29 Haziran 2007

Üstüne çıksak, becerecek miyiz?

Haberi Antalya değil de Patagonya olarak yazsak!.. Şöyle bir haberle durumdan haberdar olacaktınız!
"17 yaşındaki Mehmet, plajda arkadaş olduğu 13 yaşındaki İngiliz kızın üzerine çıkarak tacizde bulunduğu için tutuklandı! Türk Gazateciler Ordusu, Mehmet’in tutuklu bulunduğu kenti istila etti. Durumu büyük bir haksızlık ve demokrasi dışı bir tavır olarak tüm dünyaya yansıttılar! Ve asırlardır böyle durumlarda milletçe üstüne çıkma şansımızın olmadığı gerçeğini haykırdılar! Bu durum Türkiye ile Patagonya arasında ciddi bir krize yol açtı... Türk yetkilileri, gelişmiş demokratik ülkelerdeki üstünlüğü örnek göstererek bu olayda da üstüne çıkma gayretini ciddi olarak geliştirdiler. Türk Dışişleri Bakanı Brüksel’deki AB toplantısı sırasında Patagonya Bakanından derhal Mehmet’in iade edilmesini istedi... Üste çıkıp becermenin gelişmiş demokrasilerde olmaz ise olmaz hak olduğunu hatırlatarak “Patagonya’ya AB üyeliğinizi gözden geçirmek durumunda kalırız” dediler...

AB rüyasından biraz ıslak da olsa uyanabildik mi?
...........................
Türk Milleti pek çok gece rüyasından ıslak kalksa da gerçek olmayan başka gelişmeleri neden göremez! Neden olmadık iyimserlikle hâlâ çok zor bir hayal peşinde koşar? Muasır medeniyet seviyesine, üstümüze çıkılsa ve becerilsek de biraz ıslandık o kadar deyip mi katlanacağız... Bizi İS-TE-Mİ- YOR-LAR! Bunu bilerek hakkını aramak başka şey değil mi?
İstememek de onların hakları... Bizimde yanlışları düzeltecek, olmayacak dualara son verip kendimizi küçük düşürmeden tanıtabilmek, sevdirmek için uzun ince bir yola soyunduğumuzu anlatmak hakkımız! Ama küçük görmenin ötesine geçmek ve aşağılamak kimin hakkı olabilir? Avrupa’nın mı? Yoksa sadece Fransızların mı?
Fransa beceremez diyen TÜSİAD ilk kez bana göre de yüzde yüz haklı... İtiraf da ediyorlar.. Beceremeyiz diye! Hem de ilaçla destek alsak bile olmuyor itirafları var.!.. Bugünlerde Fransız kentlerinde boy gösteren bir afiş var! İş adamları derneği bu iştir, ticarettir deyip öfke içindeler, kendilerinden başka hiç kimsenin gerçeği göremediğinden yüzde yüz emin konuşuyorlar... Ve biz becereceğiz deniyor... Özetle son çıkışları şöyle:

TÜSİAD, "Fransa’da gerçekleşen Cumhurbaşkanı ve hükümet değişikliği sonucunda, AB’nin hukuksal ve ilkesel taahhütlerinin sorgulanması, AB’nin bir hukuk düzeni olarak saygınlığına ve meşruiyetine büyük zarar vermiştir. Fransız yönetimi, Türk halkına karşı hasmane bir tutum içine girmiştir. Fransa ile Türkiye arasında hiçbir siyasi ve ekonomik çıkar çatışması mevcut değilken, Türkiye Fransa’ya karşı hiçbir hasmane duygu beslemezken, Fransa’nın bu tutumu 21. yüzyılda demokratik bir ülkeye yakışmamaktadır. Reformlara devam edildiği sürece, Fransa Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecini engelleyemeyecektir." denildi ve AB hakkında toplumu yanlış bilgilendiren abartılı yorumlardan sakınılması, sağduyulu ve akılcı bir yaklaşım sergilenmesi gerektiğine dikkat çekildi.

Fransa da sokakları süsleyen afişlerden birinde türbanlı bir bayan ve bir erkek var. Şöyle deniyor afişte:
Türkiye ;
“Viagra almama rağmen yapamıyorum!”
Türkiye,ne bir geceliğine, ne de ömür boyu.


