28 Kasım 2011

Geçmişe yolculuk; Taraklı-Göynük-Beypazarı!

SUZAN ABLA YAZIYOR:
‘Gezelim, görelim, öğrenelim, eğlenelim’ felsefesiyle başladığımız gezilerin son rotasıTaraklı-Göynük-Beypazarı…Kurban Bayramı tatilini fırsat bilip komşularla birlikte hep beraber düştük yollara yine. En çok görmek istediğim yer, Taraklı. Şimşir tarak ve kaşıklarıyla ünlü adını da buradan alan Taraklı, şimdilerde Şener Şen’in ttnet reklamıyla yeniden gündemde. Bu kez adı Mümkünlü.. 
Taraklıevleri...
Herşeyin mümkün olduğu yer. Taraklı deyince çoğu insanın özellikle gençlerin soran gözlerle baktığı, Mümkünlü deyince bildiği yer…İstanbul Taraklı yolculuğu 2-2.5 saat sürüyor. TEM’den Adapazarı-Bilecik sapağına kadar gidip, Geyve kavşağından Taraklı yoluna giriyoruz. Adapazarı’ndan da Taraklıminibüsleriyle 1.5 saatte bu şirin ilçeye gitmek mümkün. Biz komşularla bu gezi için 18 kişilik bir minibüs ayarladık, daha zevkli oldu. 

