31 Ekim 2007

Bizim ikizlerin gördüğü “ikiz rüyalar”

Hep merak edilir ikizlerin hayatları. Aynı anda ağlarlar mı? Aynı şeyi hissederler mi?
Biz aile olarak asıl Mete’nin amcasını babasından nasıl ayırt edeceğini merak ediyorduk.
İnanmayacaksınız ama bebekliğinden beri babası ile amcasını ayırt ediyor. Ama bir şey var; amcasına da "yakınlık" duyuyor.
Aslında bir iki olay dışında ikizlerimizle ilgili çok fazla hikayemiz yok. Geçenlerde hikayelerden birini bir vesileyle hatırladık. Söz vermiştim, ikizlerle ilgili hikayeleri sizlerle paylaşacağım diye. İşte o hikaye:

Günlerden birinde ikizlerden biri bir rüya görüyor. Sabah kalktığında heyecanla annesine anlatıyor:
“Anne bir rüya gördüm. Bir odada silahla çatışan insanlar vardı. Koltukları siper etmişler, birbirlerine ateş ediyorlardı”.
Bu arada diğer ikiz de uyanıyor. O da yatak odasından salona geliyor. “Ne oldu” diyor kardeşine. “Bir rüya gördüm, onu anlattım anneme”.
Sahi diyor diğer ikiz. “Ben de bir rüya gördüm. Bir odada silahlı çatışma olmuş, yerler silahlardan dökülen kovanlarla doluydu”.
İşte bizim ikizlerden bir “ikiz rüyası”. Biri odada çatışma görüyor rüyasında, diğeri de ikizinin gördüğü rüyadaki çatışmanın devamını.

29 Ekim 2007

"Neden kendi dilimizi kullanmalıyız?"

Sevgili Dilek ( Berceste ) Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi Koruyalım etkinliğimize farklı bir kulvardan koşarak katılıyor. Sevgili Dilek yazısına şu cümlelerle başlıyor:
"... Şu an hepimizin birlik olma zamanı. Hepimizin tek bir ağızdan, tek bir gövdeden haykırma, kalkan oluşturma zamanı.Birlik olmamız için, aynı hedefte birleşme zamanı. Aynı hedefi belirleyebilmek için de, aynı dili konuşma zamanı! Bu durumu, yıllardır bizlere anlatmaya çalışan biri var. Prof. Oktay Sinanoğlu. Örneklerle, yaşadığı olaylarla, şahsen tanıdığı kişilerden alıntılarla, geleceğe ışık tutacak sözleri ile... Eylül ayında Tûba bahsetti kendisinden. Ben de tekrar, onun adı üzerine yazılmış ''Hedef Türkiye'' kitabından ve yazdıklarından bahsetmek, daha doğrusu net bir şekilde anlatabilmek için, alıntı yapmak istiyorum".
Oktay Sinanoğlu'nun çarpıcı saptamalarını okumak istiyorsanız lütfen Berceste 'yi ziyaret edin...

27 Ekim 2007

Cumhuriyet'imiz sonsuza dek yaşayacaktır!...

Çok büyük bir ülke düşünün. Üzerinde dağlar, denizler, nehirler olan,
çok büyük bir ülke düşünün. İçinde farklı kültürler almış insanlardan oluşan,
çok büyük bir ülke düşünün. Etrafında bu ülkeyi ele geçirmek için salyaları akanlar bulunan,
çok büyük bir ülke düşünün. Her şeye boyun eğmiş bir yönetimi olan,
çok büyük bir ülke düşünün. İçten içe kaynayan ama çaresiz bırakılmış bir halkı bulunan.
Ve bir insan düşünün. Bu çaresizliği çare olan, bu büyük ülkeyi salyaları akanlardan kurtaran,
ve bir insan düşünün. Ümmet topluluğundan, bir millet yaratan,
ve bir insan düşünün. Yılmayan, içtekilerle ve dıştakilerle savaşan, Cumhuriyet’i bize emanet eden:
Atatürk!
Tüm dünya bilmelidir ki bu büyük ülkenin insanları, senin Cumhuriyet’ini “ilelebet payidar kılacaktır”.
Tüm Cumhuriyet sevdalılarının bayramını kutlarım.

25 Ekim 2007

"Canım sıkılıyor bu aralar!..."

Ülkenin gündemini izlerseniz, benim gibi canınız mutlaka sıkılacaktır. Şehitlerimiz, verdiğimiz tepkiler, hükümetin ürkek politikası. Kiminle konuşsam huzursuzluk kol boyu.
Bir şey yazamıyor insan. Parmaklarım prangaya vurulmuş gibi.
Ben de Funda Sağ'ın bir şiiriyle, buna bağlı bir fotoğrafla sizleri başka dünyalara çekmek istiyorum.
Ne kadar çekebilirsem tabii.

Deniz ve Martı

Martının denize cilvesidir
o kadar yakınından süzülüp bir balığı tutmak.

Can söküp koparır bedeninden..
Biri hep verir Ve almaz diğerinden.
Yinede iki sevgilidir deniz ve martı.

