30 Ağustos 2011

“Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste"

Medyamızda özellikle iktidara yakın kuruluşların “Somali’ye yardım” kampanyalarını izlerken eski günlere dalmış gitmişim. Sosyal dayanışmanın bir millet için, bir meslek grubu için ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. Yaşadık bunları. Bizim meslek grubu içinde  en önemli dayanışmalardan biri Gazeteciler Cemiyeti’nin “Bayram Gazetesi”  çıkarmasıydı.Yasalara da madde olarak girmişti Bayram Gazetesi çıkarılması.
İki fonksiyonu vardı gazetenin. Birincisi, çalışan gazetecileri dinlendirmek, ikincisi ve en önemlisi işsiz gazetecileri çalıştırıp ceplerine bir kaç kuruşun girmesini sağlamak.
Bayramı iple çeken çok arkadaşımız vardı. İşsiz kalan arkadaşları çalıştırarak yardım etmek sosyal dayanışmanın tipik ve sağlıklı örneklerinden biriydi.
İzmir’de yayımlanan ve daha sonra İstanbul piyasasına giren bir gazetenin yöneticileri, gözlerini bayram Gazetesi’nin aldığı ilanlara dikti ve bu gazetenin çıkarılmaması yönünde söylemlere başladı.
Sanırım 1992 yılıydı. Aynı gazetenin yöneticileri, Bayram Gazetesi uygulamasının "serbest piyasa ruhuna aykırı" olduğunu belirttiler. “Biz bayramlarda da gazete çıkaracağız, ilan gelirimizi düşürmeyiz. Yasa masa tanımayız” dediler.
Bir patron yan çizince diğerleri de onu izledi ve Bayram Gazetesi tarihin derinliklerinde unutulup gitti.
Zaman zaman Gazeteciler Cemiyeti bu konuda girişimde bulundu,  bulundu ama kimse takmadı.
Ramazan Bayramı yaklaştığında bu istek tekrar canlandırıldı. Tekrar Bayram Gazetesi çıkarma fikrini canlandıranlar gazeteler bayramda kâr etmiyor, reklam yok, ilan yok” diyerek yola çıktılar ama Başbakanın gözüne girmek için Somali ‘ye yardım kampanyalarında kesenin ağzını açan medya patronlarından olumlu yanıt alamadılar Dinimiz yardımın göstere göstere yapılmasını reddeder. Bir elin verdiğini diğer el görmeyecek hükmü ne kadar doğru bir hükümdür.
Kovdukları gazetecilerin hiç değilse Bayram Gazetesinde çalışıp ceplerine girecek üç beş kuruşa bile göz diken “açgözlüler, çok ama çok mazlum olan  gazetecilerin ahını aldılar.
Çıkarların sosyal dayanışmanın önüne geçtiği bu acımasız dünyada Bayram Gazetesi tekrar zor çıkarılır.

24 Ağustos 2011

Kızlar... Kızlar...

Kelaynak yazıyor:
Texsas’dan bakınca içim biraz daha zifirini karanlık oluyor... Voleybolda yıldız Türk kızları dünya şampiyonu oldular ya!... Salonda bayraklar sallandı... Kupa havaya kalktı... Çiçeği burnunda Bakanı bile gördüm. En önde! Kupa onun elindeydi... Neyse!.. Sonunda kızlara bıraktı! Oysa bu kısa bir yol değildi... Uzun ince bir dünün sonu idi... Sabırla yetiştirenler, sabırla spora gönül verenler, aileler perde arkasına itilmişti. Pişiren değil yiyen önde idi..Benim gözümde her zaman kadınlar, kadınlarımız, ninelerimiz, analarımız, kızkardeşlerimiz eşlerimiz, mesai arkadaşlarımız tüm kadınlarımız şampiyondur...Erkeklerden cesurdur... Erkeklerden dayanıklıdır. Değer bilmez erkekleri sırtladıkları için sadece şanssızdırlar.İnanıyorum ki değer bilmezlikte dünya sıralamasında da şampiyon olurlar... Her ailede becerikli, azimli, çocuklarını, yakınlarını daha aydınlık günlere taşımış kadınlar vardır. Ninelerim de öyleydi... Babaannem, rahatlığı ve o dönemde gelinlerin ulaştığı konforu! anlatırken hep aynı cümleyi kullanır ve “siz de zorluk mu gördünüz” iğnelemesi yapardı...
“Ohhhhh ne rahat... Et kıyılmış ekmek pişmiş!”
Kütüklerin kapı önüne çıkarılıp dakikalarca vurula vurula kıyma yapıldığını çok iyi hatırlıyorum... Sonralarda anam lükse kavuşmuştu... Çoğu zaman bana çevir şunun kolunu dediği kıyma makinemiz oldu...
Kütükleri döve döve mi devam etseydik!. Adam olurlar mıydı? 
İstanbul da da yavaş yavaş çok uluslu marketlerin vitrinlerinde görüyoruz... Akla gelebilecek her şey hazır paketlenmiş... Buradaki sıkıntı hangi markanın hangi gıdası damak zevkine yakın onu bellemek ve bir de cebinizdeki doların uzunluğu nereye kadar uzuyor onu bilmek! Et ürünlerine hiç değinmiyorum... Dolar ne kadar yükselirse yükselsin bizim et fiyatlarına yaklaşamıyor!