Taraklı Kadirler Konağı...
Sonbaharın tüm renklerini gördüğümüz güzel bir yolda güneşe doğru ilerlerken, küçük bir fotoğraf molasında sabahın sessizliğini dinliyoruz. Sakinliğe hayran kalan gençlerimiz, caddenin ortasına oturup fotoğraf çektiriyor. İstanbul yollarında caddenin ortasına oturup fotoğraf çektirdiğinizi düşünebiliyor musunuz? Aman ha, biz çizgi film kahramanı değiliz.
 Kadirler Konağı, misafirlerini bekliyor...
Taraklı’ya vardığımızda sakinlik ve sessizlik ‘hoş geldin’diyor bize. Hava güneşli ama serin. Serinlik çay bahçesinde çay içmemize engel değil. “En güzel çayı burada içeceksiniz. Öyle ki, İstanbul’dan kalkıp sadece çay içmek için buraya geleceksiniz” diyor, çaycı. Mis gibi havayı ciğerlerimize çekerken ben çayımısoğutma pahasına fotoğraf peşindeyim. Kadirler Konağı çay bahçesinin hemen arkasında Taraklı’nın en ilgi çeken konağı. Mümkünlü’nün reklam afişinde de bu konağıgörüyoruz. Konağın önünde tahta kaşık, şimşir tarak, bez bebek gibi küçük hediyelik eşyalar satılıyor.
Taraklıevleri zamanı durdurmuş gibi..
1800’lü yılların ortalarında yapıldığı tahmin edilen Kadirler Konağı, iki yıl süren restorasyonun ardından 2011’in nisan ayında misafir kabul etmeye başlamış. Ayaklarımıza galoş giyip 1 TL karşılığında konağı geziyoruz ve hayran kalıyoruz. Gezinin en güzel anılarından biri olarak Kadirler Konağı’nda yaşadıklarımız kalıyor. Cam önü sedirleri, büyük annelerimizin çeyiz sandığından çıkarılmış işlemeli örtüleri, sehpanın üzerine yeni çıkarılmışçasına bırakılan fesi ve eski bir radyoya sırtını yaslamış sararmış fotoğrafıyla tarihsel bir yolculuğa çıkarıyor bizi bu konak. O kadar kaptırıyoruz ki kendimizi başına fes geçirip padişah gibi mağrur poz veren de var, eşine yatak odasında ayağını yıkatıyormuş gibi yapıp fotoğraf çektiren de.
Zafer Kulesi, Sakarya Meydan Savaşı anısına yaptırılmış..
Kadirler Konağı’ndan çıkıp küçük çarşıya doğru giderken büyük bir tabelada, ‘Sakaryalı Değerlerimiz’ başlığı altında ‘Saim Özel- bu sokakta yetişti’ yazıyor..Saim Özel, hem ünlü bir hattatımız hem de ünlü hafız. 1919 doğumlu Özel, 6 yıl önce aramızdan ayrılmış.
Taraklı’nın evleri arasında gezinirken tarihi soluyup Osmanlı mimarisinin ve yaşam tarzının izini sürüyoruz. Mimar Sinan’ın eserlerinden biri de Taraklı’da. Halk arasında kurşun kubbesi nedeniyle Kurşunlu Camii diye anılan bu caminin asıl adı Yunus Paşa Camii..Caminin bahçesinde küçük İlayda elimizi öperek bayramımızı kutluyor. Çarşısından şimşir kaşık ve tahtadan küçük düdükler aldıktan sonra Taraklı’dan ayrılıyoruz.
Göynük, 1987'de kentsel sit alanı ilan edilmiş...
Göynük zamanı durdurmuş ..
Sırada yine bir Osmanlı kenti Göynük var. 1987’de kentsel sit alanı ilan edilen Göynük, ahşap cumbalı evleri, Arnavut kaldırımlarıyla zamanı durdurmuş gibi. Aracımızdan inince ilk gördüğümüz Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin Hz. Türbesi. Göynük, diyar-ı Akşemseddin diye de anılıyormuş bu yüzden. Fatih’in İstanbul’a girişi’ni gösteren resimde beyaz atın üzerindeki Fatih’in sağ yanında Akşemseddin duruyor ve Fatih, O’na verdiği değer nedeniyle İstanbul’a ilk hocasının girmesini istiyor. Hocası ölünce de onun için 1464 yılında bu türbeyi yaptırıyor. İlçede her yıl İstanbul’un fetih günü 29 Mayıs’ta Akşemseddin Hz.’ni anma etkinlikleri düzenleniyormuş.
 Çubuklu Gölü, bir doğa harikası...
 Göynük’ün çarşısındanşehri kuşbakışı görmek için Zafer Kulesi’nin bulunduğu tepeye tırmanıyoruz, eski evlerin arasından..1922 yılında Sakarya Meydan Savaşı anısına Cumhuriyet döneminin ilk kaymakamı Hurşit Bey tarafından yaptırılan Zafer Kulesi, 3 katlıve bulunduğu yer itibariyle adeta “Göynük’ün sahibi benim” diyor.
 Bir dizi için yapılan değirmenler, Çubuklu'ya masalsı bir hava katmış..
Ee bu kadar yokuş tırmandıktan sonra karnımız acıkıyor haliyle. Şehrin içinden geçen Göynük Çayı’nın kenarındaki Paşazade restoranında güzel bir yemek yedikten sonra yöresel elişlerinin satıldığı çarşıdan Göynük’e özgü tokalı örtü ve Göynük yazmalarından alıyoruz. Göynük’e gelip Çubuk Gölü’nü görmeden gitmek olmaz..Çubuk Gölü, 1150 metre yükseklikte dağların arasında kalmış ve bu yüzden de sert bir iklime sahip. Hepimiz donuyoruz adeta..Göynük’teki bahar, burada yerini sert kışa bırakmış..Gölün çevresinde bir dizinin çekimi sırasında yapılmış yel değirmenleri var. Bunlar Çubuk’a ayrı bir hava katmış..Burada bulutlar da çok güzel… Çubuk Gölü günü birlik piknik ve trekking için tercih ediliyormuş. Temiz hava solumak ve doğayla baş başa kalmak için ideal bir yer. Yalnız sıcak tutacak giysileri unutmamak lazım...
Beypazarı'nın son yemeni ustası zamana direnemiyor...
NALLIHAN'DA RENKLİ TEPELER
Şimdi hedefimiz geceyi geçireceğimiz Beypazarı. Güneş batmak üzereyken yollara düşüyoruz yine. Aynı gün içinde ne kadar çok yer görüp, ne çok anı biriktirdik. Nallıhan yakınlarında gördüğümüz renkli tepelere hayran kalıyoruz. Tepelerdeki her bir renk ayrı bir jeolojik zamanı anlatıyormuş.Tabakaların arasındaki jips mineralleri de bölgenin büyük bir kuraklık geçirdiğinin işaretiymiş.
Beypazarı..
Gece saat 8 gibi Beypazarı’ndaydık. Otel görevlisi otelimizi tarif ederken “havuçtan dönün” diyor. Beypazarı’nın simgesi havuç. Havucu bol bir yer.
Sıcak sıcak Beypazarı Kurusu...
 Aracımızdan inince soğuk ve bacalardan çıkan is kokusu beni çocukluğuma götürüyor. Otelimiz Beyzade Konağı. Konak deyince Taraklı’daki Kadirler Konağı gibi bir yer beklediğimiz için biraz hayal kırıklığı yaşıyoruz. Ama odaların birbiriyle olan yakınlığından doğan samimi ortam, ayakkabılarımızı çıkararak girdiğimiz konak, babaannemin demir karyolasına benzeyen karyola, üstünden atlasak istifini bozmadan merdivende yatan kedi, bize eğlenceli bir gece geçireceğimizi müjdeliyor. Bağ Evi denilen yerde yediğimiz daha doğrusu yiyemediğimiz yemekten sonra şehrin içinde karnımızı doyuruyoruz. Gecenin bitiminde resepsiyondaki arkadaştan istediğimiz çay eşliğinde, demli bir sohbete dalıyoruz. Şimdi odalara çekilme zamanı, sabah Beypazarı’nı gezeceğiz.
Hıdırlık Tepesi'nden Beypazarı evleri...
Beypazarı'nda eski ve yeni.. 
Sabah kahvaltısının ardından Hıdırlık tepesine çıkıyoruz. Tepe’nin bir yanında tarihi cumbalı evleri, bir yanında yeni inşaatları görüyoruz. Beypazarı’nı kuşbakışıgörmek için bu tepe birebir. Tepenin başlangıcında kurutulmuş meyve ve yörenin otlarından satan Beypazarlı kadınlar var. “Alıverin kuzum” diyor biri..Ondan aldığımız armut kurusunun yolculuğumuz boyunca tadına doyamıyoruz
200 yıllık küçük dükkanlarda tatlı sohbetler var..
Beypazarı, Taraklı ve Göynük gibi tarihi İpek Yolu üzerinde kurulmuş. 16.yy’da merkez nüfusunun 10 bin olması, tarihteki yerinin ne denli önemli olduğunu gösteriyor. 200 yıllık tarihi çarşısında Osmanlı’dan kalan küçük bir çok dükkan, bugün hala faal. Bu dükkanların sahiplerinin kimisi zahireci, ‘çömlek patlatan pirinç’ satıyor, kimisi ‘1 TL’ye havuç suyu’, kimisi yazma…Kimisinin pişirdiği köpüklü kahveler, demli çaylar eşliğinde Türkiye’yi kurtarıyor yaşlılar…
Nallıhan'da renkli tepeler...
Beypazarı’nın sokaklarını gezerken, bir dükkanın camına yapıştırılmış küçük bir yazı içimi acıtıyor: ‘Beypazarı’nın tek yemeni ustası,işyerini kapatıyor’ Osmanlı yemenisi ve mes üreten Durmuş Kaya, ekonomik sıkıntıya daha fazla dayanamayacağını açıklamış. Demek ki, zamanı durduruyor sandığımız Beypazarı’nda da saatin dişlileri acımasızca çalışıyor..Beypazarı telkari gümüş işçiliğiyle de ünlü. Hal böyle olunca gümüşçülerden çıkmamız zorlaşıyor. Sabah gezimizin en büyük bölümünü gümüşçülere ayırdık, neler aldık neler.
Sonbaharın renklerine hayran kaldık..Bu gezi ekibimizin üçte biri..
 Beypazarı denince akla ilk gelen Beypazarı Kurusu. Marketlerde hep tereyağlısını gördüğümüz Beypazarı Kurusunun zeytinyağlısı da varmış. Hepimiz birkaç paket de kuru alıyoruz, ama fırından. İlk kez sıcak Beypazarı Kurusu yiyiyorum..Çok lezzetli…
Geziden aldığımız lezzetin de tadı damağımızda kalarak İstanbul’a dönüyoruz…