Bazen nispet eder ve martı kayalıklara sevdalanır.
Kıskandırır, kızdırır ve
köpürür deniz.
Kayalıklaradır hıncı,
kayalıklara saldırır.
Her şeye rağmen biri verdikçe
ayrılmaz iki sevgilidir deniz ve martı.
Ayrılmaz, ama hep ayrı.

22 Ekim 2007

Punto Amca Ayşem’in pastacı dükkanında!...

Beşiktaş’ı bilmem bilir misiniz? Bilmeseniz bile Beşiktaş Pazarı’nı duymuşsunuzdur. Uzun yıllar bu halk pazarı sokaklardaydı. Ihlamurdere Caddesi trafiğe kapatılır, cumartesi günleri ara sokaklarda dahil İstanbul’un en büyük pazarlarından biri kurulurdu. Zamanla semt sakinlerinin şikayetleri arttı, zira caddeye ve ara sokaklara cumartesi günleri ne cankurtaran ne de itfaiye araçları girebiliyordu.
BAKE SHOP'A BİR UĞRASANIZ: Bake Shop'ta ne ararsanız var. Tabii pasta yapımı için aradığınız her şey. Ayrıca pasta yapımı ile ilgili kurs da veriliyor bu dükkanda.
Belediye bu kez Teşvikiye’ye çıkan yolların arasında pazar yeri kurdu. Yıldız’dan geliyorsanız yokuşu indiniz. Ihlamur Kasrı’nı geçtiniz. Yol ikiye ayrılır; sağdaki yol daha doğrusu yokuş Nişantaşı’na çıkar. Soldaki yol Akaretler’e doğru gider. Akaretler’e döndüğünüz yolun sağındadır cumartesi pazarı. Karşısında da evlendirme dairesi vardır. Pazarın hemen yanından düz bir sokak gider içeriye doğru. Çoğu kimse bu yolu fark etmez bile. Zira o sokaktan sonra gelen yokuş, Teşvikiye’ye çıkar ve ben dahil herkes bu yokuşu iyi bilir. Beşiktaş'tan gelirseniz Akaretler yokuşuna girin ve sağdan devam edin. O zaman solunuzda kalır bu sokak.Yaklaşık 20 yıl o bölgede oturdum, o sokağı hatırlamıyorum bile. Özellikle hanımların iyi bildiği bir sokaktır. Çantacılar çoğunluktaydı o sokakta.Neden durup dururken nokta atışı yapıyorum ben bu sokağa. Geçenlerde o sokakta bir dükkan aradım da ondan. Tabelasında “Bake Shop” yazan küçük şirin bir dükkan arıyordum. sokağa girince sol tarafta hemen gördüm dükkanı. Cam kapıyı itip girdim içeriye. Vitrininde pasta malzemeleri olan bu dükkanda ne arıyor Punto Amca diyebilirsiniz. Evet ne arıyordum acaba?
ÇEŞİT ÇEŞİT KALIPLAR: Bu konularda ne kadar bilgisiz olduğumu bu kalıpları kiremit gibi topraktan yapılmış sanmakla anladım.
İlk anda dar bir koridor karşılıyor sizi. İlginizi yan duvarlardaki çeşitli malzemeler çekiyor. Beni ilk gören ve hayretle karışık güler yüzüyle bakan bayana “Ayşem Hanım’a bakmıştım” dedim.
Yüzündeki ilk şaşkınlığı gitmişti. Pasta malzemesi soran bir garip bey olmadığım belli olmuştu. Eliyle içerisini gösterdi. Dar koridor geniş bir salona açılıyordu. Geniş dediysem kendine göre geniş işte.
İçeride 3 hanım vardı; Biri parmağını bana doğru uzatıp “Akın Amca” dedi. “Evet” dedim. Kırk yıllık dostlar gibiydik.
İşte dostlar! Ayşem’le yani Peçeteden Notlar’la ilk karşılaşmamız böyle oldu.
Sonradan kapıda bana yol gösterenin Suzi, bilgisayar başındaki bayanın Tülay ve diğer bayanın da yakın arkadaşları olduğunu öğrendim.
Bir hayli zamanlarını çaldım. Sanki "sevgi bağına" girmiştim. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Belki de hayatımın sevgi çemberi içinde en mutlu dakikalarını yaşadım.
Serde gazetecilik var ya. Pasta sektörünün nasıl doğduğunu, nasıl geliştiğini öğrenmek ve sizlerle paylaşmak istedim. İşte Sevgili Ayşem’den aldığım bilgiler:

PASTA DEYİP GEÇMEYİN...
*Pastacılık tarihinde büyük dönüşüm, 18. Yüzyılın başlarında Vatel' in "krem şanti"yi bulmasıyla olmuş.
*Ünlü Fransız pastacı "Caremele" ile pastacılık daha da gelişmiş.
*20. yüzyılda pasta yapım metotlarında formüllerin geliştirilmesi ve kalitenin arttırılması ön plana çıkmış.
*Pastaların temeli keklermiş. Keklerin tarihi, Antik çağlara kadar gidiyormuş.
İlk yapılan kekler balla yapılan ekmeklere benziyormuş.
*Fırında pişirme tekniklerini geliştiren ilk medeniyet ise yine Antik Mısırlılar olmuş.
*13.yy'da ise İngilizler kek "CAKE" sözcüğünü kullanmaya başlamışlar. Modern keklerin ise 17.yy 'da Avrupa'da pişirilmeye başlandığı görülüyormuş.
Fırınlamanın gelişimi, rafine yiyeceklerin üretimi, kalıpların geliştirilmesi, pastacılığın gelişiminin de temelini oluşturuyormuş.
*Günümüz pastalarını ise 19.YY'da Amerikada görüyoruz. Burada yaşayan şehirli kadınların sosyalleşme eğilimleri, sık sık davetler vermeleri ile bütünleşiyormuş. Ve bu bayanlar konuklarına değişik pastalar yaparak ikram etmekten hoşlanıyorlarmış. Bu merak, pastacılığın gelişiminde önemli bir yere sahip.
*Pastaların üzerilerinin sayılarla, kelimelerle, şekillerle süslenmesi onların değerlerini daha da arttırmış. Doğum günü kutlamalarında pastaların üzerilerine 1800 yıllarda "Many Happy Returns Of The Day" yazılırmış. 1920 yılında "Happy Brithday To You" şarkısını meşhur olması ile pastaların üzerilerine "Happy Brithday" yazılmaya başlanmış.
*Antik dünyada da ekmek ve kek dini seremonilerde kullanılırmış. Keklerin şekilleri genellikle yuvarlak oluyormuş. Bunun sebebi ise yine dinsel sebeplerden, ay ve güneşin dönemsel şekillerini yansıtması ile bağlantılıymış.
Kaynak:
www.pastacilar.com
Pastacı.blogspot

19 Ekim 2007

Bir anı: “Gazete sizin ama isim de benim!..."

Her günden farklı bir gün değildi. Gazeteleri okumuş, sabah toplantısını yapmış, gazeteyi hazırlamaya başlamıştık.
İstihbarat servisinde olağan günlerden farklı bir telaş vardı. Önemli bir haber yakalanmıştı anlaşılan.
İstihbarat şefi heyecanla yazı işlerine girdi. Telaşlarının nedenini açıkladı; ünlü bir işadamı uyuşturucu kullandığı iddiası ile göz altına alınmıştı.
Olayı tam hatırlamıyorum, belki de gözaltına alındıktan sonra tutuklanmıştı.
"Haberi doğrulatın , doğruysa yazın getirin yazı işlerine" dedik.
O dönemde büyük bir gazetenin bünyesinde farklı bir gazetede yazı işleri müdürü olarak çalışıyordum.
İsim vermek istemiyorum. Bilenler anlar zaten hangi gazeteler olduğunu.
Büyük gazetenin patronu hepimizin de patronuydu. Bizim gazetenin patronu da büyük patronunu eşiydi.
Biz haberi hazırladık, yanlış hatırlamıyorsam gazetenin sağ tarafına dört sütuna manşet yaptık.
Tam gazeteyi baskıya vereceğiz, büyük gazetenin genel yayın müdürü yazı işlerimize gelerek "patron bu haberin gazeteye konmasını istemiyor. Biz de kullanmadık" dedi.
Ne yapacaktık?. Genel yayın müdürümle göz göze geldik. Benim fikrimi anlamıştı. "Biz kullanıyoruz" dedi.

LAZ İNADIMIZ TUTUNCA!...
Büyük gazetenin genel yayın müdürü sıkıntılı bir yüzle yanımızdan ayrıldı. Bu kez telefonla birileri daha aradı. Bize hissettirilen baskı şöyleydi; "gazete bizim, istediğimiz haberi çıkartırız size ne oluyor?"
Bu tartışmalar sürerken, olaydan bu kez bizim gazetenin patronu da haberdar oldu ve yazı işlerine indi. Neden itiraz ettiğimizi sordu; cevabımız şöyleydi:
"Bakın her hangi bir vatandaş uyuşturucu ile yakalandığında haber oluyor mu? Oluyor. Üstelik gençlerimizi zehirleyen bir şey uyuşturucu. Şimdi biz gazetemize reklam veriyor diye iş adamının haberini yapmazsak saygınlığımız kalır mı?
Üstelik böyle bir haberi kullanmak gazeteye reklam geliri kaybettirebilir ama itibar kazandırır".

Evet, bunları dedik. Dedik de bir türlü ikna edemedik. Patron için reklamların kesilmesi haberden daha önemliydi tabii. Bizim de laz damarımız tutmuştu.
Sonunda iş bana düştü. Şöyle bir teklifte bulundum; "Tamam. Gazete sizin. Ama isim de benim. Yazı işleri olarak ismimi çıkarın gazeteden. Ne yaparsanız yapın".
Çok şaşırtıcı bir öneriydi bu. Zira o kadar kısa zamanda sorumlu yazı işleri müdürü nereden bulacaklardı?
Yasal bazı belgelerin hazırlanması ve vilayete bildirilmesi gerekiyordu.
Sonuç mu? Sonuçta bizim dediğimiz oldu ve haber büyük gazetede çıkmadı, sadece bizde çıktı. Böylece hem gazetenin, hem de ismimizin itibarını korumuş olduk.
Tüm bunları neden mi hatırladım ve sizlerle paylaştım?
Emin Çölaşan’ın kovulma hikayelerini okumuşsunuzdur, bu aralar da televizyonlarda dinliyorsunuzdur. Medyada neler oluyor neler.
İşte size bir anı ve bugünkü medya.
Varın kıyaslamayı siz yapın.