TÜSİAD’ın dikkatini çekecektir bu afiş!.. Mesele AB ye karşı olmak mı? Yoksa gerçeği görmek mi? Avrupalı’nın kendini nasıl üstün gördüğünü bilmek bu kadar zor mu?
İç kavgaları bitirsek... Askerle önce zıtlaşmayı, sonra yumruklaşmayı kahramanlık saymasak... Terörle flörtü sandıkta oy hesabını yapmasak!... Hukukun üstünlüğünü üstüne çıkılacak yer diye algılamasak, gizli anlaşmalarla dışa gizli halatlar uzatmasak! Siyaset padişahlığından vazgeçebilsek! Kazan kazan deyip kaynayan kazanın içine balıklama dalmasak, birbirimizin ayağını çekecek yerde elele tutsak kısır kavgaların üstüne çıksak... Becerecek miyiz.?...

Mutlaka becereceğiz! Yeter ki bir üstüne çıkalım...

27 Haziran 2007

Düşmanlık ve bir “sevgi hikayesi”!...

Fotoğrafın yazı ile ilgisi yok ama ben sizlerle fotoğraftaki "gerçek sevgiyi" paylaşmak istedim o kadar.
İnsanlar neden birbirlerine düşman olurlar? Hep sormuşumdur bu soruyu kendime. Cevabında o kadar neden vardır ki.
Peki ülkeler neden birbirlerine düşman? Bunun da çıkar ilişkileri içinde bir nedeni vardır sanırım.
Ben aslında bir “sevgi hikayesi” anlatmak için bilgisayarın başına oturdum. Hikayemizin kahramanı bir Türk kızı. Diğer kahramanı ise Güney Kıbrıslı bir Rum kızı.
Gelelim hikayemize;
Türk kızımız üniversiteyi bitirmiştir, ailesi onu İngiltere’ye lisans üstü eğitim görmesi için gönderir. Kardiff Üniversitesinden kabul gelmiştir.
Kızımız bavulunu toplar ve Kardiff’in yolunu tutar.
Kardiff bir öğrenci şehridir ve kentin en büyük geliri eğitimden sağlanmaktadır.
Kızımızın sınıfında bir iki Türk daha vardır. Öğrencilerin çoğu Uzakdoğu’dan özellikle Çin’den gelmiştir. Afrikalı da vardır Avrupalı da. Güney Kıbrıslılar ve Yunanlılar çoğunluktadır.
Kızımız sınıfındaki öğrencilerle kaynaşmıştır ama Güney Kıbrıslı Rumlar ona yiyecek gibi bakmaktadır. Bazı yunanlı öğrenciler yakınlık gösterirler, bazıları ise diş bilemektedir.
Bir hafta sonu sınıf geziye çıkar. İngiltere’nin doğusuna doğru yola koyulurlar.
Bir lokantada yemeğe otururlar. Türk kızı, bir ara Güney Kıbrıslı bir kızın tuvalete gittiğini görür ama aldırmaz. Zaman geçer, kız tuvaletten dönmez. Bizim kız pirelenir, acaba bir şey mi oldu diye kafasına takılır. Biraz daha bekler kız gelmemektedir. Kızın arkadaşları işe lay lay lom da işin farkında değillerdir.
Bizim kız kalkar ve tuvalete gider. Rum kızını iki büklüm lavabo başında kıvranırken bulur. Kız zaman zaman kusmaktadır. Rengi kireç gibidir.
Hemen Rum kızını kucaklar, sakin olmasını söyler. Yüzünü suyla yıkar, kızı kucağına yatırır. Bir yandan da yüzünü okşar, bir şey olmadığını söyler. Rum kızı yavaş yavaş kendine gelir. Birinin ona yardım etmesi moralini de yükseltmiştir.Ona yardım eden kişinin kim olduğunu fark etmemiştir. Şöyle yüzünü bizim kıza doğru döndürür, şaşırır, kızarır, morarır. Kendisine yardım eden bir Tük kızıdır. Hani yüzüne bakmadıkları düşmanları Türk kızı.
Bizim kız, Rum kızını sakinleştirdikten sonra kaldırır, koluna girer ve lokanta salonuna dönerler. Hiçbir şey olmamış gibi.
Okula döndüklerinde, Rum kızının havası değişmiştir. Bizim kızla samimi olur ve Rum arkadaşlarının tepkisini çeker. O aldırmaz. Dostlukları mezun olana kadar devam eder.
Artık mezuniyet günü gelmiştir. Mezun olurlar ve ülkelerine dönüş başlamıştır. Rum kızı bizim kıza Londra’da bir evleri olduğunu, bir gece o evde kalırsa memnun olacağını söyler. Birkaç arkadaşı daha o geceyi o evde geçirecektir.
Bizim kız da kabul eder. Londra’dan havaalanına gidişi daha kolay olacaktır.
Gece eğlenirlerken evin telefonu çalar. Arayan Rum kızının annesidir. Kızını merak edip ne zaman geleceğini sormaktadır. Kızı cevap verir ve cümlesini şöyle bitirir:
“Anne seninle konuşurken boynuna sarıldığım bir arkadaşım var yanımda. Kim biliyor musun? Bir Türk kızı. Hani bize çok kötü insanlar olduğunu yıllarca anlattığınız Türklerden biri. Anne onu çok seviyorum ve bize anlatılanların yalan olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. O'nu hiçbir Rum arkadaşıma değişmem. Haberin olsun.”
Ne dersiniz? Sevgi her şeyi yıkıp geçen bir duygu değil mi? Sevginin önünde düşmanlık durabilir mi? kim bilir bu tip hikaye ne kadar çoktur...

