1 Ekim 2025

Çamaşırlar 2: Güneş, hep bizim eve doğuyor

Suzan PEKER yazdı 

Yaşasın evimizde 34 yıl sonra minik çamaşırlar var. Pembe, sarı çiçekli bir body var mesela, mis gibi torun kokan. Mama sandalyesine oturmak istemeyen. Sabahları yatağımıza geliyor, çiçeklerini tek tek içimize döküyor. O çiçekler içimizde büyüyor, büyüyor. Bir de öyle güzel gülüyor ki bu çiçekler inanmazsınız. Sımsıcak oluyor içimiz sabah sabah. Gözlerimizde bir pırıltı, Güneş ışığından daha ferli. 

Pembe beyaz çizgili bir tayt mesela…İçine bezli küçük bir popocuk girmiş, yerleşmiş. Ayağa bile kalkmış tayt, bir yerlere tutunarak. Ama genelde dizlerinin üstünde yerleri temizliyor. Sonra bağrış, çığrış çıkarılıyor. Laf aramızda sahibi hiç sevmezmiş, giyip, çıkarmayı çamaşırlarını. Pembe çizgili tayt çamaşır makinesine gidecek şimdi ama kokusu uçmasın yıkanınca olur mu. Nasıl sağlarız bunu söyle bize makine. Ne sabun koksun, ne yumuşatıcı, sadece olduğu gibi kalsın, evlat koksun. Çünkü biz bu kokuya yıllardır hasretiz. Hayatın koşuşturması arasında doya doya içimize çekemediğimiz, çektiklerimizi de kutulayıp saklayamadığımız bu kokuya.

Bir pembe mayo var ki doyamıyoruz bakmaya. Bezli bikininin kenarları fırfırlı.  Uzun kollu body’siyle takım. Bir de şapkası. Plaj modasında son nokta. O şapkayı bir görseniz güneşin tüm ışıklarından koruyor ama yine de şapkanın sakladığı yüz parlamayı sürdürüyor. Nasıl olabiliyor anlamak mümkün değil.

Plajda kumlarla haşır, neşir bikini. Sahibi kumları o kadar çok seviyor ki, ağzına atıp yemeye çalışıyor hep. Lezzetli demek ki. Body de dalıyor kumların içine ara sıra. Şapka hariç,  o kumu sevmiyor pek. Onun işi güneşle. Adının hakkını vermek lazım diye çok da istekli olmadan denize giriyor mayo. Ama Bozcaada denizi soğuk. Bi ürperiyor, biraz oyalanıyor. En iyisi pembe rengi beyaza çalmadan denizden çıkmak. Sıcak kumların üzerine serili turuncu mandala desenli örtü misafir ediyor bizimkileri. Genç bir çift çok beğendi turuncu örtümüzü ya da üstündeki misafiri, bakışlarından belli.

Denizden gelince karşımıza yeni giysiler çıkıyor. “Merhaba ben önden düğmeli beyaz penye hırka. Aman dikkat üşütmeyelim. Düğmelerimin hepsi teker teker sevgiyi ilikler.  İçimdeki can pareyi korur. Benim görevim diğerlerinden daha üstün” diye böbürlendi.

Pembe, kenarı fiyonklu, içi yumuşacık ağzına kadar sevgi dolu bir çift çorap hareketlendi. Doğru, mercimek kadar parmaklardan başlayıp ayak boğumlarını geçip, pamuk bilekte sabitlendi. İkincisi de aynı yoldan ilerleyip, diğer bilekten seslendi; “Ya biz olmasak”  

Ahh az kalsın unutuyordum. Duymasın ama en sevilmeyen de mama önlüğü. Üzerinde zebralar, filler, zürafalar…Hepsi sevgi dolu bir sürü hayvancık. Hepsinin derdi bizimkini mama yerken oyalamak, biraz da üzerlerine dökülen mamalarla karınlarını doyurmak. Ama ne mümkün. Minik ellere direnmesi zor hayvancıkların. Hepsini koparıp atabilir, yerlere, öyle sevmiyor yani.

Bu giysilerin hepsinin derdi en iyi olup, sahibinin gözüne girmek anlaşılan. Ama O’nun gözü hep annesinde.

