28 Şubat 2010

Ülkemizdeki "işler" böyle olursa!...


BATI'DA BÖYLE BİR SAHNE OLUR MU? Kumburgaz'da sahil. 90'lı yıllar. Yazlıkçılar kumda güneşleniyorlar ve serinlemek için denize giriyorlar. Bir kepçe de kumda çalıyışor. İş güvenliği mi? O da ne? herkes bir kaza için kendilerini kadere bırakmışlar.

Ülkemizde şu sıralarda "gündem darbeleri" ile hayat akıp gidiyor.
Asıl gündemin işsizlik, fakirlik ve yolsuzluk gibi vatandaşın belini büken şeyler olması gerekirdi ama...

Ard arda patlayan Grizu faciaları da ayrı ve önemli gündem aslında. Zira bu patlamalar “can” almaya devam ediyor. Avrupa bu işi çoktan halletmiş. Nasıl mı?
İş güvenliğini ciddi ciddi ön planda tutarak.
Geçen yıl bizim sitedeki binalarda mantolama çalışmaları vardı. İskeleler kuruldu. Aylarca o iskelelerde kasksız, emniyet kemersiz çalıştı işçiler. Hayatlarını anlamsız bir şekilde kadere bırakarak.
Tersane kazaları da duyduklarımız. Ya duymadıklarımız.
Bizde işler böyle yürüyor ne yazık ki.
90’lı yıllarda Kumburgaz’dan başlayan ve Tekirdağ’a kadar uzanan sahillerdeki yazlıkların kanalizyonlarını islah çalışmaları tam bir fiyasko ile bitti.
Yazlıkların pis suları o günlerde foseptik çukurlarında toplanır ve vidanşörlerle çekilirdi.
Belediyelerin aklına esti, vidanjörleri kaldırdılar, siteleri kanalizasyonlarını kumdan geçen künklere bağlamaya mecbur ettiler.
Belediyeler hızla firmalara ihaleleri verdiler. Plan proje yapmadan, Teknik analiz almadan daldılar kumlara.
İnsanlar kumda uzanmış güneşlenirken kepçeler sahillere sokuldu. Önce künkleri taşıdılar. Sonra sıra çukur açmaya geldi.
Künkleri birbirine çimento ile bağlamadılar bile. Çamurla sıvadılar ek yerleri.
O yıllarda Milliyet’te çalışıyordum. Haber yayımladık, tehlike belediyeler eliyle geliyor diye. Kimse aldırmadı.
Künkleri döşediler, kapadılar. Birkaç merkezden de denizin 150 metre açığına kadar künk döşediler.
Dilimizin döndüğünce lodoslu havalarda denizin kabardığını, kumun yer değiştirdiğini anlatmaya çalıştık. Ama kimseye dinletemedik.
Zamanla denize döşenen künklere de bakım yapılmadı. Yer yer parçalandı künkler. Lağımlar açıktan değil, kıyılardan denize karıştı. Arıtma marıtma lafta kaldı. Yaptılar ve öylece bıraktılar.
Büyük lodoslarda kumun altındaki künkler de birbirinden ayrıldı, kum ve deniz pislikten simsiyah oldu. Vatandaş derdini anlatacak yetkili bulamadı. Belediyeler her zaman yaptıkları gibi birbirlerine çamur attılar.
Sonuçta olan sahillerimize oldu. Belediyelerimizin büyük hizmeti ile denizlerimizi kirlettik.
Geçtiğimiz yaz yolum Kumburgaz’a düşmüştü. Sitelerin önünde deniz simsiyahtı. Denize girmek için yazlığına gelenler, denizi sadece seyrediyorlardı.
Batı ile aramızdaki anlayış farkı işte burada yatıyor.
Onlar grizu patlamalarından ders çıkarırlar, güvenliği duvarlara yazmazlar, ciddi biçimde uygularlar.
Grizuları patlamaz. İnsanlar ölmez. Tersanelerinde, iskelelerinde de aynı şey olur. Denizlere gelişi güzel lağım bağlamazlar. Sahilleri kirletmezler.
İş güvenliğini tam olarak uyguladığımız zaman, çok şeyin değişeceğine inanıyorum.
Yeter ki kafamıza bu prensibi sokalım.

