16 Ocak 2010

Köpekbalıklarıyla burun buruna 2 saat!

Akvaryumu gezen çocukların en büyük ilgisini köpekbalıkları çekiyor. Çocuklar köpekbalığını görünce çığlık çığlığa deklanşöre basıyorlar.
Balıkların bulunduğu havuzların yanında bilgi panoları var. Bu panolardaki bilgileri okuyan pek yok. Ezbere geziyor insanların çoğu.
Eşimle birlikte geçenlerde yolumuz Bayrampaşa’ya düştü. Hadi dedik tanıtımı günlerce süren “Akvaryum Turkuazoo”yu gezelim, balıkları bir görelim.
Sekiz bin metrekarelik alan üzerinde kurulmuş akvaryum. Yeni Zelandalı bir şirket tarafından yapılmış.
Yetkililere göre akvaryumla çocuklarda “doğal hayatı koruma" bilincini geliştirmeyi ve deniz canlılarına ilişkin bilgilendirmeyi
amaçlanmış. Akvaryumun yapılışına 17 milyon avro harcanmış.
Akvaryumda tropikal iklim balıkları dikkati çekiyor.
Köpekbalıklarının içinde en sevimlisi beyaz köpekbalığı. Balığın devamlı cama yakın yüzmesini sağlamak için arkadaki balıkadama çok iş düşüyor.
Kompleksin içinde yer alan akrilik su tünelleriyle balıklar "onlarla birlikte yüzüyormuşçasına" 270 derece açıdan izlenebiliyor. 80 metre uzunluğundaki iki duvarı ve tavanı tamamen akvaryum olan tünelde de, yürüyen bant üzerinde sadece balıkları izleyerek dolaşma imkanı da bulunuyor.
Akvaryuma giriş, tam bilet 25, öğrenci ve 65 yaş üzeri ise 18 lira. 0-3 yaş grubu çocuklara ise giriş ücretsiz.
Akvaryumda ne ararsanız var; tatlı su, tuzlu su, okyanus balıkları, tropikal balıklar ve herkesin ilgi odağı olan beş farklı türden köpekbalıkları.
Akvaryumda yedi kişilik dalgıç kadrosunun gün boyunca akvaryumdaki bölümlerin temizliğini yapıyormuş. Köpek balıklarını elle, diğer balıkları da yukarıdan yem dökme yöntemiyle besleniyormuş. Ayrıca günde yaklaşık 100 kilo yem tüketiliyormuş.
Akvaryumu şehrin uç kesimlerden gelen ilk öğretim çocuklarıyla çığlıklar arasında gezdik. İki şey dikkatimizi çekti; birincisi her çocuğun elinde bulunan djital fotoğraf makineleri. İkincisi ise hiç birinin bilgi panolarını okumamaları. Tüm balık havuzlarını laylay lom içinde gezdiler. Bazı öğretmenlerin "bilgileri okuyun. soracağım" uyarısına rağmen. Elindeki kağıda not alan bir kaç ögrencinin hakkına da yemeyelim.
Bu manzara karşısında derin derin düşündüm:
Bakıp geçen, bilgiye ulaşmayan bir nesil mi geliyor aşağılardan?

10 Ocak 2010

Hep beraber denizleri kirlettik!