Dün mutlaka daha çok hırpalanan öldürülen kadın vardı. Kimsenin haberi olmadan... Gün yüzü görmeden silinip giden hayatlardıonlar! Şimdilerde medya öne çıkarıyor haberleri... Öyle zannediyorum... 10 intihar, iki olay! İki kadın da aşık oldukları erkekler için cesur davranmıştı... Evlerinden kaçmış, sevdiklerine varmışlardı...
Gazetelerin yalancısıyım. Biri (Sibel Özgen) koca zulmünden kaçmış, barışma buluşmasında kurşun yağmuruna tutulmuş ve can vermişti. Diğeri yediği dayaktan yara bere içinde kalmış, ölmemiş ama ölmekten beter olmuştu. Bir de bu karanlığın rakamları var... Batman da son bir haftada 10 kadın intihar etmişti. Daralan yaşam alanı mı, örf adet, koca baba baskısımı?. Kimi, intihar değil cinayetlerin pek çoğuna intihar süs veriliyor kanısında ....

 Belki de Teksas daha farklı bir damak zevkine sahip... Her sıcak yörede olduğu gibi giderek daha fazla acısever oluyorlar... Arada bir göz ucuyla izlediğim yemek programlarında yumurta kırmak bile marifetli tariflere konu oluyor... Hem üretim hem de tüketim de SOS olayını büyütmüşler... Dünyanın her yanından her tür sos hardal dükkanlara yığılmış... Et için sos, balık için sos çeşitlemesi gelişmiş...Yunan sosları var... Cacık akıllı tüccar Yunanlının koyu yoğurdu içinde farklıbir sos olmuş... Bizim hiç bir şeyimiz yok mu deyip milliyetçi duygularımla savaşır gibi rafları didik didik ettim... Ve buldum...Anadolu defnesi... Kurutulmuş defne yaprağı... Ve Haribo jöleşeker...

Onlara yıldız voleybol takımındaki kızların Dünya şampiyonu olduğunu söylemek isterdim. Biraz olsun yüzleri güler miydi?.. Aslında kaybımız öylesine büyük ki. Büyüklerimiz de bunu fark etmiş gibi konuşmuyor... Onlardan istediği 3 çocuk yapmaları olmuyor mu?
İş çocuk oyuncağı değil... Teksas’tan bakınca acım kat kat büyüyor... Kadının işi evde nerde ise sınıflanmış, iş hayatında sınır tanımaz kılınmış... Yani biz nüfusun nerede ise % 50 sinin yani kadınlarımızın çok az bir bölümden % 5 gibi bir kısmından yararlanıyoruz... Onlar % 50 yi ayırmamışlar, nüfusu % 100 üretime katmışlar... Hemen her şey kadına daha kolay olmuş...
Sabah işe erken gideceksiniz. Vaktiniz yok... Arabadan inmeden yanaşıp kahvenizi alabilirsiniz. İş yerine varmadan kahvaltı işi biter! Dolgun bir akşam yemeği için bile ayrılacak zaman 10 dakikayı geçmez. O zaman da hazır yemeği tabağa koyup servis etme vaktidir...
Umarım yıldızlar büyür... Yaşam alanları daralmaz... Aşık oldukları erkekler kıymetlerini bilir. Örf ile adet ile adet olduğu üzere kaybolup gitmezler!. Her zaman şampiyonluk bayrağı ellerinde olur... Onları bir gece değil, bir ömür boyu kutlarız...