Mama sandalyesi köşede durmuş, tek olmanın keyfini çıkartıyor. Üzerine de sahibinin bezli poposu kadar, ayıcıklı, minik bir minder kondurmuş, davetkar. Önündeki minik masasının üzeri pankek parçacıklarıyla süslü. Pankekleri ağzına götürüyor minik yumuk eller. Ağızdaki iki küçük diş eşlik ediyor onlara. Karnı doyunca misafirin, şap, şap vuruyor masaya pamuk avuçlar. Seve, seve kabul ediyor şaplakları masa. Yeter ki biraz daha birlikte olsunlar.  Her şey kabulü ama buna rağmen sahibini üzerinde en fazla 5 dakika tutabiliyor. Anne kucağıyla yarışması mümkün değil.

Pembe, mavi, beyaz renkte üç kaşık, diğer masanın üzerinden dikkatle izliyor olanları. “Biz, ağzının içine kadar girip, ona çorba ve mama taşıyoruz. Bize henüz alışamadı ama ilerde bizden ayrılamayacak. Biz vazgeçilmezliğe doğru kararlı adımlarla ilerliyoruz. Hey sen mama sandalyesi, ne kadar ömrün var ki”.

Sahibiyle çok fazla haşır, neşir olamamanın acısının üstünü örtmeye çalışıyor kaşıklar. Oysa onların bir işlevi daha var, baget olmak. Ne eşsizdir o bagetlerle çalınan müzik. Üstelik biraz da hoşuna gider kaşıkların, bahaneyle kıskandığı mama sandalyesi de dövülür çünkü.

Köşeden göz kırpıyor su biberonu. “Haydi alsana beni iki elinin arasına, tutsana o minik parmaklarla. Bak şarkı bile söylüyorum sana “Hiç kimsenin yağmurun bile böyle küçük elleri yoktu” hadi, hadisene…

Minik sahip, sanki duymuş gibi biberonun söylediklerini, küçük bir gülümsemeyle tuttu iki yanından salladı onu. Biberon dans etti, horon vurdu mutluluktan. İçindeki deniz dalgalandı, su aktı, aktı, aktı…Sahibinin susuzluğunu dindiren pembe biberon; pembe başarı kurdelasını takıp yerine oturdu.

Aaa o da ne. Buruş, buruş küçücük bir paket. Baba şişirdikçe şişirdi, sonra içine su doldurdular, kocaman mavi bir havuz oldu. Hepsi, ona baktılar.

Neler oluyor?

Bu da kim?

Ne işe yarayacak?

En çok da biberon bozuldu, “Bu kadar su, aman Allahım, nasıl yarışırım bununla” sonra da bağırdı: İsraf bu, israf. Minik sahip duymadı bile biberonu. Etrafında dedeleri, babaannesi, annesi, babası. Oturdu minik denizine şap şap vurdu suya. Su sıçradıkça etrafa keyiflendi. Sarı ördek, minicik dişler tarafından ısırılmaktan keyiflenip, ara sıra vak vakladı. Oyunlar bitti, havlu hemencecik sarıverdi miniği. Annesinin kolları da havluyu.

Mayo çıkarılırken biraz hırpalandı, sonra kurutma teline yerleşip, sıcacık güneşin tadına vardı. Minik bembeyaz bir body yerleşti mis kokulu vücuda, bacaklara da siyah üzerinde sevimli karakterler olan bir tayt. Mercimek parmaklar özgür, pembe topuk davetkar, güneşe çıktı…

Yıllar, yıllar önce anlatmıştım. Zıbından, kot pantolona uzanan çamaşırların öyküsünü. Büyüyüp, okuyup, eve dönüp, sonra kendi yuvasını kuran, anne-baba evinde kokusunu bırakan çamaşırları…

Yıllar sonra şimdi üç kişilik oldu çamaşırlar. Birininki çok minik. Evlat, evlat kokuyor evimiz.  Küçük bir yaz tatili için bize geldiklerinde, ağzımız kulaklarımızda, içimiz kıpır, kıpır, tüm kokuyu içimize çekiyoruz. Artık, Güneş hep bizim eve doğuyor…

3 Haziran 2025

Al elmanın diyarı, Amasya...