21 Haziran 2007

Sevsen bir türlü, sevmesen bir türlü!...

Bazen pencereden baktığımda karşımdaki komşu ile göz göze geliriz. Ne seyreder bilemiyorum. Her gördüğümde aklım bu evcil hayvanlar konusuna takılır. Bir yanda evinde hayvan besleyenler, bir yanda da evde hayvan beslemenin doğru olmadığını savunanlar.
Bizim sitede birkaç yıl önce ciddi “köpek” kavgaları oldu. Bir ara site içinde yürümek bile zorlaşmıştı. Çoğu köpek sahibi tasmasız gezdiriyordu köpeklerini. Site yönetimi tedbir aldıkça, köpek sevenlerin saldırısına uğradılar. Herkesi hayvan düşmanı ilan ettiler. Ben de bir yıl başkanlık yaptım. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal.
Her şeyde olduğu gibi hayvan beslemede de bir kurallar zincirimiz yok. Birbirimize saygımız ise hiç yok.
Köpekten korkan insanlar var. Korkma deyince oluyor mu? Olmuyor. Ya pislikleri. Köpeği yola pislerken, havalara bakan köpek sahipleri o kadar çok ki. O pislenen yerlerde küçük çocukların oynadığını bir düşünsenize.
Sitemizin ortasında bir parkımız var. Salıncakların olduğu bölge kumluk. Kumun etrafı açıktı. Köpek sahipleri o kumun içine köpeklerinin pislemesine aldırmıyorlardı. Sonunda telle çevirdik kumu.
Bir başka sorun da başıboş köpekler. Yollarda bekleyen ve gelip geçenlere saldıran köpekler. Bir yanda bunları besleyenler. Diğer yanda köpeklerden korkan ve bunları alın diyenler.
Şimdi soruyorum? Çevresini düşünmeyen, komşusunu, çocukları hiçe sayan, sokak köpeklerini besleyenler mi haklı? Yoksa bir kurallar zinciri içinde çevreye, komşuya saygılı bir sistemin uygulanmasını, başıboş köpeklerin toplanmasını isteyenler mi haklı?
Yorumlarınızı bekliyorum.

Türkçe konusunda çok önemli bir kaynak!...