19 Ağustos 2011

Bıçak!.. Kemik!.. Mimik!

Başbakanın yüzü asıldı... “Bıçak” dedi... Artık kemiğe dayandı, bıçak gibi kesti attı. Kardeşlik ayı Ramazan hatırına sabrediyoruz... Oysa terör ve hain saldırı bıçak gibi kesilmemişti... Ramazanı dinlememişti! Çukurca da biri binbaşı 11 güvenlik görevlisi daha şehit düştü... Ramazan ayındaki hoşgörümüz de hayret nihayet sona erdi... Başbakan “Söz söyleme dönemi bu kadar!”dedi. Ve Kandil dağına PKK unsurlarına hava harekâtı başladı...
Geriye dönüp bakınca gerçeklerin ve hataların üzerine Kandil ışığı kadar bile aydınlık düşmemişti! Milletin sabrı 11 ayın sultanı ile sınırlı değil ki... Şehitlerin ardından aynı cümleyi sabırla, ya sabırla dinlemiyor mu?
“Ölenlere Allah’tan rahmet...Yaralılara acil şifa... şehit ailelerine başsağlığı ve sabır! Bu millet bu sözleri teselli bulmuş gibi yapıp sineye çekmedi mi? Kandil’e Bomba yağdırdık!..Yani teröre karşı koymakta kararlıyız dedik... Ya dünden bugüne neler yaşadık?
Karar verenlerde felaketi davet eden bir hastalık unutkanlık mı başladı? Dünü yaşayıp ders çıkarmamak Ramazan açlığı ile gelen unutkanlık mı? Keşke hatırlasaydık. Sadece dağlarda, kırsalda mı saldırıya uğradık! Öldürüldük... Tertemiz yüzü zihnimden silinmeyen genç kızı çarçabuk unuttuk... İstanbul’da okulundan evine dönerken Terör saldırısı ile otobüste yanarak hayatını kaybeden kızı unutmasaydık! 19 yaşındaki genç kızın diğer binlerce şehit gibi  durmadan soran sesini duysaydık... Neden öldük?
Şeytanın sesi keyifli... Ülkem karpuzdan beter ikiye bölük ya... Ben öteki oluyorum... Günlerdir okuduklarımızın, duyduklarımızın bir tortusu kalıyor zihinlerde!. Mantık süzgecine takılan ne olabilir? Keşke cevabını bulsaydık bu sorunun!.
Pembe boyalı kardeşlik, barış, özgürlük hapını kolay kolay yutmazdık! Kanunlara zaman zaman “şimdi sen gözünü biraz kapa ve biraz kenarda dur gerektiği zaman gene göreve gelirsin”diyemezdik...
Sınır kapılarına seyyar hâkim yollayıp, sanal ifadeler alarak eli kanlı teröristleri kahraman gibi karşılayamazdık... Türk Adaletinin mahkûm ettiği terör başına “sen ne diyorsun kardeş” diyemezdik... PKK emir kullarının ülkenin hemen her yerinde her fırsatta sergiledikleri tiyatroyu seyrettik. Ne demek istiyorlar biliyorduk ama anlamazlıktan gelemezdik! Sabırlı davrandık... O zaman da bıçak gırtlağımıza dayalı değil miydi? Biz sabrettikçe onların sabırsızlandığını da görmedik? Yasak olmasına rağmen hapisteki Apo, avukatları aracılığıyla sürekli mesajlar göndererek terör örgütünü yönetmeye devam etmedi mi? Resmi bir heyet ciddiyeti içinde gelen mesajlar yayınlanmadı mı? Arada bir “benim konforumu da sağlayın... Yoksa karışmam haaa” diyecek noktaya gelmedi mi? PKK’nın sözüm ona demokrat ve özgürlükçü hatipleri; sivil itaatsizliği adet edinip özerk devlet ilan ettiler, kendi meclislerini kurdular, sabırlı davranmadık mı? Cuma namazlarını bile ayrıca kılmayı seçtiler... Nereye gidiyoruz!... Göremedik mi!...
Çok yoğunduk!... Kafamızı kaldıramıyacak kadar yoğun! Ülkemi, halkımı düşüncelerinde kesin çizgilerle bölecek icraatları planlayıp gerçekleştirdik... Hemen her alanda bir öteki yaratmakla kalmadık, ayrılığı farklı düşünmeyi, kine, hesaplaşmaya götürdük! Adaleti adaletsiz kılmadık mı? Ötekinin ağzından çıkan gerçeği beriki yalan saymadı mı? Tarafsızlığı ile tanınan Times özetle şunu yazdı...
“Balyoz davası asılsız belgelere dayanarak açılmış bir davadır...” Ergenekon, Balyoz, Şike ve diğerleri... Uzun ince bir yol haline geldi... Gidiyoruz gündüz gece... Ve bitmiyor... Böyle olmamalı, denince öteki olmanın cezası kesiliyor... “Ne yani... Suçlular ceza almasın mı? İleri demokraside imtiyaz olamaz” Ortada olur diyen yok, yargılanmasınlar diyen hiç yok... Sacede küçük bir itiraz var... Yargılarken adeleti işletin... Milleti işletmeyin... Siz olmayın! Hukuk üstün olsun” Oluyor mu? Hemen her yerde ve her zaman Hukuk üstün oluyor mu?
Balyoz davasının bir garip sonucu var. Bugün aklımıza gelen TSK’ nın nerede ise üst yönetiminin çoğu hapiste... Ardı arkası kesilmeyen misafirleri oluyor hapishanenin! Hastal askeri cezaevi dolmuş! Yeni hazırlık ne? Yargılamayı daha usulüna uygun yapalım... Hangi askere gel dedik ise geldi deyip yeniden düşünmek mi? Hayır... Daha pratik bir çözüm var... Yeni bir askeri cezaevi yapma planları anlatılıyor... Daha büyüğünü...
Her fırsatta beceriksiz gösterilmeğe gayret edilen TSK ülkemizdeki terörü askeri açıdan belli bir noktaya çekmişti. ABD de yayınlanan araştırmada dünyada terörle mücadele eden 30 ülkeden sadece sekizinin başarılı olduğu belirtiliyor. Bu 8 ülkeden biri de Türkiye... Sürüklendiğimiz tehlike Ramazan sabrı ile aşılacak gibi değil... Terörle ifade edilen sorun kemikleşmiş... Bıçak derinlere kadar inmiş... Gözümüzün içine bakanların sözlerini gözümüz tutmuyor. BDP Grup Başkanı Selahattin Demirtaş, hava operasyonunu değerlendirirken, “birileri iç savaş hesabı yapıyor” diyebiliyor.... Hesabın geldiği noktada ne var sizce! Bıçak!.. Kemik!.. Mimik!