21 Şubat 2010

Balkonda "güvercin" operasyonu!

Güvercinlerin bizler gibi siteye yerleştiği ilk yıllardı. Zor bir kış geçirmiş, yaz olunca kendimizi yazlığa atmıştık.
Yazlıktan dönüşte bizi bir sürpriz bekliyordu. Dairemizin küçük balkonunda bir misafirimiz vardı. Bir dişi güvercin. Balkonun bir köşesinde kuluçkaya yatmıştı. Dokunmadık tabii. Yavruların doğmasını, yürümelerini ve annesi tarafından uçurulmalarını beklemiştik. Ve iki yavrusu ile bizi terk eden güvercin, teşekkür hediyesi olarak bize yarım santim kalınlığında "pislik" tabakası bırakmıştı.
Telefonlarımız dinleniyor mu? bilemem ama havadan kuşlar tarafından gözetlendiğimiz bir gerçek. Güvercinler panjurları kapalı pencere kenarlarını seviyorlar.
Hele uzun süre insan görünmeyen balkonları. Onlar için bir cennet bu mekanlar.
İTFAİYENİN BALKONA YOLCULUĞU: Güvercinleri kurtarmak için gelen itfaiye aracı, bir kaç manevradan sonra balkona ulaşmak için merdivenini uzattı. Bu arada merdivendeki itfaiye eri balkonun ve güvercinlerin filmini çekti.
KUŞLAR DİKKATLE İZLİYOR: Balkona yaklaşan itfaiye eri önce tespit yaptı. Bir yandan da film çekmeye devam etti.
TEL ÖRGÜYÜ YIRTIYOR: Balkona ulaşan itfaiye eri tel örgüyü yırtınca kuşlar hürriyetlerine kavuştular. Baygın yatan kuşu ise itfaiye eri balkona girip avuçlarının arasına aldı. Havaya fırlatınca kuş canlanıp uçtu.
Geçenlerde komşularımızdan biri tüm tedbirleri alıp Amerika'ya gitmiş. Gözü arkada kalmadan. Neden kalsın ki. Panjurları kapatmış. Balkonunu da tel örgü ile örtmüş.
Örtmüş ama iyi örtememiş. Dört uyanık güvercin, açık kalan bir delikten içeri sızmışlar. Keyifleri bitip yiyecek bulmak için uçmaya kalktıklarında girdikleri deliği bulamamışlar ve içeride hapsolmuşlar.
Güvercinlerin çırpınışlarını gören bir komşu yönetime haber veriyor, yönetim de itfaiyeye.
Sağolsun! itfaiye hızır gibi yetişiyor. Balkona ulaşıyor. Tel örgüyü yırtıyor ve biri baygın dört güvercini kurtarıyor.
Balkon da böylece güvercinlerin yeni konaklama mekanlarından biri oluyor. Belki de kuluçkaya yatılacak bir yer.
Komşumuz Amerika'da gözü arkada kalmadan günlerini geçiriyor ama onu da "bizim gibi" yarım santimlik bir pislik tabakası sürprizi bekliyor.
Ne demişler:
"Evdeki hesap çarşıya uymaz."

18 Şubat 2010

Hamsiyi gözünden tanımak!