25 Kasım 2011

HİCRANİ RED!

Elveda Teksas!
Nerede heyecan? Saniye saniye değişen konular, siyaset sahnesinin giderek ağırlaşan ithamları... Belgeler... Dengeler... Çekiştire çekiştire çekilmez olan memleket sorunları... Her açıdan, her cepheden, her belgeden, her dengeden sıyrıldıkça her doğrucunun kendine yontan yorumları ile bitmek bilmeyen beyin fırtınası! Elveda Teksas! Bıraktığımda hindi pişirme hazırlığınız sürüyordu... Şükretmek için...
Şükürler olsun...
Ayağımızın tozu ve de kesik elektriklerin karanlığında ülkem topraklarına kavuşunca damarlarımdaki baskı alışılmış noktaya geldi... “Kim kesiyor ulan bu elektrikleri? 20 dakika ara ile 6 saatte 5 kesinti nerede görülmüş?” Cevabı bildiğim halde sormuştum. Hele yaz aylarında daha da sık ve daha da bıktırıcı olarak!
Her zaman Silivri de Elektrik İşletmesinin özgürlüğü dilediğini dilediği gibi uygulama alışkanlığı kuvvet kazanmış! 8 ay başınıza gelmeyince ve bir sokakta değişecek bir boru için 3 ay önceden her eve nerede ise her hafta bilgilendirme mektubu alınca vatandaş adam yerine konuyor deyip alışıyorsunuz! Ülkemin şartlarında, dileyenin dilediği gibi davranmasını normal bir durum olduğunu unutuyorsunuz! Hâlâ zaman sersemliği içinde olduğum için ayılamamışım!
Korku ve şaşkınlık yaratan karanlık her alanda bayrak açmış! Siyasetin ağır toplarından fırlatılan nefret mermileri hemen her düşünceyi param parça etmeye devam ediyor... Benim aradığım şey gerçeğin ve bu gerçeği arama görevi yüklenen gazeteciliğin nerede kaldığı oldu... Her kalemin kendi penceresinden, meslek kurallarını ayaklarının altına sıkıştırıp daha fazla yükselme, daha fazla alanı kapsama gayreti haberciliğin altını boşalttı!.. Haberin asla boş bırakılamayacak özelliği konuşulmaz oldu! Merak asla sıfırlanamayacak bir duygu olarak süreceğine göre bu gidişle haberci, görevini gazeteci olmayanlara terk edecek! Medyanın kullanır olduğu haber olmayan haber kalabalığının internetin her alanında yeşermeye başlaması durmaz ki...
Bombalar sürdükçe yıkıntılar kaçınılmaz... Tartışmıyoruz, kapışıyoruz. Yani kavga ederek anlaşma gayretindeyiz! Bu bize has bir özellik olsa gerek! Sabahları saat 12.00 yerine normal bir saatte kalkmaya başladım... Hemen her TV’ de konular benzer... Başbakan Devlet Arşivinden çıkardığı belgelere dayanarak 1937 ve 1938 yıllarında yaşanan olaylar için “tüyler ürpertici şeyler” dedi... Ve ekledi; “Eğer devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ben bu özrü dilerim!”
Diyarbakır’dan bir özür sesi daha yükseldi. CHP Diyarbakır İl Başkanı Muzaffer Değer “CHP İl Başkanı olarak Dersim’de yaşanan olaylardan dolayı Dersim ve Tunceli halkından özür diliyorum” dedi ama hoş karşılanmadı ve başka bir hesaplaşma, başka bir kavgaya yol açmadı mı? Ülkemde hemen her meselede önce kavga etmiyor muyuz? Ülkenin geleceğini etkileyecek ulus devletin temellerini çatlatacak konularda daha dikkatli olmak şart! Artık internet dedikodularına değil gerçek haberlere, gerçeğe ihtiyacımız var. Her önüne gelenin bir ucundan bir belge çıkardığı ortam bizi giderek daha çok sarsar... Konuşmalar saptırıldıkça gerçekten uzaklaşırız. Kavganın, düşmanlığın tohumları müsait bir toprak bulur! Gerçeği ciddi olarak aramalıyız. Öğrenmeliyiz. Milletin vekillerinin olayı mecliste ele alınması en doğru yol... Ama korktuğum, bu işi sen ben kavgasından kurtaramayacak olmaları! Hangi ülkenin Meclis Başkanı oturumu yönetirken vekilleri azarlar... Hakaret eder! Hangi demokrasi de sen ne dersen de çoğunluğu elimde tutuğum için benim kararlarıma kesin uyacaksın mantığı hakim gelebilir?