16 Ekim 2007

Punto'nun bir yıllık seyir defteri!...

Gazetelerin doğum günleri yaklaştığında uzun uzun uğraşır, o yıl yenilik olarak neler yaptığımızı derleyip toparlardık. Siz de görmüşsünüzdür. Gazetelerin doğum günleri onların “gurur” günüdür. Kendilerini anlatırlar okuyucuya hep. Bakın biz bunu, bunu, şunu, şunu yaptık diye.Şimdi benim günlüğümün de birinci yaş günü. Peki ben ne yapabilirim doğum günümde diye epeyi düşündüm. Bir haber salsam günlük dostlarıma pastalar yağardı Punto’ya ama…Sonra geride kalan bir yıl, film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti;

192 yazı var günlükte. Çoğunu ben yazdım tabii. Arada bir misafirlerim oldu. Günlüğe renk kattılar. Katacaklar da.
Sevgili dostlarımın yorumları da yazılarımın “kaymak tabakası”.
Bu boş gibi görünen sisler arasındaki sanal yola girdiğimde yalnız ve tedirgindim. Beni bu yolun dumanlı ortamına iten Dilek dışında kimseyi tanımıyordum. Selam verecek, selamımı alacak ortalıkta kimseler görünmüyordu. Dilek’in bana güç vermek için Cambridge sincapları gibi zıplayıp zıplayıp hep karşıma çıktığını gördüm. “Haydi Akın Amca!” diyordu. “Ha gayret!” Ama ben yine de yalnız ve tedirgindim. Uzun boylu, gözleri hep gülen biri daha çıktı karşıma. Sevgili Pınar. Beni tanımıyordu ama o da “Haydi Punto, haydi Punto!” diyerek yalnızlığımı gidermeğe çalışıyordu.
Tedirginliğim azalmıştı. Dümdüz önüme bakarken bu kez sağa sola bakmağa başladım. Bomboş gibi gördüğüm yolun aslında o kadar da boş olmadığını fark ettim. Beni gören bir başka dost etrafındakilere seslendi. “Bakın bizim yola, eski bir gazeteci ağabeyimiz girmiş. Onun anıları okuyun. Bu anılarda mutlaka ders çıkarılacak çok şey vardır”.
Sevgili Tijen’in bu seslenişiyle bir çok kişi beni okumağa başladı. O zaman fark ettim ki beni izleyenlerin çoğu bir şeylerle meşguller.
Daha yakından bakınca çeşit çeşit tatlılar, pastalar ve yemekler hazırladıklarını gördüm. Çok nadir de olsa ben de katıldım bu yemek tariflerine. “Yola devam Punto” dedim. Etrafımda dost yüzler çoğaldıkça benim de tedirginliğim azaldı, tedirginliğimin yerini “Boş boş yürüyeceğine faydalı bir şeyler yap artık” fikri aldı.
Devamlı beni izleyen bizim Dilek’le oturduk. Bir şeye karar verdik. Dostlarımızla aynı dili konuşuyorduk ama birbirimizi zor anlıyorduk. Dilimizi doğru kullanmalıydık. Bize katılanlar güç ve el verdiler bu fikre.
Zamanla gördüm ki biz konuşurken tanımadığımız bir çok çocuk, bu konuşmalardan yararlanıyor. Bu yararlanma tespiti daha da güçlendirdi bizi ve bu konuda önemli adımlar attık.Bir yıl süren yolculuktan sonra çok geniş bir alanda buldum kendimi.
O alanda kimler yoktu ki:

Berceste, Mutfakta Zen , Pınar’ın Kulübesi, TD, Misscilek, Asortikkrep, Tulosh, Mutfak Camı, Sanemcetamin, Nicomedian, Morkoyun, Cenebaz, B5, Yeşilerik, Peçete’den notlar, Mahzun Prenses, Enne, Acemi Aşçı, Kitirmak, Bocuruk, Mavilimon, Nane ve limon, Mine’nin gözünden, Yıldızlı Blog, Ayşin’in gevezelikleri, Beril’in günlüğü, Ferhanca, Bebekli Mutfak, Yok ki, Yanya’dan Evenez’e, Hüthüt kuşu, Yalan yok ve Hedikli Ev.
Dostlarımdan Sevgili Dilek’i (Berceste) zaten tanıyordum. Sevgili Pınar’la (Pınar'ın Kulübesi ) tanıştık, kaynaştık. Sevgili Tijen'le (Mutfaktazen), Sevgili Ayşem’le (Peçete'den Notlar) ve Sevgili İpek ile de (Misscilek) tanıştım ve kaynaştım. Bizi kaynaştıran tutkalın "sevgi" olduğunu fark ettim.
Şimdi o geniş alanda dostlarımla birlikte bir çok şeyi paylaşıyorum. Bilgiyi, sorunları, heyecanları, mutlulukları ve en önemlisi sevgiyi.
Anılarımı da paylaşıyorum ama bu yola girdiğimde etrafımda kimsenin olmadığı bir zaman dilimine denk geldiği için okunamadığına hayıflanıyorum. Asıl okunması gerekenler onlardı diye dününüyorum.
Şimdi dostlarıma diyorum ki eğer bu anılarımı okumadınızsa lütfen zaman ayırın ve ilk yazılarımı okuyun. Göreceksiniz, bu anılarda çok şeyler bulacaksınız.
Buluştuğumuz “günlük meydanında” bana güç ve moral veren dostlarıma teşekkür ediyorum.
Sevgili Dilek’e beni bu işe zorladığı için, Sevgili Tijen’e Punto’yu görüp sizlere duyurduğu için, Pınar’a da hem desteği hem de bize bir torun daha verdiği için ayrıca teşekkür ediyorum.
Hepinize sevgilerimi yolluyorum.