Karadenizli bir arkadaşımın çocuğu olmuştu. Çocuğun bir hafta kadar küvezde kalması gerekiyordu. Her gün hastaneye gidip camın arkasından çocuğunu seviyordu.
Beşinci gün oraya bir kişi daha geliyor ve o da camın arkasından çocuğunu seviyor.
Arkadaşım “gözün aydın hayırlı olsun. Seninki hangisi” diye soruyor. Adam arkadaşımın sevdiği çocuğu göstererek "işte şu” diyor.
Arkadaşım “yanlışın olacak. O benim çocuğum” deyince tartışmaya başlıyorlar.
O sırada bir hemşire geliyor ve ne olduğunu soruyor.
Arkadaşım “bu bey benim çocuğumu kendisinin çocuğu sanıyor" diye cevap veriyor.
Hemşire “tabii ki doğru yapıyor. Zira sizin çocuğunuz öbür taraftaki” diyor.
Arkadaşımın böylece beş gün boyunca başkasının çocuğunu kendi çocuğu niyetine sevdiği anlaşılıyor.
Olayı duyan arkadaşımın dostları "sen Karadeniz hamsisiyle Marmara hamsisini ayırabilir misin” diye soruyorlar.
“Hem de nasıl. Gözünden tanırım” deyince; “hadi oradan. Daha çocuğunu tanıyamadın. Hamsiyi nasıl tanıyacaksın” diye dalga geçerler.

14 Şubat 2010

"Cahiller tarafından yönetilmek"!

Yıllar, asırlar geçiyor ama insan yapısı kolay kolay değişmiyor. Bu sonucu en çok filozofların cümlelerinden, halk deyişlerinde görüyoruz.
İşte size iki güzel örnek:

Antik Yunan filozofu Eflatun şöyle demiş:
“Siyasetle ilgilenmeyen aydınları bekleyen kaçınılmaz sonuç, cahiller tarafından yönetilmeye razı olmaktır".

Bir kızıldereli sözü:
Sular yükselince, balıklar karıncaları yer...
Sular çekilince de karıncalar balıkları yer...
Kimse bugünkü üstünlüğüne ve gücüne güvenmemelidir..
Çünkü kimin kimi yiyeceğine "suyun akışı" karar verir..

9 Şubat 2010

Tekel işçileri ve Milliyet'ten bir anı!

İki aya yakındır Tekel işçilerinin hak arama eylemleri sürüyor. Sabırla, olgunlukla, azimle, yılmadan.
Televizyonların bir kısmında bu eylemle ilgili haberleri izlerken Milliyet'te işe başladığım günleri hatırladım.
Sendika ile gazete patronlarının kıyasıya pazarlık yaptıkları dönemdi benim Milliyet'e girdiğim dönem.
Patron sendikadan bıkmıştı. Çıkış yolu arıyordu. Çıkış yolunu da Günaydın göstermişti. Tüm servisleri taşeron sistemi ile çalışan Günaydın'a sendika girememişti. Zira sendikalı çalışan sayısı yasal rakamın çok altındaydı.
Milliyet de aynı sisteme geçmek istiyordu.
Yapılacak ilk iş sendikalı sayısını azaltmaktı. Bu konudaki konuşmalar, tartışmalar ve "daha çok ücret alacağız" heyecanı dün gibi hatırımda.
Patrondan çalışanlara "aracılar" kanalıyla aktarılan söz "ücretlere zam" sözüydü.
Sonunda zammı duyan elindeki istifa dilekçesi ile soluğu sendikada aldı. Çalışanların hemen hemen hepsi sendikadan istifa etti.
Toplu sözleşme yapma şartı olan belirli sendikalı sayısı ortadan kalkmıştı.
Tüm servisler taşeronlaştırıldı. Servis şeflerine şirket kurduruldu. Yaptıkları işlere fatura kestiler.
Her şey yasaldı ama yasanın arkasından dolanılmıştı.
Bu işler bittikten bir kaç gün sonra genel yayın müdürü çalışanlara müjdeyi(!)verdi:
"O güne kadar toplu sözleşmeden doğan hakla, haftada beş gün çalışıp iki gün izin yapan gazeteciler, 212 sayılı yasa gereği artık haftada altı gün çalışacaklar, bir gün izin yapacaklardı".
Patron bir eliyle verdiği zammı, diğer eliyle geri almış, bir taşla iki kuş vurmuştu.
Umarım özelleştirme süreçlerinde bu tip tuzağa düşenlerin sayısı çok değildir.