16 Ağustos 2011

Çıralı yaktın çıramızı!

İki senedir özlemimdi Çıralı, Yanartaş...Adrasan'a gittiğimizde geçen yıl gidemedik ya, bu yıl kesin gidelim diye düşünmüştüm. Ama burasının Türkiye olduğunu düşünememiştim nedense..İyi de herkesi buna ortak etmek şart mıydı?

Biri 5 yaşında süslü bir prenses, diğeri topuklu ayakkabılı madam, 10 yaşında bir Afacan, 20 yaşında parmak arası terlikli isteksiz ergen, süslüyle Afacan'ın tedirgin babası ve benim gibi bir gönüllü daha eşim, birlikte çıktık yola. Adrasan'a 10 km sandığımız Çıralı, iniş, çıkış giriş derken 37 km'ye çıktı. Eşimin 10 dakikada gideriz dediği yol 1 saat sürdü. Gidiş dönüş sadece yol, 2 saat. Bütün bunların üstüne otelin sahibinin "Orası gece güzel olur, yemekten sonra gidin" uyarısı. Döndüğümüzün pardon dönebildiğimizin ertesi günü, kendisine saygılarımı ilettim ama yine de rahatlamadım ve hıncımı yazıdan aldım. Kusura bakmayın. Ben yandım, siz yanmayın:)
Yanartaş, Çıralı köyü yakınlarında doğalgaz kaynağı. Taşlar arasından alevler çıkıyor. Bir doğa harikası anlayacağınız. Yunan mitolojisine bile konu olmuş Yanartaş. Mitolojiye göre kanatlı at Pegasus'un sırtındaki Bellerophontes, ateş soluyan canavar Kimera'yı burada öldürmüş. Halen yanmakta olan ateşin canavarın ağzından çıktığı söyleniyor. Bazı tarihçilere göre de ilk olimpiyat ateşi buradan getirilmiş.
Mitolojiye canımız feda, düştük yollara. Adrasan'ın virajlı yollarından anayola çıkıp Çıralı levhasını görene kadar Antalya istikametine doğru gittik. Süslü, afacan ve ergen yolda uyuyup kaldılar. Afacan'ın kafası benim kollarımın üzerinde gittikçe ağırlaşan bir gülleye dönüştü, bacakları ahtapot gibi annesine dolandı.
Uykuda arada sırada attığı tekmeler de cabası. Süslü prensesimiz babasının kucağında deniz yatağıdaymış gibi terledi. Ön koltuğa ergeni oturttuğumuza sevindik. Eşim bütün iyimserliğiyle "geldik geldik" diyordu ama bir türlü gelemiyorduk...Çıralı'dan saptık, yine virajlı yollar.. Acaba doğru yolda mıyız endişesi altında ilerlemeye devam. Yoldan Çıralı 9 km. Ama sanki kimse gelmez diye kandırmışlar. 18. km'de Çıralı'yı görebildik. Çok şirin butik oteller, pansiyonlar, otantik bir çarşı, Türk kahvesi, fal vs..Biz hala "dönerken burada bir kahve içelim" iyimserliği içindeyiz..Sadece iyimserlik değil, aynı zamanda terler içindeyiz. Tamamen turistik olan Çıralı köyünün dar yollarında ilerlerken yüksek bir tepede ilk ateşi görünce ateşi bulan ilk insan kadar sevindik. 'Ter kardeş' olduğumuz çocukları uyandırdık. GELDİK GELDİK!!!
Büyükçe bir araziye aracımızı park ettik. Mis gibi çam kokusu. "Ohh deydi be, iyi ki geldik". Çocuklar hemen hazır asker oldular, Allah için. Otopark gibi yerde herşey düşünülmüş. Yol karanlık diye kiralık fener var. 5 TL. Su da almak lazım, küçük su 1.5 TL..Yukarıda ateşin yanında şarap içmek isteyenlere şarap, tirbüşon..İsteyene votka..