 
Amasya....

Suzan Peker yazdı

Gezimizin ikinci gününde Amasya’ya doğru yola çıktık. Yaklaşık 1.5-2 saatlik yolumuz var. Al elmanın diyarına Turhal üzerinden gidiyoruz. Dönüşte rehberimiz bize sürpriz yapıp Zile’ye uğrayacak ama henüz biz bunu bilmiyoruz.

Amasya’ya oğlumun askerliği sırasında geldiğim ve şehri bildiğim için çok heyecanlı değilim ama grupla gezmenin tadı bir başka. Şehirdeki ilk durağımız Ferhat ile Şirin Aşıklar Müzesi. Müzede Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı gibi tarihe mal olmuş aşıkların hikayeleri anlatılıyormuş. Ama biz müzeye girmeyip; bahçesinde satış yapmak için ikram edilen elma çayının, elmalı lokumun, elmalı Türk kahvesinin tadına bakıyoruz. Kimimiz de Ferhat ile Şirin kartonetlerine başını sokup aşkını tazeliyor. Zamanımız dar, arkeoloji müzesi bizi bekler.

 Amasya Arkeoloji Müzesi

 

Türkiye’nin en geniş mumya ailesi

 Müzede Tunç Çağı, Hitit, Urartu, Frig, İskit, Pers, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait medeniyetlerin eserlerini görebilirsiniz. Türkiye’nin en geniş mumya ailesi de bu müzedeymiş. Amasya’da nazırlık yapmış İşbuğa Nuyin, Cumudar Bey, İlhanlılar döneminde valilik yapmış İzzettin Mehmet Pervane Bey, cariyesi ve kız ve erkek çocuklarına ait mumyalar ilginç olduğu kadar düşündürücü. 

Yavru Köyü Elmalı Mozaiği...

Amasya’ya 11 km uzaklıktaki Yavru Köyü’nde yapılan bir kazıda 2013 yılında açığa çıkarılan Elmalı Mozaiği, Amasya Misket Elması’nın Roma Dönemi’nde, 1700 yıl öncesinde de meşhur olduğunu gösteriyor.

 

Gökmedrese Camii Cümle Kapısı-1267...

 Müzedeki önemli bölümlerden biri de tarihi kapılar. Selçuklu Dönemi eseri olan Gökmedrese Camii’nin abanoz ağacından yapılan orijinal cümle kapısında oyma tekniğiyle yapılmış bezemeler yeralıyor. Kapı kanatları üzerinde Arapça bir Hadis-i Şerif ve kapıyı yapan ustanın kitabesi bulunuyor. Hadis-i Şerif’te şöyle yazıyor;

Peygamber buyurdu: ”Ademoğlu öldüğünde üç ameli dışında bütün amelleri kesilir. Bu üç amel, Salih evladın kendisine ettiği dua, sadaka-i cariye (faydalanılan hayratlar) ve son olarak kendisinden yararlanılan ilimdir” Allah’ın elçisi doğru buyurdu.

Ayrıca, tarihi Amasya II Beyazıt Camii’den alınarak müzeye getirilen Kayı Boyu Damgalı pencere kanatları da Amasya ili sınırları içinde tesit edilen tek Kayı Boyu Damgası’nı taşıması nedeniyle önemli.

Fırtına Tanrısı Teşup’un bronz heykelciği de burada. Müzenin bahçesinde antik çağ lahitleri yer alıyor.

 

Arkada Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmiş Kaya Mezarları, önünde tarihi Amasya evleri olunca, fotoğraf çektirmeden olmaz.

Müzeden çıkıp, şehzadelere okul olmuş, Milli Mücadele’nin ilk adımına Amasya Tamimi ile ev sahipliği yapan bu güzel şehri keşfe çıkıyoruz. Yeşilırmak’ın kıyısında sırtını Kaya Mezarları’na dayamış Yalı Boyu evlerinin arasında geziniyoruz. Amasya elmasından yapılan çaylar, kahveler, kolonyalar, Amasya’nın meşhur bamyasının satıldığı dükkanlar, el işleri ve takı  satan küçük sevimli mağazalar. Herkesin kendine göre bir şeyler bulacağı dar sokaklar. Tarihi Kaya Mezarları’na çıkan bir grup arkadaşımız var. Biz daha önce gördüğümüz ve merdivenlerin yoruculuğunu bildiğimiz için sokaklarda gezinmeyi ve Yeşilırmak kıyısında dinlenmeyi seçiyoruz. Ünlü coğrafyacı Strabon, Osmanlı padişahları, selfy çeken şehzade ve “Milletin İstiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” diyerek Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Atatürk ve arkadaşlarının heykelleri, Yeşilırmak’ın kıyısı boyunca zaman tünelinden geçiriyor sizi. 