14 Ekim 2007

Dillerin aile yapıları ve Türkçemizin yeri

Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi Koruyalım etkinliğimiz devam ediyor. Bugüne kadar dostlarımız değişik konuları, kendi tarzlarıyla çok güzel işlediler.
Hazır Sevgili Tijen (Mutfaktazen) farklı bir bakış açısını bizimle paylaşmışken ben de onun yolundan giderek dillerin aile yapılarını sizlerle paylaşacağım.
Yeryüzünde ne kadar dil kullanıldığını hiç merak ettiniz mi? DDD etkinliğimiz çerçevesinde bu konuda bir araştırma yaptım. Araştırmanın en önemli kaynağı da eşimin bilgileri ve dokümanları oldu. Belki bu bilgileri biliyorsunuzdur ama yine de elinizin altında bir kaynak olsun istedim.
Tüm dünyada 3.500’e yakın dil olduğu saptanmış.
Tüm çeşitliliğine rağmen diller arasında akrabalıklar var. Bu akrabalıklar;
A= Dilin çıkış bölgesi ,
B= Dilin yapı özelliği
bakımından incelenir.
Ancak, akraba dilleri kullananların soyca da aynı olmaları gerekmez. Latince ile Slavca veya Türkçe ile Moğolca gibi…
Bazı diller ise civar ailelerin hiç birine girmez, Bask dili gibi …

A=Dilin Çıkış Bölgesi (Kaynak) DİL AİLELERİ: Dünya dilleri kaynakları bakımından 27 ailedir. Fakat genelde 5 büyük aile incelenir:

I ) Hint-Avrupa Dil Ailesi : Bu grupta 132 dil konuşuluyor. Bir kolu Asya’da bir kolu ise Avrupa’dadır.
1: Avrupa Kolu: GERMEN DİLLERİ (Almanca, İngilizce, Felemenkçe ve İskandinav dilleri ) ROMAN DİLLERİ ( Latince, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce,Romence ) İSLAV DİLLERİ ( Rusça, Bulgarca, Sırpça, Lehçe,Arnavutça ve Çekçe ). Gibi bölünmeler gösterir. Ayrıca Yunanca, Keltçe, Litvanca ve ölmüş Hititçe de Avrupa kolundadır.
2: Asya kolu : Sanskritçe, diğer Hint lehçeleri, Farsça ve Ermenice

II ) Sami Dilleri Ailesi: Bu grupta 46 dil vardır . En büyükleri, Arapça, İbranice, Habeşçe ve Kuzey Afrika lehçeleri ve ölmüş Akadça …

III ) Çin-Tibet Dilleri Ailesi : Bu grupta 115 dil vardır. Çince, Tibetçe ve Tayland Dili …

IV ) Bantu Dilleri Ailesi : Orta ve Güney Afrika’da kullanılan binlerce lehçeyi içerir. En önemlileri Bantu Dili, Matabele Dili, Swahili Dili gibileridir…

V ) Ural-Altay Dilleri Ailesi : Bu toplulukta 66 dil vardır. Bugün hâla bazı dilbilimciler Ural-Altay Ailesini ailelerden değil, gruplardan sayma görüşündedir.Çünkü, bir Hint-Avrupa Ailesi içindeki yakınlık bu dillerde yoktur, daha ziyade yapı birliği gösterirler.İki kolu vardır
1: Ural Kolu : FİN-UGUR ( Fince, Macarca, Ugurca, Permce ) , SAMOYED ( Samo-yedce ve çeşitli lehçeleri )
2: Altay Kolu : Türkçe. Moğolca, Mançuca. Tunguzca. Ayrıca yerleri tartışılan Kore ve Japon dillerinin de bu aileden olduğu iddia edilmektedir .

B= Dilin Yapı Farklılığı DİL AİLELERİ : Kelime yapılarının farklılığına göre dünya dilleri 3 ana aileye ayrılmıştır:

I ) Tek Heceli Diller : Kelimeler tek hecelidir, çekimli halleri yoktur.Çekimli haller başka bir kelime ile ifade edilirler.Şeklen birbirine çok benzeyen kelimeleri ayırt etmek için çok zengin bir vurgu sistemleri vardır . Çince ve Tibet Dili bu gruptandır .