Tırmanıştan önce içmekte fayda var çünkü ayık kafayla çıkılacak yol değil. O da ne giriş kişi başı 3.75 TL...Masada bir adam bilet kesiyor, aydınlığın son yüzü. Bundan sonrası zifiri karanlık.. Ateş böceği gibi fenerler ışıldıyor sadece. Yokuş yokuş ama bildiğiniz gibi değil. Bir kere her yer eğri büğrü taş ama kaygan. Herkesin ayağı kaysın, mitolojinin derinliklerine dalsın diye. Ecel terleri dökerek ilerliyoruz. Ben prensesi koruma görevini üstlendim. Eşim fener tutuyor yolumuza. Topuklu ayakkabıyı bir daha rüyasında bile giymek istemeyen madam, tedirgin kocasına emanet. Adamcağız karısı ha düştü ha düşecek diye elinden ve belinden tutmuş, ecel terleri döküyor.
Afacan da isteksiz ergene emanet ama afacanlık yapacak durumu yok. Ha eşimde bir de benim fotoğraf makinemle, üç ayağım var. Ateşi gördüm de üç ayak kurup çekmesi kaldı. Aslında fotoğraf makinemi kimseye bırakmam ama enişte, prensesi kastederek "Bizim sana emanet ettiğimiz şey, daha kıymetli" deyince akan sular durdu. Taşlara yan basarak ilerliyoruz. Eşim ışıkla önden gittiği için komutları ondan alıyoruz. "Sağdan gelin, soldaki taş daha kaygan, yan basın, dik basın, yüksek taş var dikkat" gibi komutlar. Ara ara durup soluklanıyoruz. Enişte en sonunda "biz sizi burada bekleriz siz çıkın" deyip havlu attı. Yok öyle. Herkes birlikte sürünecek. Yukarıdan inenler, "geldiğinizin üç katı daha var" diyerek bize moral veriyorlar.."Değmez abi çıkmayın, iki küçük ateş" diyor kimisi. Elimi sımsıkı tutan prensesin gıkı çıkmıyor, keşiften memnun ama ara ara "teyze dur, elimin terini sileyim" diyor.. Madam ara ara kayıyor, hepimizin yüreği ağzımızda. "Ne maceraya attım herkesi diye üzülüyorum ama gecenin bu vakti Bağdat Caddesi kadar kalabalık bana yaptığımın yanlış olmadığını söylüyor. En azından yalnız değiliz. "Hayvan vardır di mi teyze" diyor ufaklık. Korktuğunu biliyorum ya "Onların hepsi uykuda" diyorum. Eziyetin ilk bölümünün sonuna yaklaşıyoruz galiba, rahatlamış sesler geliyor. "Bilseydim sucuk getirirdim" diyor biri.
Olimpiyat ateşiyle de Poseidon'un sönmeyen ateşiyle de tanışıyoruz. Her yanımızdan ter damlıyor. Ben çoktan beri bu kadar terlediğimi hatırlamıyorum. Fotoğraflarda görürsünüz, terden pırıl pırıl parlıyoruz. Evet fotoğraf çekiyorum. Bu kadar sıkıntıyı ölümsüzleştirmemek olmaz. Üç ayağı kuracak yer yok. Her yer eğri, büğrü. Bizimkilerin poz verecek hali bile kalmamış. Ama eşim sigarasını Poseidon'un söneyen ateşiyle yakıyor. O kadar eziyete bu kadar keyif az ama..
Dinlenip inişe geçiyoruz. İnişin çıkıştan daha zor olduğunu biliyoruz. Kayma riskimiz daha fazla. Bizi kendilerine yoldaş edinenler var. Beraber inelim ki düşen diğerine yardım etsin. Çıralı kardeşliği işte. "Uymayacaktık bu deli, gençlere" diyor biri, herhalde orta yaşlarda. Yüzünü göremediğimiz için yaşını çıkaramıyoruz. En kaygan yolu da atlatıyoruz. Ellerimiz yine sırıl sıklam. Prenses yine durup elini kuruluyor. Düzlüğe yaklaşıyoruz. Az kalması düşmeyeceğiz anlamına gelmiyor ama turu bitirme umudumuz artıyor.
Yolun sonunda masada bıraktığımız son aydınlık yüze yaklaşıyoruz.
- Burası kimin kontrolünde?
- Milli Parklar Genel Müdürlüğü.
- Kaç kişi kolunu, bacağını kırdı burada?
- Çoook...
- Solar ışık koymakta mı zor yollara? (Işıl ışıl parklara bile bu ışıklardan koyanlar, burayı niye görmüyorlar?)
- Söylüyoruz ama...
- Ben yazayım bunları..
- Nerede abla?
- Akın Abi'nin bloğunda....
- Yaz Abla…