8 Şubat 2010

Yassıada’dan geçerken geçmişe dalmak!

Yassıada’nın yanından her geçişimde geçmişe dalıp askerken orada geçirdiğim 3.5 ayı hatırlarım. 1970 yılında İzmir Poligon’ daki acemi eğitiminden sonra yapılan sınavla sınıflarımız tespit edildi.
Sınav sonucu benim telsizci olmak üzere Yassıada’ya tayinim çıktı. Gece sabaha karşı bizi otobüslerle Basmane tren garına götürdüler.
Trenin birkaç vagonu askerlere ayrılmıştı. Oradan Bandırma’ya geldik. Bandırmadan Marakaz isimli yolcu gemisiyle Sirkeci’ye geçtik. Geceyi Kasımpaşa da karargahta geçirip sabahleyin valizlerimiz ellerimizde yürüyerek Galata köprüsüne geldik oradan bizi bekleyen vapura bindik ve Yassıada’ya geçtik.
Adada biri 9 katlı biri 6 katlı bina ve karargah binasıyla birlikte yedek subaylar için yapılmış binalar ekmek fırını, spor salonu, futbol sahası gibi sosyal faaliyetler için yerler de vardı.
9 katlı bina yatakhane olarak kullanılıyordu. Telsiz kursiyerleri bizler 3.katta kalıyorduk.
Telem telex ve işaret kursiyerleri ise ayrı katlarda kalıyordu. En altta bölük ofisleri vardı.
Diğer katlarda o yıl astsubay adayları kalıyordu. Yemekhane adanın merkezindeki karargah binasındaydı. 6 katlı binada sadece dershaneler vardı.
Mesai saatlerinde 6. kattaki dershaneye gidiyor, mors alfabesini öğreniyor, aynı zamanda teknik ve elektronik hakkında dersler alıyorduk.
Hafta sonları evci kağıdım olduğu için askeri servis aracıyla Heybeliada’ya geçip oradan eve geliyordum.
Pazar akşamları Galata Köprüsü’nden Yassıada’ya vapur kalkıyor, onunla dönüyorduk.
Kurs süresi iki ay kadardı. Kursun biteceği hafta İstanbul Sağmalcılar’da kolera salgını başladı ve oralar karantinaya alındı. Doğal olarak bütün askeri birliklerde izinler kapandı. Biz de Yassıada’dan izine ve usta birliklerimize gidemedik. Adada yaklaşık bir buçuk ay fazladan kaldık. Mors alfabesini öğrenirken beşli gruplar halinde harfler veriliyordu, bir zaman sonra o sesler birbirine karışıyor ve kursiyerlerin uyumasına sebep oluyordu. Çok kişinin kafasının masaya vurduğuna şahit oldum.
Ders saatlerinin dışında telsiz bölük ofisinde yazıcı olarak çalışıyordum.
Sabah içtimalarında, bölük ofisine gidemezsek mıntıka temizliğine katılıyor, ot yolmaya götürülüyorduk. O işten kaçmak için bir süre çöp arabasında çalıştım, arabayla adadaki çöpleri toplayıp adanın batı tarafındaki döküm yerinden denize döküyorduk ve işimiz bitiyordu.
Daha sonra adadaki fırında çalıştım. Un eliyor, elediğimiz unu hamur makinesine döküyorduk. Hamurkar onları küçük ekmekler haline getiriyor ve pasalara (hamur halindeki ekmeklerin pişmek için fırına girmeden önce üzerine bez konup dizildiği tahtalar) dizip bize veriyordu. Biz de fırına atacak fırıncıya veriyorduk. B
u çok zevkli bir işti, fırın hem sıcaktı bizi adanın soğuğundan koruyordu, hem de ilk çıkan ağızdan sıcak sıcak ekmeklerin içine yağ koyup yiyorduk.
O dönem adaya astsubay adayları da gelmişti. Bir hayalet hikayesi uydurmuşlar fısıltı halinde yaymışlardı. Tam da ramazana denk geldiği için sahur yemeğine karargahtaki yemekhaneye gidenler, ormandan geçmek zorundaydılar, o saatlerde olmadık şeyler yapıyorlardı.
Bir gece dokuz katın en üst katından çarşafları bağlayıp hayalet görüntüsü vermişlerdi. Yemekhaneden dönenlerden bazıları onu görünce geri dönüp koşarak yemekhaneye geldiler ve hayalet gördüklerini söylediler.
Hep beraber çıkıp ormanı geçtik, dokuz katlı da herhangi bir şey yoktu, o arada çarşafları hemen toplamışlar.
Günlerimiz bu şekilde geçiyordu. Hafta sonları adanın İstanbul tarafına geçiyor, hasretle İstanbul’u seyrediyorduk.
Kursu 124 kişinin arasında 3. olarak bitirmiştim. Beykoz’da Mania Grup Komutanlığı AĞ- 2 gemisine sevkim çıktı.
O gemide ise telsiz cihazı bile yoktu.

