23 Kasım 2009

Karadenizlinin inadı işte böyle bir şey!

Fotoğraf Pınar hobi sitesinden alınmıştır.
Büyüklerimden dinlediğim yaşanmış bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Maksut dedem aslında babamın amcası olur. Dedem çok genç yaşta vefat edince, amcaları babamlara sahip çıkmış ve onları kendi çocuklarından ayırmamış. Biz de küçüklüğümüzden itibaren onu dede bildik.
O, hayatını iyilik yapmaya adamış, etrafındaki insanları kalkındırmış ama kendi çıkarını hiç düşünmemiş benim çok değerli dedemdi.
Maksut dedem veciz sözleri ve de inadıyla da meşhurdu.
Maksut dedemin gençlik yıllarında takalarla Rize’den Rusya’ya gidilir orada balıkçılık yapılırmış.
Dedem aynı zamanda tekne ustasıydı.
Bir balık sezonu öncesi Rize’den arkadaşı Kalkavanlardan biriyle balıkçılık sezonundan sonra takalarıyla Çayeli açığından Rize’ye kadar yelken yarışı yapmak için iddialaşmışlar ve ortaya da değerli bir ödül koymuşlar. Maksut dedem, Liman köydeki denize sıfır evin altındaki kayıkhanede yeni bir takanın yapımına başlamış.
O zaman takaların modelleri mavna biçiminde imiş, dedem yeni bir model yaratmış. Denizde giderken sürtünmeyi en aza indirecek ve o nispette sürat yapacak bir modeli yapıyormuş.
Takanın kafesi bitmiş, artık tahta sarma işlemine gelince balık sezonu için Rusya’ya gitmek zorunda kalmış.
Giderken yine kendisi gibi tekne ustası olan babasına “baba ben gelene kadar bu tekneyi bitir” demiş.
Rusya’ ya gitmişler, balık sezonunu tamamlayıp dönmüşler.
Limanköy’deki denize sıfır evin önünde kıyıya bitişik bir büyük taş varmış. ( Bugün kıyı yolu o taşı yok etmiş).
İskele olarakta kullanılan taşa yanaşmış ‘hoş geldin’ lerden sonra babasına “baba tekne bitti mi” diye sormuş, "bitiremedim oğlum"cevabını alınca eve çıkmadan doğru kayıkhaneye girmiş ve çalışmaya başlamış.
Rusya’dan aylar sonra gelmiş olmasına rağmen üst kattaki eşinin ve çocuklarının yanına tüm ısrarlara rağmen çıkmamış.
Günlerce yemeğini kayıkhanede yemiş, tekneyi bitirip denize indirmiş ve kararlaştırılan günde yarış mevkiinde olmuş.
Tabiî ki yeni model takasıyla yarışı açık ara kazanmış, eşinin ve çocuklarının yanına ancak o zaman çıkmış.
Maksut dedemin bazı veciz sözleri:
Hamsi yeduk birbirini anladuk. (Birini anlamak, tanımak istiyorsan onunla mutlaka iş yapmalısın.)
Dukuz manda’nun çeviremeduğu adami bir kadun çevirur.
Kırk gun tavuk gibi yaşiyacağuna bi gun horoz gibi yaşa.

19 Kasım 2009

Bunun adı spor mu, yoksa kan davası mı?

Hürriyet internet sitesinde haber başlıklarından biri aynen şöyle: Fenerbahçeli çocuk salondan atıldı.