Daha önceki bir yazımda balıkçı tekneleriyle birlikte ağların da büyümesi, elektronik cihazların, sonarların devamlı gelişmesinin denizlerimizdeki balık nesillerinin azalmasına neden olduğunu yazmıştım. Bunlar daha çok göçmen balıkların azalmasına etki etmekteydi. ( Palamut, torik, lüfer, kalkan, uskumru) gibi.
Uskumrunun 1966 yılında, çok güçlü jeneratörlerle yakılan lambalar sonucunda, İstanbul Boğazı’ndan Çanakkale Boğazı’na kadar çok miktarda yakalayarak adeta neslini kuruttular.
1967 yılında son dip ağcılığını yaptık, o yıl çok az miktarda uskumru oldu ve bir daha da uskumru balığını göremedik. Şimdilerde Çanakkale Boğaz girişine kadar geliyor ve oradan geri dönüyor.
DENİZ KİRLİLİĞİ
Denizlerimizdeki balık neslinin bitmesine daha başka şeyler de etki etmektedir. Bunların başında deniz kirliliği geliyor.
Benim gençliğimde kirliliğe pek dikkat edilmezdi. Yazları tekneyi Balat’ taki çekek yerine çekerdik. Her sabah atların çektiği çöp arabaları peş peşe gelir, getirdikleri çöpleri Balat vapur iskelesinin yanındaki çöp iskelesinden Haliç’ e dökerlerdi.
Bu örnekte gördüğümüz gibi İstanbul’ un ve ülkenin her yerinde çöpler denize dökülüyordu.
Tüm yük gemileri tankerler dahil ambar ve tank temizliklerinden sonra bu çöp ve yağlı suları denize ( denizci deyimiyle büyük ambara) boşaltıyorlardı.
Bu atıklar dibe çöküyor ve oradaki balıkların beslenmesini sağlayan canlıların ve balıkların bıraktığı yumurtaların yok olasına neden oluyordu. Bunlara teknolojik gelişmeleri , Avrupa ülkelerinin ve Karadeniz’e sahili bulunan ülkelerin fabrika atıklarını da eklemek gerekiyor. Bu atıklar ve kimyasallar akarsulara karışarak Karadeniz’e ulaşıyor.
KUM GEMİLERİ
Bir başka etken de kum gemileridir. Bütün balıklar havyarlarını (yumurtalarını) dibe bırakır, kum gemileri yıllarca inşaatlarda kullanmak için denizden kum çekti ve kumlarla birlikte yumurtaları da aldılar. Balıkçılık yaptığım zamanlarda derinliği 5 metre olan yerler, kumlar çekildiği için şimdi 15 metreye çıktı.
Terkos Gölü’nün deniz tarafı, bu alınan kumlardan dolayı çökmeye başlayınca o kısma taş dökmek zorunda kalınmıştı.
KÖMÜR OCAKLARI
Bu arada Kilyos’un yanındaki Kısırkaya’dan Darboğaz’a kadar kilometrelerce sahil kesiminde açılan kömür ocakları da büyük oranda kirliliğe etki etti. O sahil harika bir kumsaldı.
Bu günkü şartlarda İstanbul’ un tüm plaj ihtiyacını karşılayacak uzunlukta ve güzellikteydi. Şimdi açık ocaklardan çıkarılan taşı toprağı denize döktüklerinden 1.5 kilometre denize girdiler.
Hatta 2. dünya savaşında sahilden 1.5 kilometre açıkta batan Alman denizaltısının enkazı bile karada kaldı.
Tabiî ki denize dökülen toprak çamur olarak dibe yattı ve oradaki tüm canlıların yok olmasına sebebiyet verdi.
TROL VE ALGARNALAR
Bir başka etken de trol ve algarnalardır. Her ne kadar kime sorsanız trol dese de büyük gırgırlar da en az trollar kadar zarar verip balık neslinin yok olmasına etki ediyor.
Sonuç olarak bütün etkenleri üst üste koyarsak bir iç deniz olan Akdeniz (Karadeniz, Ege, Marmara) de balık nesillerinin tükenmesi kaçınılmaz olacaktır. Balıkları detaylı gösteren bir ansiklopediye sahip olamazsak balıkların tipini bile unutacağız.

8 Ocak 2010

Naklen yayımlanan ilk soruşturmalar!