Dersim yarasını bu gayri ciddi alışkanlıkla kaşımak her alanda bize tahminlerin üzerinde zarar verecektir. Meclis çatısı altında, her yönü ile her belgeyi kavgasız, gürültüsüz inceleyecek bir yapı oluşturmak şarttır... İkinci şart ise, hem komisyonun hem de meclis çalışmalarını yürütecek “akil bir adam” bulma şartı olmalıdır. Konu her yönü ile ciddiye alınarak incelenmeli, kısır bir siyaset atışması içine sokulmamalıdır.
Dersim meselesi her kavgadan, her sert cevaptan fayda sağlama alışkanlığı ile yürümeyecek kadar ciddi bir ulusal meseledir. Her olayda olduğu gibi, Dersim acısından da fayda sağlanması, Cumhuriyet’e ve Atatürk’e karşı kullanılma hevesi tehlikeli bir gelişmedir. Benim yüreğimde yoğunlaşan hicran siyasetteki lider üslubunun bizi kardeş kılmayacağı korkusudur... Konuyu adam gibi araştırıp gerçeği bulmak, adam gibi resmi kurumlarıyla siyaseti ile özür dilemek şarttır...
İçimde büyüyen umutsuzluk... HİCRANİ RED...

24 Kasım 2011

Ahlâklı toplum yaratabildik mi?

Akademisyen, psikolog, yazar,  ve televizyon programcısı. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi'nde profesör. Üstün Dökmen Hoca’nın tanıtım bilgileri bunlar. Biz onu ilginç televizyon programlarıyla tanıdık. Geçenlerde Dökmen Hoca bir televizyondaki sağlık programına davetliydi.   Halkın izleyici olarak katıldığı bir programa.
Dökmen Hoca izleyicilere soruyor; okullarda din ve ahlâk dersleri okutuluyor. Çocuklarımızın hepsi bu dersten yüksek not alıyor ama büyüdüklere zaman bu dersleri unutuyorlar. Depremde iskambil kâğıdı gibi yıkılan o binaların sorumlularındaki ahlâk anlayışı nerede?
Sahi! Şöyle bir etrafınıza göz gezdirin. Ahlâklılar ahlâksızlar kadar var mı? Sanmıyorum.
Bir binayı yaparken malzemeden çalan ne kadar ahlâklı?
O binanın denetimini yapan ne kadar ne kadar ahlâklı?
Evi barkı yıkılanlara gönderilen yardımı çalan ve satan ne kadar ahlâklı?
Örnekleri çoğaltalım:
Sağlık kuruluşlarında hastayı o makineden bu makineye sokup parasını alanlar ne kadar ahlâklı?
Emniyet şeridini işgal edip yaralılara yardımın ulaşmasını geciktiren ne kadar ahlâklı?
Rüşvetle iş çevirenler ne kadar ahlâklı?
Çürük malları tezgâhın arkasına koyup size sokuşturan pazarcı ne kadar ahlâklı?
Tüketiciyi nasıl kazıklarım diye kafa patlatan marketçi ne kadar ahlâklı?
Sırf kişisel nedenlerle yanında çalışanı işten çıkaran şef ya da müdür ne kadar ahlâklı?
Aidatını ödemeden bedeva ısınan ve sonra da toz olan kiracı ne kadar ahlâklı?
Sıraya girmeden yeşil yanınca önünüzden sola dönen sürücü ne kadar ahlâklı?
Kamu yararı yerine patron yararına köşe yazısı yazan yazar ne kadar ahlâklı?
Etrafınıza bir bakın ve örneklerin çığ gibi çoğaldığını göreceksiniz.
O zaman soralım; sahi kuzum okullarda öğretilen bu ahlâk dersleri ne işe yarıyor?
Yoksa ahlâklı olmanın özü mü anlatılmıyor?

21 Kasım 2011

Bir balıkçılık anısı! Karaya oturan Bulgar gemisi!