DDD etkinliğimizde bu kez Sevgili Selen’e( Yanya'dan Evenez'e) konuk oluyoruz. Sevgili Selen “hece yapısı ve satır sonunda kelimelerin bölünmesi'”ni inceliyor ve yazısına şöyle başlıyor:
"Dilbilgisi konusunda tüm okul hayatım boyunca en keyif aldığım derslerden biriydi. Bu sebeple de birçok kuralı günlük konuşmamın temeli olarak özümsedim. DDD etkiliği sayesinde de unuttuğum birkaç ince noktayı hatırlama şansım oldu.
Türkçe gibi kuralları çok karışık ve çeşitli olan bir dili öğrenmenin zor olduğu günümüzde özellikle öğretmenlerimize çok iş düşüyor. Her birimiz dilimizi ne kadar iyi ve kurallarına uygun olarak konuşursak, yeni nesillere de bunu o kadar iyi şekilde aktarabiliyoruz…Dil yaşayan bir varlık ve çok hızlı değişiyor. Bu sebeple kuralları zaman zaman hatırlamak ve günlük dildeki yanlışlarımızı düzeltmek gerekiyor. Hecelemenin ve satır sonunda kelimelerin ne şekilde bölüneceğinin konuşmamıza bir etkisi olmasa da yazım üslubumuza çok büyük katkısı var. Bir yazıda kelimelerin doğru yazılması, noktalama işaretleri ve paragraflar ne kadar önemliyse, satır sonunda kelimeyi hece bitiminden bölmek de o kadar önemlidir. Bu sebeple yazımın size de hatırlatıcı ve faydalı olacağına inanıyorum”.

Punto Amca olarak şunu itiraf etmek istiyorum; Etkinliğe başlarken bu kadar güzel yazılar hazırlanacağını ve sanal ortamda çok önemli bir kaynak yaratacağımıza inanmamıştım. Şimdi görüyorum ki müthiş bir kaynak oluşuyor. Tüm dostlarıma tekrar teşekkür ediyorum.
Yanya'dan Evenez'e uğramayı ihmal etmeyin.

16 Haziran 2007

Hatırlamak ve hatırlanmak çok güzel!...

"Sevgililer Günü", "Anneler Günü" derken "Babalar Günü" de geldi çattı. İlk bakışta bu günlerin arkasında bir hediye sanayii varmış gibi görünüyor. Sevgiyi, hatırlamayı, hatırlanmayı bir günle sınırlamak mümkün mü?
Mümkün değil tabii. Varsın hediye pazarı canlansın, bir günde de olsa hatırlanmak ve hatırlamak çok güzel doğrusu.
Tüm dostlarımın sevgi dolu “Babaların Günü”nü kutluyorum.

14 Haziran 2007

Denizin sıfır noktasına komşu camiler!...

Şimdi nereden çıktı bu camiler der gibisiniz. Haklısınız. Camilerin sırası mı? Geçenlerde Eminönü’nden vapura binip şöyle bir boğaz gezintisi yapmıştım ya. Yıllarca dikkat etmediğim bir şeyi gördüm. Dört tane denize komşu cami. Önlerinde ne yol var ne bir şey. İnci gibi sıralanmışlar.