Siz bir şey anladınız mı bu olup bitenlerden?
Ben anlamadım ve düğümü de çözemiyorum.
Ayrıca düğüm üstüne düğüm eklenince sanki hiç çözüm olmayacak gibi bir hisse kapılıyor insan.
Televizyonlarda her akşam darbeler, suikast planları, hakim takibi, kozmik odalardaki aramalar.
İkiye ayrılmış bir medya. Bir kısmı "çok güzel şeyler oluyor”, bir kısmı da “gülünecek hale geldik” diyor.
Hukukçulardan bazıları “ilk soruşturma gizlidir” dese de kimseye dinletemiyor.
Bu blogda ilk soruşturmanın gizli olduğunu, bu gizliliğin kişilik haklarını korumak için yasalara konduğunu yazmıştım.
Bazı yazarlar ilk soruşturmanın da haber olması gerektiğini haber alma özgürlüğü ile savunuyorlar.
Unuttukları tabii “kişilik hakları”.
Kendileri hakkında bir soruşturma başlatılsa ve medya başlarına üşüşse “imdat. Kişilik haklarım ihlal ediliyor” diye ver yansın ederler.
Tüm bu kargaşanın altında yatan gerçek çok basit. İlk soruşturmayı göstere göstere naklen yayımlarsanız olacağı budur.
Kargaşa.
Zira ilk soruşturma adı üstünde delil arama ve toplama safhasıdır. Ortada bir iddia vardır ve savcılık delil bulabilmek için araştırma yapacaktır. Delil bulursa iddianamesini hazırlayıp dava açacak, bulamazsa takipsizlik kararı verecektir.
Bu nedenle ilk soruşturmanın gizliliğine emniyet, yargı mensupları ve medya uyarsa kişilik hakları da korunmuş olur. Kargaşa yaşanmaz. Hukuk korunur.
Hukuka saygının bittiği yerde yaşadığımız bu kargaşa ve belirsizlikler vardır.
Bugün yaşananlar budur.

2 Ocak 2010

Hürriyet’teki “DEĞİŞİM” işte budur!

“Gazeteci haber olmaz, haber yapar”. Bu sözleri ilk kez rahmetli Nezih Demirkent’ten duymuştum. Nezih ağabey özellikle haberlerde bırakın resmi isminin geçmesini bile istemezdi.
O dönemlerde yazar imzaları da fotoğrafsızdı. Sonra imzalara küçük fotoğraflar kondu, bu fotoğraflar büyüdü.
Televizyonlar farklı bir çizgi getirdi gazetecilere. Program yaptılar, programlara çıktılar. Sanatçılar gibi tanınmaya başladılar.
Bu tanınma onların da haber olmasını doğurdu.
Bunları neden yazıyorum?
Yeni yılla birlikte Hürriyet Gazetesi genel yayın müdürünü değiştirdi. Bizim dönemlerde bu değişikliklerden kimsenin haberi olmazdı.
Televizyonlarda yorumlar, gazete köşelerinde övgüler, yergiler.
Şimdi tüm dikkatler yeni genel yayın müdürünün üzerinde. Ne yapabilir ki yeni müdür.
Şunu yapabilir, gazetenin muhalif çizgisini biraz hükümet yanlısı bir çizgiye çekebilir ya da aynen devam edebilir. Çizgi değişikliği olursa okuyucunun ne kadar tepkisini çeker onu da zamanla göreceğiz.
Tüm bu gelişmeler beni biraz gerilere götürdü.