Abdi İpekçi salonunda bir maç oynandı. Galatasaray- Fenerbahçe basketbol maçı. Sıradan bir karşılaşma. Ligin başlangıcı henüz. Ne kupa var ortada ne de bir şey.
Maç sırasında olaylar çıkıyor. Bildiğimiz ve gördüğümüz acı tablolarla dolu olaylar.
O onu suçluyor, bu bunu. Sanki iki düşman kulüp. Aralarında kan davası var gibi.
Spor yapılıyor aslında. Spor bir eğlence.Ama taraftarlar her yerde diş biliyorlar birbirlerine.
Kimse biz bu hale nasıl geldik diye sorgulamıyor durumları.
Olaylar sırasında bir başka görüntü dikkatimi çekiyor. Üzerinde Fenerbahçe forması bulunan küçük bir çocuğun forması çıkarılıyor, yetmiyor salondan atılıyor.
O çocukta yaratılan travmayı düşünebiliyor musunuz? Gönül Galatasaraylı yöneticilerin o çocuğa sahip çıkmasını ve yanlarına almasını hayal ediyor. Sadece hayal edebiliyor.
Medyada ise bu konuda tık yok.
Beşiktaş Ihlamurdere Caddesi üzerinde oturduğumuz yıllarda, Beşiktaş üst üste şampiyon olmuştu. 80’li yıllardı sanırım. Cadde siyah beyaz bayraklarla donatılmış, şampiyonluk kutlamaları devam ediyordu.
Bizim ikizler 11-12 yaşlarındaydı. Kafalarına esiyor, giyiyorlar Fenerbahçe formasını, caddeye çıkıyorlar. Benim haberim yok. Başlıyorlar çarşıya doğru yürümeye.
Düşünebiliyor musunuz durumu. Beşiktaş’ın göbeğinde Fenerbahçe formalı iki çocuk.
Çarşıya kadar yürüyorlar. Ne bir laf atan var. Ne de yan bakan.
Sadece bir dükkandan çağırıyorlar, “Aferin size. Biz de Fenerbahçeliyiz” diyorlar ve küçük bir hediye veriyorlar.
Çocuklar hiçbir şey olmadan eve dönüyorlar.
Hani anlatırız, bizim zamanımızda tribünlerde hep bir arada oturur, maç seyrederdik diye. Bunları anlatırken şaşkın şaşkın bakar yeni nesil bizlere.
Hadi o devirleri geçtik. Ama iş tribünden çocuk kovmaya, forma çıkarmaya kadar varmışsa bütün kulüp yöneticilerinin oturup düşünmesi ve ne oluyor bizlere demesi gerekir.
Bahanelerin altına sığındıkça olaylar daha da artacak, spor sporluktan çıkacaktır.

15 Kasım 2009

Son yılların en güzel yemek tarifi!

Onu tanıdığımda daha doğrusu Milliyet'in yazıişlerinde birlikte çalıştığımızda yazı yazmıyordu, ama çarpıcı, kimsenin aklına gelmeyecek zeka dolu başlıkları ve haber spotları ile dikkat çekiyordu. İzmir'den gelmişti, İstanbul basınında kendini yalnız hissediyordu. Dürüstlüğü, samimiyeti ilgimi çekmişti. Dost olduk. Ailece görüştük. Milliyet'ten ayrılıyorum dediği gün çok üzülmüştüm. Gittiği her yerde başarılı olacağına emindim. Öyle de oldu.
Aklına geldiğimde beni arar, hal hatır sorar.
Bugün Türkiye'nin bana göre en etkili yazarlarından biri.
Her yazısında onun kıvrak zekasını görmek mümkün. İyi ki yazıyor, hem de geldiğimiz bu ortamda.
Sevgili kardeşim Yılmaz Özdil'den bahsediyorum. Onu zaman zaman bu blogda misafir ediyorum.
İşte yine çok güzel bir pazar yazısı ve son yılların en güzel yemek tarifi:


Patlıcan

Türkiye bayılır patlıcana...
Çeşit çeşit yemeği olur.
Yazarken bile insanın ağzı sulanıyor.
Parmaklarını yersin.
Ama, parmaklarını yediğinle kalırsın.
Vücuduna zerre faydası olmaz.
Besin değeri fakirdir.
Vitamini sıfıra yakındır.
Doyuyorum sanırsın...
Zayıflatır!
Çocuklara tavsiye edilmez.
Çünkü, nikotin içerir.
Uyuşturur.
.......
Patlıcan’dır, açılım...
Çiğne çiğne, hikâye.
........
Hükümet mesela...
İmambayıldı.
.......
Muhalefet desen...
Musakka’cı.
İmambayıldı’da kıyma yokmuş...
Bu iş zeytinyağlı olmazmış, filan.
......
DTP, oturtma...
Fırsat bu fırsat, Habur’da da oturtuyorlar, Meclis’te de.
......
İmralı aşçısı ise, Roj TV’den tarif veriyor, açacan, açmazsan, döşücem mayını, pat’lıcan.
......
Meclis lokantasından dövüle dövüle atılan şehit aileleri de soruyor haliyle, “Onunki can da, benimki patlıcan mı?”
......
Sezen Aksu konuşur, şak şak şak, alkışlarlar, Kevin Kostnır konuşur, şak şak şak, alkışlarlar... Nedir bu?