1970 yılının temmuz ayında askere gidecektim.O yıl nisan, mayıs aylarında İğne ada’dan kalkancılık yapıyorduk.
Salih ağabeyimle ortak yapmıştık. Çekimlerden sonra balıkları babam, Salih ağabeyimin motoruyla İstanbul’a götürüyordu. Biz bizim motorla İğne Ada da kalıyorduk.
Ağları açıp istif edip tekrar kuruyorduk. O sezon iki ay boyunca İğne Ada da kaldım.
Sebebiyse askere gideceğimden annemi ayrılığa alıştırma içindi. Sisli bir günde denize çıkamamış, iki motorda limandaydık.
Beğendik köyü yakınındaki Karanlık dere mevkiinde bir Bulgar balıkçı gemisinin karaya oturduğu haberi geldi. Kısa bir zaman sonra da liman başkanı jandarma komutanı birkaç askerle geldiler ve olay yerine gitmemizi istediler
Sis biraz açılmıştı. Olay yerine gittik, bir Bulgar balıkçı gemisi kayalıklara oturmuş, bir tanesi de demirli duruyordu. Gemi karaya oturunca sahilden duyup görenler olmuş, askeriyeye haber vermişler, askerler de bir sandal bulmuş, o siste gece vakti gemiye gitmişler, olur da kendi imkanlarıyla kurtulurlarsa kaçıp gitmesinler diye Bulgar gemicilerin bir kısmını alıp sahile çıkarmışlar. Gemi kendi imkanlarıyla çıkamayınca devreye biz girdik.
İki tekne halat verip tam yolla asıldık ama o bizden çok büyüktü ve çekemedik. Daha sonra demirli olan diğer Bulgar gemisine de halat götürdük o ve hep birlikte asıldık yine çıkaramadık.
Bunun üzerine babam başka bir şey denememizi söyledi. Beni Bulgar gemisine çıkardı ve bir halat verdiler, o halatı direğin yüksek bir yerine bağlamamı söyledi. Dediğini yaptım. O halatı Salih ağabeyimin motoruna bağladılar.
Bulgar gemisiyle bizim motor geriye doğru asılırken, Salih ağabeyim yana doğru asılarak gemiyi yana yatırdı.
Bu yaptığımız sürtünmeyi azaltmıştı, dalgalarda geminin altına girip bize yardımcı olunca gemiyi çekerek çıkardık. Gemi plaka taşa çıktığından delinmemişti. Gemi yüzdükten sonra Bulgarlar ülkelerine gitmek istediler ama liman başkanı ve jandarma izin vermedi. Sahildeki gemiciler de getirilince İğne Ada limanına gideceğimizi söylediler.
Bulgarlar limanı bilmediklerini, onun için gidemeyeceklerini kılavuz istediklerini söylediler.
Liman başkanı ben o gemide olduğum için bana kılavuzluk yapabilir misin diye sordu, yaparım dedim. Daha fazla itiraz edemediler, zaten iki gemide de silahlı askerler vardı.
Hareket ettik, babamlar önde biz arkada İğne ada limanına geldik. Limanın ortasına demirledik. Öteki gemide üzerimize yanaştı.
Bir yandan diplomatik işlemler devam ediyordu. Ertesi gün işlemler bitti. Mübadele için sınırın öbür tarafındaki Bulgaristan’ın Rezve köyüne gittik.
Liman Başkanı, binbaşı rütbeli bir subay, konsolosluk görevlileri ve tercümandan oluşan bir grubu götürdük.Yanaşacak bir iskele yoktu.Türkiye-Bulgaristan sınırı olan Rezve deresinin ağzına demir atıp kayalara bağladık.
Bizim grup kayalara çıktı, onları bekleyen Bulgar yetkililerle gittiler. Bir iki saat sonra döndüler.
İşlemler tamamlanmıştı. Tekrar İğne Ada’ ya döndük ve iki Bulgar gemisi serbest bırakıldı.
Biz de normal işimize döndük.

17 Kasım 2011

Önüne gelen gazeteci olursa!

Hem yazılı basında hem de televizyonlarda yorumcu olarak çalışanların var mı bana yan bakan edasıyla “gazeteciyim” demelerini hazmedemiyorum. Özellikle televizyonlarda her lafa karışan, karşısındakine konuşma hakkı tanımayan, bağıran çağıran, bilgisizliğini örtmek için laf kalabalığı yapanların kalkıp bir de “Atatürk diktatördü” demelerine gülüp geçemiyorum. Kızıyorum, kızıyorum bu adamlar nereden çıktı diye ve hıncımı uzaktan kumandadan alıp çat diye kapatıyorum televizyonu hırsımdan.
Nereden çıktı bunlar? Bunlara program yaptıranlar kim? Çok seyredilmenin olmazsa olmazı bağırmak, kavga etmek midir? Gazetecilik yalakalık yapma mesleği midir? “Kamu yararı” diye bir kavramı kim yok etti?
Anlamak mümkün değil.
Ayrıca çoğu meslekte olduğu gibi ”Gazeteci” sıfatını kazanabilmek için yasal şartların yerine getirilmesi de gerekiyor. Nasıl ki mühendis, doktor, avukat gibi mesleklerin sıfatları bazı şartların yerine getirilmesiyle oluşuyor, “Gazeteci” sıfatı da öyle.
212 Sayılı yasaya göre “Gazeteci” sıfatını kazanabilmek için yasa şöyle diyor:
Bu Kanun hükümleri Türkiye'de yayınlanan gazete ve mevkutelerle haber ve fotoğraf ajanslarında her türlü fikir ve sanat işlerinde çalışan ve İş Kanunundaki "işçi" tarifi şümulü HARİCİNDE kalan kimselerle bunların işverenleri hakkında uygulanır.
Bu Kanunun şümulüne giren fikir ve sanat işlerinde ücret karşılığı çalışanlara gazeteci denir”.