9 Ağustos 2011

İnternet haberciliğinin ayak sesleri!

Televizyonlardaki bir görüntü gözlerimin önünden gitmiyor; uzayan bir kuyruk,  kuyruktakilerin çoğu otuz yaşın üzerindekiler. Çocuklar da var ama çoğu annesiyle, dedesiyle gelmiş kuyruğa girmiş.
Bu kuyruk bizim dönemlerimizdeki emeklilerin maaş kuyruğu değil.
Çok sevdiğim, birlikte çalışmaktan mutlu olduğum değerli kardeşim Yılmaz Özdil’in imza kuyruğu.
Şöyle bir düşündüm. Kuyruktakiler gerçekten kitabı okumak için mi almışlar, yoksa  iktidarı esprili yazıları ile eleştiren Özdil’e “yanındayız” mesajı vermek için mi?
Yorumu size bırakıyorum ve ben hafif kıvrılarak gerçek gündemime  geçiş yapıyorum;
Okumayı seven bir millet miyiz?
Gazetelerde çalıştığım dönemlerde kendimize sorduğumuz en önemli soru neden Türkiye’de gazete okunmaz? Sorusu idi.
Dikkat ederseniz çok okunduğunu iddia eden gazeteler aslında okunan değil, başlıklarına bakılan gazetelerdir. Şöyle bir bakılır ve atılır.
Televizyonlar yaygınlaştığı zaman korkmuştuk, gazete tırajları düşecek diye.
Düşmedi. Zira televizyonlar haberi verip geçiyor, beş dakika sonra haberin ne olduğunu unutuyordu insanlar.
Televizyonlara karşı gazeteler nasıl bir hamle yaptı?
Araştırmacı gazetecilik doğdu. Bir haberin peşine takılıp onun detaylarına inmek.
Bu tip haberler üreten gazeteciler popüler oldu. Ödüller aldılar.
Gazetelerin ve televizyonların şimdi farklı bir rakibi var.
Süratle haber verebilen internet haberciliği.
Şimdilik tehlike yokmuş gibi görünüyor gazeteler ve televizyonlar için ama gelecekte işlenmiş habercilik internet sitelerine girerse, siteler palazlanırsa, reklamcıların ilgisini çekebilirse işte o zaman bugünün sümük gibi gazete çıkaranları “yandık” diye bağıracaklardır.
Torunumdan görüyorum; henüz beş yaşında ve bilgisayarın başından kalkmıyor.
Siz bugünün haberciliğiyle torunuma nasıl gazete okutacaksınız? Televizyondan nasıl haber dinleteceksiniz?
Gelecek internet haberciliğinde.
Belki bizler görmeyiz ama internet haberciliğinin ayak seslerini duyar gibiyim.
Farkında mısınız bilmem ama internete sansür hazırlığı boşuna yapılmıyor.