4 Şubat 2010

İstanbul’da çileli bir günün hikayesi!...

Güneşli güzel bir gündü 1 Şubat Pazartesi. Eşime “hadi” dedim. "İşimiz gücümüz yok. Silivri’ye gidelim, yazlığa bir bakalım. Karlar, lodos sağa sola bir hasar vermiş mi?”
Yola çıktık. Gerçekten kış içinde güneşli bir günün tadını çıkarıyorduk. Yazlıkta olağanüstü bir şey yoktu ama hava yavaş yavaş bulutlandı. Tatsızlaşınca da dönüşe geçtik.
Yolda zaman zaman yağmura da yakalandık. Normal kamyon trafiği ile birlikte gişeleri geçtik ve durduk.
Adım adım ilerlemeye başladık. Normal bir yoğunluk diye düşündüm. Ne de olsa bizim akıllı yol mühendisleri altı şeritli yol yapmışlardı. Alt geçitler, üst geçitler her şey tamamdı ama bu altı şerit Milliyet’in önünde üç şeride düşüyordu. Hani Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ndeki gişelerden sonra huninin geniş ağzından dar ağzına giriş gibi.
Yoğunlukta bir gariplik vardı. Milim milim ilerliyorduk. Sağdan sağdan kaçmaya başladım. Milliyet’i geçtik, olacak gibi değil dedim. Otogar yoluna saptım.
Aksaray’a doğru trafik akıyordu ama normal bir günün öğleden sonrası gibi değil.
ŞEHRİN İÇİNE YOLCULUK
Topkapı’dan gelen E-5 yoluna dönemedim. Orası da kilitlenmişti. "Devam" dedim, "anasını satayım. Uzun zamandır şehrin içine girmemiştim. Bir vesile ile görelim etrafı".
Aksaray, Haliç derken Taksim’e ulaştık. "Oh" dedim "kurtulduk artık".
Niyetim Harbiye’den geçip Zincirlikuyu, Levent yolu ile Maslak’a gitmek.
Harbiye’yi rahat geçtik. Malum o yol her zaman yoğundur. Sağolsun milletimiz. Arabalarını sağda bir sıra park eder, milletimizin bir kısmı da onun yanına ikinci sıra park edip mağazalardan alış verişe gider. Yol her zaman tıkalıdır. Işıklar da işin çabası.
Ama burada da bir terslik var gibi. Şişli’ye yakın ışıklarda durduk. Önüm açık, hastaneye dönen araçlara yol verdik ama ilerisi kımıldamıyor. Bize yanan yeşil ışık boşuna yanıyor. Bir koku var arabanın içinde. Eşim "balatalar yanıyor" dedi. O her kokuya haklı olarak "balatalar" der, der de pek balata kokusuna benzemeyen bir koku var.
PENCERELERDEKİ MERAKLILAR
Başka bir şey daha eşimin dikkatini çekti. İnsanlar binaların pencerelerine çıkmış, Şişli meydanı istikametinde bakıyorlar.
Bir şey var orada dedik. Ne olabilir. Olsa olsa bir kaza.
O sırada arkalardan bir vaveyla koptu. Siren sesleri. Yol bulamayan itfaiye araçları ortalığı inletiyor. Demek ki kaza var, yangın da.