ÇİLLER’E MUHALEFETİN SONU
Milliyet’in yazı işlerinde altı yıl çalıştım. Altı yıl boyunca dört genel yayın müdürü gördüm. Her gelen bir şeyler yapmaya çalışmıştı ama bir tanesi vardı ki çok farklıydı.
O dönemde başbakan Çiller’di.
Bir gün geldi gazete muhalefetini sertleştirdi. Hemen hemen her gün manşetten Çiller’in Amerika’daki malvarlıkları dahil her şeyi didik didik ediliyordu.
Tüm yazı işleri bu haberlere kilitlenmişti. Aydın Doğan’ın Çiller’le arasının bozuk olduğunu biliyorduk ama neden bozuk olduğunu bilmiyorduk. Biz haberlere devam ediyorduk.
Kavga iki cephede devam ediyordu. Bir gün Çiller’e vuruyorduk, bir gün de Sabah gazetesine.
Bir ara dedikodular dolaşmaya başladı. Genel yayın müdürü değişecek, bu kez dışarıdan bir müdür gelecek diye.
Evet, dışarıdan bir genel müdür geldi, hem de ekibiyle birlikte. ( O gruptakilerden çoğu şimdi silahlı kuvvetlere psikolojik savaş açılan yerdeler).
Ne kadar gün geçmişti hatırlamıyorum; yeni müdür Çiller’in eşi ile bir röportaj yapılmasını istedi.
Röportaj yapıldı, o gün sanırım ikinci sayfadan yarım sayfa kullanıldı röportaj.
Yeni müdür yazı işleri salonunda cep telefonu ile yüksek sesle biriyle konuşmaya başladı.
“ Abi” diyordu, karşıdaki kişiye. “yarım sayfa kullandık yazıyı. Birinci sayfadan da anons koyacağız”.
Hepimiz dikkat kesilmiştik. Yeni müdürün Çiller’in eşi ile konuştuğunu anlamıştık.
Bunca sene yazı işlerinde çalışmış biri olarak ilk defa alenen bu şekilde tekmil verildiğini görüyordum.
Şaşırmıştım. Ama genel yayın müdürlüğü değişikliğinin nedenini anlamıştım.
Gazetenin iktidarla bozulan ilişkilerini düzeltmek.
Bu benim için yeni bir kavramdı.
Son çalıştığım genel müdür ise Ankara temsilciliğinden gelmişti. Onun da ömrü kısa oldu.
Aydın Doğan ve akıl hocaları yazı işlerinden yetişmiş sapına kadar gazetecileri genel yayın müdürü yapmadılar, yapamadılar. Ankara Temsilciliği genel yayın müdürlüğüne çıkan yolun başlangıçı oldu.
Tarayın tüm gazeteleri. Bakın genel yayın müdürleri daha önce hangi görevde çalışmış.
Bence kural değişmedi Hürriyet’te.
Yıpranmış bir Ankara Temsilcisi kökenli gitti, yıpranmamış bir başka Ankara Temsilcisi kökenli geldi.
Bir şeyler olur mu Hürriyet’te. Olur. Olmaya da başladı bile.
Arka arkaya başbakanın ve cumhurbaşkanın Hürriyet’in manşetine taşınması size bir şeyler anlatmıyor mu?
Yılın son günü yağan zamların tek sütun kullanılması, manşete ne olduğu ilginç bir sonla biten iki aracın takibinin çıkılması size bir şey anlatmıyor mu?
Hürriyet’te değişim işte budur.
Halkın asıl dertlerinden, sorunlarından uzaklaşmak.
Yazıya ilave;
5 Ocak tarihli Hürriyet'ten bir kaç başlık:
Cumhurbaşkanının bir gün önce televizyondaki konuşması sür manşet.
"Ekonomide sevindiren rakamlar".
"Merkez mektuptan kurtuldu".
"Borsa 53 bini aştı".
"Alışveriş patladı".
"İhracat 100 milyar doları aştı".
Değişim nasıl olurmuş gördünüz mü?

30 Aralık 2009

"YENİ YIL DİLEKLERİM" ve AMA'lar!

Yeni yılın;

SAĞLIKLI ( domuz gribine yakalanmadan, eczaneler kapanmadan, marketlerden ilaç almak zorunda kalmadan);
HUZURLU ( sorun var sorun var diye tutturanların akıllarını başlarına aldığı ve huzursuzluk çıkarmanın akılcı bir yol olmadığını anladıkları, kötümser haberlerin azaldığı);
MUTLU ( gelecek endişesinin, işten ne zaman atılacağım ya da ne zaman iş bulacağım korkularının yaşanmadığı);
BİR YIL
OLMASINI DİLERİM.


18 Aralık 2009

Gündemdeki son kamyon yazıları!...

Teknoloji geliştikçe bazı alışkanlıklarımızdan vazgeçtiğimiz bir gerçek. Kamyon yazıları da öyle. Çok fazla yaratıcılığı olmasa da birileri kamyon yazılarını toparlamış ve elektronik posta ile yaymış. Ben de bu yazıları son günlerdeki karamsar gündemlerden biraz sıyrılmak ve gülümsemek için sizlerle paylaşmak istiyorum:

·Paran varsa âleme çık, âlem adam görsün; paran yoksa eve git, çoluk çocuk baba görsün.
·Yüzük lordun, yol Ford’un.
·Paran varsa Range Rover, paran yoksa game over.
·Dikkat: Araçta yalnız var.
·Bir sana bir de sabah uykusuna doyamadım.
·Sağlam şoför kalmaz rampada, Müslüm baba sığmaz ipod’a.
·Senin araban namaz kılıyo mu, benimki Clio.
·Sarı kızın nazı, Ford’un ara gazı.
·Güzeli sevdikçe nazlanır, Ford’a bastıkça şahlanır.
·Beni çekemiyorsan anten tak.
·Hatalıysam çaldır kapat, ben seni ararım.
·Parayı buldum, şimdi kıro olacağım.
·Menfaat yolunda edinilen dostluk, çile yokuşunda son bulurmuş.
·Kızın gülüşüne, kışın güneşine aldanma.
·Evlenip gideceğime balayına, evlenmem giderim alayına.
·Dünyayla nişanlı, ölümle sözlüyüm.
·Önünü görmeden sollama, evine acı haber yollama.
·Fakiri fakir yapan kuru inat, zengini fakir yapan hayırsız evlat, memuru fakir yapan süslü avrat.
·Dünyada MAN ahrette iman.
·Karayollarında değil, senin kollarında öleyim.
·Vur kalbime hançeri, yüreğim parçalansın; fazla derine inme, çünkü orda sen varsın.
·Ankara İstanbul 6 saat, sana sevgim 24 saat.

13 Aralık 2009

Kuşlardaki acımazsızlık ve insanlar!...

Daha önce yazmış olduğum bir yazıda kuşların barış içinde yaşadıklarını gözlemlediğimden bahsetmiştim. Bu tespitime daha sonra da devam ettim.
Kuluçka döneminde barış içinde yaşayan kuşların, yavrular yumurtadan çıkıp biraz palazlandıklarında ortada barışın kalmadığını gördüm.
Bu tespitimi nereden mi yapıyorum?
Oturduğum daireye bakan binanın bacalarında yuva yapan martı ailesinin iki tane yavrusu dünyaya geldi. Bu yavrular yürüyüp çatıda dolaşmaya başladıklarında artık martı, güvercin barışının bittiğini, martıların güvercinlerin yavrulara zarar veremeyeceğini anladıklarında tekrar eski vahşi hallerine döndüklerini gözlemledim.
Bir sabah baktığımda kiremitlerin üzerinde öldürülmüş bir güvercinin yendikten sonra arta kalan kanat ve tüylerinin durduğunu gördüm. Demek ki ne çöplükten beslenmeleri, ne de şehirde yaşamaları doğalarında olan o vahşiliği engelleyemiyor.
Aslında bu tüm canlılar için geçerli değil mi?
Yüzyıllarca bir arada yaşayan en gelişmiş canlı insan bile ufacık bir kıvılcımda nasıl da vahşileşiyor. En yakınını, komşusunu bile gözünü kırpmadan yok edebiliyor.
Son zamanlarda bu vahşileşmenin örneklerini çokça görür olduk.
Hayvanlar yaşamak için vahşileşiyor. Ya insanlar?

6 Aralık 2009

Leyleklerin şaşmayan rotaları!...

Ağustosun ortalarıydı. Gemiyle seyir halinde giderken geçit yapan kuş sürülerine rastlamıştık. Görebildiğim kadarıyla sürünün bir ucu Sivri Ada’nın Doğusundan Kınalıadayı aşmış, diğer tarafı Yeşilköy’e doğru uzanıyordu. Sürü deniz seviyesinin bir iki metre kadar üstünden uçuyordu. Biraz daha yaklaşınca bunların leylek sürüleri olduğunu anladım.
Bu yaşıma kadar böyle kalabalık sürü görmemiştim. Gözümün görebildiği bölgede binlerce leylek vardı ve hepsi aynı rotada, aynı yükseklikte yollarına devam ediyorlardı. Gemiyle aralarından geçmek zorundaydık, o zaman gemi yüksekliği kadar yükselip tekrar su seviyesine indiler.
Birkaç gün sonra yine aynı bölgeden geçiyorduk ve yine aynı yöne giden sürülere rastladık.
Sanki bir rota çizilmiş ve onlara verilmiş gibi hiç şaşmadan aynı hattı takip ediyorlardı.
Yaradan’ın onlara vermiş olduğu yeteneğe şaşmamak elde değil. O nasıl bir makinedir ki binlerce kilometre yolu her yıl şaşmadan aynı rota üzerinde gidiyorlar. Yeryüzündeki bir yıllık tüm değişimlere karşın yine de yollarını kaybetmiyorlar.
Bu konuyla ilgili konuştuğum insanlar bilim adamlarının bu konuyu incelediklerini ve göç eden kuşların kafataslarında madeni parçacıklar olduğunu tespit ettiklerini söylediler. Bu toz halindeki parçacıklar bir nevi pusulalarda bulunan mıknatıs gibi yönlerini tayin etmelerini sağlıyorlarmış.