Şakşuka.
.......
Küreseldir, topan...
O yüzden, yalaka basın ahaliyi iştaha getirmek için yazar durur,

“Belki yarın, belki yarın da yakın, Brüksel lahanasının yerini alacak, topan patlıcanım...”
......
Çankaya?
Hünkârbeğendi.
........

Türkiye’de hıyardan sonra en bol sebzedir patlıcan...
Tek sorunu vardır:
İnsan yer, hayvana ver, yemez.

8 Kasım 2009

Atatürk'ün orduya son mesajı!...

Anıtkabir'i ziyaret edenler, Atamızın 29 Ekim 1938 tarihli ordumuza gönderdiği son mesajı okumuşlardır.
2009 Türkiye'sinde Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı yürütülen "sindirme" çabalarını gördükçe bu mesajdaki cümlelerin önemi bir kez daha anlaşılmaktadır.
Mesajı tekrar tekrar okuyun ve o Deha'nın o günlerden bu günleri nasıl gördüğüne şahit olun.
Sevgili Atam; seni unutturmak isteyenler unutmasınlar ki bu sevgi kalplerimize işlenmiştir, sökülüp atılamaz ve nesilden nesile devam eder.
Nur içinde yat.

4 Kasım 2009

Portakal doğanın dengeleme meyvesi!..

Sonbaharı pek sevmem. Güneş gider, ağaç yaprakları yavaş yavaş sararır, bulutlar koyulaşır, yağmur hayatı zaman zaman çekilmez hale getirir.
Doğanın dengelerine ise bayılıyorum. Nezle, soğuk algınlığı sonbaharın bize hediyesi ama mandalina ve portakal da C vitamini açısından nezle ve soğuk algınlığının düşmanı.
Portakal deyip geçmeyin. Bugünlerde bol bol tüketin. Tabii GDO'suz olanlarını. Bunu nasıl mı anlayacaksınız? Onu bilemiyorum. Medyadaki bilgi kargaşasından da öğrenmenin zor olacağı belli oluyor.
ANA YURDU HİNDİSTAN
Portakalın bizim ülkemize Portekiz’den geldiğini biliyor musunuz? Türkçeye Portekiz’den gelen anlamıyla portakal olarak girmiş.
Bize Portekiz’den gelmiş; ama ana yurdu Hindistan.
Portakal, C vitaminin yanı sıra olmak üzere P, B ve E vitaminleri ile fosfor, magnezyum ve potasyum minerali açısından da zengin.
Portakalın ayrıca çiçeklerinden ve kabuklarından da yararlanılır. Suyu cildi besler, portakal çiçeklerinin kaynatılmasıyla hazırlanan çay, spazmlara faydalı. Kabuklarından esans elde edilmesinin yanında mide hastalıkları için de kullanıldığı biliniyor.

27 Ekim 2009

Cumhuriyet’i "sessiz güç" koruyacak!

Çok büyük bir iş başarmışsınız "Sevgili ATAM".
Bugünleri gördükçe “O GÜNLERİ” daha iyi anlıyoruz.
Rahat uyu ATAM.
İlelebet seni seven “SESSİZ GÜÇ” Cumhuriyet’i koruyacaktır.

25 Ekim 2009

İkinci kez meyve veren ERİK AĞACI!