FINDIKLI (KABATAŞ CAMİİ): Bunlardan biri Fındıklı diğer bir adıyla Kabataş Camii. Yoldan geçerken dikkat çekmeyen bir camii. Aslında yaptırıldığı zaman küçük bir külliye imiş. Bugün sadece camii kalmış. Hamam ve Sıbyan Mektebi yok olmuş. İstanbul Kadısı Mehmed Vusuli Efendi tarafından 1589 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmış Fındıklı Camii. 18. yüzyılda Tuğracı Ömer Ağa tarafından tamir edilmiş. Son tamirat 1958 yılında yapılmış. Fındıklı camii’nin özelliği kesme küfeki taşından yapılmış olması. Mimar Sinan’ın altıgen şemalı camileri arasında yer alıyor. Tek şerefeli ince bir minaresi var.. Yarım kubbelerin dışında camiyi otuz dört pencere aydınlatıyor.
DOLMABAHÇE CAMİİ: Fındıklı camii’ini biraz geçince karşınıza Dolmabahçe Camii çıkıyor. Dolmabahçe Camii gizlenmeye gerek görmeden tüm ihtişamıyla her yerden görünüyor. Dolmabahçe Camii’nin tasarımı Garabet Balyan’a ait. Caminin yapımına Sultan Abdülmecit'in annesi Bezmialem Valide Sultan tarafından başlatılmış. Sonra Sultan Abdülmecit tarafından tamamlanmış. Asıl adı Bezmialem Valide Sultan Camii. Biz onu Dolmabahçe Camii olarak anıyoruz. İki yılı aşkın bir yapım süreci var. 1855’te bir cuma töreniyle ibadete açılmış. Caminin en belirgin biçimsel özelliği net bir kurgu ve geometriye sahip olması. Cami, kare planlı alt yapı üzerine kubbeli ve yüksek bir kitle. Hünkar bölümü ise, dikdörtgen planlı prizmatik ve daha alçak bir kitle. Bu iki kitle, caminin kuzey cephesi yönünde bitiştiriliyor.
ORTAKÖY CAMİİ: Dolmabahçe’yi geçtik, Beşiktaş’ı da. Boğaziçi Köprüsü’nün Rumeli ayağını süsleyen Ortaköy Camii’ni görüyoruz. Camii her taraftan görünebilmesi için bir buruna yerleştirilmiş. Ortaköy Camii, Barok tarzda bir camii. Camii, Sultan Abdülmecit tarafından Mimar Nigoğos Balyan'a 1853 yılında yaptırılmış.Camii, harim (harem) ve hünkar bölümü olmak üzere iki kısımdan oluşuyor. Geniş ve yüksek pencereler Boğaz’ın değişken ışıklarını caminin içine taşıyacak biçimde düzenlenmiş. Duvarları beyaz kesme taştan yapılmış. Tek kubbenin duvarları pembe mozaik. Mihrap mozaik ve mermerden, mimber ise somaki kaplı mermerden yapılmış.
BEBEK CAMİİ: Ortaköy’ü geçtik, Arnavutköy akıntı burnundan kıvrıldık ve sahilde küçük bir camii karşıladı bizi. Bebek Camii. Hani yanındaki kafesi meşhur camii.
Camii, 18. yüzyılın başlarında, 1725-26’da III. Ahmed’in sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından yaptırılmış. Bebek yazlık bir yerleşim yeri olarak kullanıldığı için cami bu amaçla yaptırılmış ama zamanla bakımsızlıktan eskimiş, Evkaf Nazırı Mustafa Hayri Efendi bu camii yıktırıp yerine bugünkü camii yaptırmış.
Kesme küfeki taşından inşa edilen cami, alçak duvarlı bir avlu içinde yer alıyor.
Bebek’ten sonra denize komşu camii göremedim. Bilen varsa lütfen haber versin, sıralamaya ilave edelim.
Bir hususu da belirteyim, bu sıralamada Anadolu yakası yok. Ben sadece Rumeli tarafını tarayıp sizlerle paylaştım. Anadolu yakasını da o bölgedeki dostlara bırakıyorum.