2 Aralık 2009

Kefir deyip geçmeyin!

Kabus gibi üstümüze çöken domuz gribi salgını nedeniyle ne yapacağımızı şaşırmış durumdayız. Bazı doktorlar aşı olun derken, bazıları da aman ha diyorlar.
Anladığım kadarı ile bu tip salgınlarla baş edebilmek için önce bağışıklık sisteminin güçlü olması gerekiyor. Bağışıklık sistemini güçlendiren bir çok yol var. İlaçlar ve bitkisel çözümler. Kefirin de bu çözümlerden biri olduğunu söylüyor doktorlar.
Eşim yıllardan beri evde kefir çoğaltır ve bize de içirir. Zaman zaman da isteyen dostlara dağıtır.
Kefir tekrar ön plana çıkınca şöyle bir araştırma yaptım. Bu araştırmayı sizlerle paylaşmak isterim:
Kefiri Kafkas Türkleri keşfetmiş. Kafkasya’dan tüm dünyaya dağılmış.Yüz yıllardır içiliyor.
Kefiri her yerde bulmak zor. Bildiğim kadarı ile Ege Ziraat fakültesi gibi bazı fakülteler kefiri üretiyor. Aktarlarda da kuru kefir bulunabilir. En kestirmesi evinde kefir üreten tanıdıklardan temin etmek.
Marketlerde satılanların ne kadar sağlıklı olduğunu bilemiyorum. Kefir taneleri karnabahar görünümünde ve lastik kıvamında. Eşim kefiri ılık sütte üremektedir. Mayalanan süt 20 derece civarında bir sıcaklıkta ışık almayan karanlık bir yerde 24-48 saat bekletilir. Mayalanmış süt -dikkat edin- madeni olmayan bir süzgeçten ya da tülbentten süzülür. Süzülen kısım içilecek kısımdır. Süzgeç üzerinde kalan kefirler yıkanarak tekrar maya olarak kullanılır. Kefir taneleri hemen kullanılmayacaksa ağzı kapalı bir cam kavanozda kefir tanelerini örtecek kadar suyun içinde buzdolabında saklanır.
Kefirin faydaları sayılamayacak kadar çok. Bunlardan en önemlileri;
Kabızlık,ishal ve bağırsak tahrişlerine iyi gelmesi,
Bağışıklık sisteminin güçlenmesine yardımcı olmak,
Kansere iyi gelmek,
Sindirime yardımcı olması,
Bozulan bağırsak dengesini düzeltmek,
Kolestrolü kontrol altında tutmak,
Kan basıncının düşmesine yardımcı olmak.
Kefirin en uygun tüketim zamanı ise genellikle sabahları aç karnına ya da akşamları yatmadan önceymiş.

26 Kasım 2009

Mehmetçik Vakfı'nı neden seçtik?

Biz aile olarak;
Bu vatan için canını seve seve veren şehitlerimiz için;
Sakat kalan gazilerimiz için;
Atatürk'ü sevdiğimiz ve ilkelerini benimsediğimiz için;
Vatanın bölünmezliğini, kardeşliği savunduğumuz için;
Dinimizi şeklen değil kalbimizle sevdiğimiz için;
Kurban konusunda Mehmetçik Vakfı’nı tercih ettik.
KURBAN BAYRAMINIZI KUTLAR, SAĞLIKLI , KARDEŞÇE YAŞANACAK GÜZEL GÜNLER DİLERİM.