5 Ağustos 2011

Farkeden olacak mı?

Kelaynak yazıyor
 O gün haberleri üstüste dinleyebildiğim, haykırmadan okuduğum ve de her zamanki gibi TV ile karşılıklı konuşuyor tarzını seçmediğim için eşimden bir bravo almıştım... Aslında bu geçici uysallığımın sebebi sadece yorgunluktu... Gene de mutlu idim... İki haberden ilkinde yaşlı sıfatı 47’e inmişti... İkinci haberde aynı sıfat yani yaşlı sınırını 72 rakamı belirledi... Gene de sorgulamadım...Dedim ya o gün mutlu idim! Birşey öğrenmiş gibi kendimi kârlı saydım. Demek ki yaşlı adam denince ben 40 ile 80 yaş arasını anlıyacağım...
Sıfatları tartışmadan kabulleneceğiz! Polis - Adliye muhabirliği ile mesleğe başladığım için belli benzetmeleri ezberlemiştim... Ve aslında haberi de benzettiğimizin farkında olmama rağmen muhabirliğin ilk adımlarında gücüm inandığım doğruyu yazmama yetmemişti!.. Nerede olursa olsun, nasıl olursa olsun, yazımızı okuyan ve düzelten daha da önemlisi güzelten şeflerimiz mutlaka aynı eki yapardı... Bir kız cinayete mi kurban gitti “mutlaka genç vegüzel kızdır.” İlk tecrübem ve yazdığım Sarıyer Maden semtinde işlenmiş cinayet haberiydi...
Kızcağızın vesikalık bir resmini zor bulmuştum... Yazıyı yazarken ara sıra baktığım vesikalık resimden güzel kız benzetmesine ulaşamamıştım!Aklıma güzel olduğu gelmemişti! Acemilik işte! Ama öğrenmiştim... İlk ek son bellek gibi oluyordu... Cinayete kurban giden kızların hemen hepsi genç ve güzel kızdır! Bir kaç yazı sonrasında bu sıfatta zenginleşme ve genişleme oluyordu! Sıfatın etki alanı semte yayılıyordu!.. Maden güzeli...Hâlâ düşünürüm... Gerçekten kız güzel miydi?
Medyanın hemen hemen hepsi onu aynı cümle ile günlerce haftalarca yazdı... Maden bulmuş gibi... Yaz yaz bitmedi! Cinayet kurbanı maden güzeli... Sağlığında sıradan bir kızdı... Ölünce  güzelleşti! Şimdilerde baş dönmesi gibi haber hızı ben de bulantı yapıyor! Şike... Şike... Gözaltı... Tutuklama... Cezaevine konma! Gözümün önünden gitmeyen bir tablo var! Sanki haberi hücrelerine ayırmışlar ve patlamış mısır külahında doldurup sunuyorlar... Tek tek bakmana gerek yok... Avuçla al, at ağzına... Yağı tuzu yerinde! Arada patlamamış bir mısır gelir ve dişini kırarsan, senin şanssızlığın!.. Bir cinayeti bir ay yazmaya alışmış biri için ne hızlı bir dönem!.. İki saniyede yenilenen haberler! Şimdi ifadeye çağrıldı... Emniyetin kapısından çıktı, arabanın koltuğuna, pardon arka koltuğunu oturdu... Savcılığa geldi... Gözaltına alındı... İfadesini verdi...Tutuklandı... İtiraf etti...Ben de itiraf etmek istiyorum...
Bu tür yarım yamalak haber, haberde yapılmış en büyük şikedir. Bu işte bir eksik var! Tamamlanmamış haberi sorgulamadan vermek aldatmadır...İsimler karışıyor... Kim kimdir! Anlamak imkânsız! Terimler karışıyor... İlk tahkikatların gizliliği kaybolmuş... Görüntü yarışı ekranı esir almış!Günaha giriyorlar! Olmuyor... Olmuyor...Olmuş gibi sürüyor ama... Şeklen de arızalı.. .Bol bol tutuklama kararlarında bolca usul hataları  yok mu?