Yani gazeteci sıfatını kazanabilmek için 212 yasadaki fikir işçisi sıfatını kazanmak gerekiyor. Yani işverenle bu yasaya göre sözleşme yapacaksınız. Ancak o zaman “Gazeteci” sıfatını kazanacaksınız.
Bu işin bir yönü. Bir başka yönü de belirli sayıda gazeteci çalıştıran iş yerlerinin toplu sözleşme yapma zorunluluğu.
Medya patronlar sendikalardan kaçmak için daha doğrusu toplu sözleşme yapma sayısına ulaşmamak için 212 yasa hükümleri içinde bırakın sözleşme yapmayı, sözleşmelileri de taşeron sistemi ile azaltmaktadır.
Sözün kısası gerine gerine “Gazeteciyim” diyenlerin çoğu gazeteci sıfatını kazanmamıştır bile.
Mesleğin onurunu ayaklar altına alan bu tiplerin aslında sadece “medya çalışanı” olduklarının bilinmesinde de yarar var.
Bu soysuzlar yüzünden bir gün gelecek “gazeteciyim” demeye utanacağız.

12 Kasım 2011

GİZLİ KURBAN!

Ülkemi öylesine özlemişim ki öküzleri bile gözümde iki misli kıymete bindi... Terslik heyecan verici! Güçlü kuvvetli bir öküzü ( boğayı) İspanya’da halka saldırmaması için Arena’ da üzerinden aşamayacağı tahta duvarlarla koruyorlar... Bazen bu da yetmiyor kızgın öküz o engeli de aşıp halkı boynuzlayabiliyor... Dünya için geçerli normal görüntü bu galiba!.. Asla bize göre değil bu adet!.. Hemen hemen her Kurban Bayramında heyecanla bekliyorum... Hiç bir ülkede benzeri olmayan terslik beni sarhoş ve de bir hoş ediyor!.. Halkımız ve onun bağrından çıkan acemi kasaplar aynı rezalet için sahne alıyor... Ve kurban vecibesini gönlünce yerine getirmekte inat edenler engel, yasak tanımıyor. Bu azimli halk, elinden kuyruğunu kurtarıp kaçan öküzleri ölümüne kovalıyor! Bu öküz kovalama işi yıllar içinde geleneklerimiz arasına girme başarısını da gösteriyor!..
10 Kasım... Atatürk’ü anacağımız gün... Hangi işleri nece yaptığımızı bir kere daha ayan beyan ortaya çıkmıyor mu? VAN depreminden sonra anlatılanlar şahane, mantık süper şahane!..  Gerçekler yerlerde... 5.6 artçı bir sarsıntı ile oteller de yerle bir! Hangi oteller... Yetkililerin halkı “tüm hasar tespit çalışmalarını bitirdik... Evlerinize girin” nasihatından sonra sağlam zannedilen oteller! İki otelin ilk deprem sonrası çatlakları sıvanıyor... Duvarlar sıvanıyor... Yeniden boyanıyor... Kimi kandırıyorlar? Foya meydana çıkmasın diye yeni boya ayrıca zımparalanıp eski havası veriyor. Sonuç ne? 5 saniyede oteller un ufak. Yardıma gelenlere yardım ederken ölenlere vah vahhhhh! Hadi gel gerçeği nezaketle dile getir!.. Ört istersen... Van depreminin ardından yaşananlar öküzce işlerin devamını işaret etmiyor mu? Hemen her 10 Kasım’da Atatürk’ü tartışma günü yaşıyoruz... Yerden yere vuran ile yere göğe koyamayan reyting alıyor... Tartılışmasın diyen yok... Bu tartışmalar Ata’nın değerini yıpratıcı olmamalı, yaşadığı zamanın şartları içinde kalmalı... Biz kendi aramızda parçalara bölünmüş, tartışacağımıza kavgayı seçmiş gidiyoruz. Sonuca varmamız zor. Nece bir tutum? Nasıl bir örtü malzemesi?.. Dillerin altındaki öfke nereye yönelik? Şu sıra sadece iki alıntı ile yabancıların sözlerini hatırlatmalıyım...
İngiltere Başbakanı Llyod George “İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda bir ancak dâhi yetiştiriyor. Talihsizliğe bakın ki o dâhi bugün Türkiye’de doğmuştur!”
Yunanistan Başbakanı Venizelos (1934) “ Teokratik bir rejimle yaşayan, din ve hukuk kavramlarının birbirine karıştığı çökme sürecindeki bir imparatorluğun yerini, güç ve hayat, modern ve milli bir devlet almıştır. Barış dünyasına bu değerli katkı, Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa sayesinde yapılabilmiştir. Bu nedenle Mustafa Kemal Paşa’nın Nobel Barış Ödülü’ne adaylığını takdim etmekten şeref duyarım.”
Atatürk’ü kötüleyerek, aydınlığa çıkmak, ya da iyi bir iş yapmak mümkün değildir. Onu ayrıca tarif etmek, düşüncelerini anlatmakta eksik kalınmıştır. Gereksiz yasaklar konarak felsefesine zarar vermiştir. Sadece söylediklerinden bir ikisini bile hatırlamak onu daha iyi anlamaya yeter!
“Cumhuriyet fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller istemektedir.”
“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır.”
Atatürk’ü sorgularken diktatör müydü diye sorabilenler TBMM’ nin çatısı içinde nasıl nesiller istiyor dersiniz?..
“Cumhuriyet fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller istemektedir.” Bugünkü iktidarlar mecliste nasıl milletvekilleri istiyor dersiniz?
CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç’in fikri ne kadar hürdür?. Yanından ayırmadığı feneri ile yıllar öncesinde değil daha dün kürsüye çıktı. İkaz üzerine fenerini terk etmek zorunda kaldı. Genç Türkiye’de yolsuzluk olurken Meclisin bu konuda hiçbir şey yapmadığını savundu ve “Hükümet memleketin üzerinde kara bir tablo estirdi” dedi. Genç, konuşmasına devam ederken, Başkan vekili Yakut, Genç’i, söz aldığı konuya ilişkin konuşma yapması yönünde iki kez uyardı. Konuşma sürünce Yakut, mikrofonu kapatarak İçtüzüğe göre “hatibi konuşmaktan men etme” kararını oylamaya sundu. Oy çoğunluğu sağlanması üzerine (Bu çoğunluk benim ülkemde her şey demek oluyor ya!)Yakut, Genç’i yerine geçmesi için uyardı. (Bu durumda beynimdeki şeytan aynı şarkıyı dinletiyor bana... Ben sizin babanızım... Ben ne dersem o olur!) Genç’in kürsüyü terk etmemesi üzerine Yakut, idare amirleri Salim Uslu’yu göreve çağırdı. Uslu hiç de uslu olamayan tavrı ile iş başı yaptı. Genç’i fikrini söylemeğe çalıştığı kürsüden iterek uzaklaştırdı
Yeni anayasa ve daha çok özgürlük sözleri sıklaşırken meclisteki eylem hâkimiyetin AKP de olduğunu mu gösteriyor? Demokrasilerde hâkimiyet hiç bir partinin olamaz. Meclisin tamamına aittir. Bir partiye ait ise Demokrasiden söz edilemez... Yoksa demokrasiyi de bayram havasına sokup gizlice kurban mı ettik?