II ) Eklemeli (Bitişken) Diller : Tek veya çok heceli kelime kökleri vardır. Bu köklerin sonuna veya başına ekler getirilir. Ekler gelirken köklerde bir değişiklik olmaz. Türkçe, Macarca sonekli , Farsça örnekli dillerdendir .köy-lü-ler-i-miz-den-miş---- bîbaht…

III ) Çekimli (Bükümlü) Diller : Bu dillerde ekler ve kökler birbiri içinde kaynar, çok defa köklerde içten kırılmalarla değişiklik olur. Arapça en tipik örnektir.Birçok Hint-Avrupa dili de bu gruptandır. Hıfz—hafız—hafıza—mahfuz—mahfaza—muhafız—Hafazanallah--

Kaynaştıran Diller : Tipik grup olarak kabul edilmemiş bir koldur. Bu dillerde birkaç kelime birleşip yeni kelimeler yapar . Kızılderili dilleri ve Eskimo dili böyledir.
Türkçemiz, Ural-Altay dil Ailesinin Altay kolundan ve Eklemeli(Bitişken) Diller ailesindendir.
Kaynak:
Muharrem Ergin:Üniversiteler İçin Türk Dili,
Osman Göker: Uygulamalı Türkçe Bilgileri,
MEB Komisyon: Türk Dili Lise I,II,III.

11 Ekim 2007

Tüm dostlarımın Şeker Bayramı’nı kutlarım!...

Bir bayramı daha kutluyoruz. Ramazan Bayramı veya Şeker Bayramı'nı.
İslam dinine göre Ramazan ayının ardından gelen ayın ilk üç günü bayram olarak kutlanıyor. Ramazan ayı Hicri Kamer yılının dokuzuncu ayıdır. Yine Kamer yılına göre Ramazan ayından sonra gelen ay, Şevval ayıdır.
Bu bayramın Arapça’daki adı “Iyd-ül fıtr” imiş. Bizim fitre diye kullandığımız fıtr kelimesi Arapça’da kahvaltı anlamına geliyor. Ramazanın bitimi ile birlikte yapılan ilk kahvaltıyı ifade ediyor. Bizim kültürümüzde bu bayramda çocuklara şeker hediye edilmesi gelenek haline geldiği için Şeker Bayramı da deniliyor.
Ramazan bayramı ailelerin bir araya gelip beraberce eğlendiği, ailenin önemini vurgulayan bir bayram.
Herkes çok özenli giyinir. Çocuklar bayramlıklarını giyerler. Ramazan bayramında ailelerin genç bireyleri daha yaşlı olan bireyleri ziyaret eder. Büyüklerin elleri öpülür. El öpen çocuklara büyükleri harçlık verir.
Tatlılar, şekerler, çikolatalar ikram edilir. Baklava en çok sevilen ve ikram edilen tatlılardandır. Ayrıca küs olanların bayram sebebiyle barışması da bir gelenektir.
El öpme de sevgi, saygı ve hürmet ifadesi olarak yerleşmiş örfî, ahlâkı ve geleneksel bir hareket. Bizde küçüklerin büyüklere hürmetlerini göstermek için ellerini öpüp alınlarına götürmeleri yerleşmiş bir adet. Genellikle yolculuklara gidiş ve dönüşlerde, uzun ayrılıklarda, misafirliklerde, düğün ve bayramlarda el öpme yaygınlaşmıştır.
Sahi, dinimizin sosyal dayanışmayı amaçlayan, aile bağlarının güçlenmesini hedefleyen bu bakış açısını son yıllarda gerçek anlamda görebiliyor muyuz?
Sadece şekilsel kavramlarla uğraşan ve bu şekilselliği topluma enjekte etmeğe çalışan bir zihniyetin dinimizle ne kadar ilgisi var hiç sordunuz mu kendinize?

9 Ekim 2007

Yanlış kullanılan cümleler ve "doğruları"!...

Doğru Yazalım, Doğru Konuşalım, Dilimizi Koruyalım etkinliğimize değişik bir çalışma ile katılan Sevgili Tijen ( Mutfaktazen ) gazete, dergi, kitap ve televizyonlarda gördüğü bazı yanlış cümleleri sıralamış, günlük dostlarından da bu yanlışları düzeltmelerini rica etmişti. Pek çok dost, bu cümle ve manşetlerdeki hataları bulup doğru olduğunu düşündükleri hallerini Tijen'e gönderdiler. Tijen de bu cümleleri doğruları ile birlikte sıraladı. Sevgili Tijen bu cümleleri yayımlarken şöyle diyor: "Dil matematik gibi olsa, iki kere iki dört eder der kurtulurduk ya öyle değil. Aynı bilgiyi pek çok farklı şekilde aktarabiliriz. Bu yüzden pek çok cümle için tek doğru hali (yahut en doğrusu) budur demek zor."Bu yanlış cümleleri ve bu cümlelerin doğrularını merak ediyorsanız lütfen Sevgili Tijen'e ( Mutfaktazen )uğrayın.