8 Haziran 2007

Mozaiklerden yaz boz tablolarına!...

Dillere destan Asi Nehri Hatay'ı ikiye bölüyor. Şehrin iki yakası köprülerle birbirine bağlanmış. Şehrin mesire yeri ise Harbiye.
Yavaş yavaş tatil günleri yaklaşıyor. Çalışan dostlarımızda tatlı bir telaş vardır şimdi. Acaba nereye gitsek? Önceki yazımda Avanos’ta çömlek yapımını yazmıştım. Hatay sırada bekliyordu. Biliyorsunuz Hatay çok değişik bir kültür şehir. Bir çok inanışın bir arada kardeşçe yaşadığı bir kent.
Fotoğrafta görünen mozaiklerin Hatay'la ilgisi yok. Bu mozaik Zeugma kazılarından çıkan ve Gaziantep müzesi'nde sergilenen meşhur mozaik.
Hatay’a iki kez gittim. Birinde çalıştığım gazetenin yıllık toplantısına katılmıştım, diğerinde ise eşimle sadece gezmek, görmek için. Hatay gerçekten görülmeğe değer bir şehir. Hiçbir Anadolu kentine benzemiyor. Şehirde dolaşırken sanki kırk yıldır orada yaşıyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. Şöyle size kafasını çevirip bakan yok. Yabancılık çekmeden dolaşıyorsunuz. Yerli halkı o kadar medeni ki size yabancılık çektirmiyorlar. Bazı Anadolu kentlerinde olduğu gibi yiyecek gibi bakmıyorlar gelenlere. Bunda farklı kültürlerin bir arada uzun yıllardır yaşamasının rolü çok büyük sanırım. Ben şimdi oturup uzun uzun Hatay’ı anlatacak değilim. Gidince nasıl olsa göreceksiniz. Ben asıl sizinle Hatay müzesindeki o görkemli mozaikleri paylaşacağım. O ufacık taşları nasıl bir araya getirmişler insan inanamıyor.
Şu moda haline gelen yaz – bozlar (puzzle) mozaiklerden ilham alınarak bulunmuş bir şey mi diye hep sormuşumdur kendime. Günlük yazan dostlarımızın yaz bozlardan tablo yaptıklarını okuduğumda, hatta bir kaçını da gördüğümde bu mozaikler gelmişti aklıma. Neyse.
Hatay Müzesi’ndeki mozaikler Roma çağına kadar uzanıyor.
Müze yetkilileri mozaiklerin tarihini gelenlerle paylaşmaktan büyük mutluluk duyuyorlar. Biz gazeteciler anlatılanları büyük bir dikkatle dinledik ama İstanbul'a döndüğümüzde tek satır yazmadık. Bu da medyamızın vurdum duymazlığı işte.
Araştırmalara göre bu mozaikler Roma mozaik sanatının klasik dönemi olarak isimlendirilen II.-III.yüzyıllar dönemlerini kapsıyor. Mozaiklerde Psykhe, Eros, Satyros, Aphrodite, Baccus gibi mitolojik tanrıları resmedilmiş.
Hatay Müzesi’nde Amik Ovası’nda bulunan 183 höyükten çıkarılmış Mitanni, Hitit ve Asur eserleri de var.
Müzede sikke koleksiyonları da önemli. Roma, Bizans dönemlerine ait sikkeler müzede sergileniyor.
3 m. boyundaki Apollon heykeline de unutmamak gerekiyor.
Tarih şehri Hatay'da ilk kez 1932 yıllarında bilimsel kazılara başlanmış. 1939 yılında inşaatı tamamlanan müzede, üç ayrı bilimsel kazıda bulunan eserler yer alıyor.
Çevredeki tüm araştırmaların yabancılar tarafından yapıldığını söylemeye gerek yok.
Hatay mutfağının çok zengin olduğunu öğrendik çarşıda künefe yerken.
Yemek konusunda uzman dostlarımıza Hatay mutfağını anlatacak halimiz yok. Nasıl olsa oraya gittiklerinde detayları öğreneceklerdir.Ben size Hatay’a gittiğinizde gezmeniz gereken yerlerin bir listesini vereyim ki nereye gitsek diye sağa sola bakınmayın.
İşte gezilecek yerler:
Çatalhöyük, Harbiye (Daphne), Issos, Seleukeia Pieria kent kalıntıları, Antakya surları, Traianus Su Kemeri, Selen ve Darb-i Sak (Bayezid-i Bistami) Kaleleri, Aziz Petrus Grottosu, Kızlar Sarayı (Kasr El-Benet) Sokollu Mehmed Paşa Külliyesi, Habib Neccar Camisi, Sokollu Külliyesi, Hatay Arkeoloji Müzesi, Hatay Müzesi, Gölbaşı (Balık Gölü), Antakya Kalesi, Titus Tüneli, St. Simen Manastırı, Eski Antakya evleri, Bakras ve Koz Kaleleri, Tel Aççana kalıntıları, Nekropoller.

4 Haziran 2007

Geç gelen pazarlama teknikleri!...