9 Kasım 2011

Çinakop yasağı ve lüfer bayramı üzerine..

Geçen hafta balıkçılar yüzlerce tekneyle çinakop yasağını protesto ettiler. Tekneleriyle Rumelifeneri’nden Kumkapı’ya kadar seslerini ilgililere duyurmak, sıkıntılarına dikkat çekmek için Boğaz’da protesto seyri yaptılar. Kanımca bu konuda iki tarafın da haklı olduğu yerler var. Bir taraf balık neslinin yok olmaması için 20 cm.ye kadar olan çinakopun yakalanmamasını istiyor. Bu şekilde lüfer neslinin bitmemesinin sağlanacağını düşünüyor.
Balıkçılar ise böyle bir yasağın onların sonu olacağını söylüyorlar. Sezona başlamak için 200 bin lira civarında harcama yaptıklarını, her hafta 25 personele haftalık verdiklerini, buna kumanya ve yakıtı da ekleyince içinden çıkılamayacak hale düştüklerini söylüyorlar.
Ayrıca diğer balıklarla  karışık olan çinakopun denizin içinde ayırt edilemeyeceğini, tekneye çekilinceye kadar da balıkların öldüğünü söylüyorlar.
Bu durumda 20 santimin altındaki balıkların denize mi döküleceğini bunun kime fayda sağlayacağını merak ettiklerini soruyorlar.
Bu yasakla birlikte Sahil güvenlik, Su Ürünleri, ve Belediye ekiplerinin denetimleri balıkçıları canından bezdiriyor.
Her işte olduğu gibi bu işte de yasaklamayla sorunun çözüleceği zannediliyor.
Bir TV kanalında izlediğim konuyla ilgili konuşmalarda sadece havanda su dövüldüğünü, hiçbir mantıklı çözüm önerisinin olmadığını üzülerek gördüm.
Balıkçıları temsilen konuşan kişi çok konuşup karşı tarafı konuşturmazsam haklı çıkarım düşüncesiyle o kadar zaman zarfında elle tutulur bir şey söyleyemeden programı bitirdi.
Gazeteci hanımla Greenpeace  temsilcisi hanım az ve öz konuşarak daha ikna edici oldular.
Balıkçı temsilcisinin önerisi devletin teşvik primi vermesini ve balıkçıların 2 yıl denize çıkmamasının sağlamasını bu 2 yılda da balıkların hem boyunun büyüyeceğini ve hem de miktarının artacağını söyledi.
Bu bir çözüm diyelim. Peki 2 yıl sonra aynı tekne ve ağlarla denize çıktıklarında yine balığın kökünü kurutmayacaklar mı?  Bu bir çözüm mü?
Bu arada gerçek çözümden ağların küçültülmesi , teknelerin küçültülmesi, radar ve sonarların yasaklanmasından hiç bahis yok. Bana göre bir iç deniz olan denizlerimizde tek çözüm küçülmekten, hatta 70’li yıllardaki boyutlara dönmekten geçiyor. Yoksa bu kısır döngü balık nesli bitene kadar sürecek.
Ayrıca devletin vereceği teşvik primini takım sahipleri alacak, her teknede çalışan on binlerce tayfa ne olacak, onlar nasıl geçinecek? Bu sorunun cevabını veren yok.

5 Kasım 2011

ALACA AYDINLIK!