Mantığına bakınca sağlıklı mı? Belli kulüplerin ismi önde... Aziz taraftarlar öfkeli! Haksızlığa uğradık en büyük başkan bizim başkan deyip sokaklarda yürüyor... Haklı ve haksız çorbasında neyi nasıl ayıklayacaksınız ki! Kazan kaynıyor... Ve hergün bir başka isim kazana atılıyor... Suç kesin mi? Suçlular belli mi? Destek, tamd estek, ama kime? Geçici görevlerle, seçimden seçime hizmet eden başkanlara mı,kalıcı kurallarla ve değişmeyen prensiplere dayalı yaşayan kulüplere mi?
Hizmet edenler, seçildikleri için kulüplerin yüzünü kara çıkarma hakkına sahip midirler? Taraftarın mantığında belli yöneticiler bizim kulübümüzü iyi yönetmek zorundadır... Kulübümüze hizmet edenleri baş tacı yaparız. Zarar verenleri ayıklamamız gerekir diyecek mantığa gelebiliyor mu? Bekliyeceğiz!.. Ben fazla beklemedim ve ikinci haberi okudum. Fırsat kaçmadı... O ana kadar “Suçumu itiraf edecek” olgunluğa erimemiştim! Birden ufkuma gerçeğin kızıldan sarıya dönen ışığı vurdu... Dünyadaki tüm haberleri yok eden, aynı günlerde gündeme giren Deniz Feneri davasını da karanlığa gömen şike ve şike!..
Sonu gelmeyen bu şike haberleri ayılmama, titreyip kendime gelmeme yol açtı!Vicdanım haykırdı! Vay sen ne huysuz adam mışsın!.. Haber diye tutturur... Orası burası der bir daha bir daha yazdırır, didik didik eder okurmuşsun! Helâllık al... Doğru! İtiraf ederim yapardım! Vicdanım sızlıyor!Affedin arkadaşlar... Sizi boşuna üzmüşüm... Haber namustur deyip durmuşum...
Durumu bugün kavradım! Namussuzum, habere itiraz etme dönemini geride bıraktım!Ama gene de anlamadığım şeyler oluyor! Nedense bu ikinci habere alışamadım...Haberi kavrayayım derken boğuluyordum!
Boğulma tehlikesi geçireny aşlı adam kurtarılamadı!... 1
1 Temmuz 2011   MİLLİYET  
Ali GÜNDOĞAN/ MARMARİS,(DHA)  Bursa’dan Marmaris’e tatile giden 72 yaşındaki Ahmet Telkin, serinlemek için Atatürk Caddesi üzerindeki Halk Plajı’nda denize girdi. Bir süre yüzen Telkin, saat 19.00 sıralarında, çırpınmaya ve dibe batmaya başladı. Telkin’in yardımına tatile gelen polis memuru Metin Arıca koştu. Dibe batmaya başlayan Telkin, polis memuru tarafından denizden çıkarıldı.Metin Arıca, boğulma tehlikesi geçiren (tehlike geçti mi ? Habere göre geçti galiba!)Telkin’e sünni teneffüs yaptı. (teneffüsün alevisi de var herhalde !Suni tenefüs olmasın!) Nefes alıp vermeye başlayan Ahmet Telkin, sağlık ekiplerince Marmaris Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Tedaviye alınan Ahmet Telkin yapılan müdahalelere rağmen kurtarılamadı. (Nefes de alıp veriyormuş?Tehlikeyi de geçirmişti !Neden kurtulmadı acaba?)
Boğulma tehlikesi geçiren futbol dünyası çırpınmaya ve dibe batmaya devam ediyor... Polis Metin’in SÜNNİ(!) teneffüsü yetmedi. (Aleviyi de deneseydi keşke!). Aslında futbol boğulma tehlikesi geçirmemiş yıllar önce boğulmuştu...Medya cümleyi kuramamış ve gerçeği yansıtamamıştı!.. Futbolu şimdi farkettik... Ya Medya’nın haberleri boğduğunu ne zaman farkedeceğiz!