Amasya ve grubumuzun kadınları…

 Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Müzesi...

Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Müzesi’ndeyiz şimdi. Ben daha önce gezdiğim için girmiyorum. Müzeye ismini veren Şerafettin Sabuncuoğlu; Fatih Sultan Mehmed Döneminin hekimlerinden. Müzeye ev sahipliği yapan medrese tarzındaki yapı ise, İlhanlılar döneminden günümüze ulaşan bir yapı. Bununla ilgili daha önce bir yazı yazdığım için burada daha fazla ayrıntıya girmemeyim. Yazının linkini buraya bırakıyorum.                                        (https://punto-punto.blogspot.com/2019/04/sabuncuoglu-tp-ve-cerrahi-tarihi-muzesi.html)

Sadece Şerafettin Sabuncuoğlu’nun yıllar önce söylediği “vicdanın daima hırsının önüne geçsin” sözünü hatırlatayım. Özellikle Yenidoğan Çetesi gibi hepimizi derinden üzen ve hayrete düşüren olayların olduğu şu günlerde, çok anlamlı gelmiyor mu?

Artık dönüşe geçebiliriz. Rehberimiz, “Size bir sürprizim var. Zile’ye uğrayacağız” dedi.  Onu da bir sonraki yazıda anlatayım.

 

27 Mayıs 2025

Tokat’tayız heri…

 Suzan PEKER yazdı

Tokat’a geldik ya, Tokatlı gibi konuşmadan olmaz. Evet biz de Tokat’tayız heri.  

Bu sözcüğü Tokatlılar, “ya”, “yahu”, “artık“ anlamında kullanmayı seviyor. Kısaca he yerine de geçiyor. Gezerken gördüğümüz yeni vizyona giren filmin adı da Tokatlıyız heri idi. Heri’yi sevdik, sevimli bir sözcük. Tokat’ın daha birçok sevimli sözcüğü var.

“Tokat size sürprizler sunabilir” cümlesinden yola çıkıp, Tokat’ı merak ettik bu kez. Eee merak olmadan gezi olmaz…Düştük yollara; Ankara, İstanbul ve Bozcaada’dan gelerek büyüyen grubumuz, Tokat Yazmacılar Han’da buluştu.

 900 adımda 900 yıllık tarih: Tokat

 Tokat Yazması meşhur, bilirsiniz. Eskiden geleneksel bir şekilde yazma üretilen Tokat Yazmacılar Hanı, şimdi otantik bir otel. Konaklama için burayı seçtik ve memnun kaldık.

Sabah hafif yağmur çiselerken otelimizin bulunduğu Halit Sokak’tan Sulu Sokak’a doğru ilerliyoruz. Daracık sokağın iki yanında tarihi evler, hanların altlarında Tokat yazması, elişi ürünler, takılar, değerli taşlar satan sevimli küçük dükkanlar…

 Hatti, Hitit, Frig, Roma, Bizans, Danişment, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserleriyle Tokat bir açık hava müzesi. Sulu Sokak, sırtını Tokat Kalesi’ne dayamış, eski adıyla Yahudiler Sokağı. Tarih kokan bu sokağa tarihi İpek Yolu’nu ve ticareti simgeleyen deve kervanlarının heykelleri yerleştirilmiş. Tokat, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan yol üzerinde olması nedeniyle tarih boyunca önemli bir ticaret merkeziymiş.

 Sık Dişini Helası...