6 Ekim 2007

İlgi çekici üç Boğaziçi Yalısı daha!...

Boğaziçi gezisinde tarihi yalıları sizlerle paylaşmıştım. Aklım üç yalı da daha kalmıştı. Bu yalıların hikayelerini de anlatacağım. İki yalının hikayesi özel bilgiye ve anılara dayanıyor. Birinin bilgisini ise ilgi çekici bir yalı olduğu için sizlere aktaracağım:
UZANLAR YALISI: Afife Ahmet Paşa Yalısı. Binanın mimarı Alexandre Vallaury . Neo-barok tarzında yapılmış. Yalının mimarı Osmanlı Bankası ve Pera Palas binalarına da imzasını atmış. Binayı Afif Ahmet Paşa’nın ailesinden, Pera Palas’ın eski sahibi Misbah Muhayyeş almış. Yalının ilgi çeken birinci yanı Orient Ekpres’de Cinayet adlı kitabını yazmak için İstanbul’a gelen Agahta Christie'nin yalının misafirlerinden biri olması. İkinci ilginç yanı da yalının 1986'dan sonra Uzan ailesine geçmiş olması. Sanırım şimdi de sahibi TMSF yani Devlet.
İLGİNÇ HİKAYESİYLE YILANLI YALI: Yılanlı Yalı'nın günümüze ulaşan kısmı, Aşiyan Parkı’na bitişik hemen. 18. yüzyıl sonlarında inşa edilmiş. İlk sahibi Reisülküttab Mustafa Efendi. Vakti zamanında II. Mahmud kayıkla sahilden geçerken bu yalıyı görüp çok beğenmiş, hatta satın almak istemiş. Ancak kendisine nezaret edenlerden biri, yalının sahibini evinden çıkmasını doğru bulmamış, bu yüzden de alelacele bir yalan uydurup hünkara yalının yılanlarıyla ünlü olduğunu anlatmış ve o gün bugün burası Yılanlı Yalı diye anılır olmuş. Yalının günümüzdeki hikayesi de ilginç. Yalı ve çevresindeki arazi üç kardeşe kalır. Üç kardeşin de yalıyı yeniden restore edecek paraları yoktur. Kardeşler yalıyı yazlık olarak kullanmaktadır. Üç kardeşten biri hissesini zenginlerden Aydın Bolak’a satar. Aydın Bolak yalıyı tamamen yıkar ve içini beton, dışını ahşap halde yeniden yaratır. O yıkıntı yalı kaloriferli bir yalı olmuştur. Bolak, iki kardeşe ana binanın yanındaki küçük binayı ikiye bölerek bırakır. Biraz da arazi verir. Bolak maddi zora düşünce hissesini bir başka zengine satar. Üç kardeşten ikisi hayata veda eder. Biri yaşamını o yalıda sürdürür.
OLAYLARIN İÇİNDE KALAN BİR YALI: Ilıcak yalısı diye ünlenen yalının tarihi hikayesinden ziyade bir anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Bulvar Gazetesi’nde Nazlı Ilıcak’la altı yıl birlikte çalıştık. O yıllarda Türkiye Güzellik yarışması’nı bizim gazete düzenliyordu. Yine böyle bir yarışmadan önce yalıda bir kokteyl verildi. Jüri üyesi olarak Franco Nero da gelmişti. Kokteyl birazda onun şerefine veriliyordu. Gecenin ilerleyen bir saatinde havuz başında sohbet ediyorduk. Nazlı Ilıcak bir ara bana döndü; "Akın Bey sizin çocuklarınız da bize gelsin. Havuzda yüzsünler" dedi. Bunu canı gönülden istediğini biliyordum. Onun da bir oğlu ve bir kızı vardı. Çocukların birbirleriyle kaynaşmasını istiyordu. Ama ben istemiyordum. Bunu istemiyorum şeklinde anlatamazdım. "Nazlı Hanım" dedim. "Bizim çocuklar her gün havuzdalar"dedim. Şaşırmıştı, Kumburgaz’daki yazlığımızda havuz olduğunu sanmıştı. "Sizin orada havuz var mı?" diye hayretle sordu. Ben de cevabı yapıştırdım. "Tabii var Nazlı Hanım. Marmara Denizi". Kemal Ilıcak, büyük borca girince bu yalıya İktisat Bankası el koydu. Nazlı Hanım direndi, yalıdan sürükleye sürükleye çıkarıldı. O yalı İktisat Bankası’nın sahibine de yar olmadı. Şimdi kim kullanıyor bilmiyorum.

3 Ekim 2007

Yılların eskitemediği bir meyve!...