Avanoslu çömlek ustası babadan oğula geçen sanatını gösteriyor, yerli turist grubumuz da seyrediyor.
İtalya’ya ilk defa gidiyordum. Türkiye’nin en iyi dansçısı Tolga Han beni kandırmış, “bir dans yarışması var, biz de katılıyoruz. Sen de gel, kafanı boşaltırsın” demişti. İyi fikirdi. Tolga Han çalıştığım gazetede şekillerle okuyuculara dans öğretiyordu. İyi anlaşıyorduk. Neyse.
Otobüsle yola koyulduk. Yarışma Adriyatik sahilinde bir yerdeydi. Bizim Kumburgaz’a benzeyen bir yerde.
Uzun uzun seyahati ve yarışmayı anlatmak için bilgisayarın başına geçmedim.
Bu seyahatte iki şey dikkatimi çekmişti; Birincisi sahil şeridinin düzeniydi. Deniz , denizden sonra kum, kumdan sonra sahil boyunca gazinolar, arada bir cadde, caddeden sonra moteller, motellerden sonra yine bir yol, yoldan sonra ise bahçe içinde evler. Yani İtalyanların yazlıkları. Yani bizim sahiller gibi kumun dibine kadar inen villalar, evler yok. Önce ticaret sonra keyif demişler.
Seyahatte ikinci dikkatimi çeken Tolga Han’la gezdiğimiz bir kilisedeki uygulama idi. Sanırım Floransa’da büyük bir kiliseye girdik. Yıl 1985. Kiliseyi belirli bir yolu izleyerek gezdik. Yürüdük, yürüdük ve kilisenin altına indik. Mecburen indik. Yol bizi oraya götürmüştü. Ve şaşırdım kaldım.
Kilisenin altı bizim Kapalıçarşı gibiydi. “Kiliseyi gezdin, gel biraz da alışveriş yap” diyorlardı. İnsan mecbur kalıyor bu durumda. Ne aldığımızı hatırlamıyorum ama uygulama benim için sürprizdi.
O yıllarda biz bu işleri pek bilmiyorduk. Sultanahmet’te turistlere kartpostal satan çocuklardan başka bir şeyimiz yoktu.
Bu geziyi nerede hatırladım?. Bizde de bu tarz uygulamaya geçen yıl yaptığımız Kapadokya gezisinde rastladım da ondan.
ÇÖMLEK NASIL YAPILIR?
Kapadokya gezisinde rehber, grubumuzu Avanos’a da götürdü. Bir çömlekçide uygulamalı çömlek yapılışını seyredecektik.
Biliyorsunuz, Avanos çömlekçiliğin merkezi. İlçede çok sayıda çömlek atölyesi bulunuyor. Bölgede seramik yapım geleneği Hititlere kadar uzanıyor. Bu sanat babadan oğula geçe geçe günümüze kadar gelmiş.
Avanos dağlarından ve Kızılırmak’ın eski yataklarından alınan yumuşak yağlı kil topraklar eleniyor ve iyice yoğrulup çamur haline getiriliyor.
Evet. Ne diyorduk? Bir otobüs dolusu insanla girdik o dar odaya. Misafirler için sedirler hazırlanmış. Hepimiz oturduk, başladık çömlek ustasının becerikli ellerini seyretmeye. Bu arada unutmadan ilave edeyim, elma çayı servisi de var. Usta, çark adı verilen ve ayakla döndürülen tezgahta çamura çeşitli şekiller verdi ve bizden de birini çağırıp şovunu yapmayı ihmal etmedi. Sonra anlattı;
Çamura şekil verildikten sonra, yapılan şey önce güneşte daha sonra da gölgede kurutuluyormuş, sonra da saman ve talaşla yakılan fırınlarda 800 dereceden başlayan ve 1200 dereceye yükselen sıcaklıkta pişiriliyormuş.
Çanak adı verilen bu ürünler genellikle yemek kapları, su testileri, yiyecek saklamaya yarayan çömlekler, küpler şeklinde karşımıza çıkıyormuş.
Gösteri bittikten sonra otobüse döneceğimizi umarken, benim için İtalya gezisini hatırlatan bir sürprizle karşılaştık. Bizi dar bir koridordan geçirdiler ve daha önce yapılmış ürünlerin satıldığı bölüme aldılar.
Sıkıysan bir şey satın alma. O kadar bilgi, gösteri, elma çayı.
Tabii biz de bir şeyler alarak çıktık binadan. Eşime döndüm ve şu cümleleri söyledim:
“Zararın neresinden dönülse kârdır. Gerçi biraz alış veriş yapmaya zorlanan bir hava var burada. Ama olsun, zamanla o da aşılır ve bilgi, el emeğinin Batıdaki gibi pazarlanmasını biz de başarırız. Hem de çok iyi başarırız.”

Sayıların yazılışını hatırlamak zamanı

DDD etkinliğimizde bu kez sayıların yazılışını öğreniyoruz. Sevgili Bebekli Mutfak akıcı bir dille sayıların yazılışını anlatırken şöyle diyor: "Dilimizin kurallarını öğrenmek ve öğretmek, yabancı kökenli kelimeleri kullanmada duyarlı olmak, diline yabancı çocuklar yetiştirmemek ve çocuklarımıza bırakacağımız dil mirası adına atılacak en büyük adımdır şüphesiz. Bu nedenledir ki; onların ne yediğine dikkat ettiğimiz kadar ne konuştuğuna da dikkat edersek yarınları için en güzel yatırımı yapmış olacağımızı düşünüyorum.
"Sayıların Yazılışı" nı hatırlamak için Bebekli Mutfak'ı tıklamak yeterli.