Karşıdan gelen trafiği kestiler, itfaiye araçları ters yoldan bir hışımla meydana doğru gittiler. Bir şey yanıyordu ama ne? Arabanın içindeki koku da oradan geliyordu.
Fazla bekleyemedim, önümdeki boşluktan geliş yoluna döndüm ve gaza bastım.
Eski Şan sinemasının yayından Dolapdere’ye indim, Doğru TEM’e.
Hayret yol açık. Maslak dönüşüne kadar rahat geldik ama Maslak’a dönmek ne mümkün. Dönüş de kilit.
Peki buraya ne oldu da araçlar iki şeritli tünelden dönebilmek için beş şeritlik iki yüz metreye ulaşan bir konvoy oluşturdu?.
Maslak’a dönemedik tabii. Ver elini köprü. Köprüde normal yoğunluk var. Sağdan sağdan kaçarak Baltalimanı’na inen yola saptık.
Trafikten kurtulmuştuk. Emirgan, İstinye ve Site.
DÖRT SAATLİK ÇİLE
Yaklaşık dört saat süren bir yolculuk. Ankara’ya çoktan gitmiştik bu zaman dilimi içinde.
Merak bu ya. İstanbul’da ne olmuştu da trafik her tarafta kilitlenmişti? Televizyonları açtım, hanımlara koca bulma, hastalıklara çare programları bitmiş, vakit geçirme programları başlamıştı.
Sağ olsun bir internet sitesinde aradığımı buldum. Hasdal Viyadüğü’nde zincirleme kazada beş araç birbirine girmişti. Şişli’deki yangından haber yoktu, Maslak’taki kazayı da sitedeki arkadaşlardan öğrendim.
Ertesi gün eşimin zoruyla eve giren Hürriyet’i açtım. Genel yayın müdürü değişimi ile birlikte haberleri çok hızlı değişen gazetede bu konuda tek satır bile yoktu.
İstanbul’da benimle birlikte yüzlerce kişi trafikte çile çekmişti o gün ama tek satırlık haber bile olamamıştı bu sıkıntı.
Demek ki dedim, medya mensubu tek bir kişi bile bu trafiğe girmemiş.
O zaman habere ne gerek var ki.
Gündemde o kadar abuk subuk olaylar varken halkın çilesi kimin umurunda?
Ne mi yaptık?
Eşimi ikna ettim. Hürriyet Gazetesi’ni bir daha eve sokmamaya karar verdik.
Bu da bizim “hürriyet”imiz.

2 Şubat 2010

Yüzyıllardır değişmeyecek bir gerçek!...

“Tarih tekerrürden ibarettir” sözü ne kadar doğru bir söz.
Rönesans felsefesinin önemli isimlerinden 16.yüzyıl İtalyan filozof Giordano Bruno’nun elektronik posta yolu ile sanal alemde dolaşan aşağıdaki sözleri bugün de geçerli değil mi?
“Doğacı coşkunluğun düşünürü” de denilen gökbilimci şair Giordano Bruno’nun bu sözlerini sizlerle paylaşıyorum:
“Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi
insanları kullanır.
Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim
kılmak için Allah'ı kullanırlar. “