Anavatanı Doğu Akdeniz ve Güney Batı Asya. Dutgiller familyasından. 800 kadar türü var. Dünya’daki en büyük üreticisi Türkiye.
Ülkemizde iki türü yetişiyor. Birinci türü soluk sarı renkli lop lop. İkincisi ise mor renkli.
Reçeli, pekmezi, ezmesi yapılıyor. Tatlı ve hamur işlerinde kullanılıyor.
Adını Ege Bölgesindeki antik yerleşim alanı "Caria"dan almış.
Eski Yunan ve Mısır uygarlıklarında verimlilik sembolü olarak kabul edilmiş. Herodotos M.Ö. 484 yılında yazdığı yazılarda ondan bahsediyor.
Eski Yunanlılarda yaprakları onur verici bir hediye.
Ağacı ve meyvesi büyük dinlerde sembol olmuş. Museviler kutlamalarında geleneksel yiyecek olarak kullanmış. İncil'de de cennetin bahçelerinde bir ağaç olarak zikredilmiş.
Kuran 'da Hz. Muhammed 'in eğer seçme hakkı olsa cennete götüreceği ağacın o olacağı belirtilmiş.
Herhangi bir meyve ya da sebzeye göre en yüksek lif içeriğine sahip. Besin olarak alınan lifin sindirime yardımcı olduğu ve bazı kanser türlerinin riskini azaltmada etkili olduğu bilinince onun da kıymeti ortaya çıkmış.
Protein, karbonhidrat, fosfor, kalsiyum, demir, sodyum, potasyum, magnezyum deposu. A, B1, B2, B3, B6, C vitamini ve folik asit açısından zengin.
Anladınız hangi meyveden bahsettiğimi. İncir’den.
Şu sıralarda mevsimi bitmek üzere olan incirden.
Kuru incirin de "değer" olarak hiç bir şey kaybetmediğini belirttikten sonra diyorum ki; bol bol incir tüketin, reçelinin, pekmezinin, ezmesinin tariflerini dostlarımızla paylaşın.

2 Ekim 2007

Tarihi limanın üzerinde “hıyar” yetiştirdik!...

Kız kardeşim hem müzikçi hem de sanat tarihçisidir. Şu aralar büyük bir heyecan içinde. Geçen gün Sanat Tarihi Derneği üyeleriyle birlikte özel izinle Yenikapı’daki kazı alanına girdiler. Arkasından da Arkeoloji müzesine gidip bu konu ile ilgili sergiyi gezdiler. Türkiye’de birçok olumsuzluklara rağmen güzel şeylerin de olduğunu vurguladıktan sonra şöyle diyor kardeşim: “Gerçekten üzerinde yaşadığımız bu şehrin ne kadar eski ve inanılmaz zengin bir kültürün merkezi olduğunu görüyorsunuz. Sergi gayet güzel hazırlanmış. Her İstanbullu görmeli bence. Sergi aralık ayı sonuna kadar da açık.”
Langa Limanı’nın esrarengiz geçmişi: Bizans İmparatoru 1. Theodosios’un milattan sonra 379-395 yılları arasında yaptırdığı Langa (Theodosios) Limanı uluslararası ticaretin en önemli merkezlerinden biri. O dönemde Bizans, Mısır’dan buğday ve tahıl ithalatı yapıyor. Kaynaklara göre, Langa Limanı, daha sonra 7. yüzyılda buğday ve tahıl ithalatının durması üzerine cazibesini kaybetmiş. Bayrampaşa Likos Deresi’nin getirdiği alüvyonlar zaman içinde limanı kullanılmaz hale getirmiş. Buna rağmen kısmen kullanılan limana yakın mesafede demirleyen gemi ve tekneler 11. yüzyılda yaşanan büyük bir fırtınada batıyor. Yenikapı’daki Marmaray kazıları sırasında bu gemilerle birlikte, tahıl ve sıvı yağ taşımada kullanılan anforalar, çanak, çömlek, seramik eşyalar, gümüş ve altın paralar gün yüzüne çıkarıldı. Bol miktarda ahşap taraklar, deri sandalet tabanları, İznik seramikleri, gümüş ve altın sikkeler ve ibrikler bulundu.
30 yıldır imara kapalı alan: Langa Arkeolojik Kazı Alanı, 750 metre uzunluğunda ve 40 metre genişliğinde. Burası, yüzyıllarca Langa Bostanları olarak anılmış ve İstanbul’un taze sebze ihtiyacını karşılamıştı. 1872’de Yenikapı Tren İstasyonu inşa edilmişti. Bölge 30 yıl önce imara kapalıydı. Bostanların üstüne son yıllarda birkaç büyük yapı inşa edilmiş, alanın bir kısmı da otopark ve pazar yeri olarak kullanılmıştı.
Tarihe meraklı dostlarım.
Arkeoloji Müzesi sizi bekliyor.
Ben ilk fırsatta gidiyorum tabii.
Biliyorsunuz Arkeloji Müzeleri Müdürlüğü’nün Marmaray Tüplü Geçiş Projesi kapsamında 2.5 yıldır yürüttüğü kazılarda Bronz Çağı, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemine ait tarihi eserler bulunmuştu.
Bu eserlerden en önemlisi Yenikapı Langa da bulunan tarihi kalıntılar.
Langa Bostanları – biliyorsunuz hıyarları ile meşhur- bölgesinde yapılan kazılarda Bizans dönemine ait bir liman ve 18 geminin iskeletlerinin bulunması heyecan verici.