Yukarıdaki fotoğrafın çekiliş tarihi 24 Ekim 2009. Sonbaharın ayak seslerinin yavaş yavaş duyulduğu, bazı ağaçların yapraklarını sarartıp, yere süzüle süzüle gönderdiği tarih.
Yer bizim site. Dallar sıradan bir erik ağacının dalları. Öyle bir ağaç ki etrafı betonlarla kaplanmış, kökler su bulabilmek için toprağın derinliklerine doğru yol almış.
Erik baharda çiçek açmış, meyvelerini vermiş. İşini bitirmiş artık. Kışın gelmesini, yapraklarını döküp yeniden filizlenmeyi, çiçek açmayı ve meyve vermeyi bekliyor.
Beklenmedik bir durum var şimdi. Bu ağaç yazın ortalarında yeniden çiçek açtı ve fotoğrafta gördüğünüz meyveleri verdi. Öyle çok meyve yok ancak 6-7 tane var.
Bu meyveler ne kadar daha büyür, eriklerin ikinci meyve zamanları normal midir bilemiyorum.
Bildiğim bir şey var; gerçekten doğada bazı şeylerin değiştiği!

18 Ekim 2009

İkiz torunlarım mesleklerini seçti !

İkiz torunlarımız Emre ve Can’ın geçen günlerde yapılan diş buğdayında aile bir araya geldik.
Artık genç anne-babaların pek de itibar etmediği belki de inanmadığı bir geleneği de o gün şakalar ve kahkahalar içinde uyguladık. “Meslek seçimi testi !”
Çocukların önüne kalem, top, hesap makinesi, kitap, maus ve makas konarak ileride hangi mesleği seçeceklerini anlamaya çalıştık. Kalem işadamlığını, top sporculuğu, hesap makinesi mühendisliği, kitap yazarlık veya eğitimle ilgili meslekleri, maus teknolojiyi ve makas da tekstili temsil ediyordu. Emre hesap makinesini, Can da kalemi seçti.
Torunlarımızın meslek seçecek çağa geldiklerinde Türkiye’de eğitim sisteminin çarpıklığı düzelir mi bilemiyorum tabii. O günleri görür müyüz o da bir başka soru.
Umarım bu blog yaşar. Bu satırlar da o günlere kadar kalır.

11 Ekim 2009

Eczacılarla halk karşı karşıya getirildi!...

“ Masal bitti.
Sağlık ocağına 2 lira.
Devlet hastanesine 8 lira.
Özel hastaneye 15 lira.
Bu rakamlar da ŞİMDİLİK.”

Günlerdir eczane vitrinlerinde bu afişler asılı. Eczacılar haklı olarak dertli. Sağlık Bakanlığı muayene ücretsiz dedi, çaktırmadan vatandaştan parayı eczaneler eliyle almaya başladı. Halkla eczacıları karşı karşıya getirdi. Kendi aradan sıyrılıverdi. Eczacılar dert anlatmaktan dert küpü olmuşlar bile.
Ne dersiniz cinliğin böylesine pes doğrusu değil mi?

3 Ekim 2009

Facialar her zaman "GELİYORUM" der!

Ülkemizde felaketler nasıl gelir, hepimiz az çok biliyoruz. Bağıra bağıra.
Tedbir alınmaz, facia yaşanır, sonra da yol gösteren çok olur.
Fotoğrafa dikkatle bakın. Üzerinden yüzlerce aracın geçtiği yol enine kesilmiş. Bir trafodan karşıdaki reklam panosuna elektrik çekilmiş. Kablo sözüm ona bir boru ile korunmuş, yolu ikiye bölen yarığın üstü kapatılmamış. Çok küçük bir detay gibi görünüyor insana.
Şimdilik tehlike de yok gibi. Borunun ne zaman kırılacağı ve kablonun ne zaman kontak yapacağı belli değil. Tehlike var mı? var.
Vatandaş ilgili yerlere uyarısını yapmış. Ne yazık ki bir kürek asfalt dökülememiş.
O kablo birinin canını yakarsa sorumluyu bulursunuz. Ceza da verirsiniz ama önemli olan canların yanmaması değil mi?