 Deve kervanlarıyla ticaret için gelenler o kadar çokmuş ki, tuvalet ihtiyaçlarını gidermek için sıra beklerlermiş. Günümüze ‘Sık Dişini Helası’ adıyla gelen tarihi hela, o günlerin ticaret yoğunluğunu bize muzip bir dille anlatıyor. 15. asra tarihlenen yapının, Anadolu’nun ilk umumi helası olduğu düşünülüyor.


Tokat Müzesi...

Çivi Yazılı Hitit Tableti...

Azize kristina heykeli...

Hristiyanlığı kabul ettiği için Paganlar tarafından öldürüldüğü düşünülen genç kız heykeli. 1929’da harabe bir kiliseden alınarak Tokat Müzesi’ne getirilmiş. 19. Yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor.

Takılar...

 Sokağın iki yanı müzeler ve tarihi eserlerle dolu. İlk durağımız, Tokat Müzesi. Arkeolojik ve etnografik eserlerin yer aldığı Tokat Müzesi’ne 15. Yüzyılda inşa edilen Tokat Bedesteni ev sahipliği yapıyor. Milattan önce 4000 yılına kadar uzanan Tokat şehrinin birçok medeniyete ait arkeolojik eserlerini burada görmek mümkün. Maşathöyük kazı buluntuları, Hititçe tabletler, sikke koleksiyonuyla zengin bir müze burası.

 

Yağıbasan Medresesi...

 İkinci durağımız; Danişmentliler döneminde inşa edilen Yağıbasan Medresesi.  Medrese; astronomi, fizik, geometri, matematiğin öğretildiği, Anadolu’nun kapalı avlulu ilk medreselerinden biri olma özelliğini taşıyor.  Avlunun dört bir yanındaki odalarda; El-İdrisi’nin Kayıp Dünya Haritası’nın, Takiyyüddin’in İstanbul Rasathanesi için icat ettiği bir gözlem aletinin, El- Biruni’nin kimya çalışmalarının, 12. Yy’daki tıp aletlerinin, izlerini sürebilirsiniz.  


 
Tokat Şehir Müzesi Hatırası—Grubumuzun kadınları

 Yağıbasan Medresesi’nin hemen yanında, Tokat Şehir Müzesi bulunuyor. Burası daha çok etnografik bir müze. Tokat; bakırcılık, yazmacılık, dokumacılık, ahşap oymacılığı ve dericiliğiyle ünlü. Sultan II. Mahmut’un saray sinilerinin Tokat’ta yapılması için bir ferman çıkardığı biliniyor. Müzede, Tokat’ın tarihteki günlük yaşamına ait örnekler, giysiler, canlandırmalar görülebilir. Girişte fotoğraf çektirmek için bir hatıra köşesi oluşturmuşlar. Grubumuzun kadınları olarak burada bir fotoğraf çektirmesek olmazdı.

 Ahşap oymacılığı...

Tokat Yazmacılığı...

 Ellik.. Türkülere konu olan ve halayı çekilen ellik, ekin biçerken ele geçirilen bir alet. Ahşaptan yapılan ellik, orağın eli kesmesini engelliyor.

Honca Tepsisi. Evlendikleri gece, gelin ve damada götürülen yemek tepsisi.  Tokat’a özgü 6 gözlü bu tepsi, bugünkü tabldot sisteminin atası gibi.

 Yeşilırmak’ın kıyısında…

Tarihi Yeşilırmak Köprüsü...

 Müze gezilerimiz bitti. Yeşilırmak’ın kıyısında soluklanma vakti. Selçuklu döneminde yapılan Yeşilırmak Köprüsü ya da Hıdırlık Köprüsü’nün dibindeyiz. 1250 yılında yapılan 5 kemerli köprü, Selçuklu Sultanı 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’in üç yıl boyunca çatışan üç oğlu İzzettin, Alaaddin ve Rukneddin’i barıştırmak için yapılmış.

Bugün tarihi köprüye nazır  kırmızı kalpli “Tokat” yazısının önünde poz vermek isterseniz, sevginizi, zaman tünelinden geçirmiş olabilirsiniz.

Yeşilırmak yanımızdan akarken, 775 yıl önce yapılan tarihi köprüye bakarak çayımızı yudumlayıp, Tokat’ın bize daha neler sunacağını merak ediyoruz. Ama bir gün daha bekleyeceğiz. Zira programda yarın Amasya var.