Her sabah Afrika'da bir ceylan uyanır. En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa öldürülecektir.  Her sabah Afrika'da bir aslan uyanır. En hızlı ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa aç kalacaktır. Aslan veya ceylan hangisi olursanız olsun fark etmez. Güneş doğduğunda koşmaya başlasanız iyi olur.(Afrika Atasözü )

Siyah beyaz kelimelerinin çizdiği tabloda, tarif edilen karanlıktan aydınlığa geçiş değil mi? ALACA KARANLIK simsiyahtan beyaza giden yolun belirginleştiği an ise, yarın daha aydınlık olacak demektir... Düne bakarsak bugünün doğru sözü “daha hızlı koşmalıyız!”
Yıl 2002... 13 yaşında bir kıza nerede ise toplumun tüm kademelerini temsil edenler devlet memuru, esnaf, korucu, öğretmen, muhtar 26 kişi tecavüz ediyor... Yıl 2011...Talihsiz kız bugün 20 yaşında... Üniversiteye gitmek istiyor. Yaşadığı cehennemi geride bırakabildi mi? Yıllar sonra geç kalan, aykırı kalan kararla konu bugün yeniden gündeme taşınmadı mı? 13 yaşındaki bu kız çocuğunun yargılanmasında gereken özen gösterilmedi... Özensizlik bugün de sürmüyor mu? 
Davada akıl almaz ve vicdana sığmaz şeyler var... 13 yaşındaki kız çocuğu yaptığının ne olduğunun farkındaydı. Ahlâki kötülüğü biliyor ve buna ruhsal yönde mıkavemet etmeğe muktedirdi... deniyor ve ceza indirimi uygulanıyor. Yargıtay da kararı onaylıyor. Hukukun başka bir cümlesinde yetişkin sayılabilmek için konan 18 yaş sınırı neyi ifade ediyor?
Toplum vicdanı koşmuyor... Uyanmamış gibi... Aydınlıkla karanlık arasına sıkışmış duruyor!
Benim ülkemde daha da demokratik olacak denen hemen her şey, her kutu, her paket açılır açılmaz daha da korkutan uygulamaları ortaya çıkarmıyor mu? Her iki oydan biri benim diyen düşünce, öteki ayrımını güçlendirmenin ötesine geçip uygulamaya dökmüyor mu? Sık sık dillerde dolaşan yargı yararlarını eleştirmeyelim, yargı kararına saygı gösterelim ve yargı ne diyecek bekleyelim sözleri aşınmadı mı?
Ne kadar aykırı gelirse gelsin düşünceyi, ifade etmenin önünde belirsiz bir tehdit yok mu? KCK davası ayrı bir gerilim yaratmıyor mu? Fikirlerine katılmasanız da ifade özgürlüğü kolay vazgeçilecek veya ötekine göre ayarlanabilir birşey midir? Ötekileşmenin nerede ise ötesine de geçmedik mi?
 Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) açtığı siyaset okulunda dersler veren Büşra Ersanlı’nın, tutuklama nedenlerinin başında evinde bulunan notlar olduğu ileri sürülüyor. Ersanlı bunların derslerde ve seminerlerde kendisine sorulan soruların cevaplarını içerdiğini söylüyor.
Tepkiler artıyor... Büşra Ersanlı ile Ragıp Zarakolu’yu tanıyanlar, olanlara akıl erdiremiyor... Bu kadarı da olmaz” diyor.... Manzara değişmiyor ki... İkiye bölünmüşlüğün beyaz ile karası gibi hemen her şey...
Yaşadığımız acıları sıralarken de ötekileri görmeden edemiyorsunuz... Medya’da üçün biri kalmış! Tarafsızlığın tarafı nerede ise bire karşı iki... Muhafazakârların kaleminden okursanız kendi haklılıklarını ve iktidar olma kibirini çarpıcı bir şekilde görüyorsunuz... Onlar, “olayın içinde yandaş zararına olacak en küçük bir şey varsa hemen koronun ahengli sesi yükseliyor.
“Nedir bu kadar itiraz?Aceleniz ne? Yargıya müdahale etmekten vazgeçilmeli... Hele durun. Bekleyin... Yargı kararını verecek”.
İktidara oy vermeyen diğer % 50 giderek şüphelerinin çoğaldığını, demokrasi senfonisinin tek sesli kavala döndüğünü farkına varmış, endişelerini daha yüksek sesle dillendiriyor.
“Cumhuriyet Bayramını bile kutlamayı içine sindiremeyenler nasıl daha demokratik olacaklar? AKP kapatma kararında ayağa kalkan, sabırsızlığı öfkeye dönenler Deniz Feneri Davasının savsaklanmasını normal bulabiliyor...
Çatışmada ölen PKK lı Sezer Aslan’ın köyünde Türk Bayrakları asılarak yapılan cenaze töreni ve terörden şikâyet, halk ile terörü ayıramayanlara tokat gibi cevap olmadı mı?
Gerçekten söylemek gerekiyor mu? Nasıllar, rengi belirsiz alaca bulaca gerçekler! Ya hasret kaldığımız aydınlık... Eskisi gibi olamaz!.. Yetinmemiz gereken ALACA AYDINLIK!
................................................................................
Kelaynak ve Punto Amca, dostlarının Kurban Bayramı'nı kutlar, sağlıklı günler diler...