doğru yola çıktım.
1967 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi 3. sınıf öğrencisi idim. Bir grubumuz vardı, genellikle derslere pek girmeyen, bahçede top oynayan bir grup. Arada bir Moda Burnu’na yakın bir kahvede oturup ders çalışır, akşam da güneşin batışını seyrederdik. Gazeteleri takip ettiğimiz ve siyasetle ilgilendiğimiz yıllardı o yıllar.

Fransa’da öğrenci hareketlerini okuyor, izliyorduk. Mayıs 1968’de Fransa’da öğrenci hareketlerinin çıkış nedeni önce Vietnam savaşıyla dayanışma boyutunda başlamıştı. "Üniversite reformu" paketi Fransız öğrencilerini harekete geçirmişti. 29 Mart 1968'de tüm Fransa'daki üniversiteler, öğrenciler tarafından işgal edilmişti. 3 Mayıs 1968'de polisin Sorbonne Üniversitesi'ni basmasıyla başlayan tüm çatışmalar, 9 Mayıs ve 10 Mayıs’ta sokaklarda kurulan barikatlarda devam etmişti. Bu dönemde devreye Fransız işçi sınıfı girmiş, 13 Mayıs 1968'de sendikalara bağlı işçiler, öğrencilere yönelik polis saldırılarını protesto etmek ve öğrencileri desteklediklerini göstermek amacıyla bir milyon kişilik bir yürüyüş gerçekleştirmişti. Yürüyüşü genel grevler izlemiş, genel grev, hükümetin %35'lik ücret artışıyla sona ermişti.
Fransa’daki öğrenci hareketleri ülkemize de sıçramıştı. Üniversitede reform isteyen öğrenciler önce dersleri boykot çağrısı yaptılar. Bu çağrıya bazı üniversiteler katıldı, bazıları katılmadı.
Bizim öğrenciler de üniversitede reform istiyordu. Bir çok öğrenci, öğretim üyelerinin kaprislerinden şikayetçi idi.
Bazı öğretim üyeleri sözlü sınav için öğrencileri akşam saatlerine kadar sınav salonunun kapısında bekletiyor, sınavı yapacak hocanın adliyedeki işlerinin peşinde koştuğu dedikoduları çileden çıkmanın tetikleyicisi oluyordu. Kapris yapan hocalarımız vardı gerçekten.
Hiç unutmuyorum, nişanlı bir çift vardı. Erkek olan arkadaşımız, son sınıfa geçmiş, nişanlısı ise bir türlü bir hocanın sözlü sınavından geçemiyordu.
Bilmem biliyor musunuz, o dönemde hukukta sınavlar iki kademeli idi. Önce yazılıya girersiniz, geçer not alırsanız bu kez aynı dersin sözlüsüne girerdiniz.
Nişanlı kız arkadaşımız bahsettiğimiz hocanın sözlü sınavını bir türlü verememişti. Biz okulu bitirdik, o hala sözlüye giriyordu.
Biz de merak etmiştik arkadaşımızı. Bizim dinleyici olarak girdiğimiz son sınavda, hocamızın “nişanlın okulu bitirdi mi ? Hala seni bekliyor mu?" sorusu hepimizi şaşırtmıştı.
Gerçekten üniversitede reform olmalıydı ama boykotlarla mı? Üniversitede reform isteği ile başlayan hareketin ucu, rejim değişikliği isteğine kadar uzanınca olan olmuştu. Kazanılan özgürlüklerin çoğu tek tek geri alınmıştı.

Reform mu, rejim değişikliği mi?
Tüm bunları neden anlatıyorum size. Bir anımı paylaşmak için.
Boykotların yayıldığı günlerde grubumuzun bir gün derse gireceği tuttu. Kız arkadaşlar sınıfın daha doğrusu anfinin ilk sırasında yer tutmuşlar. Genelde o sıralar çalışkanlarındır. O gün biz yerleştik ön sıraya. Bizim de çalışkanlığımız tutmuştu.
Hocamız Prof. İlhan Akın'dı. Devletler Hukuku dersi veriyor. Dersin yarısına gelmişiz. Anfi dolu. Pür dikkat İlhan Akın’ı dinliyoruz. Arka kapıdan kalabalık bir grup anfiye girdi. Anfinin iki yanından aşağı doğru indiler. Ellerinde bayraklar. Slogan atıyorlar. Anfi yavaş yavaş arka kapıdan boşalmaya başladı. Bizim grup birbirimize bakıştık. Çıkmamayı kararlaştırdık. Koca anfi boşalmış sadece bizim grup – 10 kişi falan- kalmıştık. İlhan Akın, slogan atanları susturdu, “karşımda öğrenci olduğu sürece derse devam ederim” açıklamasını yaptı. Yaptı ama marşlardan, sloganlardan bir süre sonra konuşamaz, sesi duyulmaz olmuştu. Bize dönerek, “size teşekkür ederim” deyip dersi terk etti. “Devrim, devrim” diye sınıfı basanlar, bizi bir güzel yuhaladı. Biz de tıpış tıpış dersi terk ettik .
Boykotlar devam etti. Olayların devamını anlatmama gerek yok diye düşünüyorum.
Aradan 40 yıl geçti. 68’liler diye birileri ortalığa çıktı. “Devrim yaptık” diye gerine gerine caka sattılar, hala da satıyorlar. Bugün kırk yıl geçtikten sonra gelinen noktaya baktığımızda, gerçekten devrim miydi bu hareket?
Şunu söylemekte fayda var. 1961 Anayasası, özgürlüklerin en üst düzeyde olduğu bir anayasa idi. Öğrenci dernekleri, fikir kulüpleri, öğrenci birlikleri ve öğrenci federasyonları önemli kuruluşlardı. Bu kuruluşlardan liderler yetişti.
Bugün öğrencilerin nesi var? Hiçbir şeyi. Bir lider çıkabilir mi aralarından? Çıkamaz, nasıl çıksın ki?
1968’den sonra özgürlükler kısıtlandı. 1977’den sonra bu kısıtlama daha da çoğaldı.
Hepiniz öğrenci oldunuz. Hangi öğrenci kuruluşuna girdiniz? Bugün, 12 Eylül sonrası yapılan ve maddeleri farklı farklı yorumlanan Anayasa’nın sıkıntılarını yaşıyorsak, bu sıkıntıların başlangıç noktası 1968’deki öğrenci hareketlerine uzanmıyor mu?

Fotoğraflar Sendika org. Sitesinden alınmıştır.

1 Mayıs 2007

Kutlama mı, coplama mı?

30 yıl sonra Taksim’i seyretmek bana acı verdi... Bu filmi daha önce seyretmemiş olsa idim iliklerime kadar titremezdim!
İnatlaşmanın (vali –sendika arasındaki ) işçiyi germenin ne sonuçları yol açacağını anlamıyorlar mı?
Vapuru engelle, otobüsü engelle, yayını engelle. İşine gitmek için yollara düşen İstanbulluyu cezalandır!
İşine giden halkı mitinge giden militan gibi sula, copla.
Biber gazı, sis bombası ile ağırla! Sonra dön sabır iste!
Keşke İstanbul Valisi Muammer Güler’i dinlemeseydim...
Sabır isterken sabrımı taşırdı..
İstanbullunun anası ağlarken, Vali Muammer “GÜLER”!
Kelaynak
....................................................................
Ağaca gösterilen saygıya merhaba!
Genellikle ortalık karmakarış olduğu dönemlerde, çok sıkıldığım günlerde -Sevgili Pınar’ın yaptığı gibi- Boğaz sahillerinde yürüyüş yapıyorum. Temiz hava, Karadeniz'den kopup gelen rüzgar beni dinlendiriyor. Ne yazık ki bu aralar sahil yolu özellikle Yeniköy-Tarabya arası delik deşik. Şeytan dürttü beni, sahile Tarabya’dan inmeğe karar verdim.
Tarabya’nın merkezine gelince sağa döndüm, Yeniköy’e doğru. Biraz ilerledim, trafik tıkandı. Eski Tarabya plajının olduğu burunda da bir çalışma vardı. Trafiği kesmişlerdi. Tam da sağa ayrılan yolun hizasındaydım. Hani Hakimler Evi’ne giden bir sokak vardır. Beklemekten sıkıldım, daldım o sokağa. Nasıl olsa işimiz yok, gücümüz yok. Biraz ilerledim otomobille gözlerime inanamadım. Hiç çıkmamıştım tepeye kadar.
Belki bu anlattıklarım sizlere bir şey ifade etmiyor, biliyorsunuzdur.
Ben ilk defa görüyordum. Sokağa pembe taşlar döşenmişti. İki tarafta bahçe içinde evler vardı. Beni ilgilendiren bunlar değildi, beni ilgilendiren yoldaki ağaçlardı.
Tek bir ağaç bile kesilmemiş, çoğu ağaç yolun ortasında kalmıştı. Sanırım yol genişletilmiş, yılların çınarlarına dokunmamışlardı.
Bir başka gün fotoğraf makinemi alıp gittim o sokağa. Arabayı bir köşkün önüne park ettim. Başladım fotoğraf çekmeğe. Bir köşkün korumalarının bağırıp çağırmalarına aldırmadan. Beni ne sanmışlardı acaba?
Güzelim Boğaz’ın iki yakasında ağaç katliamının yapıldığı, kentlerin kurulduğu bir ortamda, ağaçlara gösterilen bu saygı beni mutlu etmiş, demek ki istenince oluyor dedirtmişti.

Tezgâhların yeni yıldızı pepino

Punto’yu takip ettiğim günden bu yana çok kere sıkışıp kaldığım belirli alanlardan sıyrılma şansını da yakalıyorum...Kelaynak disiplininin dışında da sizlere FAYDALI ZERZAVATLAR hakkında bulabildiğim kadar bilgi aktarmak istedim....Uzmanı olduğum bir alan değil.!..Ama ilginizi çeker diye yazıyorum...
PEPİNO (Solanum muricatum ait) :
PEPİNO Peru menşeli. Patlıcangiller familyasından bir bitki...Birkaç yıldır Türkiye’de de yetiştiriliyor...Fide ile üretilip, meyveleri belli bir büyüklüğe ulaşıncaya kadar bol su istiyor..Bol güneş ve temiz havayı seviyor.Kapalı ortamlarda (Oda, Limonluk gibi) bitki büyür ancak meyve vermez.Güneşe bakan açık balkonlarda 7-10 numaralı saksılarda yetişip meyve verebilir. Siz de açık balkonunuzda yetiştirebilirsiniz!
Pepino soğuğa karşı duyarlı olup, 0 derecede bitki gövdesi zarar görür, -5 derecede tamamen kurur.
Kavun, muz, ananas, aromalı meyveyi dolapta soğutarak ince kabuğu soyularak kavun gibi yenilebileceği gibi meze olarak, dondurmalara katılarak, karışık meyve salatalarında garnitür olarak kullanılmakta, reçeli yapılmaktadır...
FAYDALARI:
a)Homofili rahatsızlığına iyi gelmekte;
b)Eklem romatizmasına iyi gelmekte.
c)Çocuklarda kemik gelişimini sağlamakta. (Veriler tarım il müdürlüğünün beyanlarıdır.)
d)Kolesterolü düşürüyor.(Hastalar tarafından beyan edilmiştir.)